10
Herkese iyi bayramlar! Yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemezseniz çok mutlu olurumm. İyi okumalar! 🖤
10. BÖLÜM: ORMANIN KALBİ
"Demre, iyi misin?"
Kulaklarımdaki uğultu kesildi. Yüzümü gömleğimin kenarına silmeye çalıştım; ama canım yanınca duraksadım. Yüzüm buruştu, dudaklarımdan kısık bir inilti döküldü. Birkaç adım ötemde duran Merih, tek dizinin üstünde yere çökmüştü. Başını eğmiş, görüş açıma girmişti; merakla yüzümü görmeye çalışıyordu. Kabza da tıpkı onun gibi uzanmıştı; merakla burnunun ucunu dizime dokunduruyordu. Tahta kapının ardındaysa Kubi vardı. Durduğu yerde huzursuzca kımıldanıyor, endişeli gözlerle içeriyi kolaçan ediyordu.
"Neyin var? Bir yerine bir şey mi oldu?"
Saçlarımı düzelterek doğruldum. Ne kadar harap gözüktüğümün farkındaydım, bu yüzden toparlanmaya çalıştım. Kimsenin beni bu hâlde görmesini istemiyordum.
"Bir şeyim yok, Kabza beni yabancı sandı," Çenemle arkadaki köpeği işaret ettim. Sesim kısık ve pürüzlüydü. Gözlerimi kaçırdım, dışardan nasıl gözüktüğümü düşününce utançla dolmuştum. "Köpek kovalamaya başlayınca buraya kaçtım. Sonra da çıkamadım."
Tahtaya tutunarak oturduğum yerden kalkınca, o da doğruldu. Geriye çekilmişti. Hiçbir şey söylememiş, daha fazla sorgulamamıştı. Sırtını bana dönerek atın başını okşamaya başladı. Yüzüne dökülen siyah saçları nazikçe geriye itekliyordu. "Kubi gel, sen de sev."
Teklifin korkunçluğuyla birkaç adım gerileyen Kubi, başını hızlı hızlı sallamaya başladı. Kekeleyerek konuşuyordu. "Şimdi sevmesem de olur. Çiçek ekmem lazım benim, çiçek. Atlar çiçeklerimi yoluyor."
Merih gülümseyerek omzunun üstünden ona baktı. "Yine mi yolmuşlar çiçeklerini? Merak etme, birlikte tekrar ekeriz."
Topallayarak tahta kapıya yanaşan Kubi, Merih'ten başka bir yere bakmıyordu. Ellerini yine birbirine kenetlemişti; duyulmadığını zannederek kendi kendine mırıldandı. "Ama çiçekler Merih'i hep hasta ediyor. Nasıl dayanacak ki?"
"Hasta olmuyorum, alerjim var sadece," Atı sevmeyi bırakıp ellerini silkeledi. Kubi'nin tam karşısında durmuştu. "İlaçlarımı alırsam bir şey olmaz. Ne sandın sen beni, Kubi? Bir çiçeğe yenilecek adam mıyım ben?"
"Bir değil, yirmi."
İçten gülüşüyle birlikte tüm suratı aydınlandı. Kararsız biri gibi dudaklarını büzmüştü. "Yirmi çiçeğe belki yenilebilirim. Deneyip göreceğiz."
Çekinerek konuşmalarına dahil oldum. Merih, yanlarında olduğumu yeni hatırlamış gibi bakıyordu suratıma. "Burada olduğumu sen haber verdin galiba, teşekkür ederim Kubi," Tereddütlü birkaç adım attım, ardından gülümseyerek elimi uzattım. "Düzgünce tanışamadık, ben Demre."
Havada duran elimi görünce kaşlarını çatarak geriye kaçıldı. Tedirgin bir şekilde ellerini sıvazlamaya başlamıştı. Yanlış bir şey yaptığımı düşünerek Merih'e baktım. Aniden havadaki elimi tutan Merih, gülümseyerek Kubi'ye dönmüştü. Şaşırarak, sımsıkı tenimi kavrayan parmaklara baktım. "Senin yerine ben tokalaşıyorum, tanışabilirsiniz."
Kubi birbirini tutan ellerimizi görünce gülümsedi. Tekrar yaklaştı; tedirginliği geldiği gibi gitmişti. "Kubilay ben ama ailem bana Kubi der. Küçükken faytonun altında kaldım, o yüzden topalım. Heyecanlanınca kekeliyorum. Bir de çiçek ekmeyi çok severim ama menekşeler hariç, onları ekerken ağlıyorum," Teker teker parmaklarını açmaya başladı. "En sevdiğim kişiler Merih, Sinem, Dilara, Kabza. Sude'yi de bazen seviyorum. En sevmediğim kişiler Kemre..."
"Orası sır olarak kalsın, daha iyi." Gülerek sözünü kesen Merih yavaşça elimi bıraktı. Kemre ismini duyunca istemsizce ben de güldüm; demek kızlar ona da öğretmişlerdi bu rumuzu.
"Sır olarak kalsın," Onaylayarak başını sallayan Kubi, birkaç adım geriledi. Eliyle selam verdi ve birden topallayarak çıkışa yürümeye başladı. "Çiçeklerimi sulamam lazım. Sır olarak kalacak."
O ağır ağır gözden kaybolurken, Merih tekrar sırtını bana dönmüş atla ilgilenmeye başlamıştı. Bir süre kımıldamadan bekledim. Bir an önce gitmek en doğrusuydu. Samanların üstünden geçip çıkacakken kapının önünde duran Kabza'yla karşılaştım. Korktum ve tekrar içeri geri döndüm. Yine peşime takılacak gibi bakıyordu suratıma.
Merih yalnızca atla ilgileniyordu. Üstünde yine siyah boğazlı bir kazak ve siyah bir pantolon vardı. Bileğindeki gümüş saat elini her hareket ettirişinde parlıyordu. Saçları taranmış olmasına rağmen dağınıktı; sanki sakallarını da kısaltmış gibiydi.
Onu izlediğimi fark etmiş gibi birden omzunun üstünden bana baktı; hafifçe kaşlarını kaldırmıştı. "Gitmiyor musun?"
"Gidemiyorum. Kabza kovalıyor dedim ya az önce," Köpekle aralarında kısa bir bakışma yaşandı. Ardından güldü ve önüne döndü. Atla ilgilenmeye kaldığı yerden devam etti. "Komik olan ne?"
"Var olmayan birisinden korkmaman ama zararsız bir köpekten korkman."
Bir anda beynimden vurulmuşa döndüm. "Ne?"
Tahta korkuluğun üzerine bırakılmış eyeri alıp atın sırtına yerleştirdi. Uzanarak altından geçirdiği kemeri bağlarken, bana hiç bakmıyordu. "Anladın sen ne dediğimi." Yerleştirdiği eyeri birkaç yerinden çekiştirerek düzeltti. Başından geçirip yüzüne oturttuğu yuların kayışını boynundan geriye attı. Atın dağılan saçlarını yumuşak hareketlerle yatıştırmıştı.
Sessizce onu izlediğim birkaç dakikanın sonunda yenik düşerek mırıldandım. "Merih abi," Atı bırakıp, yavaşça bana döndü. Gözlerinin içi gülüyordu. Yüzüne tuhaf bir ifade yayılmıştı; sanki ben daha söylemeden ne diyeceğimi anlamıştı.
"Söyle abim." Resmen alay ediyordu benimle.
Hınçla yanağımın içini dişledim. Konuşmadan önce soluklanarak sakinleşmem gerekmişti. "Lütfen başkasına söyleme. Rica ediyorum senden."
Ellerini silkeledi, dudaklarını büzmüştü. Zeren'in karanlık portresine bakıyordum sanki; arkası kopkoyuydu, baştan aşağı koyu tonlarla kuşanmıştı. Tıpkı portredeki gibi kendinden emin bir duruşu vardı. Kör gözündeki mavilik karanlığındaki tek renkti. Sanki portresinden çıkmış, etiyle kemiğiyle karşıma dikilmişti.
"Peki karşılığında ne alacağım?"
Sesindeki keyif can sıkıcıydı. Benim için bu denli önemli bir konunun onun için bu kadar afaki oluşu, kendime kızmama yol açmıştı. Eğer böyle bir ricada bulunup zayıf noktamı belli etmiş olmasaydım zaten kimseye söyleme gereksinimi duymayacaktı. Ama şimdi eline bir koz tutuşturmuştum. Al, demiştim resmen, hiç acıma, bana karşı kullan bu kozu.
"Bilmiyorum," dedim dürüstçe. Omuzlarım düşmüş, sesim kısılmıştı. Kendime olan güvenim yerle yeksan olmuştu. Ben bile tahammül edemezken yabancı bir adamın en zayıf ânıma tanık oluşu, utançtan büzüşmeme sebep oluyordu. Şu şartlarda bile kalmam zorken, seneler önce ölmüş olan kardeşimle konuştuğum gerçeği ayyuka çıkacak olursa, işte o zaman işe girmem imkansızlaşırdı.
Sıkılmış gibi bir yüz ifadesi yaptı, ardından arkasını döndü. Atı yularından tutup dışarıya yürütürken tekrar orada yokmuşum gibi davranmaya başlamıştı. Gerileyerek yolundan çekildim. Çaresizlik içinde kıvranıyordum. İçimdeki yangın hâlâ çok diriydi. Kapana kısılmanın çaresizliğiyle de birleşince, katlanılmaz bir hâl almıştı.
Atı yuvasından çıkarıp yola doğru çevirdiği esnada birkaç adım öne çıkarak, "Bekle," dedim. Kışkırtıcı bir merakla bana döndü. Resmen ustaca rol yapıyordu. "Tamam, ne istiyorsun? Ne istiyorsan yapacağım."
Bir an bile düşünmedi. "Benimle ata bin."
"Ne?" Şaşırarak ata, sonra ona baktım. Hiç alay eder gibi durmuyordu; aksine ciddi ciddi benden yanıt bekliyordu. Gözleri kırpılmaksızın üzerime çivilenmişti. "Neden böyle bir şey yapmamı istiyorsun? Daha önce hiç ata binmedim ben, nasıl sürülüyor bilmiyorum."
"Sen sürmeyeceksin, ben süreceğim."
Kabza, aramızda örülen gerginliği hissetmiş gibi birden havlayınca irkildim. Hem köpekten hem attan korktuğumu yüzüme vururcasına güldü. Yüzümdeki ifadeyi izlerken iyice keyiflenmişti. Çemkirerek, "Nasıl yani, seninle aynı ata mı bineceğim?" diye sordum.
Davetkâr bir şekilde devasa atı gösterdi. Durmadan başını sallayarak sabırsızlığını belli eden hayvan, hiç güven verici durmuyordu; sanki her an şaha kalkarak koşacak gibiydi.
Sessizce dikildiğim süre boyunca bir ata bir Merih'e baktım. Ne düşünüyordu? Aklından geçenleri anlamak neredeyse olanaksızdı. Hiçbir türlü açık vermiyordu.
"İki kişi bir ata binebiliyor mu? Ya kayıp düşersem?" Yavaşça yaklaştım. Gülümsedi, başını ikna edici bir şekilde yukarı kaydırdı. Kabza az sonra olacakları anlamış gibi çıkışa koşturmuştu. Atın birkaç adım ötesindeydim; güvenmek istercesine Merih'e bakıyordum. Neden benden böyle bir şey yapmamı istiyordu hâlâ anlayamamıştım. "İkimizi birden taşıyabilir mi?"
Sesli bir şekilde güldü; gözleri kısılmış, dişleri gözükmüştü. "Sen pek etki etmeyeceksin zaten. Sadece beni taşıdığını sanacak Karan, merak etme."
Biraz daha ikna olarak birkaç adım daha attım. "Seninle ata binersem sırrımı saklayacak mısın?"
Yalnızca başını sallamakla yetindi. Tek elini ata yaslamış, ilgiyle tepkilerimi izliyordu. Beni ikna etmek gibi bir çabası yoktu çünkü ne söylerse yapmaya mecbur olduğumu biliyordu. Beni eline aldığının farkındaydı.
"Nasıl bineceğim bu Karan'a?" diye sordum, iri atı incelerken. Sandığımdan daha bakımlıydı; siyah tüyleri karanlığa rağmen parlıyordu. Saçları öylesine yumuşak duruyordu ki istemsizce kendimi uzanırken buldum; nazikçe okşayınca gerginliğim de hafifletmişti.
"Bittiyse eğer, şuraya tutunacaksın," Gösterdiği çıkıntıyı tutup merakla ona baktım. Benim aksime o epey keyifliydi; dudaklarındaki gülümseme bir an olsun gitmiyordu. Ayağımı basmam gereken yeri gösterdi. Sol ayağımı yerleştirmek için gösterdiğim kıvranışı seyrederek, alayla ekledi. "Ters mi bineceksin ata? Sağ ayağınla basman lazım. Sonra yukarı çek kendini. Ayrıca neden çorapla geziyorsun?"
"Kabza'dan kaçarken terlikler ayağımdan fırladı." Kendisinden bahsedildiğini anlayan köpek, uzaktan bize doğru seslenmişti. Merih hiçbir karşılık vermedi; dudaklarını birbirine bastırmıştı. Yaşadığım rezillikler apaçık eğlendiriyordu onu.
Teşvik edercesine eyeri gösterdi. Ama dediklerini harfiyen yapmama rağmen tırmanamadım; içler acısı bir kıvranışın ardından oflayarak kendimi geri bıraktım. Bu da yetmezmiş gibi ayağım kayışa takılınca tek ayak üstünde sekmeye başladım. Düşmemek için sendelerken, Merih uzanıp kayışı ayağımdan çekti. Karan başını yana çevirerek kendisini itekleyen kişiyi görmeye çalışırken, Merih önünde keyifli bir piyes oynanıyormuş gibi gülmüştü. Birden sinirlerim bozuldu.
Tepkili duruşumu süzüp, "Ne o, küstün mü yoksa?" demiş, kışkırtmaya çalışmıştı. Sessiz kalmam üzerine yarım ağız güldü ve bana doğru bir adım attı. "Müsaade var mı?"
Yaklaşmamı bekler gibi kolunu kaldırmıştı; ata doğru dönmüş, önündeki ufak boşluğu doldurmamı bekliyordu. Neden yapıyorduk bunu? Yavaşça önüne geçtim. Tekrar kayışa tutunca gülerek, "Hayır, bana dön," dedi ve durdurdu. Parmak uçlarımdan inip, yüzümü ona döndüm. Yine o kokuyu alıyordum. Yatağındaki kokunun aynısıydı bu. "Ben seni kaldıracağım, sen oturacaksın," deyince başımı salladım. Belli belirsiz koluma dokunarak, beni eyerin hizasına çekti. Yüzüne bakmaktan kaçınıyordum; boyunun benden uzun olmasını fırsat bilerek göğsüne odaklanmıştım. Elleri güçlü bir şekilde belimi kavrayınca birden irkildim; gömleğin inceliği direkt tenime tutunuyormuş hissi vermişti. Neyse ki fazla düşünemeden kendimi havaya uçarken buldum; tüy kadar hafif olduğuma inandıracak kadar kolay bir şekilde kaldırarak, atın tepesine oturtmuştu beni.
Ürkerek, iki elle eyere tutundum. Tuhaf bir histi. Dünyaya bir anda iki metre yukarıdan bakıyor olmak aynı zamanda da heyecan vericiydi. Epey yukarı çıkmış olmama rağmen Merih'le aramızda fazla mesafe olmayışı, içten içe bana boyunun kaç olduğunu sorgulatmıştı. Neredeyse atla aynı uzunluktaydı.
"Hoşuna gitti herhalde," dedi sırıtarak. "Ağzın kulaklarına vardı bakıyorum da."
Henüz ona laf yetiştiremeden, sonunda üstüne bir ağırlığın binmesiyle sabırsızlanan Karan sağa sola kımıldandı. Korkuyla, "Merih niye böyle oynuyor bu?" diye yakardım ve böylece benimle alay edebilmesi için eline yeni bir malzeme vermiş oldum. Ters ters suratına bakarken çenesiyle atın önünü gösterdi.
"Biraz öne kaymaya ne dersin?"
Dediğini yaparak eyerin üstünde kaykıldım. Birden içimdeki tüm heyecan solup gitti ve yerini buz gibi bir gerginliğe terk etti. Burası fazla küçüktü. İkimizin sığabilme imkanı yoktu; üst üste binmediğimiz müddetçe.
"Müsaadenle, kitapçı kız," Birden uzanarak eyerin önünde duran ellerimin üstüne tutundu. Gücünün altında ezilmeden, hızla eyeri bırakıp ellerimi kendime çektim. Yalnızca bir saniyeliğine asılmıştı; çevik bir sıçrayışla çoktan arkamda yerini almıştı.
Aniden kendimi hiç olmamam gereken bir yerdeymiş gibi hissettim; oturduğumuz yer korkunç derecede dardı. Neden kabul etmiştim ki böyle bir teklifi? Baştan hata etmiştim. Öne doğru kaykılmaya çalışırken, sesi kulağımın kıyısına çarptı. "Biraz daha öne gidersen attan ineceksin, Demre." Tenime sürtünen kelimeler tüylerimi dikeltmişti; aniden kalbim kasıldı. Bir süre nefes almayı bile unuttum.
Merih iki tarafımdan uzanarak kayışlara asılınca, Karan dengesizce sağa sola kımıldandı. Panikleyerek iki elle koluna sarıldım; nereye tutunacağımı şaşırmıştım. Hiçbir yer bana kendimi güvende hissettirememişti. Sanki her an kayıp düşecek gibiydim.
"Nereye tutunacağım? Bu çok oynuyor, düşeceğim sanırım," Korkunun incelttiği sesim, bana bile yabancı gelmişti. Taş kadar sert olan kolunu bırakıp tekrar eyere tutundum. Hiç olmadığım kadar huzursuzdum; durmadan kendime sövüyordum. Atı ahırın arka çıkışına doğru yürütürken, benim aksime o epey sakin ve telaşsızdı.
"Merak etme böyle bir pozisyondayken istesen de düşemezsin."
Maalesef haklıydı; birbirimize o kadar yakındık ki adeta tek bir beden olmuştuk. Ne kadar uğraşıyor olsam da Karan'ın attığı her adımla Merih'e kayıyordum; sırtım her seferinde göğsüne çarpıyor, bacaklarım bacaklarına değiyordu. Gereğinden fazla bir yakınlıktı bu; doğru düzgün düşünmeden teklifini kabul ettiğim için utançla dolmuştum. Resmen tanımadığım bir adamın kollarındaydım ve aheste aheste ata biniyordum. Birisinin bizi görme ihtimali kalbimi sıkıştırınca birden alevlendim.
"Yok, ben ineceğim sanırım, vazgeçtim," Henüz ahırdan çıkmamış olmamızı fırsat bilerek söylemiştim bunu. Ancak Merih'ten hiçbir tepki alamadım. Omzumun üstünden yüzünü görmeye çalıştım; hemen sonra bunun büyük bir hata olduğunu fark ederek geri önüme döndüm. Aramızda yalnızca birkaç santim vardı; kalbim mümkünmüş gibi biraz daha sıkıştı.
Ya birisi beni burada görürse, o zaman ne olacaktı? Yanlış anlaşılmaya çok müsait bir durumdu. Düşüncelerimle kendimi panikleterek tekrar söylenmeye başladım. "Bu çok yüksekmiş, beni çok korkuttu. Düşüp sakatlanırsam işimi yapamam, Meral abla kızar sonra. İnmek istiyorum, beni şurada indirsen olmaz mı?" Öne doğru eğilmiş, ahırın çıkışını işaret etmiştim. Dışarıda zifiri bir karanlık vardı; bahçenin bu tarafında tek bir ışık huzmesi dahi yoktu. Hem nereye gidecektik? Merih gecenin bu saatinde ıssızlığın kıyısında gezilecek kadar güvenilir bir adam mıydı? Ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Öne doğru sarkınca birden kayışı bırakıp elini karnıma bastırdı ve beni tekrar kendine doğru çekti. Sırtım göğsüne çarpmıştı.
"Düşeceksin şimdi, kitapçı kız."
Karnımın üzerine kapanan el, oradan çekilene kadar nefes alamadım. Tekrar iki elle kayışı kavradı ve ansızın yaptığı bu beklenmedik dokunuşla da sesimi kesmiş oldu. Bir süre kimse konuşmadı. Ben kaygılarımda boğulurken, o durağan bir deniz gibi sakindi; yalnızca önündeki yola odaklanmıştı.
Sonunda ahırdan çıktığımızda kaderime kabullenerek oturduğum yere sindim. Karanlığın tortu gibi çöktüğü yıldızsız bir gecenin içine girmiştik. Önümüzden koşarak yolu gösteren Kabza, her birkaç metrede bir duraksayıp bizi kolaçan ediyordu. Siyah bedeniyle karanlığın içinde zar zor seçiliyordu. Sık sık buralardan geçtiği belli olan at, taş patikadan ayrılarak toprak yola çıkana kadar sessizliğimizi koruduk. Aramızdaki tek ses, yeri çiğneyen toynakların gürültüsüydü. Yine iç ürperten bir soğukluk vardı. Titreyerek omuzlarımı daralttım; artık hasta olacağıma emindim.
"Kazağını geri almak için üşütmeyi mi bekliyorsun?"
Hiçbir karşılık veremedim. Yatağında uyuyakaldığım an zihnime aksedince tekrar utandım; üstelik arkamda bariz bir iz bırakmıştım. Bir süre sessizliğimi dinledikten sonra aynı renksiz tonda sözüne devam etti. "Yarın git al. Bu şekilde dolaşma."
O kadar rüzgarlıydı ki hava, sesimi ona duyurabilmek için başımı yan çevirmiştim. "O gün benimle ne konuşacaktın? Kilerde bizi bulduğun günden bahsediyorum."
Önemsiz bir detaydan bahsediyor gibiydi. "Kazağını almanı söyleyecektim."
"Bunun için mi beni dışarıya çağırdın?" Merih'in o gün benimle konuşurken takındığı ketum tavrın kızlarda uyandırdığı şaşkınlık, fark edilmeyecek gibi değildi. Tüm şüpheyi üstüme çekmeye yetmişti.
Keyifli gülüşü kulağıma doldu. İçim ürpermişti; sanki huylandığımın farkındaydı ve bilerek yapıyordu. Zira ne zaman konuşacak olsa, apaçık kulağıma sokuluyordu. Üstelik şarkı mırıldanır gibi konuşuyordu. "Herkesin içinde kazağını yatağımda unuttuğunu mu söyleseydim? O gün sana her ne kurcalıyorsan kokusu yakında ortaya çıkar demiştim," Tekrar güldü ancak bu sefer ki gölgelerle doluydu. "Ama bahsettiğim kokunun yatağımdan çıkacağı hiç aklıma gelmezdi doğrusu."
Birden baştan aşağı kasıldım. Demek yatağına yattığımı biliyordu. Ürkütücü derecede uyanık ve kurnazdı. Üstelik beni küçük düşürmeme gibi bir kaygısı da yoktu. Utandığımı anlayınca tekrar güldü ve sinirlerimi daha çok bozdu. "Kitapçı kız deme bana."
Daha önce onda hiç duymadığım bir imayla, "Ne diyeyim peki?" diye sordu. Ne bu tondan ne bu sorudan hiç hazzetmiştim. "Öyle değil misin?"
"Değilim. Eskidendi o."
"Ben seni öyle tanıdım ama," dedi, itiraz kabul etmeyen bir keskinlikle. Mücadele edemeyeceğimi anlayarak, karşılık vermedim. Sırtımı dik tutmaktan yorulmuştum artık; durmadan kendimi öne doğru itekliyordum. Ama bir süre sonra dayanamayarak, büsbütün pes ettim ve çekine çekine göğsünün kıyısına yaslandım.
"Merih?" Aklımda takılı kalan o soruyu sonunda sormaya karar vermiştim.
"Efendim?"
"O gün kitabevine geldiğinde," Kayışı sola doğru çekince, Karan o tarafa yöneldi. Uzun ağaçlarla çevrili bir açıklıktan geçiyordu. "Cüzdanımı almaya gidiyorum diyerek ayrılmıştın, sonra neden geri dönmedin?"
Zihnimin zeminine, Merih'in kasayı kurcaladığı an dökülmüştü; o zamanlar hırsızlık yapmaya kalkıştığına emindim. Ancak şu anda böyle düşünmüyordum; kasadan para çalması için bir sebebi yok gibiydi. Zaten durumu gayet iyiydi. Ama hâlâ tam anlamıyla emin olamıyordum.
"İşim vardı."
Fazla deşmememi ima edercesine, kısa bir yanıt vermişti. Ama pek inandırıcı değildi; geçiştirilmeye çalışılan bir cevaptı. Yine de sorgulamadım ve sessizliğe gömüldüm. Ağaçların arasından sıyrılarak engebeli bir açıklığa vardığımızda buranın golf sahası olduğunu fark ettim. Yorgan gibi çökmüş olan karanlığın altında hiçbir ayrıntı gözükmüyordu. Ürkütücü bir siyahlıktı. Neredeyse uçarcasına koşmaya başlayan Kabza'nın heyecanı tüm arazide yankılanıyordu.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum, gülerek Kabza'nın yuvarlanışını izlerken. Ben konuşmasam onun ağzını açmaya niyeti yok gibiydi; sessizlik içinde, huzurla atını sürüyordu.
"Seveceğin bir yere." dedi, yine aynı ketumlukla.
Birden elini karnımın üzerine koydu ve beni tekrar kendisine çekti. Sırtım boylu boyunca göğsüne uzanırken, başım boynunun girintisine yaslanmıştı. Çenesi saçlarıma sürtünüyordu. Birdenbire sıcak bir akım omuriliğimden akıp gitti; göğsüm sıkışmıştı. Saçmalama Demre, kendine gel. Merih, kayışı birkaç sefer elinin etrafında döndürerek sıkıca kavradı ve beni huylandıracağını bile bile kulağımın içine doğru fısıldadı. "Hadi biraz eğlenelim, kitapçı kız."
"Hayır, dur!"
Ama çok geçti; ayaklarıyla kuvvetlice karnını dürttüğü Karan bir an duracak kadar yavaşlayıp, ansızın ileriye doğru atıldı. Attığım çığlık geceyi bıçak gibi ikiye yarmıştı. Karan hışımla koşmaya başlayarak saniyeler içinde Kabza'yı geride bıraktı. Rüzgar, kendisinden hızlı giden bu kişilere bir bedel ödetmek ister gibi haşince yüzümüze çarpıyordu. Korkuyla gözlerimi yummuş, sımsıkı eyere tutunmuştum. Gecenin içinden karanlık bir gölge gibi kayarken, Karan'ın saçları bana; benim saçlarımsa Merih'e savruluyordu. Sanki üçümüz de harmanlanarak tek bir beden olmuştuk; tek bir uzvun kusursuz işleyişi gibi ahenk içindeydik.
Henüz yarım saat önce acı içinde kıvranırken şimdi tüy kadar hafiflemiş bir hâlde uçuyor olmak inanılır gibi değildi. Buruk bir şekilde gülümsedim ve saçlarımın arasından akan ayazlara kendimi teslim ettim.
Yalnızca birkaç dakika içinde engebeli sahayı aşarak ağaçların arasına dalan at, Merih'in kayışa asılmasıyla birlikte yavaşladı ve hızını kesti. Çelimsiz bir ay ışığıyla aydınlanmış ormanda usul usul yürüyordu şimdi. Henüz bize yetişememiş olan Kabza'nın, uzaklardan gelen boğuk havlayışları etraftaki tek gürültüydü.
"Neden ormana geldik?" Sola dönerek ağaçların derinliklerine yol aldığımız esnada sormuştum bunu. Merih'in verdiği nefesler enseme dökülüyor, durmadan beni ürpertiyordu.
"Gezmek için güzel bir yer çünkü."
"Bu saatte mi? Hiçbir şey gözükmüyor ki," Sesindeki durgunluk hoşuma gitmemişti. Ama duymazdan gelmiştim.
"Bence yeterince gözüküyor." dedi, vakur bir tavırla. Bastırmaya çalıştığım bir gerginlikte döndüm, kolunun üstünden geriye baktım; ufuksuz bir karanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı arkamızda. Ne ev gözüküyordu ne de gökyüzü. Kabza'nın sesi bile son sürat yaklaşıyor olmasına rağmen gitgide uzaklaşıyordu.
Ormanın damarlarından kalbine sokulur gibi ilerlediğimiz uzun dakikaların sonunda, küçük bir açıklıkta durduk. Bu süre boyunca ikimiz de tek kelime dahi etmemiştik. Sırf güvensizliğimin açığa çıkardığı bariz kaygıları belli etmemek için, sessizliğimi kuşanmıştım. Ama büyük bir ağacın karanlık gölgesinde durduğumuzda, dayanamadım.
"Neden durduk?" Devasa silüetler gibi sallanan ağaçların hışırtısı, kulakları baskılıyordu.
Kayışları bırakıp eyere tutundu, çevik bir manevrayla kendisini aşağıya bıraktı; toprak zeminle buluşunca çıkardığı tok gürültü, ormanın yüzeyinde yankılanmıştı. "Ormanı görebilmen için."
Yanımda durup ellerini bana doğru kaldırdı. Sesi normaldi; ancak bakışlarında ve duruşunda bir farklılık vardı. Kitabevindeyken çizdiğim resmi ayağıyla çiğneyen o adama bürünmüştü. Gözlerinde, azalan güvenimi iyice sarsan bir tekinsizlik belirmişti.
"Gelecek misin?"
Eyeri bırakıp, ona doğru eğildim. Kaskatı kesilmiş omuzlarına tutunup, belimden kavramasına ve beni toprağa indirmesine müsaade ettim. Zeminle temas eder etmez, geriye çekilerek uzaklaşmıştım. Araya mesafe koymaya çalıştığımı sezinlemiş gibi dönmüş, kalın bir ağacın gövdesine sokulmuştu. Üstümü düzeltip saçlarımı yatıştırırken, göz ucuyla onu izledim. Yerden kaptığı ufak dalla oynayarak oturdu, sırtını ağaca yasladı. Usulca otlara yürüyerek kemirmeye başlayan Karan'ı seyrediyordu.
Ayağıma batan dalların ve taşların üstünden yavaşça geçerek, yanına sokuldum. Tereddütle oturup tıpkı onun gibi sırtımı ağaca yaslarken benden tarafa bakmıyordu; gözü sadece atın üstündeydi. Dizlerine yasladığı elleri, tuttuğu dalı parçalara ayırmakla meşguldü. Uzaklarda akseden kuş sesleri dışında hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Meşum bir ıssızlıktı.
"Buraya sık sık geliyor musun böyle?" diye sordum. O kadar dingin bir suskunluk vardı ki meraklı sesim içinde çok eğreti durmuştu.
"Bu ormanda sadece geyikler yaşıyor," Sorumu yanıtsız bıraktı. Dalgın dalgın ormanın derinliklerine bakıyordu. "Neden biliyor musun?" Gözleri beni buldu. Başımı iki yana salladım. "Çünkü avlanmak için. En iyi şartlarda beslenip yaşıyorlar çünkü zamanı gelince güzelce ölebilmek için. Tıpkı senin şu anda burada olman gibi." Nefesim kesildi. Kelimeler dilime küsmüştü sanki, konuşamıyordum. "Aklını kullan, Demre. Sırf sen istediğin için mi buradasın sanıyorsun? O istediği için burdasın. En iyi şartlarda yaşıyorsun, en iyi yemekleri yiyorsun. Peki ama neden, hiç düşündün mü?"
"Ne demek istiyorsun? Hiçbir şey anlamıyorum."
Başını önüne eğdi, sertçe nefesini üfledi. Bir süre hiç kımıldamadı; her neye karar verdiyse, doğrulduğunda artık eskisi gibi değildi. Sesindeki anlayış gitmiş, yerine haşin bir ton gelmişti.
Elinde ufalanan dalı yere fırlatarak doğruldu ve tek eliyle toprağa tutundu; bana doğru dönmüştü. Gözleri burgu gibi suratımı deliyordu. "Anlamıyorsan anlatmanın bir anlamı yok," dedi, nobranca. Kelimeleri öylesine ufak kullanıyordu ki sesi adeta mırıltı gibi çıkıyordu. Buna rağmen epey tok ve baskındı. Gözlerinde yine o tekinsiz ifade belirmişti. "Yeter bu kadar sorduğun soru, şimdi sıra bende."
"Nasıl yani?" Yalnızca iki karış ötemdeki yüze bakarken, göğsümde filizlenen korkuları bastırmaya çalışıyordum. Ne kaşları çatıktı ne de sesinde bir alaz vardı; ama tuhaf bir şekilde kızgın duruyordu.
Dipsiz bir çukuru andıran siyah gözü, birdenbire dudağımdaki yaraya dokundu. Ardından yanağımdaki tırnak izinde dolandı. Resmen tavırları değişmişti. "Neden resim odasına girdin?"
Şaşırarak ormana döndüm; üzerimdeki ağır bakışlarla mücadele edebilmek için biraz araya ihtiyacım vardı. Onun yaptığı gibi kesintisiz bakmayı başaramıyordum gözlerine. "Ben girmek istemedim, Zeren Hanım ısrar etti. Ayrıca sen nereden biliyorsun?"
Tekrar gözlerimiz kesişti. Benim aksime onun istifi hiç bozulmuyordu. Dosdoğru içime bakıyordu. "Biliyorum, kendisiyle yakınım."
Tekrar ormana döndüm. "O gün kütüphanede belliydi zaten."
Burnundan üflediği kısa nefesle güler gibi bir ses çıkardı. Hâlinden mutlu olan tek kişi Karan'dı; ağaç diplerindeki otları yiyişini izliyordum. Ama aklım suratımda gezinen gözlerdeydi; o böyle üstüme yüklenirken bir şeye odaklanabilmem mümkün değildi. Birdenbire içime panik nüks ettiren bir soru sordu. "Tekrar girdin mi kütüphaneye?"
İyi bir yalancıydım fakat şu anda kendime pek güvenemiyordum. Bu yüzden gözlerine bakmaktan kaçınarak, kısaca, "Hayır," dedim.
"Yüzüme bak." Dişlerinin arasından dökülen emir aramızdaki gerginliği aniden elle tutulur hale getirdi. Gözlerimiz kesişince, oturduğum yerde huzursuzca kımıldandım; istemsizce önce kör gözüne, ardından ötekine dokunuyordum. Şu anda hangisinin daha ürpertici olduğuna karar veremiyordum. Bu sefer korkmuştum.
"Çizdiği portrede Ruhun Gözü yazıyor demişsin," Farkında olmadan dudağımı ısırdım; az önceki buyruğundan sonra gözlerimi tekrar kaçırmaya çekinmiştim. "Neden yalan söyledin?"
"Tam olarak yalan sayılmaz, kendi ağzıyla bu ismi koyduğunu söylemişti," Hışımla yüzünü yaklaştırınca irkildim; apaçık sinirliydi artık.
"Ama üstünde yazmıyor, sırf onu kışkırtabilmek için yalan söyledin," dedi, kelimeleri ağzında çiğneye çiğneye. Sonra birden ayaklandı, benden uzaklaştı. Yüzünde çıplak bir öfke vardı; sevdiği birisine zarar vermişim gibi suçlayıcı bakıyordu. "Neler geçiyor aklından bilmiyorum ama seni uyardım. Başını belaya sokma diye seni uyardım. Ama şu durumdan sonra yapılacak bir şey bırakmadın bana."
Ben de oturduğum yerden kalkarken, karşısına geçtim. Aramızda birkaç metre olmasına rağmen öfkesi enseme kapanacak kadar hararetliydi.
"Kışkırtmak için falan söylemedim," Kendimi açıklamaya çalıştım. Ancak suratıma attığı hakir bakışlar, cümlelerimin ahenksizce çıkmasına neden oluyordu. Ortalığı karıştıran biri gibi gözükmek gururumu incitmişti. "Bana kendisini Ceren diye tanıttı. Hastalığı hakkında hiçbir şey bilmiyorum, şaşırdığım için rol yapıp yapmadığını anlamaya çalışıyordum. Başka bir amacım yoktu." Karan'ı yularından tutup yola doğru çevirmeye başladı. Yaptığım açıklamanın onu tatmin etmediği, asabi tavrından belliydi. Sertçe nefesimi üfledim. "Beni bunun için mi buraya getirdin, Merih?"
Birden atı bırakıp üzerime yürüdü. "Abi," Sıkılı çenesinden taşan tek kelimelik emir, tokat gibi suratıma inmişti. Birkaç adım ötemde durup, tepeden, ezercesine bana baktı. "Abi diyeceksin. Ben senin arkadaşın değilim. Haddini bil." Yalnızca iki cümleyle aramıza çektiği sınır, beni kendime getirdi. Çizdiği sınırın üstüne bastığımı fark eder gibi yavaşça bir adım geriledim. "Yasak olduğunu bile bile neden ısrarla kütüphaneye giriyorsun?" Sıraladığı her kelimenin arasında duraksayarak tane tane sormuştu. Resmen yaptığı vurgularla söylediğim yalanı yüzüme çarpıyordu.
Tersleyerek, "Girmiyorum." dedim.
Başıyla, palavrayı bırak dercesine haşin bir hareket yaptı; inatla söylediğim yalan iyice tadını kaçırmış gibi yüzünü ekşitmişti.
"Elindeki yazı ne o zaman?" İçgüdüsel olarak kolumu arkama saklayınca sinirli sinirli güldü; sakinleşmek umuduyla başını geriye atmış, kısa bir süreliğine tepemizdeki dolunayı izlemişti. Dudaklarından taşan beyaz nefes geceyle harmanlanmıştı.
Ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Nutkum tutulmuştu; kendimi ahmak gibi hissetmiştim. Benim gizli saklı yaptığımı düşündüğüm her hamleyi uzaktan izliyor oluşu, küçük düşürücüydü.
Hazin bir sessizlikte dirilerek, sordum. "Ne istiyorsun benden?"
Üzerime doğru eğilerek, "Buraya ait değilsin sen," diye fısıldadı. Hırpalar gibi bakan gözlerini üstümden çekmiş, Karan'a dönmüştü. Ata binmek üzere olduğunu fark ederek korkuyla arkasına yaklaştım.
"Ne yapıyorsun?" Yalnızca bir saniyede atın üstünde yerini alırken, karanlığın tepesinden bana baktı. Ağzından hiçbir lafız çıkmamasına rağmen gözleri çok şey anlatıyordu.
"Beni burada mı bırakacaksın?" Korkunun mesken tuttuğu sesim ormanda yankılanırken, kısa sürede rüzgarlar tarafından yutuldu. "Bu kadar acımasız biri olamazsın."
Yanına gitmeye yeltenince birden kayışlara asılarak Karan'ı üstüme sürdü; iri toynaklarıyla üzerimden çiğneyip geçmeye hazır gibi dikilen siyah at, korkuyla kendimi geriye atmama sebep oldu. Çığlığım gecenin üstüne uğursuz bir sis gibi çökerken, ayaklarım birbirine dolandı. Sırtüstü yere kapaklandım.
Karanlık bir dağ gibi önümde yükselen Merih, "Korkman gereken yeri bil, onların gözünde basit bir temizlikçisin sen." diye mırıldandı. Tıpkı onu tanıdığım ilk günkü kimliğine bürünmüş, kullanmaktan hiç çekinmediği tehditlerini kuşanmıştı. Kelimelerini adeta sivri bir kılıç gibi savuruyordu. "Seni uyarmıştım. Bir gün önüme düşersen hiç acımam, ezerim demiştim."
Hızla kayışa asıldı; ayaklarını sertçe dürttü. Ardına dahi bakmadan beni ıssızlığın kucağına terk ederek, geceye karıştı ve saniyeler içerisinde gözden kayboldu.
𓄅
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim! 🥺 Bu bölümde sadece Demre ve Merih rüzgarları esti resmennn. 🫠 Merih çuçuğumun içinde savrulduğu ikilemi birileri fark edebiliyor mu emin değilim ama ben bir şey söylemeyeceğim. Susuyorum. 🤫 Bu bölümü ancak yetiştirebildim ertesi güne sarktı resmen, bayramdan dolayı vakit bulmakta biraz zorlandım, özürler diliyorum. 🥺 Okuyan herkese çok teşekkür ederim. Salı günü yeni bölümde görüşmek üzere, sağlıcakla kalın! ✨🖤
Fiysa
22 Nisan 2023
Yorumlar
Yorum Gönder