12
12: SAKLAMBAÇ
Uzun zamandır ilk kez mutluydum. Yıllar sonra ilk kez bu kadar yalın duygular tadıyordum. Günlerdir beni kaygılara boğan ihtimallerin attığım bir imzayla tüm gücünü yitirmiş olması, omuzlarımdaki yükü de azaltmıştı. Başarmıştım, artık içerdeydim.
Usulca arkama yaslandım. Odayı dolduran sessizlik, altımda ezilen koltuğun gürültüsüyle gölgelendi. Önce attığım imzaya, ardından bana baktı. Okuma gereksinimi duymadan hızlıca imzalamış olmam onu şaşırtmıştı belli ki ancak bir şey söylememeyi tercih etti. Suratındaki endişeleri savuşturarak, silkelendi. Duygularını gereğinden fazla dışavurduğunu fark etmişti sanki; çünkü birden ketumlaşmıştı.
Sözleşmeyi geri alarak arkadaki kitaplıkta duran mavi kapaklı bir dosyaya uzandı. "Öyleyse aramıza hoş geldin," Sözleşmeyi dosyanın içine yerleştirirken bana kısa bir bakış fırlatmıştı. Az önceki kaygılarından eser yoktu. "Eminim ki kızlar bu habere çok sevinecek. Ayrıca onca vukuatına rağmen kalabilmene şaşıracaklar," Hızla kaşlarını kaldırıp indirdi, dudaklarını birbirine bastırmıştı. "Tıpkı benim gibi."
Hafifçe doğruldum, şaşırmıştım. "Bu sonucu sizin belirlediğinizi sanıyordum."
Tüm dürüstlüğüyle, "Ben belirlemiş olsam, kalmazdın Demre," dedi. Dosyayı kapatıp yerine koyarken, imalı bir şekilde güldü. "Yanlış anlama beni, seninle hiçbir sorunum yok. Ama hâlâ yeni bir çalışana ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum. Seni işe alan zaten Tan Bey'in kendisiydi, aynı şekilde kalmanı isteyen de o. Bu yüzden bana laf düşmez."
Hissettiğim şaşkınlık suratıma da yansıdı; duygularıma açıkça tanık olmasına rağmen görmezden geldi. Çünkü zaten bu durumun kendisini de şaşırttığı belliydi. Ancak üzerinde daha fazla konuşmadı. "Artık bizimle çalışmaya başladığına göre, bazı uyarılarda bulunmak istiyorum," Ellerini masaya yasladı, dosdoğru suratıma baktı. "Sabah sen de gördün, buranın bir günü bir gününü tutmaz. Her gün başka bir zorlukla karşılaşırsın, kimi zaman da hem fiziksel hem sözsel hırpalanırsın," Duydukları kendisini de rahatsız etmiş gibi duraksadı. Bir süre uzaklara daldıktan sonra tekrar bana döndü. "Ama ne yaşarsan yaşa, önceliğin hep bana anlatmak olsun. Eğer her sıkıntıda böyle başını alıp gidersen seni kimseye karşı savunamam, Demre."
"Özür dilerim, Meral Hanım," dedim, mahcup bir edayla. "Sorumsuzca davrandım. Her şey çok üst üste gelmişti bu yüzden biraz hava almak istedim. Ama bir daha böyle bir şey olmayacak, söz veriyorum."
Masanın üstünden bana doğru uzandı. Kuşkuların altında ezilen bir sesle, "Hava alman dört saat mi sürdü, canım kızım?" diye sordu. Sert tavrına rağmen güven verici bir içtenliği vardı, ister istemez gerginliğimi hafifletiyordu.
"Pek hava alamadım aslında," deyince, merakla gözlerini kıstı. Bu hâliyle şaşırtıcı bir şekilde Sude'yi andırmıştı bana. "Kabza beni yabancı biri zannetti ve kovaladı, ben de atların yanına saklandım. Dört saat boyunca ahırdaydım," Söylediğim yalanın dilimde bıraktığı acı bir tat sezdim. "Birisinin beni kurtarmasını bekliyordum ama neyse ki sonunda Kabza gitti."
Kaşları çatıldı, defalarca kez gözlerini kırptı. Geriye çekilirken dudaklarını birbirine bastırmıştı; suratında bariz bir sırıtma vardı. "Demek öyle oldu. Anladım, tamam Demre'ciğim. Bir daha böyle bir şey yaşanmaması için seni köpeklere alıştıralım en iyisi. Birkaç kez konağa saldırı olduğu için bu kadar tetikteler."
"Saldırı mı?" Söyledikleri ilgimi çekmişti. "Neden biri Şahoğlu Konağı'na saldırsın ki?"
Boynundan sarkan gözlüğü suratına oturturken, omuzlarını silkti. Önüne çektiği defteri sayfalarını karıştırmaya başlamıştı. "Saldırmak için birçok sebep var, konağa niçin teknolojik bir alet sokmuyoruz sanıyorsun? Herhangi bir bilgi sızıntısını önlemek için," Birden sustu, gereğinden fazla detay verdiğini fark etmişti. "Her neyse, sen bunlara kafanı yorma, işine odaklan. Aramıza katılmış olman seni denetlemeyeceğim anlamına gelmiyor, Demre'ciğim. Gözüm hep üstünde." Sözünün eri olduğunu kanıtlar gibi, yarım ay şeklindeki gözlüğünün üstünden dikkatle bana baktı. Ardından işime dönmemi söyleyerek defteriyle ilgilenmeye başladı.
Yavaşça ayağa kalktım ve çıkışa yürüdüm. Elim kapının kolundayken, birden ona döndüm. Üstündeki gözlerin ağırlığını sezmiş, tekrar bana bakmıştı. Ne oldu dercesine tek kaşını kaldırdı.
"Meral Hanım, sizden bir ricam olacaktı," Başını kaldırdı, kaşlarını çattı. Artık tüm ilgisi bendeydi. "Hafta sonu kendime yeni bir şeyler almaya gidebilir miyim? Ayrıca yurttaki eşyalarımı toplayıp, çıkış yaptığımı bildirmem gerekiyor."
Kendime yeni kıyafet almak gibi bir düşüncem yoktu; ancak Uraz'la görüşebilmek için yurttan farklı bir yere gitmem gerekiyordu. Hiç arkadaşım olmadığını belirttikten sonra bir erkekle görüşmek için izin isteyemezdim. Şüpheyi üstüme çekmemek, burada kalmak kadar önemliydi.
"Ah, doğru, bir de o mesele vardı," Başını sallayarak dalgın dalgın mırıldandı. İlgisi tekrar önündeki deftere kaymıştı. "Tamam, Merih'e söylerim yarın gideceğin yere kadar sana eşlik eder."
"Merih mi?" Ani çıkışımla tekrar bana baktı. Yine çatılmıştı kaşları.
"Merih abi diyecektin herhalde," diye mırıldandı, gizli vurgularla. Ama bir yanıt duymayı beklemedi. "Ayrıca evet, Merih. Daha dün konuştuk, kızları gitmek istedikleri yere artık kendisinin götüreceğini söyledi. Bir sorun mu var?"
Yenilgiye uğramış bir hâlde, "Hayır, hiçbir sorun yok." karşılığını verdim. Ardından düşük omuzlarla odadan ayrıldım. Merih yanımdayken Uraz'la görüşemezdim. Görüşsem bile konuşabilmem mümkün değildi. Merih resmen Tan Şahoğlu'nun üçüncü koluydu; onun uzanamadığı her yere nüfuz ediyordu. Üstelik kusursuz bir rakipti; henüz hamlemi yapmamış olsam bile ne düşündüğümü anlayabiliyordu.
"Kurtuluş yok mu bu adamdan?" Kara kara düşünerek mutfağa girerken aniden omuzlarıma biri dolandı. Üzerime çullanan ağırlıkla adaya doğru sendeledim.
"Hangi adamdan bahsediyorsun kız?" Gülerek üzerimden çekilen Sude, kollarını tezgaha dayadı. Bulaşıkları yıkayan Ece'ye imalı bir şekilde göz kırpmıştı. "Demo bizden hızlı çıktı," Tekrar bana döndü. "Kimden kurtulmaya çalışıyorsun, dökül bakalım?"
Gülerek sandalyelerden birine oturdum. Ama sinirli bir gülüştü bu. Sesli düşündüğüm için kendime kızıyordum. "Kim olacak, Emre'den bahsediyordum."
Birden ciddileşti. "Yoksa bir şey mi yaptı sana?"
"Yok, yapmadı," Panikleyerek, toparlamaya çalıştım. "Taciz ediyormuş ya sizi, ondan öyle söyleniyordum. Önemli bir şey değil."
Yıkadığı bardakları kurulamaya koyulan Ece, sırtını tezgaha yaslayarak bize baktı. Yeşil gözleri anlamlı anlamlı parlıyordu. Tıknaz parmakları, usta manevralarla bardakları evirip çeviriyordu. "Demre henüz kalacağın belli bile değil ama şu bir haftada bizden biri gibi oldun."
Sude onu onaylarken, gülüşmelerin uğultusu mutfağa çökmüştü. "Az önce sözleşmeyi imzaladım," dediğim an, ikisi de susup bana döndü. Tam bu esnada arka kapıdan içeri Dilara girdi. Kabza'nın yemek kabını yere bırakırken, bitkin bir şekilde ofluyordu.
Ani bir neşeyle ayaklanan Sude, "Dilara, duydun mu? Demre sözleşmeyi imzalamış!" diye haykırarak herkesi irkiltti. Dilara'nın yorgunluğu hızla dağılmış, yüzü heyecanla aydınlanmıştı. Koşarak yanıma geldi ve şaşkınlıkla kollarıma asıldı.
"İnanamıyorum, işe girdin yani? Daha bir hafta bile dolmadan mı?" Gülümseyerek başımı sallayınca ellerini çırptı. Sude de onun gibi etrafımda dönüyor, sevinçle omuzlarıma asılıyordu. Onlar kadar pür bir neşeyle dolmuş olmasa da Ece de tebriklerini sunmuştu.
Günün geri kalanını Sude'nin yoğun heyecanıyla sarmalanmış hâlde geçirdim. Öğle arası gelene kadar giriş katını temizlemiş, tüm işleri halletmiştik. Yaşadığı sevinç Sude'nin dilini çözdüğü için henüz ben sorgulayamadan, "Her cuma toplantı oluyor ya, o yüzden normalden erken boşaltıyoruz evi," diyerek, işimizin neden erken bittiğini bana açıklamıştı. Konudan konuya atlıyor, artık burada kalacağım kesinleştiği için de bilmediğim her detayı bana anlatmaya çalışıyordu.
İşe girdiğim haberi ürkütücü bir hızla tüm konağa yayılmıştı. Neredeyse karşılaştığım herkes tarafından tebrik ediliyordum. Havanın biraz yumuşasını fırsat bilerek bahçede gezdiğimiz esnada karşımıza çıkan Oğuz bile, "Kapmışsın işi, tebrikler." demişti. Ancak bir yanıt almayı beklememişti; hızlı adımlarla önümüzden yürüyüp geçmişti. Yokuş aşağı, müştemilata doğru gidiyordu. Elindeki sigaranın dumanı peşinden sürükleniyordu.
Sude kendi kendine, "Yine acele acele bir yerlere gidiyor," diye mırıldandı. Hâlâ kendisine alışamamanın verdiği hoşnutsuzlukla arkasından bakıyordum. Emre'den bile bu kadar yoğun bir kasvet aksetmemişti bana. Nedensizce, bu adama hâlâ ısınamıyordum.
"Konakta pek kalmıyor sanırım, değil mi?" diye sordum. Kendisi hakkında biraz daha bilgi edinmem gerektiğine karar vermiştim. Böyle bir yerde bilgisiz kalmak güçsüzlük demekti. Etrafımdakileri ne kadar iyi tanırsam o kadar sağlam olurdum.
Yokuştan çıkıp dar bir patikaya girerken, "Evet, pek kalmıyor," demişti. Taşların üstünden zıplıyor, çimlere basmamaya çalışıyordu. "Genelde onun işleri dışarda oluyor." Birden durdu, bana doğru sokuldu. Fısıldıyordu şimdi. "Benden duymuş olma ama Oğuz abiye kirli işlerle ilgilenen taraf diyebiliriz. O yüzden hep dışarlarda. Merih abi gibi devamlı içerde değil."
Tıpkı onun gibi ben de fısıldadım. "Ne gibi kirli işler mesela?"
Güneşin bulutların arkasında kalmasını fırsat bilerek esen ayazlar, ikimizi de titretti. Kazağın kollarını çekiştirerek ellerimi içine gizledim. Duvar gibi etrafımızı saran çam ağaçlarına bakarak, "Aklına gelebilecek her türlü kirli iş. Şahoğlu soyadını sevmeyen çoktur, birisinin onlarla ilgilenmesi lazım sonuçta." dedi. Koluma girerek beni peşinden sürüklerken ilgilenmenin ne demek olduğunu daha fazla irdelemedim. Zaten patikadan çıkıp ahırın olduğu tarafa yürürken Kubi ile karşılaşmıştık. Ekilmeyi bekleyen rengarenk çiçekleri etrafına dizmiş, toprağı kazmakla uğraşıyordu. Hemen yanında Merih vardı, tek dizinin üstüne yere çökmüştü.
Kubi bizi görünce kazmayı bırakarak, "Sude ve Demre geliyor," diye bağırdı. Heyecanlı sesi bahçenin arkalarına doğru savrulmuştu. Merih başını çevirip bize baktı; suratına siyah bir maske takmıştı. Yalnızca gözleri görünüyordu. Ansızın göğsüm sıkıştı.
Geniş bir küvetin içindeydim, yere çökmüştüm; korku içinde titriyordum. Eldivenli eliyle perdeyi tutuyordu; yüzünde siyah bir maske vardı. Sol gözü kördü. Neredeyse beyaza yakın bir maviydi. Izdırap dolu sessizliğin içinde titreyişimi izliyordu. Yavaşça elini kaldırdı ve işaret parmağını maskenin üzerine yerleştirdi. Sessiz olmamı söyledi; ama senelerce susacağımı düşünememişti.
Olduğum yere çakıldım; görünmez bir duvara toslamıştım sanki. Kolumu tutan Sude de durmak zorunda kalmıştı. Bana doğru sendeleyince, omuzlarımız birbirine çarptı.
"Ne oldu?" diye sordu, şaşırarak. Eğilmiş, suratımı yokluyordu. Merih yavaşça ayağa kalkmış, maskesini indirmişti. Bakışlarımın onu da şaşırttığı belliydi. Öyle ki merakla süzüyordu beni; bir terslik olduğunu sezmişti.
Nabzımı düşürmeye çalışarak derin derin soluklandım. "Bir şey yok," Kekelediğimi duyunca bir süre duraksadım. Yalnızca saçma bir sanrıydı, iyiyim, geçti. Sorun olmadığını göstermek için gülümsüyordum. "Arı uçtu sanki, ondan korktum."
Yürümeye devam edince Sude de önüne dönmüştü. Merih, yanına varana kadar gözünü üstümden çekmedi. Ahırda şahit olduğu şeyin tekrar yaşandığını düşünmüş olmalıydı. Onun gözünde sanrılar gören bir deliydim belki de.
"Çiçek mi ekiyorsunuz?" Sude merakla yanlarına koşunca, aniden beliren bu yoğun heyecanın etkisiyle Kubi ellerini çırptı. Tuttuğu ufak kürekteki toprak kalıntısı bu ani sevinçle suratına savrulunca, her tarafı battı. Birden hepimiz güldük.
Yanına çökerek üstündeki toprağı silkeleyen Sude, "Dur Kubi, çiçekleri ekeceğiz seni değil," dedi. Sonra döndü, ayakta dikilen bana ve Merih'e baktı. "Merih abime bak sen, alerjiye meydan okuyor. Resmen çiçek adam oldun."
Merih gülerek burnunun ucunu kaşıdı, ardından maskeyi geri taktı. Huzursuzca maskenin örttüğü yüzü inceledim. Neden geçmişe sürüklenmiştim bilmiyordum fakat hiç hatırlamak istemediğim bir anının kıyısına takılmıştım. Şu âna odaklan Demre. Yere çöken Merih'in yanına sokularak ben de çiçeklerin arasına girdim. Tanıdık kokusu yine tüm çiçekleri baskılayarak burnuma gelmişti.
"Biz de yardım edelim," dedi, Sude hevesle. Kenarda duran ufak küreği kapmış kazmaya başlamıştı. Kubi de onunla birlikte hummalı bir şekilde eşeliyordu.
Aniden hapşıran Merih, söylenerek maskeyi çıkarıp attı. "Hiçbir işe yaramıyor, bari temiz hava alayım kitapçı kız," demiş, hiçbir şey sormamış olmama rağmen bana açıklamıştı. Dikkatle kollarını iyice sıvadı, saçlarını arkaya doğru yatırdı. Kravatını çıkarmıştı, gömleğinin ilk dört düğmesini açmıştı. Göğsünün sol tarafında büyük bir iz vardı; tıpkı gözündeki beyaz yarayı andırıyordu.
Onu izlediğimi fark edince, hızla, "Yanağın toprak olmuş," diyerek aklıma ilk gelen şeyi söyledim. Başta şaşırsa da çabuk toparlandı. Neresi olduğunu gösterince toprağa bulanmış ellerini ben yapamam dercesine havaya kaldırdı. Ardından yanağını bana doğru uzatırken, "Neresi?" diye sordu. Yine gülümseme oturmuştu dudaklarına. Gözleri alerjiden ötürü sulanmış, burnun ucu kızarmıştı.
Göz ucuyla Sude'yi kolaçan ettim; tamamen önündeki işe odaklanmıştı, bir yandan da Kubi'yle sohbet ediyordu. İkisi de bizden tarafa bakmıyordu. Tekrar Merih'e döndüm; hâlâ silmemi bekliyordu. Gözlerindeki muziplik rahatsız ediciydi. Yoksa yine benimle alay mı ediyordu? Ancak yine de uzandım, naziklikten uzak dokunuşlarla yanağındaki toprağı sildim. Teninin yumuşaklığı beni şaşırtmasına rağmen ifadesiz kalabilmiştim. Elimi çekmeden önce de hafifçe yanağına vurmayı ihmal etmedim. Belli belirsiz bir darbeydi bu ama yine de absürt bir şaşkınlığa bulandı.
Kinayeyle, "Hak ettim mi ben şimdi bunu?" diye sordu, yalnızca benim duyabileceğim bir kısıklıkta. Kolunu dizine yaslamış, bana doğru dönmüştü. Dosdoğru suratıma bakıyordu.
"Hak ettin, evet," dedim, kendimden emin bir tavırla. Gözlerimi kaçırmış, önümdeki toprakla ilgilenmeye başlamıştım. "Beni kandırıp ormanda bıraktığın içindi bu. Daha önce yapmam gerekirdi."
Güldü, biraz daha yaklaştı. "Hak etmişiz o zaman." dedi, başını yavaşça sallayarak. Onun yaptığı gibi suratına kesintisiz bakamadığımın farkındaydı; sırf bu yüzden gözlerini üstüme dikiyor, bana yükleniyordu. Zayıf bir noktamı bulduğunu anlamıştı.
O kadar da rahatsız etmemesine rağmen, abartılı bir tepkiyle, "Biraz geriye çekil Merih, buram buram sigara kokuyorsun." dedim. Halbuki sadece çok hafif bir tütün kokusuydu. Fakat ben yine de yüzümü buruşturmuştum.
Gölgeli bir sesle, "Sevmez misin sigara kokusunu?" diye sordu. Uyarımı dikkate almış, geriye kaçılmıştı.
"Hayır, çok kötü kokuyor."
Nefesini burnundan üfleyerek, "Öyleyse zor olacak." dedi.
Duraksayarak suratına baktım. "Ne zor olacak?"
Şimdi de o ilgisini toprağa vermişti. Küreğe gereksinim duymadan elleriyle kazıyordu. Bir anlığına gözlerime dokunduktan sonra, kısaca, "Bırakması." dedi. Belli belirsiz gülümsüyordu.
Sinirli sinirli tekrar Sude'yi kolaçan ettim; ancak neyse ki bizi duyamayacak kadar dalgındı. "Abuk sabuk konuşma lütfen Merih, birisi duyacak şimdi."
"Sen biraz gerginsin sanki, avuçla bakayım toprağı," Birden ellerimi tutup kendi elleriyle birlikte toprağın içine soktu. Ona doğru savrulunca omuzlarımız birbirine çarpmıştı. "Bu gerilimle yaşanmaz, kitapçı kız. Sal gitsin hepsini, sal."
Şaşkınlık içinde toprağa bulanan ellerimizi, ardından bir karış ötemdeki suratı izledim; panikleyerek hızla geri çekildim. Nasıl başkasının yanında böyle cesurca davranabiliyordu? Yanlış anlaşılmaya çok müsait bir durumdu bu; işe henüz yeni girmişken başımı derde sokacaktı. Elimin kirli olduğunu unutup öfkeyle koluna vurdum. Tok bir ses çıktı ve parmaklarımın izi boylu boyunca beyaz gömleğine geçti.
Merih şaşkınlıkla gülerek önce kolundaki lekeye, ardından bana baktı. "İki dakikada iyi hırpaladın beni, kitapçı kız," Sözlerinin aksine gözlerinin içi parlıyordu. "O ufacık elden nasıl bir güç çıktı öyle?"
Onun kadar ben de şaşkındım; çünkü bu kadar kirleneceğini düşünmemiştim. Mahcup olarak gömlekteki izi silkelemeye çalıştım fakat daha çok toprağa bulanmasına sebep oldum.
Sessiz çırpınışlarımı duyan Sude, yan gözle bize bakarak, "Ekiyor musunuz?" diye yokladı. Merih'i bırakarak önüme döndüm. Çoktan çiçekleri kazdıkları yuvalara yerleştirmeye başlamışlardı. İtinayla, renk uyumuna göre diziyorlardı.
Kubi bize doğru parmağını sallayarak, "Çiçek ekmek ciddiyet ister, ciddiyet lütfen." deyince istemsizce güldüm.
Merih de ona parmağını salladı. "Gayet ciddiyiz biz, ciddi düşünüyoruz." Sesine gizlediği alayı duyunca sinirle gülerek gözlerimi devirdim. Arkadaki çiçeklerden sarı olanını almış, önümdeki ufak çukura yerleştirmişti. İçlerinden en solgun olanını seçmişti; üstelik bir dalı da kırıktı. Nazikçe yapraklarına bulaşan toprağı silkelerken, yumuşak bir tonla da mırıldanıyordu. "Bizim de bir çiçeğimiz olmasın mı bu bahçede, kitapçı kız?"
Sesindeki rengi duymazdan geldim. "En kusurlu olanı seçtin, solacak bu."
Gülümsedi; ama yüzüme bakmıyordu. Yalnızca önündeki işe odaklanmıştı. O hareket ettikçe koyu saçları alnına devriliyordu. "Kendime yakışanı seçmişim öyleyse."
İçime bir ağırlık çöktü, hiçbir karşılık veremedim. Nazik dokunuşlarla çiçeği toprağa ekerken, sessizce onu seyrettim. Birkaç dakika sonra yavaşlığımızı fark eden Kubi aramıza girerek olaya el atınca da geriye çekildim, uzaktan izlemeye başladım.
Ellerini silkeleyerek yanıma gelen Sude, "Bizden bu kadar, hava da kararmak üzere zaten," dedi. Gözlerini kısarak tepemizi gölgeleyen devasa buluta baktı. Ardından bana döndü. "Ziyaretçiler gelir birazdan, biz yavaştan gidelim Demre."
Tam ayağa kalktığım esnada Merih söze girdi. "Demre, yarın yurda gitmen gerekiyormuş," Durdu, iki kez üst üste hapşırdıktan sonra devam etti. Elinin tersiyle sulanan gözlerini sildi. "Bir de kıyafet alman gerekiyormuş sanırım, seni ben götüreceğim. Yarın saat altıda güvenliğin oraya gel."
Sude birden koluma asıldı. "Harika, biz de geliriz o zaman. Birlikte gezeriz."
Bunu duymak omzularımı çökeltse de yaşadığım düş kırıklığını dışarıya yansıtmamaya çalıştım. Merih yanımdayken zaten durum epey karışıktı, bir de kızlar etraftayken Uraz'la görüşebilmem iyice zorlaşacaktı. Fakat hiçbir karşılık veremedim ve Sude'nin yoğun hevesini de yanıma alarak konağa doğru yürüdüm.
Akşamın serinliği bahçeye nüfuz ederken, yemek yedikten sonra normalden daha aceleci bir şekilde konağı terk ettik. Yarın alışverişe gidecek olduğum haberi yalnızca yarım saat içinde ayyuka çıkmıştı; Dilara'nın dediğine göre Mercan bile bizimle gelmek için heyecanlıydı.
"Çünkü evdeki işlerden dolayı nadiren beraber dışarıya çıkabiliyoruz," diyen Dilara, neden hepsinin bu denli heveslendiğini anlaşılır kılmıştı. Sebebini anladıkça içime çöken hayal kırıklığı da büsbütün dağıldı; zira kendimi bencil biri gibi hissetmiştim. "Bazı akşamlar evde hiç çalışan olmamasını tolere edebiliyorlar ama hep olmuyor bu. O yüzden bizim için de harika bir fırsat oldu."
Duyduklarımdan sonra Uraz'la görüşmemeyi bile düşünmüştüm fakat her istediğimde dışarıya çıkamayacağım bir yerde yaşadığımı tekrar idrak edince, ertelemenin pek mantıklı olmadığına karar vermiştim. Bir an önce görüşmek en doğrusuydu. Ancak bunu tek başıma yapamayacağım da barizdi; bu yüzden akşam üstümüzü değiştirmek için odaya çıktığımızda, kızlarla konuşmaya karar verdim.
Gelen misafirleri görmek istediğimi Sude'ye söyledikten sonra, konağın müştemilattan en iyi gözüktüğü yer olan odaya erken çıkmıştık. Dilara da üstünü değiştirerek bize katılmıştı; fakat diğer kızlar yorgun argın kendi odalarına çekilmişti. Yalnızca üçümüz kalmıştık.
Yarın ne giyeceklerini konuştukları bir esnada, "Kızlar, size önemli bir şey söylemem gerek," diyerek araya girdim. Heyecanlanmış ve gerilmiştim. Sude'nin yatağında uzanan Dilara, sesimdeki ciddiyeti duyunca doğrulmuş ve bağdaş kurmuştu. Sude elinde tuttuğu kıyafetle onun yanına oturdu. İkisi de merakla bana bakıyordu.
Derin bir soluk aldıktan sonra her şeyi anlattım. "Benim yarın birisiyle görüşmem lazım ve bunu sizin yardımınız olmadan yapamam," Aralarında kısa bir bakışma yaşandı. "Kendisi çalıştığım kitabevinin sahibiyle çok yakındı, onun sayesinde tanıştık."
Sude imalı bir şekilde sırıttı. Omzuyla yanında oturan Dilara'yı dürtmüştü. "Demo yoksa erkek mi bu kişi?"
Suratlarındaki ifade gülmeme neden oldu. "Evet, erkek," İkisi de birden abartlı sesler çıkarmaya başlayınca, elimle susturdum. "Düşündüğünüz gibi bir şey değil. Mustafa abi bana miras bırakmış sanırım, onu anlatmak için görüşmek istiyor. Ama ben Meral ablaya kimseyle iletişimim olmadığını söylemiştim, bu yüzden yardımınıza ihtiyacım var," Suratlarındaki gülümseme solarken, ikisi de ciddiyete büründü. "Diğer kızlar ve Merih de gelecek yarın, biliyorsunuz. Meral ablaya söylerler diye korkuyorum."
Dilara merakla, "Ne yapmamızı istiyorsun peki?" diye sordu.
"Ben Uraz'la görüşürken onları oyalayabilir misiniz? Yarım saat görüşsem bile yeter."
Elindeki kıyafeti tekrar dolaba asan Sude, kendinden emin bir edayla, "Oldu bil, Demo. Kızlar zaten giderler, Merih abiyi de bir şekilde oyalarız artık. Ama en fazla yarım saat." dedi, onay beklercesine kaşlarını kaldırmıştı. Tıpkı Meral abla gibi bakıyordu.
Ona destek veren Dilara, çekingen bir tavırla, "Yarım saat bile şüpheli. Merih abi kurnazdır, hemen her şeyi çakar." diye mırıldandı.
"Tamam söz, sadece yarım saat," diyerek, içlerini rahatlatmaya çalıştım. Aynı endişeler bende de peydahlanmıştı; kızlar önemli değildi ancak Merih'i ayakta uyutmak zor olacaktı. Yine de kızları ikna etmenin rahatlığıyla dolmuştum. Bir süre daha yarın giyilecek kombinler üzerine konuştuktan sonra, gelen misafirleri görebilmek için hazırlık yapmaya başlamıştık.
Dışarda kadife gibi bir karanlık vardı. Ancak çiğ ışıklar sayesinde bahçenin her tarafı rahatça görülebiliyordu. Pencerenin altında duran komodine oturmuş, kollarımı pervaza yaslamıştım; karanlığın içinde merakla bekliyordum. Perdeler sonuna kadar açılmıştı; dışardan gözükmemek adına ışıkları yakmamıştık.
Tepeden topladığı saçlarıyla yanı başımda oturan Dilara, omzumdan destek alarak dışarıya bakıyordu. Şişirdiği sakızı gürültülü bir şekilde patlatıp Sude'den azar işittikten hemen sonra, "İşte geliyorlar, Demre bak." diye bağırmıştı. Yavaşça açılan otopark kapısını gösteriyordu; gerçekten de gelen birileri vardı. Peş peşe içeriye giren siyah araçlar, yokuşun tam ortasında durmuş, adeta bir zincir gibi yola dizilmişti. Her hafta aynı manzaraya tanık olduğu için bakma gereği dahi duymayan Sude, Dilara'nın "Zeren değil mi o?" sorusunu duyduğu an yataktan fırlayarak yanımızda bitti. Birden rüzgarıyla birlikte üzerimize çullanınca, hepimizi yana devirdi.
"Yuh Sude, yavaş ol!" Yatağımın kıyısına düşen Dilara söylenerek geri kalktı. Tekrar yanıma sokulmuştu.
Onu duymayan Sude, kendi kendine, "Bu sefer erken çıkarmışlar mahzenden." diye mırıldanıyordu. Gerçekten de arabalardan inen siyahlı adamları karşılayan kişi, Zeren'den başkası değildi. Baştan aşağı giydiği beyaz kıyafetlerle, gecenin içinde tıpkı bir ay gibi parlıyordu. Uzun saçları salıktı, ayazların altında savruluyordu. Duruşu yeni tedavi edilen birisine hiç benzemiyordu; askine epey dinç ve diriydi. Sanki yine bambaşka bir kadına dönmüştü.
Bahçe birdenbire takım elbiseli adamlarla dolmuştu; üstelik hepsinin suratında siyah maskeler takılıydı. Kimsenin siması belli olmuyordu. Fakat birden kenara çekilerek hapşıran bir adamın kısa süreliğine maskesini çıkarması, aşina bir surat görmemizi sağlamıştı. Alay dolu bir sesle söylediğim, "Çiçek adam da orada." sözleri, Sude'yi kıkırdattı. Bugün yanımızda olmamasına rağmen nükteyi yakalayabilen Dilara da ona eşlik etmişti.
"Merih abi hep oluyor zaten," diye mırıldandı Sude. Sesine kuşkular bulaşmıştı. "Ama bana kalırsa bu Zeren değil, belli ki yine Beren gelmiş. Tan dedenin en sevdiği."
Merakla ona baktım. Pür dikkat bahçeye nüfuz eden adamları izliyordu. "Neden en sevdiği ki?"
"Çünkü en zekisi, en hırslısı ve en öz güvenlisi," diyen Dilara, ondan önce yanıtladı. Alnını cama yaslamıştı, bana bakıyordu. "Sırf bu yüzden Beren'i yüzeye çıkarmaya bile çalışıyor olabilirler. Çünkü Zeren hiçbir işine yaramıyor, Ceren zaten büyüyememiş ufak bir çocuk gibi."
Duyduklarım kendimi kötü hissettirmişti. "Ama bu çok acımasızca..."
"Evet, maalesef öyle," diyerek beni onaylayan Sude, birden konağın arka tarafını işaret etti. "Bakın, bizim kızlar eve giriyor."
Gerçekten de Buket ve Aslı mutfağın arka kapısından içeriye giriyordu. Takım elbiseli adamlar da konağın yanındaki patikadan geçerek, arka tarafa doğru gözden kayboluyordu. Zeren ve Merih en arkadan gidiyordu; birbirleriyle konuşarak, misafirleri takip ediyorlardı. Herkesin gözden kaybolması yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Aynı anda tüm bahçeye karanlık bir sükunet çökmüş, gelenlerin izi gecenin gölgesinde kaybolmuştu. Onlarca insanın az önce eve girdiğine dair hiçbir emare kalmamıştı.
O gece yatağa yalnızca tek bir düşünceyle girdim. O kadar güçlü bir düşünceydi ki zihnimden geçen her şeyi adeta ezmiş, bütün fikirlerime hükmetmişti. Bunun nasıl mümkün olacağını henüz ben de bilmiyordum fakat kararımı vermiştim, bir gün mahzene inecektim.
𓄅
Ertesi gün bütün işleri hallettikten sonra, kızlarla birlikte güvenlik kulübesine doğru yola çıktık. Meral ablanın son âna kadar tekrarlamaktan yorulmadığı ikazları, yokuş yukarı tırmanırken arkamızdan bizi uğurluyordu. Buket ve Aslı dışında herkes hazırlanmıştı.
"Merih abinizi yormayın sakın, uslu durun." Yokuşun başına vardığımızda bile bize uzanmayı başaran Meral ablanın sesi, Dilara'nın henüz o sözünü bitirmeden tamamlamasına neden oldu. Hepimiz gülerken Mercan sertçe onu azarlayınca, aralarında ufak bir didişme yaşandı.
"Hayırdır nereye böyle kızlar, toplaşmışsınız?" Kulübenin önünde durduğumuz esnada güvenlik görevlisi dışarıya çıktı. Bu iş başvurusu için geldiğim gün beni içeriye alan adamdı.
Ceketinin önünü ilikleyen Sude, "Merih abimiz bizi gezmeye götürüyor, Burak abi." demekle yetinmişti. Sesinde gülünç bir büyüklenme vardı. Adam sigarasını yakarak başımızda dikildiği esnada, siyah bir araba köşeyi dönerek yokuşu tırmanmaya başladı. Önümüzde durmadan önce göz kırparcasına selektör yakmıştı.
Merih'in gülümseyen suratı yavaşça inen filmli camın ardında belirirken, "Atlayın bakalım kızlar." diyerek içten bir tavırla bize seslendi. Üstünde simsiyah bir takım elbise vardı; gömleğinin ilk üç düğmesini açmıştı. Saçları yine dağınıktı. Gözlerinde dünden kalma kızarıklıklar vardı.
Arabanın gelmesiyle aniden heyecanlı kımıldanmalar oldu; herkes ilk önce binebilmek için kapılara koşuştururken ben sakince geride bekledim. Burak abiyi güldüren bir curcuna patlak bulmuştu. Aylin ve Ece kimin ortaya oturacağı konusunda tartışıyordu. Mercan öne binmek istediğini söyleyen Sinem'e çemkirirken, aniden Merih'in olaya dahil olmasıyla birlikte ikisi de susup bana baktı. Mercan'ın gözlerinde ürkütücü bir asabiyet vardı.
"Öne Demre binecek çünkü yurtta inip tekrar binmesi gerek," Eliyle arka koltuğa sıralanan kızları gösterdi. Onlar da cam kenarına kimin oturacağı konusunda tartışıyorlardı. "Siz de arkaya oturun," Tam arkaya geçmeye yeltenen bana döndü, başıyla yanındaki boş koltuğu işaret etti. "Sen gel şöyle."
Yavaşça arabanın önünden dolandım, Mercan'ın çarparak kapattığı kapıyı geri açarak Merih'in yanına kuruldum. Beş kişi üst üste binerek arkaya yerleştikten sonra, sonunda yola çıkabildik. Adeta bir yılan gibi kıvrılan dağ yolunu indiğimiz süre boyunca kızların hararetli tartışmaları arabadaki tek gürültü olmuştu; Merih'in bu durumu artık kanıksadığı çok belliydi, hiçbir şey duymuyor gibiydi. Tepkisizce, sadece yola odaklanmıştı.
Neredeyse bir yıl gibi hissettiren bir haftanın ardından Şahoğlu Konağı'ndan dışarıya adım atabiliyor olmak çok ferahlatıcıydı. Hafifçe araladığım pencereden suratıma vuran nahif rüzgarlar, bana ne kadar bunalmış olduğumu fark ettirmişti. Sanki hayatım ikiye parçaya ayrılmıştı; konağa girmeden öncesi ve sonrasından ibaretti.
Aniden gürültünün içinden sıyrılan, "Üşümüyor musun?" sorusu dikkatimi dağıttı. Beni kolaçan eden gözlere döndüm. Kolunu aramızdaki kolçağa yaslanmış, vücudunu bana doğru eğmişti; direksiyona tek eliyle yön veriyordu. Her üç saniyede bir yüzüme bakıyor, ardından tekrar yola odaklanıyordu. "Üşüdüysen koltuğun ısıtmasını açabilirim."
Neredeyse mırıldanarak konuşuyordu; sesinin düzeyini o kadar iyi ayarlamıştı ki arkadaki hengamenin içinde birisinin bizi duyması çok zordu. Sanki herkesin önünde yönelttiği bu ilgili sorulardan ötürü gerginlik yaşamamam için çabalıyordu. Fakat ben yine de gerilmiştim. Belkıs Hanım'ın bariz imalarından sonra kendimi huzurlu hissedebilmem neredeyse imkansızdı.
Bu yüzden sadece, "Sorun değil, üşümüyorum," demekle yetinmiş ve yol boyunca yurdumu tarif etmek dışında bir daha hiç onunla konuşmamıştım. Ancak amacımı anlayacak kadar zeki bir adamdı; nitekim o da benimle konuşmadı.
Yarım saatin sonunda yurdun önünde durduğumuzda, Aylin konakta yaşadığı bir olayı anlatarak herkesi güldürüyordu. Arabanın içinde bir uğultu vardı; öyle ki radyonun sesi dahi duyulmuyordu.
Sohbeti bölerek, "Yardıma gelelim mi, Demre?" diye soran Dilara'ya gerek olmadığını söyleyerek gülümsedim. Zaten fazla bir eşyam da yoktu. Toparlanmam en fazla yarım saatimi alacaktı. Bu yüzden onlar beni arabada beklerken, son defa yurdun kapısından içeri girmiş kileri andıran odama yürüyordum.
Sanki eski hayatımda unuttuğum eşyalarımı toplamaya gelmiştim; kısa bir süreliğine uğrayıp, tekrar yeni hayatıma dönecektim. Burada, köhne odada yıllarımı geçirmiş olmama rağmen ayrılmanın hiçbir burukluğunu ve üzüntüsünü hissedemiyordum. Çünkü benim için bu oda sadece yalnızlığın timsaliydi. Nereye gidersem gideyim, günün sonunda yine kendimi içine hapsettiğim dört basık duvardan ibaret bir yerdi.
Belki de bu yüzden elimde yalnızca ufak bir bavul ve sırt çantasıyla yurttan ayrılırken kendimi hafiflemiş hissediyordum; arkama dönüp bakma gereksinimi dahi duymamıştım. Merdivenleri indiğimi gören Merih, elindeki sigarayı fırlatıp yaslandığı kaportadan kalktı ve koşar adımlarla yanıma geldi. Yaklaşmadan önce etrafındaki sigara dumanını dağıtmaya çalışmıştı.
Gerek olmadığını söylememe rağmen elimdeki bavulu alırken, "Tüh, yaklaşamayacağız şimdi sana, iyi mi?" diyerek takıldı bana. Yalnızca güldüm ve eşyalarımı ona verdikten sonra geri ön koltuğa yerleştim. İçerdeki gürültü ben binince aniden dindi.
"Bir şey dediler mi yurttan ayrılırken?" Öne doğru çıkan Sude, koltuğa başlığına sarılarak alnını başlığa yaslamıştı. "Nereye gittiğini falan sordular mı?"
Kemerimi takarken, "Hayır, kimse bir şey demedi. Zaten pek umursadıklarını da zannetmiyorum." diye karşılık verdim. Merih de yanımıza gelmişti, kemerini takıyordu. Tekrar kolçağa yaslanarak bana döndü.
"Nerede alışveriş yapmak istiyorsun?"
Düşünüyormuş gibi davrandıktan sonra, "Karşıyaka Çarşısı olabilir, oradan aradığımı bulurum," yanıtını verdim. Başka soru sormayan Merih, arabayı yola çıkararak çarşıya doğru sürmeye başladı. Mercan'ın, "Çarşıda ne yapacağız, sıkıcı orası," söylemlerini etkisiz kılabilmek için çabalayan Sude'nin tüm yol boyunca, abartıyla çarşıyı övmesini dinlemek zorunda kalmıştık.
Arabadaki uğultuya rağmen hiçbir şey duyamayacak kadar gerginliğe bürünmüştüm. Durmadan kalbim kasılıyor, istemsizce Merih'e kaçamak bakışlar atıyordum. Yakalanırsan, bitersin Demre. Tek bir şeyden emindim. O da bu adamın beni çiğ çiğ yiyebileceğiydi; her şeyi hafife aldığı, muzip tavırlarının altında ürkütücü bir yan gizliydi ve bu yanına denk gelme ihtimali bile beni korkutuyordu.
Uraz'a saat yedide çarşıda olacağıma dair mesaj atmış ve hiç beklemediğim bir anda aramasını önleyebilmek için de kısa bir süreliğine engellemiştim. Merih'in yanındayken şüphe çekecek şekilde telefonumla ilgilenemiyordum; çünkü kızlar gün içerisinde ne birisiyle mesajlaşıyordu ne de konuşuyordu. Bu yüzden telefonla ilgilenmek onlar için pek alışıldık bir durum değildi; ilgilenen kişilerse hemen dikkat çekiyordu.
Sahil yoluna çıkarak ilerlediğimiz süre boyunca kendimi sakinleştirmek için uğraşmıştım. Sonunda çarşıya yürüme mesafesinde bir yere arabayı park ederek dışarıya çıktığımızda, hava çoktan kararmıştı. Denizi hırçınlaştıran ayazlar, bizi de sarsıyor ve titretiyordu. Kızlar üst üste oturmanın yorgunluğuna sitem ederken, Merih arabayı kilitleyerek yanımıza geldi.
Ellerini cebine sokarken, "Sizi aradığımda cevap verin, bir saat sonra tekrar burada buluşacağız, anlaşıldı mı?" diye sordu. Hepimizin üstünde tek tek gözlerini gezdirmişti. Resmen sakın bir taşkınlık yapmaya kalkışmayın dercesine bakıyordu.
"Ordu gibi gezemeyiz, herkes nereye gitmek istiyorsa gitsin," diyerek yol yapmaya yeltenen Sude, aniden Merih'in sözünü sertçe kesmesiyle duraksadı. Sesi çok keskindi; itiraz duymak istemeyen biri gibiydi.
"En az iki kişi gezeceksiniz, Demre'yle bana eşlik etmek isteyen birileri varsa bizimle gelebilir."
Şaşırarak kaşlarımı kaldırdım. "Neden seninle gezmek zorundayım ki?"
Aynı keskin tonla yanıtladı. "Emirler böyle."
Hiçbir şey diyemedim. Yardım istercesine Sude ve Dilara'ya bakıyordum. Fakat onlar da ne diyeceklerini şaşırmış gibiydi. Kimsenin böyle bir hamle beklemediği apaçıktı; oyunun tüm kuralları altüst olmuştu.
Bozguna uğrayarak çarşıya doğru yürürken, önden giden Merih'e mızrak fırlatır gibi öfkeli bakışlar atıyordum. Kol kola giren Ece, Aylin ve Mercan kaldırımın kenarından yürürken, Dilara ve Sude ağır adımlarla geriden geliyordu.
Kimsenin bizi duyamayacağına emin olarak, "Ne yapacağız?" diye sordum. İçimdeki panik sesime de yansımıştı, resmen titriyordu. Endişeyle çarşıyı dolduran kalabalığı süzüyor, Uraz'ın tanıdık çehresiyle karşılaşmanın korkusunu yaşıyordum. Merih yanımdayken beni görürse muhakkak selam verirdi ve farkında olmadan her şeyi berbat ederdi.
Koluma girerek beni sakinleştirmeye çalışan Dilara, Merih'in az önceki keskin tonunu kullanarak, "Tek bir seçeceğimiz var, Demre. Uraz'la görüşmek istiyorsan eğer tek bir seçeceğin var," Kulağıma doğru fısıldıyordu. Çağlayan bir ırmak gibi onlarca insanın aktığı çarşının girişine varmıştık. Tam ortaya konulmuş olan Özgür Kadın heykelini geçmiş, kalabalığın arasına dalmıştık. "Hemen şimdi ortadan yok ol, arkana bile bakma. Bu kalabalıkta seni bulamaz, koş!"
"Ne?"
Henüz bir tepki bile veremeden, önünden geçtiğimiz telefoncu dükkanına doğru iteklendim. Şaşkınlık içinde sendeleyerek yaşlı bir teyzenin sırtına çarptım. Küçük bir çocuğun omzuna tutunarak doğrulabilmiştim. Fakat hemen sonra görülmemek adına tekrar eğildim.
"Özür dilerim, çok özür dilerim," Korku bir hançer gibi göğsüme saplanmıştı sanki. O kadar paniklemiştim ki ardıma bile bakamadan kendimi bir takı mağazasına attım. Koşar adımlarla en uca doğru ilerledim ve bir grup genç kızın arkasına saklandım.
Nefes nefese kalmıştım; damarlarımdan panik akıyordu sanki. Sude ve Dilara'ya sessiz sessiz söverken, bir müddet orada bekledim. Ancak fazla vaktimin olmadığını biliyordum. Merih'in eksikliğimi fark etmesi yalnızca arkasına bakmasına bağlıydı ve bu her an gerçekleşebilirdi. Cebimden çıkardığım telefonu açarak hızlıca Uraz'ın engelini kaldırdım; ardından numarasını tuşladım.
Birkaç çalıştan sonra açıldı. "Demre?"
Soluklarımı düzene oturtmaya çalışıyordum, gözüm dışarda akan kalabalığın üstündeydi. Başka hiçbir yere bakamıyordum. "Uraz, neredesin?"
"Mesajdaki yerdeyim, Pan'da oturuyorum," İçimi bir rahatlama kapladı ancak fazla çelimsizdi. "Sen neredesin?"
"Birazdan orada olacağım, hiçbir yere kımıldama." Telefonu kapatarak mağazanın çıkışına yürüdüm. Havanın serinliğine rağmen her yer insan kaynıyordu; adım başı birisine çarpıyor, tekrar tekrar özür diliyordum.
Merih artık yokluğumu fark etmiş olmalıydı. Muhtemelen kalabalığın içinde beni arıyordu; belki de bu tarafa doğru yürüyordu. Etrafımızı saran yüzlerce insana ve tek gözündeki körlüğe rağmen beni zorlanmadan bulacağına o kadar emindim ki bu hazin gerçek daha çok kaygılanmama neden oluyordu. Fakat yine de hareket etmek zorundaydım, olduğum yerde duramazdım.
Koşar adımlarla mağazadan çıkarken, içeri girmekte olan bir grup kızı ortadan ikiye yararak çarşının çıkışına doğru yürüdüm. Başka bir ara sokağı kullanarak dolanacak ve tekrar içeri girecektim. Yıllarımı bu sokaklara vermiştim; avucumun içi gibi biliyordum her karışını. İzimi kaybettirmem o kadar da zor olmamalıydı; fakat izimi süren Merih'ken yine de kendime tam anlamıyla güvenemiyordum.
Her iki saniyede bir arkamı kolaçan ederek, arabayı park ettiğimiz kaldırımdan geri yürüdüm. Bir süre sonra koşmaya karar verdim. İnsanların dönüp arkamdan bakacağı bir panikle ilk ara sokağa daldım. Telaş dolu rüzgarlarla oluşturduğum bir kasırga gibi eserek dükkanların arasından geçtim. O kadar sert basıyordum ki yere, zeminle buluşan her adımla birlikte ayaklarımın altı sızlıyordu. Soluk soluğa başka bir dar sokağa daldım. Bir süre sonra da yolu karıştırdığımı fark ettim. Öfkeyle etrafımda dönüyor, nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum.
"Sıçayım böyle işe." Hınçla, yüzüme dökülen saçları itekledim.
Dükkanlarının önünde çay içen bir grup adam sessiz kıvranışlarımı fark ederek, "Nereyi arıyorsun?" diye sordu. Ancak cevap veremedim; sokağın başında Merih'i andıran siyahlar içinde bir adam görmüştüm. Korkuyla geriye koşmaya başladım. Hışımla başka bir sokağa daldığım esnada tanıdık dükkanları fark ettim; doğru yerdeydim, sonunda aradığım yeri bulmuştum. Zangır zangır titreyerek tabelasında Pan yazan kafeye doğru ilerledim. Durmadan etrafa göz gezdiriyor, kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Öyle ki kafeden içeri girene kadar bir sürü insanla çarpışmıştım.
Eşikte bir süre duraksadım, neredeyse birbirine değecek olan nefeslerimin arasını açmaya çalıştım. Alt katı kitabevi olan kafenin direkt üst katına yöneldim; Uraz yukarda beni bekliyor olmalıydı. Tırabzana tutunarak merdiveni tırmanırken, telefonumu çıkardım; ekrana üç farklı numaradan gelen cevapsız çağrılar sıralanmıştı. Birisi de Uraz'dı.
Sonunda üst kata çıkıp tüm masalarda göz gezdirdim. İşte, oradaydı. Beni bekliyordu. Loş ışığın altında, normal zamanda bana huzur verebilecek hoş bir ambiyansın içindeydi. Kalbimdeki korku gitgide büyüdü. Zamanın kısıtlığıyla tekrar sarsıldım; sanki ensemde bir el vardı ve her an üstüne kapanacaktı. Gözleri beni bulduğunda hızla ayağa kalktı. Oturduğu sandalye geriye kaymış, tüm kafeyi rahatsız edici bir gıcırtıyla doldurmuştu.
Gülümseyen dudaklarından, "Demre," döküldü. Hızla yanına giderek karşısındaki sandalyeye oturmak için uzandım. Fazla vaktim yoktu; telefonum ısrarla çalmaya devam ediyordu. Ancak bir anda beni kendisine çekince oturamadım. Kafes gibi etrafımı saran kollarını sıkarak, bedenimi arasına hapsetti. Şaşkınlıktan nutkum tutulduğu için hiçbir tepki veremedim. Fakat ilk ayrılan ben olmuştum; geriye çekilerek sandalyeye oturdum. Sırtım merdivenlere dönük olduğu için durmadan birisi geliyor mu diye arkama bakıyordum.
Endişemi fark ederek, karşıma oturdu. Sarılışına bir karşılık bulamamanın durgunluğu hızla dağılmıştı. "Ne oldu? Bir sorun mu var?"
"Uraz, fazla vaktim yok," Önüme dönerek masanın üstünden ona doğru eğildim. Neredeyse fısıldayarak konuşuyordum. "Burada olduğum için başım büyük belaya girebilir. Ne anlatacaksan hemen anlat."
Hızla kaşlarını çattı. Onu en son gördüğümden beri hiç değişmemişti. Gözlerinde yine aynı parlaklık, suratında yine aynı endişe vardı. "Neden başın belaya giriyor? Birisi seni rahatsız mı ediyor yoksa?"
Cevap vermeden önce tekrar arkama bakmıştım. "Hayır, öyle değil. Sadece kimseyle iletişimde olmadığımı söylemiştim," Elimle geçiştirir gibi bir hareket yaptım. Hâlâ soluksuzdum, ağzımsa kupkuruydu. Resmen kelimeler dilime yapışıyordu. "Boş ver şimdi onu, sen anlat hadi. Mustafa abi gerçekten mirasını bana mı bırakmış? Bir yanlışlık var bence, mümkün değil bu. Neden bana bıraksın ki?"
Bir süre yanıt vermedi. Dudaklarını yaladı, hafifçe geriye kaçıldı, sonra parmaklarını birbirine kenetledi. "Demre lütfen bana kızma," dediği an kaşlarım çatıldı. "Yalan söyledim sana, benimle görüşmeyi kabul etmenin tek yolu bu gibi geldi."
İçimde müthiş bir hayal kırıklığı kabardı. Gözlerimi yumarak sakinleşmeye çalıştım. Bunca sıkıntıya çocukça bir yalan uğruna mı katlanmıştım? Aniden ellerime değen bir sıcaklıkla irkildim, gözlerimi açtım.
"Demre, çok özür dilerim," Ellerimi tutmaya çalışan parmaklara baktım. Masanın üstüne öylesine eğilmişti ki nefesi resmen suratıma çarpıyordu. "O evden çıkmanın bu kadar zor olduğunu bilmiyordum. Bilsem, böyle bir yol izlemezdim. Hem neden bu kadar sıkıntı yapıyorlar çıkmanı? Normal değil bu. Orada hiç güvende değilsin, Demre."
Hışımla ellerimi çektim. Tüm bu sıkıntıya bir yalan için katlandığıma inanamıyordum. Kim bilir başıma nasıl bir bela almıştım? Merih'i karış karış sokaklarda gezdiren öfkenin bende nasıl bir tahribata yol açacağını hayal dahi edemiyordum. Üstelik sırf karşımdaki çocuk ellerimi tutabilsin diye ben bu sıkıntıyı çekecektim.
Adeta burnumdan soluyarak, "Sana diyecek hiçbir sözüm Uraz," dedim. Hiddetle suratına bakıyordum. "Sırf seninle görüşmem için böyle bir yalan söyleyecek kadar küçülmene gerek yoktu. Ben zaten seninle görüşürdüm. Hatta belki Merih yanımdayken görüşürdüm, onu kandırmama da gerek kalmazdı," Sesim neredeyse ağlayacak gibi çıkıyordu. "Sırf senin anlatacak şeylerin var diye bunca zorluğa katlandım."
Tam kalkıp gidecekken, iki elle koluma tutundu. "Dur, bekle. Anlatacak şeylerim zaten var. Sadece miras kısmı yalandı," Suratımdaki şüpheyi görünce panikle ekledi. Beni ikna edebilmenin telaşıyla kekeliyordu resmen. "Şahoğlu'yla ilgili bilgiler edindiğim kısmı doğruydu, yemin ederim. Örgüt de doğruydu, hatta başka detaylar da var," Hâlâ ayaktaydım, oturmamıştım. "Lütfen, dinle beni. Mustafa abinin öldüğü geceye ait bazı kamera kayıtları buldum. Sokağın başındaki başka bir dükkanın kayıtları bunlar," Yavaşça sandalyeye geri oturdum. Ellerini kolumdan çekmiş, telefonunu çıkarmıştı. "Burada var. Kitabevine girdiklerinden emin değilim ama en azından Tan Şahoğlu'yla bağlantıları olduğunu düşünüyorum. İki farklı adamın görüntüleri var elimde."
Hışımla atıldım. "Neden polise vermedin öyleyse bu görüntüleri?"
Yalvarırcasına suratıma baktı. "Demre, ne olur dinle beni. Polise veremem çünkü kitabevine girip girmediklerini bilmiyorum. O kısım kör noktada, gözükmüyor. Sokakta yürüyen normal insan gibi duruyorlar. Durduk yere insanları suçlayamam ki."
Telefonundaki görüntüleri ararken, merakla sordum. Hâlâ mesafeli çıkıyordu sesim. "Peki örgüt diye bahsettiğin neydi?"
Kısa bir anlığına suratıma baktı. Ardından tekrar telefonunu kurcalamaya döndü. Elleri titriyordu. "Orası çok karışık, ben de tam anlayamadım," Sinirli bi şekilde kalkmaya yeltendiğimi görünce tekrar koluma uzandı. Telefonla ilgilenmeyi bırakmıştı. "Dur, tamam, bekle. Eski ve köklü bir örgüt bu, 1979 yılında üç kardeş tarafından kurulmuş. Birbirlerine Yoldaş diye hitap ediyorlar, örgütlerinin sembolü de geyik," Göğsümde bir çukur oluştu ve içimdeki tüm korkular bu çukura devrildi. Nefeslerim kesiliyordu. "Mustafa abi de bu örgüte üyeymiş. Tam olarak Yoldaş değil ama onlara hizmet ediyormuş. Sanırım bunun karşılığında bir miktar para da alıyordu." Zihnimin zeminine kitabevinde bulduğum fişler ve faturalar döküldü. Her ay elli bin lira. Afallamış, sersemlemiştim. Ne düşüneceğimi şaşırmıştım.
"Bunlar yine masum tarafları gibi duruyor. Bu örgüte sadece nüfuzlu insanlar girebiliyor, elini kolunu sallayarak masalarına oturabileceğin bir topluluk değil. Demre, bak," Endişeyle elime uzandı. Tıpkı benim gibi onun da korktuğu apaçıktı. "Anladığım kadarıyla çok derin ve köklü bir yeraltı örgütü bu. Üstelik bir de yeminleri var. Örgüte ihanet edince veya bu yemini bozunca, bedelini resmen canınla ödüyorsun. Belki de Mustafa abiye olan buydu, bilemiyorum. Ama emin olduğum bir şey var ki bu örgütün ucu Şahoğlu'na dayanıyor. Yoldaşlar'dan biri ya da kurucusu bilmiyorum ama içinde, onu biliyorum."
"Uraz, ben ne düşüneceğimi şaşırdım," Kekelediğimi duyunca destek olmak istercesine elimi sıktı. "Bir tuhaflık olduğunu ben de biliyordum ama örgüt fikri hiç aklıma gelmemişti."
Sonunda aradığını bularak telefonu bana çevirdi. Açtığı video kaydını başlatmadan önce gözlerimin içine bakarak, "Sen o akşam işten çıktıktan sonra çekilen bir görüntü bu, hatta kayıtta sen de varsın. Mustafa abi ölmeden bir süre önce." dedi.
Kalbim boğazıma doğru tırmanırken, buz kesmiş ellerimle telefonu tuttum. Ardından kaydı başlattım. Tek bir lambayla aydınlanan karanlık bir sokağın kıyısını izliyordum. Kaldırımdan yürüyen siyah kedi dışında hiçbir hareketlilik yoktu. Sonra birden kadraja ben girdim; sırt çantamı takmakla uğraşırken, aceleyle koşuyordum. Yurda geç kalmamak için vapura yetişmeye çalışıyordum. Görüntüden çıkmam yalnızca on saniye sürmüştü; gerimde bomboş bir sokak bırakmıştım.
"Bekle, şimdi gelecek." dedi, neredeyse fısıldayarak.
Gerçekten de geldi. Sokağın tam karşısında bir silüet belirmişti. Baştan aşağı simsiyah giyinmişti. Sırtında bir çanta vardı; süratli bir şekilde kitabevinin sokağına giriyordu. Başını arkaya çevirerek birisine işaret yaptı; suratına ışık vurmuştu. Birden dudaklarım aralandı, kesik bir nefes taştı. Elim ağzımın üstüne örtülürken, Oğuz abinin karanlık bir gölge gibi ortadan kayboluşunu izledim. Bittiğini zannederek geriye çekilecekken, Uraz heyecanla, "Bekle, birisi daha var," dedi. Sanki ben de içimde açılan çukura devrilmiştim; adeta korkularımın içinde çırpınıyordum. Nefes nefese tekrar telefona yaklaştım. Birisi daha sokağı dönüyordu. Üstünde kahverengi bir deri ceket vardı. Siyah postallar giymişti. Koyu saçları ayazlarla savruluyordu. Bir anlığına kolundaki saate baktı, ardından omzunun üstünden sokağı kolaçan etti.
Aniden telefonu elimden fırlatarak attım. Uraz şaşkınlık içinde bana bakarken, "Demre, neyin var? Tanıyor musun yoksa bu adamı?" diye sordu. Fakat sorusunu hiçbir zaman yanıtlayamadım. Birdenbire yanımdaki sandalye geriye çekilmiş, suratıma o tanıdık koku çarpmıştı. Uraz'ın çehresini müthiş bir hayret ve korku sarmalarken, geriye doğru kaçıldı.
"Hangi adamı?" diye sordu, sakince yanıma otururken. Kolunu tasasızca sandalyemin sırtına yaslamıştı. Dudaklarına yine gülümseme yayılmıştı; fakat bu seferki çok farklıydı. Gözlerine ulaşamayan, karanlık bir keyiften ibaretti. "Ben de seni arıyordum, güzelim."
Sanki az önce elimde tuttuğum telefonun içinden çıkmış, dirilerek karşımıza geçmişti. Videodaki adam tüm gerçekliğiyle yanımda oturuyordu ve gözleri yalnızca benim üzerimdeydi.
𓄅
Yorumlar
Yorum Gönder