13
Uzun bir bölüm oldu, şimdiden keyifli okumalar dilerim. Oylarınızı ve yorumlarınızı unutmazsanız çok mutlu olurum!
𓄅
13: KURTLAR SOFRASI
Küçükken korkak bir çocuktum.
Ufak bile olsa bir hata yaptığımda mahallenin ücra köşelerine saklanır, saatlerce de ortaya çıkmazdım. Yaptığım hataların babamın güvenini zedelediğini düşünür, karşısına çıkmaya utanırdım. Çünkü onun güvenini kırmak, herkesin güvenini kırmak demekti. Ne zaman ki babam içinde kıvrandığı hastalığın pençesinden kurtulamadı ve bu hazin ölümün özgürleştirdiği annem, bizi amcamın gölgesine terk etti; o günden sonra bir daha hiç saklanmadım. Çünkü artık güvenini zedelemekten korktuğum kimse kalmamıştı. Böylelikle daha cesur olmayı öğrendim. Kendi haksızlıklarımı konuşamazken, on yaşındaki kardeşim için bağırabilmeyi öğrendim.
Peki ama neden şu anda cesaretimin kırıldığını hissediyordum?
Karşımdaki hayal kırıklığına bakarken içime hükmeden tek duygu, korkuydu. Sorduğu soru havada asılı kaldığı süre içinde suratındaki gülümseme de solmuştu. Kolunu masaya yaslayıp yavaşça bana döndüğünde, dudaklarından ismim döküldü. "Demre..." Korkmuştum; çünkü güvenini zedelemiştim. Korkmuştum; çünkü kaçıp saklanmak istiyordum. "Demek sen de arkamı hiç dönmemem gereken insanlardansın."
Kendimi açıklamak istedim ancak yapamadım. Hâlâ içimdeki korkunun şaşkınlığını soluyordum. Beni yakalarsa başıma geleceklerden ötürü bu kadar gerildiğimi zannetmiştim fakat hiç de öyle olmamıştı. Kendimi anlayamıyordum. Karşımdaki adamın güveni neden beni korkutuyordu? Üstelik az önceki kamera kaydında izlediğim kişinin ta kendisiyken ve artık ona güvenmemek için elimde ürkütücü sebepler tutuyorken.
"Ne oluyor birader, sen kimsin?"
Aramızda örülen sessizliğin içinden çekilir gibi geriye kaykıldı ve dosdoğru Uraz'a döndü. Yüzündeki düş kırıklığı tuzla buz olurken, yerini pür bir öfke kaplamıştı. Bana göstermediği hiddeti, karşısında oturan adamla göz göze geldiği an dirilmişti sanki.
"Sadece bir kere söyleyeceğim," dedi, ürkütücü bir uysallıkla. Usulca kopmaya hazırlanan bir fırtınayı andırıyordu. "Bu buluşma hiç yaşanmadı. Bu konuşma hiç olmadı. Biz bu masadan kalkıp gideceğiz, sen de kendi yoluna bakacaksın. Hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edeceksin." Resmen saldıracakmış gibi bakıyordu Uraz'a. Sesinin baskısını arttırarak, ekledi. "Anlaşıldı mı?"
Apaçık bir korkuyla dolmasına rağmen cesurca karşılık verebilen Uraz, beni şaşırtarak, "Hayır, anlaşılmadı," dedi, sertçe. Gözlerimle onu uyarmaya çalışsam da bana bakmıyordu. Hiç olmadığı kadar sinirliydi. "Sen kim oluyorsun da bana emir verebiliyorsun? Karşıma geçmiş bir de erkeklik taslıyorsun," Kızgın kızgın güldü. Başını sallayınca kıvırcık bir tutam alnına çarpmıştı. "Kendisi benim arkadaşım. İstediğim gibi onunla oturup, konuşabilirim. Kimse..."
Merih aniden elini masaya indirince ikimiz de irkildik. Bu tok ses kafedeki uğultunun üstüne kapanmış, etrafımızdaki herkesi bize döndürmüştü. Aceleyle devrilen peçeteliği kaldırırken, şaşkınlıkla Merih'e bakıyordum.
"Bana bak aslanım," Birden masanın üstünden uzanıp Uraz'ı ensesinden yakaladı. Başını aşağıya bastırarak, suratına sokuldu. "Sana erkeklik taslıyor olsaydım, şu an kırık kıçının üstüne oturamamaktan sızlanıyor olurdun. Ama ben onun yerine ne yapıyorum, sana abilik yapıyorum," Hışımla ayağa kalkınca oturduğum sandalye geriye devrildi fakat masadaki kimse bu ayrıntıyı fark edemedi. Korkuyla dolmuştum; iki elle Merih'in koluna asıldım. "Şu hayatta hiç sevemediğim iki tip insan var," Bırakmasını söyleyerek kolunu çekiştirsem de beni duymuyordu. Sesi çok hınçlıydı, çenesini sıkıyordu resmen. "Birincisi, başkalarının işine burnunu sokanlar," Birden elindeki telefonu kapıp parmaklarının arasına kıstırarak, suratına doğru salladı. Uraz öfkeyle ayağa kalkmaya yeltendi; ancak yapamadı. Merih korkunç bir kuvvetle omzuna bastırmış, henüz kalkamadan geri oturtmuştu onu; sadece tek eliyle sağladığı hâkimiyet tüyler ürperticiydi.
"Merih, lütfen bırak!" Tekrar koluna asılarak kendime çekmeye çalıştım ama kımıldatamadım. Neredeyse ağlayacaktım; endişeyle etrafıma bakındım. Tüm gözler bizim üstümüzdeydi.
Fakat Merih'in umrunda değildi. Hâlâ diri tutabildiği bir hınçla Uraz'ın suratına doğru mırıldanıyordu. "İkincisi, bana lafımı ikiletenler. Bak sen şu işe, çoktan tek taşla iki kuş vurmuşsun bile."
Uraz ensesine çöken ağırlıktan kurtulmak için tekrar çırpındı. "Telefonumu geri ver, yoksa çok kötü olur!"
Merih kışkırtırcasına gülerek, telefonu cebine attı. Hiç düşünmeden elimi pantolonun cebine sokarak geri almaya çalıştım. Dokunuşumu hissedince hızla Uraz'ı bırakarak doğruldu; çevik bir manevrayla yan dönerek elimden kurtulmuştu.
Tekrar cebine uzanmaya çalışınca elimi havada yakaladı; birden kendimi göğsüne çarparken buldum. Tehdit kokan bir sesle, "Daha fazla şansını zorlama istersen, Demre. Üzmek istemiyorum seni." dedi, üzerime eğilerek. Uyarır gibi elimi sıkmıştı. Adeta alevler püskürüyordu gözlerinden.
Uraz ensesini ovarak ayağa fırlayınca, ilgisi tekrar ona kaydı. Elimi bırakmayarak beni arkasına doğru çekti. Yüzünde öylesine düşmanca bir ifade vardı ki içimdeki korkuyu harlıyordu.
Neredeyse yalvarırcasına, "Lütfen daha fazla uzamasın bu mevzu Uraz, telefonunu alacağım merak etme." dedim. Masanın etrafından dolanarak karşımıza geçerken incinen gururunu onarmaya çalışır gibi omuzlarını dikleştirmişti. Gözleri çakmak çakmaktı.
Elimi tutan elden, buz gibi bakışlarını Merih'e yükseltti. Nefes nefese kalmıştı, resmen burnundan soluyordu. "Çek elini kızın üstünden, zorla hiçbir yere götüremezsin onu."
Halbuki Merih elini zaten çekmeye çalışmıştı ancak ben müsaade etmemiştim; o kadar saldırgan duruyordu ki istesem de bırakamıyordum. İçerdeki tüm uğultu kesilmişti; tüm başlar bize çevrilmişti. Garsonlar ne olduğunu anlamaya çalışır gibi duraksamış, bizi izliyordu.
Merih sertçe parmaklarımın arasından sıyrılıp, elini sırtıma koydu ve beni hafifçe merdivenlere doğru itekledi. Gözlerini Uraz'dan ayırmıyordu. "Kimseyi zorla bir yere götürmüyorum. Kendisi benim sorumluluğumda, işine bak sen."
Daha fazla konuşmaya gerek duymayarak önüne döndü. Ancak yalnızca birkaç adım atabildik; ansızın arkamdan gelerek kolumu yakalayan Uraz, beni sertçe kendisine doğru çekti. "Bu eşkıya tipli adamla mı gideceksin, Demre? Saçmalama!" Dengemi kaybederek geriye doğru savruldum; kolum tırabzana çarpınca dudaklarımdan acı bir inilti döküldü. Kendimi kollarının arasında buldum; elleri rahatsız edici bir şekilde göğüslerimin hemen altındaydı. Gözleri beni bulan Merih'in yüzünde akkor gibi bir öfke parladı; eli birden beline uzanınca panikledim. Yoksa yanında silah mı taşıyordu? Hızla ellerimi ona doğru kaldırdım.
Hışımla silkelenerek, "Ne yapıyorsun, Uraz? Bu şekilde hiçbir şeyi çözemeyiz, çek ellerini üstümden!" diye bağıramadan, tüm kelimeler boğazıma dizildi.
Tek bir adımla yanımızda biten Merih bir eliyle Uraz'ın yakasına asılırken, diğeriyle de beni kendisine çekti. Aynı anda vahşi bir yırtıcının hırlaması gibi dudaklarından, "Çekil aradan." sözleri döküldü. Beni kargaşanın odağından uzaklaştırmak ister gibi arkaya itekledi. Tırabzanlara doğru sendeledim. Elindeki gücün hiç farkında değildi; kolumu öylesine büyük bir kuvvetle tutmuştu ki tenimde parmaklarının izi kalacağına emindim.
Korku tıpkı bir urgan gibi boğazıma dolanmıştı, nefeslerimi kesiyordu. Merih, Uraz'ı duvara çarparak tüm gücüyle yakasına asıldığında etraftan çığlıklar duyuldu. Garsonlar telaşla bir yerlere koşuştururken, tüm kafeye müthiş bir panik çökmüştü.
Kasanın arkasından telefona sarılan garsonu görünce, hızla ileriye atıldım. Yoksa iyice çığırından çıkacaktı. Aralarına girmeye çalışıyordum ancak olmuyordu; Merih'in ellerini gevşetebilmek neredeyse imkansızdı. Üstelik ben kendisini itmeye çalışmıyormuş gibi, öfkeyle söylenmeye devam ediyordu. Resmen gözü dönmüştü.
"Bana bak, Uraz mısın nesin," Kendisine çekerek sertçe tekrar duvara çarptı. Onunla birlikte ben de ezilmiştim; tok sesi duymak benim bile canımı yakmıştı. "Güzel laftan anlamasını bil. Üstüne vazife olmayan meselelerden de uzak dur. Yoksa canın çok yanar, benden söylemesi."
"Merih!" diye bağırdım, yakarırcasına. Sesim tüm kafeyi inletmişti. Sonunda aralarına girmeye çalıştığımı fark ederek, duraksadı. "Lütfen sakin olun, ne yapıyorsunuz? Bırak lütfen," Ellerimi göğsüne koyarak iteklemeye çalıştım. Kollarımdaki tüm güç çekilmişti artık. "Başımıza bela alacağız sizin yüzünüzden. Garson polisi arıyor! "
"Selamımı da söylesin." dedi, kızgın bir alayla. Sonunda yakasını bırakarak uzaklaşınca, endişeyle Uraz'a döndüm. Suratı kıpkırmızı olmuş, soluk soluğa kalmıştı. Hafifçe öne doğru bükülmüştü; eli durmadan boğazını ovuşturuyordu.
"Uraz, iyi misin?" Omuzlarını tutarak yüzünü görmeye çalıştım. Üstüne binen endişeyi taşıyamayan sesim, zangır zangır titriyordu. "Lütfen sakin ol, tamam mı? Şimdi gitmek zorundayım ama seninle tekrar iletişime geçeceğim." Merih'in duymayacağını umarak sesimi alçalttım. "Telefonun için de endişelenme, söz veriyorum halledeceğim."
Yüzünü ekşiterek, "Demre," diye mırıldandı. Bir anlığına arkada duran Merih'e fırlattığı düşmanca bakıştan sonra tekrar bana döndü. "Kendine bunu yapma, ne biçim insanların arasındasın farkında değil misin?" Sesini o kadar kıstı ki ben bile ne dediğini zar zor duyabildim. "Kamera kaydındaki adam değil mi bu? Nasıl bir şeye bulaştığının farkında değilsin sen. Hiçbir şey canından daha önemli değil. Gitme o adamla."
Elimi tutmaya yeltendiğini sezince geriye kaçıldım. Merih'in huysuz söylenmelerini duyuyor olmak gerginliğimi iyice arttırıyordu. "Ben iyiyim Uraz. Sen de iyi ol lütfen, benim için de endişelenme."
Arkadan gelen, "Hadi." emriyle Uraz'a sırtımı döndüm, merdivenlere yürüdüm. Bastığım yeri döve döve basamakları indim. Onlarca insanın şaşkın bakışları altından sıyrılmış, kendimi sokağa atmıştım. Soğuk havayla kuşanınca bir nebze de olsa rahatladım; fakat hâlâ öfke kanımı ısıtıyordu. Akın akın insanların geçtiği sokağın tam ortasında durup, Merih'in gelmesini bekledim. Karşımda durdu; asabi asabi nefesini üfleyerek ellerini beline koyunca ceketi katlandı, belindeki tabancanın kabzası meydana çıktı. Buz gibi bakışlarımı silahtan yüzüne kaydırım. Hâlâ burnundan soluyordu. Bir anlığına geri dönmeyi düşünür gibi kafeye baktı; hıncını tam alamamanın huysuzluğu vardı üstünde.
"Bana bak," dedim, bana emir verirken kullandığı o tonun aynısıyla. Yavaşça bana döndü, gözlerinde bariz bir şaşkınlık ve öfke harmanlanmıştı. Cesurca verdiğim buyruk hayrete düşürmüştü onu. "Vuracak mıydın gerçekten?"
Sesimdeki kızgınlığın düş kırıklığıyla verdiği savaşı dinledi bir süre. Elini hızla belinden çekmiş, silahı ceketinin arkasına saklamıştı. Gergin bir şekilde yüzünü sıvazladıktan sonra, "Hiç düşünmedim diyemem." dedi.
Kayıtsızlığı beni şaşkına çevirdi. Bir adım geriledim. "Eşkıya mısın ya sen? Polis gelmiş olsaydı ne yapacaktın?"
"Taşıma ruhsatım var, Demre. Elimi kolumu sallayarak belime tabanca asmadım herhalde." Az önce aramıza soktuğum mesafeyi tek bir adımla kapattı. Öfkesi hâlâ suratında alazlanmayı sürdürüyordu. "Madem haksız olduğumu düşünüyorsun polislerin beni enselemesi seni neden rahatsız ediyor? Gelsinler, alsınlar."
"Haksız olduğunu düşünmüyorum Merih, sadece aşırı tepki verdiğini düşünüyorum." diye mırıldandım hınçla.
Bir süre sustu. Tıpkı benim gibi, onun da bakışları buz gibiydi. "Yaptığın hatanın farkındasın demek."
Farkındaydım ancak onaylayacak bir kaşılık vermedim. Derin bir nefes alarak cesaretimi topladım. "Telefonu bana ver." Elimi ona doğru uzattım. "Hiçbir sebep yaptığın bu saçmalığı haklı çıkaramaz."
Havada duran elime baktı. Yine o bakışı kuşanmıştı. İçten içe Uraz'ın cesaretini takdir ederken, geriye kaçılmamak için direndim. Yavaşça aramızdaki mesafeyi kapattı. "Biraz da senin yapmaya hakkının olmadığı şeylerden söz edelim, ne dersin?" Gözlerinin dokunduğu her yere ufak iğneler batıyordu sanki. "Sen nasıl bir halt yediğinin farkında değil misin? Bir de utanmadan telefonu istiyorsun benden." Bir anlık durdu. Tahammülsüzce bakıyordu şimdi. "Arka masada oturuyordum, her şeyi duydum. Ben olanları anlattıktan sonra arkadaşının yaşamasına izin vereceklerini mi sanıyorsun? Akıllı bir kız olduğunu düşünmüştüm."
Beynimden vurulmuşa döndüm. Hışımla geriye kaçıldı, onu takip etmemi söyledikten sonra da yürümeye başladı. Fakat yerimden kımıldayamıyordum; sanki zemine mıhlanmıştım. Kalabalığa karışan siyah bir leke gibi uzaklaşırken, gidişini izliyordum. Her şeyi duydum. Sözleri kulaklarımda uğulduyordu. Arkadaşının yaşamasına izin vermezler. Sırf benim yüzümden Uraz'a bir zarar gelirse kendimi affedemezdim. Yeterince kayıplar vermiştim. Hayır, bu sefer olmaz, artık olmaz.
Hızla ileriye atıldım; yalnızca birkaç saniye içinde adımlarına yetişmiştim. Yaşadığım panikle omzuna çarptığım genç bir çocuk, söylene söylene uzaklaşıyordu. Ancak sözlerine kulak asamayacak kadar dağılmıştım. İki elle Merih'in koluna asıldım ve zar zor kendime döndürdüm. Dudaklarımdan beni bile şaşırtan bir çaresizlikle, "Merih, lütfen bir dakika dur," yalvarışı dökülmüştü. Hafifçe kaşları kalktı; önce şaşırdı ama hemen sonra benden bir vaat duyabilme beklentisi aldı yerini. "Lütfen kimseye söyleme, rica ediyorum. Uraz kendi kendine bir şeyler araştırmış sadece, eminim ki kötü bir amacı yoktur." Alayla güldü, bir şey söylemeye yeltendi. Fakat konuşmasına müsaade etmedim. "Benim için endişelendiğinden böyle davranıyor. Lütfen aramızda kalsın bu olanlar."
Kolunu sertçe çekip, elimden kurtuldu. "Öyleyse öğret şu sevgili erkek arkadaşına, bir daha kendi kendine bir şeyler araştırmasın."
"Erkek arkadaşım değil o," Küçümseyici vurgusu hoşuma gitmedi. Öfkemin çaresizliğimi bastırmaması için adeta çırpınıyordum. "Ayrıca Mustafa abiyle çok yakınlardı, bu yüzden böyle şeyler araştırması gayet doğal." Saldırmamalıydım, onu ikna edebilmek istiyorsam saldırmamalıydım. Ama yapamıyordum, hâlâ kor gibi yanıyordum. "Emin ol, sevdiğin birisini kaybetmenin sana neler yaptıracağını tahmin bile edemezsin."
Suratındaki küçümsemeye gölgeler devrildi. Karanlık ama meraklı bir sessizliğe bürünmüştü. Bir süre ikimiz de kelimelere uzanmadık. Akan bir zamanın ortasında takılı kalmış ufak bir lahza gibiydik. Etrafımızdan geçen insanların hayatı son sürat akıp giderken, bizimki sanki durmuştu.
Birden, "Sana neler yaptırdı peki?" diye sordu, kışkırtmaya çalışarak.
Beni kendi hayatımdan vazgeçirdi.
"Hiçbir şey," dedim, omuz silkerek. Gözlerine gülüşler bulaştı. Çünkü sözlerimdeki yalanı duyabiliyordu. "Ben yoluna bakan taraftayım."
Bir karşılık veremedi çünkü tuhaf bir titreşim sesi yükselmişti. Sesin Uraz'ın telefonundan geldiğini zannederken, çevik bir şekilde elini ceketinin iç cebine attığını görünce kaşlarımdaki çatıklık gevşedi. Demek yanında taşıyordu. Merih yan dönerek külüstür telefonu açığa çıkarırken, merakla ekranına bakmaya çalıştım fakat hiçbir şey göremedim. Hızlıca aramayı meşgule atıp geri cebine soktu. Bir anlığına bana dokunan gözleri, suratımdaki çıplak merakı yakalamıştı.
Agresif bir imayla, "Vereyim sen konuş istersen?" diye sordu.
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yoksa telefonuna dokunduğumu anlamış mıydı? Duygularımı gizlemekte bocalamıştım, çıplak bir endişeyle bakıyordum. Tekrar bana dönerken, "Sen ve o çocuk ne haltlar çeviriyorsunuz bilmiyorum ama," diye mırıldandı alçak bir perdeden. Öfkesi gözlerine sıçramıştı yine. "Sizin canınızın hiçbir kıymeti yok herhâlde. Bu gidişle heba olursunuz bak, yazık olursunuz."
"Merih, lütfen zarar verme ona!" Gitmeye yeltenmişti ama ben tekrar koluna asılınca durmak zorunda kaldı. Şaşırarak, yalvaran suratıma baktı. "Bugünü unutalım, lütfen Uraz'a bir şey yapma."
Birden aralık dudaklarından şaşkın bir ses döküldü; hızla verilen nefesle karışık bir gülüştü bu. "Demre sen beni ne zannediyorsun tam olarak?" dedi, bariz bir hayretle. Bu sefer ciddi bir yanıt duymayı bekliyordu. Fakat ona istediğini veremedim. Sessiz kalışım üzerine, tekrar güldü. Gözlerine yoğun bir düş kırıklığı bulaşmıştı. "Kafama esince adam öldüren biri gibi mi duruyorum oradan?"
Tekrar kolunu geri çekti; bu seferki daha hırçın bir kaçılıştı. Ardına dahi bakmadan sinirli bir şekilde yürümeye başlayınca, ben de peşine düştüm. Adımlarına ayak uydurabilmek için resmen koşuyordum. "Neye şaşırıyorsun ki? Üstüne üstlük bir de sinirleniyorsun." Defalarca kez insanlara çarptım, tökezledim. Ancak yine de arkasından yetişip, sesimi duyurabilmeyi başardım. "Durmadan beni tehdit eden birisi hakkında ne düşünebilirim? Üstelik belinde silah taşıyan bir adamsın."
Birden durunca başımı göğsüne çarptım; sertçe ayakkabılarını çiğnemiş, kirletmiştim. Acıyla inleyerek alnımı ovarken, geriye çekildim. Afallayarak göğsüne bakıyordum. Nasıl bu kadar sert olabilirdi? Sanki ona çarptığımın farkında değilmiş gibi öfkeyle söyleniyordu.
"Her silah taşıyan kişi katil mi senin gözünde?" Kendisine yaptığım yaftalamaların canını ne kadar sıktığı hareketlerindeki haşinlikten belliydi. Hışımla elini beline atarak silahını meydana çıkarınca istemsizce geriledim. Gözlerini bir an bile üstümden çekmiyordu. Tek bir manevrayla boş şarjörü yerinden söküp aldı ve göreceğim şekilde havaya tuttu. Parmağına geçirince ters dönerek sallanan silahı da aynı hizada kaldırmıştı. Teslim olan bir suçlu gibi duruyordu şimdi. "Yüzlerce insanın arasında dolu bir şarjörle gezeceğimi mi sanıyorsun?" Öfke suratının her zerresine nüfuz etmişti. Gözleriyle burgu gibi deliyordu resmen. "Taşımamın tek amacı güvenlik."
Cesurca havada tuttuğu tabancaya korku dolu bakışlar atarak uzaklaşan insanları görünce, tek bir adımla yanına sokuldum. İki elle silaha tutunarak kendime çektim ve yere indirdim. Endişeyle etrafa bakarken, "Bu şekilde teşhir etmesen mi diyorum?" diye çemkirdim.
Silahın üstüne kapanan ellerime baktı bir süre. Sonra birden sert bir manevra yaptı ve kendine çekti beni. Tekrar göğsüne çarparken, silah bedenlerimizin arasında sıkıştı. Karnıma yaslanan soğukluk içimi ürpertmişti. Başımı geriye atarak, ne yapmaya çalışıyorsun diyen bir sinirle suratına baktım. Yanımızdan geçip gidenler tek bir bakışla yetinmiyor, dönüp tekrar bakıyordu bize.
Sinirli bakışlarıma karşılık yalnızca güldü. Bir insan öfkeli olmasına rağmen nasıl bu kadar içten gülebilirdi? "Bu zamana kadar hep bir şeyleri gizledik zaten, bırak da özgürce teşhir edelim biraz kitapçı kız."
Başımı hafifçe geriye çektim. Kaşlarımı çatmıştım. "Yine ne anlatmaya çalışıyorsun, Merih? Şu üstü kapalı lafların sıkıcı olmaya başladı artık."
Ufak bir çocuk gibi dudaklarını büzdü. "İşte şimdi kalbimi kırdın. Benim gibi sürprizlerle dolu bir adamdan," Dudaklarını yüzüme yaklaştırdı. "Nasıl sıkılabilirsin?"
Gözlerimi devirdim. "İki dakika önce öfkeden kuduruyorken şimdi nasıl bu kadar kolay alaya vurabiliyorsun?" Hınçla geriye çekilecekken bu sefer de o beni durdurdu. Silahı tutan parmaklarımı henüz gevşetemeden diğer eliyle tenimin üstüne kapanmıştı. Şarjör ellerimizin arasında ezildi. "Nevrimi nasıl döndürüyorsan artık," dedi, sanki muzipliğinin suçlusu benmişim gibi sert bir edayla. "Doğru düzgün öfkemi sürdüremiyorum bile. Böyle bir adam değildim ben. Ne yapıyorsun bana, söyle?"
Şaşırmıştım; benimle dalga geçtiğinden şüphelenerek suratını inceledim. Fakat çok ciddiydi, gülmüyordu. İçime tuhaf bir sıcaklığın yayıldığını hissedince, panikle sorusunu geçiştirdim. "Sen kendi kendine yapıyorsun ne yapıyorsan. Benim sana yaptığım bir şey yok."
"Var, var," dedi, ağır sesiyle üstüne basarak. Kaşlarını çatmıştı; benim ona yaptığım gibi, o da bir yanıt bulmayı umarak suratımı inceliyordu. Aramızda örülen çekimden rahatsızlık duyarak tekrar geriye kaçılmaya çalıştım. Fakat yine müsaade etmedi. Elindeki baskıyı arttırırken düşüncelerden arındı ve birden ciddileşti. "Ayrıca," Merakla kaşlarımı kaldırdım. "Tehdit olarak görmen gereken asıl kişi ben değilim. Ben sadece seni uyarıyordum. Gerçi uyarılarımın hiçbir faydası olmamış, onu da anladık bugün."
"Neden beni uyarıyorsun ki?" diye sordum, ellerimi yavaşça çekerek. Bu sefer engel olmamıştı.
Şarjörü geri silaha takıp beline kıstırırken, etrafta göz gezdirdi. Biraz alayla biraz da serzenişle, "Kahretsin ki iyi bir insanım, yapacak bir şey yok." dedi. Sonra tekrar bana baktı. "Kızlar arabada bekliyor, bir an önce gidelim."
Başka söz söylemedi ve yürümeye başladı. Hızlı adımlarla kalabalığı yararken, durmadan gözleriyle beni kolaçan ediyordu. Güvensizliği duruşuna bile yansımıştı. Çarşının içinden çıkıp arabanın olduğu tarafa doğru ilerlerken, adımlarım yavaşladı. Fark ederek bana döndüğünde, endişeyle, "Bugün olanlar aramızda kalacak mı?" diyerek, tekrar üsteledim.
Elini omzuma koyup beni kenara çekerken, kaldırımdan yürüyen insanlara yolu açtı. Yanıtlamadan önce bir süre duraksamıştı. İçinde bir vicdan mahkemesi kurduğu belliydi; doğru olana karar vermeye çalışıyordu. Sonunda, "Düşüneceğim." diyerek ucunu açık bırakmayı seçti. İçimi tam anlamıyla rahatlatamamıştı bu; fakat sesimi çıkaramadım. Zaten başka soru duymak istemiyormuş gibi hızlıca arkasını döndü ve arabaya yürüdü.
Kızlar gerçekten de içerde bizi bekliyordu. Mercan'ın ön koltuğa yerleştiğini görünce yavaşça arkaya geçtim. Sude yanına oturduğum an, endişeyle kolumu dürttü. Durmadan Merih'e kaçamak bakışlar atıyor, gürültülü bir tepki veremiyordu. Diğer kızlar da öne doğru eğilmiş, yüzümü görmeye çalışıyordu.
"Ne oldu?" diye fısıldadı Dilara, araba yola koyulduktan bir süre sonra.
Kısaca, "Anlatırım sonra." dedim. Çünkü içerisi o kadar sessizdi ki ne söylesem gürültü doğuracak gibiydi. Üstelik Merih'in kaybolduğumu fark ettikten sonra öfkesinin bir kısmını kızlardan çıkardığı da apaçıktı. Bariz bir suskunluk ve durgunluk vardı arabada. Konağa varana kadar da bizimle gelmeyi sürdürdü.
Sonunda araba durduğunda hava artık iyice kararmıştı. Karanlığın her köşeye nüfuz ettiği geceye adım attığımız an, herkes çili yavrusu gibi dağıldı. Merih, sessizliğini koruyarak eşyalarımı bagajdan çıkardıktan sonra evine doğru yola koyulmuştu. Yürüyüşünde yorgunluğun izleri vardı. Hızlıca yaktığı sigaranın dumanı, karanlığın içinde beyaz bir sis gibi peşinden sürükleniyordu.
Eve girdiğimiz sırada bana dönen Mercan, sert bir dille, "Nasıl becerdin kaybolmayı? Senin yüzünden doğru düzgün keyfini bile çıkaramadık günün, tebrik ederim." diyerek çıkıştı.
Suçluluk duygusu göğsüme oturdu. Henüz ben yanıt veremeden, Dilara öne atıldı. "Çok kalabalıktı, kaybolması normal. Hem sen zaten çarşıya gitmek istemiyordun, niye gezemedin diye üzülüyorsun?"
Mercan asabi asabi gözlerini devirip köşeyi döndü. Söylenerek uzaklaşan sesi hâlâ koridorda yankılanıyordu. Sude elini sırtıma koyup beni merdivene yönlendirirken, Dilara da arkamızdan geldi.
"Umursama sen onu." diyorlardı, odaya girdiğimiz esnada. Günün tüm gerginliği sonunda sırtımdan inmiş gibi kendimi yatağa bıraktım. Bağdaş kurarak ellerimi başıma yasladım. Alnıma kadar akseden keskin bir ağrı saplanmıştı şakaklarıma. Dilara sertçe yanıma oturarak yatağı sarstı.
"Merih abi çok mu kızdı?" diyen endişeli sesini duyunca başımı kaldırdım. Ceketini çıkarıp kenara fırlatan Sude, karşı yatağa oturmuştu. Aynı endişenin farklı bir tonuyla, o da beni süzüyordu.
Ciğerlerimdeki tüm havayı boşaltırken, "Biraz kızdı, evet." dedim. Kavgadan kesitler gözümün önüne geldikçe sanki tekrar o anı yaşıyormuşçasına gerilmiştim. Biraz değildi, çoktu. Gözlerinin karardığı ve belindeki silaha meylettiği anı anımsayınca tüylerim ürperdi. Zihnimi dağıtabilmek için konuyu değiştirdim. "Size çok kızdı mı asıl?"
Sessizce bakıştılar. Gülmekle ürkmek arasında arafta kalmış gibiydiler. Ama Dilara'nın, "Çok değil ya, ağzımıza sıçtı sadece." sözlerinden sonra ikisi de dayanamayarak güldü.
Dehşet içinde ona döndüm. "Gerçekten mi? O kadar mı kızdı?"
Sude bacaklarını kendisine çekerek bağdaş kurarken, "Evet, sen gittikten on saniye sonra yokluğunu fark etti zaten," diye anlattıkça, istemsizce o korkunç anı zihnimde tasvir ettim. Aniden ortalıktan kayboluşumun onu nasıl şaşırtarak sinirlendirdiğini hayal etmesi epey zordu. Merih'in patlamaya hazır bir volkan gibi etrafta dolandığını düşünmek beni daha çok geriyordu. "Kudurdu resmen, ne kadar salağa yatsak da bize inanmadı. Sonra bizi arabaya gönderdi. Kendisi de seni aramaya başladı." Durdu, merakla bana baktı. "Nerede buldu seni?"
"Uraz'la otururken buldu," dediğim an ikisi de nefesini tuttu. "Tartıştılar biraz, sonra da çıkıp geldik zaten. Ama biraz tatsız oldu tabii."
Sude üzgün bir şekilde dudaklarını büktü. "En azından görüşebildin arkadaşınla. Dua edelim de Meral ablanın kulağına gitmesin olanlar. O zaman ne yaparız, bilmiyorum."
Bu hazin gerçeği sindirmeye çalışmanın verdiği ağır bir sessizlik oldu. Gerçekten de bu olay duyulursa eğer, kötü sonuçlar doğururdu. Tüm suçu üstüme yüklenmeye hazırdım fakat bunun bir faydası olur muydu, bilmiyordum. Meral Hanım zeki bir kadındı ve lafların içine serpiştirilen yalanları zorlanmadan bulabilecek kadar da dikkatliydi.
İlerleyen dakikaların sonunda bozguna uğramanın verdiği suskunlukla herkes kendi yatağına çekildi. Tüm gece boyunca huzursuz bir uykunun içinde yuvarlanıp durmuştum; sabah uyandığımda bile zihnim darmadağınıktı. Keza dünün gerginliği de hâlâ üstümdeydi.
Akşam konağa Tan Bey'in kızı ve torunlarının geleceğini öğrendiğimiz için hummalı bir çalışmanın içine girmiştik. Üst kattaki misafir odalarının temizlendiği yorucu saatlerin sonunda ara vererek, kahve içmek için mutfağa inmeye karar verdik. Geçen sene ahırda yaşadıkları gülünç bir anıyı anlatan Sude'yle kol kola koridoru aştığımız esnada, birisinin bana seslenmesiyle durmak zorunda kaldık.
"Demre."
Sude hızla koluma asılıp beni duvar kenarına çekti. Ne olduğunu anlamak için arkamı döndüğümde koridorun ucunda dikilen Zeren Hanım'ı gördüm. Az önce resim odasından çıkmış gibi eli hâlâ kapının kulpunu tutuyordu. Üstünde uzun kollu, yırtık bir tişört ve paçavrayı andıran bol bir eşofman altı vardı. Saçları kabarık ve dağınıktı; yanağındaki kırmızı boya lekesi parmaklarına da bulaşmıştı.
Sude benden önce davranarak, "Bir şey mi istediniz, Ceren Hanım?" diye sordu. Hastalığını bu kadar kanıksamaları ve tek bir bakışla kiminle konuştuklarını anlamaları hayret vericiydi. Kişilikleri arasında bariz farklılıklar bulunuyor olsa da ben hâlâ ayırt etmekte zorluk çekiyordum. Tam anlamıyla alışamamıştım.
Ceren süratli bir şekilde yanımıza gelince telaş rüzgarı da suratımıza çarptı. Sude'nin bileğimi tutuş şekli bile gerginliğini yansıtmaya yetiyordu. Kendisi alışmıştı belki karşısındaki kadınla mücadele etmeye; fakat benim hâlâ ayak uyduramadığımın farkındaydı ve bunun onu kaygılandırdığı da apaçıktı.
Üzerime dikilen mavi gözlerin huzursuzluğuyla kımıldanırken, "Demre, seninle biraz konuşabilir miyiz?" dediği an, bu huzursuzluk hiç olmadığı kadar kabardı. Afallayarak bir bana bir ona bakan Sude, hafifçe bileğimi sıktı. Ne anlatmak istediğini anlayamasam da bu hareket daha da kaygılanmama neden oldu. Ancak böyle bir teklifi reddetme lüksüm olmadığını üçümüz de biliyorduk; bu yüzden sessizce isteğine boyun eğmek zorunda kaldım.
Sude'nin endişeli gözlerinden ona dönerken, "Siz nasıl isterseniz." karşılığını verdim. Buyruğuna girmemden memnun bir şekilde gülümsedi ve eliyle peşine düşmemi işaret etti. Ardından gelişinin aksine durgun adımlarla yürümeye koyuldu. Rüzgarıyla birlikte yürüdükçe eşofmanı da kabarıyordu.
Sude gözleriyle beni uyardıktan sonra çenesiyle merdivenin başını gösterdi. Seni burada bekliyor olacağım, suretinde kımıldayan dudakları biraz da içimi ferahlatmıştı. Başımı sallayıp, aceleci adımlarla Ceren'e yetiştim. Resim odasına gireceğimizi zannederken beni şaşırtarak karşıdaki kapıya yöneldi; bu odayı sadece Sude temizlerken eşikten görmüştüm.
Sonuna kadar araladığı kapıyla kenara çekilerek, "Gelebilirsin," dedi. Elini davetkâr bir şekilde içeriye uzatmıştı; suratında sönük bir gülümseme vardı. Onunla ilk tanıştığım anki heyecanından tamamen yoksundu. Keza bitkin ve mutsuz duruyordu.
Yavaşça içeriye girip beklemeye başladım. Kapıyı arkamızdan örtünce kanıma yoğun bir endişe karıştı. Son olanlardan sonra onunla dört duvar arasında kalma düşüncesi bile kendimi kapana kısılmış gibi hissettiriyordu. Fakat onun bendeki bu duyguları sezmekten rahatsız olacağını tahmin ettiğim için ketum durmaya çalışıyordum.
"Gel şöyle oturalım," Pencerenin önüne konulmuş tekli koltuklara doğru yürüdü. Perdeleri sonuna kadar ayrılmış olan camdan ormanın tüm ihtişamını görmek mümkündü. Usulca gösterdiği koltuğun ucuna iliştim. O da tam karşıma oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Parmaklarını birbirine kenetlerken gözlerini üstüme dikti; tıpkı babasını andırıyordu.
"Sizi dinliyorum." dedim, bir an önce mevzuya girmesini sağlamak için.
"Birkaç gün önce tatsız bir olay yaşanmış," Boğazını temizledi. Gözlerini kaçırmış, tekrar söze girene kadar da yüzüme bakamamıştı. "Zeren adına senden özür dilerim, çok üzgünüm olanlardan dolayı. Keşke engelleyebilseydim ama çok sonra öğrendim. Lütfen beni affet," Beklentiyle suratıma bakıyordu. Ellerini çözmüş, öne doğru uzanmıştı. Yaklaştıkça gözlerinin sulandığını fark ettim; şaşkınlığa boğulmuştum. "Zaten kendime bir arkadaş bulmak yeterince zor, Zeren'le Beren'in aptal kavgası yüzünden daha da zorlaşıyor."
"Ceren Hanım," dedim, çekingen bir tavırla. Ne diyeceğimi bilememiştim ancak yanında bulunduğum her saniye gerginliğim gitgide kabarıyordu. Bir an önce konuşmayı sonlandırma çabasına girmiştim. "Kimseye kızgın değilim, merak etmeyin. Sırf bunun için kendinizi üzmeyin lütfen." Yavaşça ayağa kalktım. "Şimdi işime dönsem iyi olur."
Koltuğun çevresinden dolanarak kapıya yöneldim. Karşı duvara asılmış olan çerçeveler gözüme ilişti; tanıdık bir çehre görünce kaşlarım çatıldı. Portredeki kız, tüm gerçekliğiyle fotoğraflardaydı. Üstelik çok yakın oldukları verdikleri pozlardan belliydi; ikisinin de ağzı kulaklarındaydı, resmen gözlerinin içi parlıyordu. Önüme dönerek kapıya yürüdüğüm esnada arkamdan bana yetiştiğini duydum; bir an sonra yumuşak bir dokunuşla beni durdurdu.
"Demre, lütfen bekle," Döndüm, bastıramadığım bir sabırsızlıkla suratına baktım. Mesafeli tavrımı fark ederek elini çekti; artık biraz daha ürkek konuşuyordu. "Arkadaşlığımızın bitmesini istemiyorum. Kızların seni korkuttuğunu biliyorum," Karşı çıkacakken konuşmama izin vermedi. Keskinleşen sesi, Zeren'in vurgularını taşıyordu. "Korkmakta çok haklısın. Ama bir daha böyle bir şey yaşanmayacak. Bir daha asla sana zarar vermelerine izin vermeyeceğim. Söz veriyorum."
Ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Minnet mi duymalıydım? Karşımdaki kadına üzülmeli miydim? Yoksa peşimi bırakmadığı için sinirlenmeli miydim? Kafam karışmıştı; dünkü ağrı tekrar şakaklarıma nüks ediyordu. Benden bir yanıt duymayı beklediği apaçıktı; içi umutla dolmuş olan gözlerini belertmiş, suratıma bakıyordu.
"İçten tavrınız için teşekkürler ama," Olabildiğince yumuşak konuşmaya çalışıyordum. Sesim resmen ninni söyler gibi çıkıyordu. "Ama ben sizin arkadaşınız olamam, evinizde çalışan bir temizlikçiyim ben Zeren Hanım..."
"Dur, dur!" Birden haykırınca ürktüm. Kıvranıyormuş gibi gözlerini yumarak başını eğince korkuyla doldum. Gerçekten de beni durdurmak istiyormuş gibi ellerini havaya kaldırmıştı; ürkerek birkaç adım geriledim. Sessizliğin ensesinde beklediğimiz süre boyunca gözlerini hiç açmadı. Odadan çıkıp gitme içgüdüsü o an için çok yoğun olsa da kendimi durdurdum. Sonunda doğrularak bana bakabildiğinde, ızdırap çekiyormuş gibiydi. Gözlerinde yalnızca acı vardı. "Demre dur, lütfen Demre dur..." Tekrar ellerini bana doğru kaldırdı. Sayıklar gibi konuşması kanımı dondurmuştu. Neler oluyordu? Yoksa yine kriz mi geçiriyordu? "Ceren benim ismim, bana benim adımla seslenmen gerek." Defalarca kez göğsüne vurdu; sanki adının Ceren olduğunu bana inandırmaya çalışıyordu. Resmen nefes nefese kalmıştı. Suratına ve ellerine bulaşmış boya lekeleriyle adeta çıldırmış biri gibi duruyordu. "Bana kimin adıyla seslenirsen onu çağırmış olursun. Bana benim adımla seslenmen lazım. Sadece benim adımla."
Panik içinde, "Anladım, tamam. Özür dilerim, Ceren Hanım." diyerek sakinleştirmeye çalıştım. Birkaç adım daha gerilemiştim. Artık kapıya çok yakındım.
Soluklarını düzene sokarak saçlarını geriye itekledi. Sonunda sakinleşebilmişti. "Tamam, sorun değil, tamam. Sadece dikkat etsen iyi olur." Hiçbir cevap vermeyince devam etti. Suratımdaki korkuyu görünce üzüntüyle dolmuştu. "Bana öyle bakma, sevmedim bu bakışı. Kendimi canavarmışım gibi hissettiriyor."
Gözlerimi yumarak alnımı ovuşturdum. Tenimde yangın vardı sanki; cayır cayır yanıyordum. Başımdaki ağrı iyice şiddetlenmişti. Bir an önce çıkmak istiyordum bu odadan. Bunalmanın verdiği bir cesaretle, dosdoğru gözlerine baktım. "Artık işime dönsem iyi olur, Ceren Hanım. Malum akşam misafirlerimiz var. Müsaadenizle, hoşça kalın."
Kapıyı açtığım esnada beni şaşırtan bir şey söyledi.
"Boşuna veda etme bana, yakında hep benimle olacaksın."
Omzumun üstünden ona baktım. Suratında ne bir gülümseme vardı ne de bir muziplik; yalnızca çıplak bir hüzün vardı. Afallamış bir hâlde kendimi odadan dışarıya attım. Ne demekti şimdi bu? Birbirine dolanan aceleci adımlarla koridoru aştım. Basamaklara oturmuş beni bekleyen Sude, üzerine doğru geldiğimi görünce apar topar ayaklandı. "Demre, ne oldu? Ne konuştu seninle?"
Bana uzattığı elini tutarken, omzumun üstünden geriyi kolaçan ettim. Nedensizce gerginliğimi kamçılamıştı son sözleriyle. Süratle basamakları inmeye başladım; elinden tuttuğum Sude'yi de peşimden sürüklüyordum. Hızıma yetişmeye çalışan Sude, "Ne oluyor?" diye üsteledi. Bendeki telaş ona da bulaşmıştı. Son basamağa varmışken aniden soldaki kapı sertçe açıldı.
Eşikte beliren Meral Hanım'ın gözleri bizi buldu. Sessizce acelemizi süzdükten sonra, "Nereye koşuyorsunuz böyle paldır küldür?" diye sordu. Elini kapının koluna yaslamış, kapanmasını önlemişti.
"Kahve molası vermiştik." diyerek toparlanan Sude, beni yanıtlama yükünden kurtardı. Şu an kelimeler benim için bir yük gibiydi çünkü; zihnim karmakarışıktı. Ceren'in anlamsız sözleri kulaklarımda çınlıyordu hâlâ. Yakında hep benimle olacaksın ne demekti? Ürkütücü bir hissiyatı vardı bu cümlenin.
"Sen kahveni içmeye git, Sude," diyen Meral ablanın sesiyle kendi kargaşamdan sıyrıldım. Sude yanımdan geçerek basamakları inerken ona bakıyordum. "Demre'yi arıyordum zaten. Bir dakika şöyle gel, Demre," Kenara çekilerek eliyle çalışma odasını gösterdi. Sude'ye fırlattığım sorgulayıcı bakışın ardından yavaşça içeriye girdim. Tüm odayı dolduran kahve kokusu beni karşılayan ilk şey oldu; masanın kenarında dumanı üstünde tüten bir fincan duruyordu. "Otur şöyle, Demre'ciğim."
Deri koltuğa oturup arkamı yaslandım. Elimi yanağıma yaslayarak Meral ablanın masasına yerleşmesini bekledim. Farkında olmadan bacağımı sallıyor, dudaklarımı kemiriyordum. Merih dün olanları anlattı mı yoksa? Usulca fincanını eline alırken o da gözlerini üstüme dikti. Yok ya, anlatmamıştır. Ufak bir yudum aldıktan sonra fincanı geri masaya bıraktı.
"Demre, seni normalde otel tecrübenden ötürü odalara verdiğimi biliyorsun," Birden tepeden tırnağa gevşedim. Anlatmamış. Alnımı ovuşturarak, oturuşumu düzelttim. İçimde sıkışan soluğu yavaşça bırakmıştım. "Ama pozisyonunda ufak bir değişiklik yapmak durumundayım. Bugünden sonra küçük bir değişiklik olacak."
Kaşlarımı kaldırdım, sonra hızla çattım. "Anlamadım, ne değişikliği?"
"Artık bundan böyle Zeren Hanım'ın şahsi çalışanı olacaksın," Hayretle doğruldum, oturduğum koltuğun ucuna kaydım. İki elle masaya tutunmuştum. Duyduklarımın beni sevindirmediğini anlasa da sözünü bölmeme izin vermemişti. "Benden çıkan bir karar değil bu. Zeren Hanım'ın kendi isteğiydi, bu yüzden bize emirlere uymak düşer. Burada bir gününün bir gününü tutmayacağını sana söylemiştim hatırlarsan."
"Evet ama yine de anlayamadım, böyle bir şeye ne gerek var ki?"
Sesimdeki kızgınlık hoşuna gitmedi. Tonunu sertleştirirken, "Ne gerek olduğu bizi ilgilendirmez. İlk duyduğumda bana da tuhaf gelmişti ama düşününce," dedi ve duraksadı. Tam anlamıyla bozguna uğramıştım. Hınçla dudağımı dişledim. "Odaları temizlemek için iki kişi yeterli oluyor zaten. Zeren Hanım'ın da bakıma muhtaç birisine benzediğini düşünürsek, pek mantıksız sayılmaz. Sadece neden özellikle seni talep ettiğini anlayamadım. Üstelik o kadar polemiğe rağmen. Senin bir fikrin var mı?"
İki yana salladım başımı. Hiçbir fikrim yoktu. Dalgın dalgın masanın üstündeki bibloyu izlemeye başladım. Demek az önce söylediklerinin sebebi buydu. Beni gerçekten de yanında tutmayı planlıyordu. Peki ama neden? Neden benimle uğraşıp duruyordu?
"Demre," dedi birden. Sesindeki naziklik ona bakmamı sağladı. Masanın üstünden bana doğru sokulmuştu. "Zeren'in hastalığını az çok tanıyorsun artık. Senin için zorlayıcı olacağını biliyorum, çekincelerini de anlıyorum. Ama ne olursa olsun, seni rahatsız eden bir durum olursa hemen bana gelmeni istiyorum." Neredeyse fısıldayarak konuşuyordu. Benimle çok gizli bir sır paylaşıyordu sanki. "Ceren'in kendi isteği olduğu için, diğer kişiliklerinin de bundan haberdar olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sana çok yükleneceklerini zannetmiyorum."
Birden güldüğümü görünce duraksadı. Duyduklarım tamamen zırvalık gibiydi; sanki absürt bir kabusun içindeydim ve oradan oraya savruluyordum. Tekrar arkama yaslanarak, karşımdaki pencereden gitgide kararan gökyüzünü izledim. Dudaklarımda hâlâ şaşkınlık dolu gülüşümden izler vardı.
Tepkimi görmezden geldi. "Sonuçta kendisinin kişisel çalışanı olacağın için sana biraz Zeren'den bahsetmek istiyorum," Başımı oynatmadan gözlerimi ona çevirdim. Hiçbir merak duymuyor olsam da anlattıklarını dinliyordum. "Öncelikle, sana kendisini hangi isimle tanıtıyorsa ona o isimle hitap etmelisin. Zaten zamanla o söylemeden sen kim olduğunu anlayacaksın. Zeren'le aranızda tatsız olaylar yaşanmış olsa da aslında o kadar da kötü birisi değildir," Bir anlığına duraksadı, düşünüyormuş gibi dudaklarını büzmüştü. "Yani biraz asabidir, evet. Ama düşündüğün kadar vicdansız değildir. Ceren zaten içlerinden en yumuşak huylusu. Kendisiyle anlaşmakta zorlanacağını hiç sanmıyorum. Gününün çoğunu resim odasında geçirir zaten. Beren..." Tekrar duraksadı ancak bu sefer düşünmek için değildi. Sindirerek anlatmaya çalışıyor gibiydi daha çok. "Beren içlerinden en sorunlusu, hafifletmek lüzumsuz olur. Ama kendisi nadiren ortaya çıkar, o yüzden endişeye mahal yok."
"Peki ya yine geçen günkü gibi bir olay olursa?" Kaygılarımı gizlemeye çalışmadım. Konaktaki en problemli insanın kişisel çalışanı olma fikri çok can sıkıcıydı çünkü. Duygularımı bastırmak mümkün değildi. "Acımasızca darp edilirken susup geçmesini mi bekleyeceğim?"
Yavaşça arkasına yaslandı. Serzenişime hak verdiği bakışlarından belliydi. "Öyleyse sana okumadan imzaladığın o sözleşmenin bir maddesinden bahsedeyim. Akli dengesi yerinde olmayan kızının konaktaki bir çalışana şiddet uygulaması durumunda çalışanın da kızına karşılık vermesinin hiçbir hukuki yaptırımı olmayacaktır." Şaşkınlık nidası atmamak için kendimi zor tuttum. "Ama tabii ki sana hodri meydan demiyor bu madde. Sadece bu gibi durumlarda kendini koruyabileceğini söylüyor."
"Peki ama neden böyle bir şeye müsaade ediliyor?" İnanılır gibi değildi. Gün geçtikçe şaşıracağım yeni şeyler duyabiliyor olmak hem ilginçti hem de yorucu bir durumdu. Bana tekrar ve tekrar nerede olduğumu sorgulatıyordu. "Kendi kızının darp edilmesine neden göz yumar ki birisi?"
"Çünkü sadece kızım çalışanı dövdü olacakken, bu şekilde çalışan kızımı dövdü de denebiliyor. Böylece iki taraf da suçlu oluyor." Bizi dinleyen birileri varmış gibi hâlâ alçak sesle konuşuyordu. "Hepsi itibarını korumak için çünkü kızı bu çevrede pek iyi bir izlenime sahip değil. Bu yüzden, eğer bir daha sana vuracak olursa, kendini koru. Karşılık ver demiyorum, iyi dinle beni. Sadece kendini koru. Sonra hemen bana gel, anlaşıldı mı?"
Başımı salladığımı görünce temkinle konuşmaya devam etti. "Son olarak şunu da bilmeni isterim. Zeren belli aralıklarla tedavi görebilmek için aşağı kattaki bir odada istirahat ediyor. Çünkü bir süre de olsa buradaki hayatından soyutlanması ruh sağlığını olumlu etkiliyor. Doğal olarak bu süreçte sen de paydos yapacaksın."
Bu gerçeği daha önce hiç duymamış gibi davranarak, şaşkın bir şekilde, "Aşağıda bir odada derken neyi kastediyorsunuz?" diye sordum. Kendisi de bu rutinin verdiği rahatsızlıkla cebelleşiyormuş gibiydi; etik değerlerini sarsan bir durum olduğunun farkındaydı.
"Doktorla birlikte yürüttükleri bir tedavi süreci," dedi kısaca. Sonra birden gözlerini belertti. "Ama aşağısı bizi ilgilendirmiyor, hatırlıyorsun değil mi bu kuralı?"
"Evet, hatırlıyorum." dedim, gülümseyerek. Aşağısı hakkında benimle daha fazla bilgi paylaşmayacağını fark etmiş, konuyu kapatmasına göz yummuştum.
Tam, "Misafirler yakında gelirler, yatılı kalacaklar biliyorsun ki," dediği esnada kapının zili çaldı. Tiz gürültü tüm evde yankılanırken Meral Hanım telaşla ayaklanmış ve kapıya koşturmuştu. Arkasından sürüklediği telaş rüzgarlarına kapılarak ben de peşinden koridora çıktım. Kızları yan yana kenara dizilmiş bir hâlde bulunca aralarına karıştım. Yanına geldiğimi gören Dilara gülümseyerek bana doğru sokuldu. "Sana gelen misafirleri tanıtayım." diyen fısıltısını duydum.
Zil sesiyle birdenbire farklı taraflardan beliren ev sakinleri, gelenleri karşılayabilmek için girişin önünde toplanmıştı. Sinem çabucak kapıyı açarken, salondan çıkan Tan Bey tatlı bir tebessümle bize doğru geliyordu. Bastonunun vuruşları tüm zemini titretiyordu; sanki bu onun yaklaşan varlığını duyurma biçimiydi.
"Şebnem Şahoğlu, ailenin büyük kızı, içlerinden en konuşkan olanı," Kulağımın kıyısına doğru fısıldayan Dilara'yı dinlerken, bir yandan da içeriye giren uzun boylu kadını inceliyordum. Siyah topuklularının gürültüsü neşeli gülüşlerine karışıyordu; sesi çok gürdü, resmen evin her köşesinde çınlıyordu. Tıpkı Zeren gibi ince bir surata ve onunkinden daha parlak mavi gözlere sahipti. Kendisini karşılayan babasına ve arkadan gelen annesine uzun zamandır görmüyormuş gibi sıkıca sarıldı. "Eşi Turgut Şahoğlu, ağzı var dili yok denecek bir adam. Yirmi yıldır evliler, kuzen oldukları için soyadlar aynı," Uzun boylu, esmer bir adam belirmişti kapıda. Eşinin arkasından herkesi selamlarken, solgun suratında çelimsiz bir gülümseme vardı. Sakalları yeni kesilmiş, siyah saçları arkaya taranmıştı. Üstündeki takım elbisede en ufacık bir kırışıklık dahi yoktu. "Büyük oğul Poyraz Şahoğlu, yirmi yaşında. Dedesine çekmiş resmen, aynı soğukluk aynı ketumluk," Uzun boylu, esmer bir çocuk teker teker herkesin elini öpmeye başlamıştı. Saçları tıpkı babası gibi arkaya yatırılmıştı, kemikli suratında hiçbir ifade yoktu. Her hareket edişiyle parlayan parmağındaki yüzük gözüme ilişince kanım dondu; bu o yüzüktü. Yanlış mı görüyordum? Ama hayır, görmüyordum. Altı sene önce katledilen yaşlı bir adamın elime tutuşturduğu o altın yüzüğün aynısıydı. "Küçük oğul Ayaz Şahoğlu, geçen ay on sekizine bastı, zaten merasim için buradalar. Tıpkı babası gibi sessiz bir çocuk, biraz da ürkek." Ne merasimi olduğunu sormaya fırsat bulamadım. Gerçekten de çekingen bir çocuktu. Abisinin aksine kumraldı, boyu biraz daha kısaydı. Koyu gözleri endişeyle her tarafa dokunuyordu. Sırayla herkesin elini öptükten sonra diğerlerinin yanında beklemeye başladı.
Tüm aile fertleri uzun bir zincirin halkaları gibi yan yana dizilmiş, sessizce bekliyordu. Merakla başımı öne uzatarak geride kalanları görmeye çalıştım. Sabırsızca, Dilara'nın bana açıklamasını bekliyordum. "Evet, sırada üç kardeşlerden en küçüğü Serdar Şahoğlu var, en büyükleri de Tan Şahoğlu. Al birini vur ötekine, hepsi aynı." Dudaklarımı birbirine bastırarak taşmak üzere olan gülüşü durdurdum. Yavaş yavaş sıradaki herkesi selamlayan tıknaz adam, Tan Bey'e gelince önünü ilikleyerek elini öpmüştü. Tıpkı abisine benziyordu; gri gözleri birbirinin kopyasıydı. "Ve son olarak ortanca kardeş, Aykut Şahoğlu. Artık bütün Şahoğlu ailesini tanımış oldun, tebrik ederim."
Son kişi de içeriye girdikten sonra kapıyı usulca örten Sinem, tekrar yanımıza döndü. Aykut Şahoğlu da saygıyla eğilerek abisinin elini öperken, merdivenlerden gelen sesle o tarafa döndüm. Benimle birlikte, ablasının yanında dikilen Ceren de inen kişilere bakmıştı.
Önünden inen Emre'nin adımlarını takip eden Merih, ifadesiz bir suratla yanımıza doğru geliyordu. Üstünde gri boğazlı bir kazak ve gri kumaş bir pantolon vardı. Saçlarını düzgünce yana yatırmış, keskin yüz hatlarını açığa çıkarmıştı. Gözündeki körlük bu mesafeden dahi parlıyordu; ağır ağır herkesin üstünde geziniyordu. Normalde takındığı muzip tavırdan şu anda eser yoktu. Tüm ciddiyetiyle misafirlere bakıyordu.
Son iki basamağı atlayarak gürültüyle yanımıza gelen Emre'nin suratında pişkin bir gülümseme yayılmıştı. Diğerlerinin aksine daha gevşek bir tavırla teker teker herkesle tokalaşmaya başladı. Şebnem sevecen bir gülümsemeyle kardeşini izlerken, Ceren'de daha çok hulyalı bir bakış vardı. Sık sık benimle göz göze geliyor, sonra hızla kaçırıyordu.
Ne derdi var bu kadının benimle?
Yine keyfim kaçmıştı; kendisinin şahsi hizmetçisi olduğumu anımsamıştım. Artık rahat rahat etrafta dolanamayacak, istediğim her anda kızlarla konuşamayacaktım. Zeren'in birbirinden dengesiz kişilikleriyle uğraşarak tüm vaktimi telef etmiş olacaktım. Sıkıntıyla nefesimi üfledim.
Tüm ailesiyle birlikte oluşunun mutluluğu yüzüne yansıyan Belkıs Hanım'ın, "Sofraya geçelim hadi, acıkmışsınızdır. Odalarınız zaten dünden hazır, sizi bekliyor." diyen renkli sesiyle dikkatim dağıldı. İçinde beklediğim sıra bu laflarla birlikte dağılırken, Dilara kolumdan çekiştirerek diğer kızların arkasından mutfağa yürüdü.
"Böyle kalabalık ziyafetlerde herkes hizmet eder," En arkadan girerek mutfağın kapısını örten Meral Hanım, bana bakarak açıklama yapmıştı. Ardından kusursuz bir ahenkle çalışmaya başlayan kızlara döndü ve sesini duyurabilmek için biraz yükseltti. "Hadi bakalım güzellerim, sizden sorunsuz bir akşam bekliyorum. Sinem ve Ece siz sadece yemeklerle ilgilenin. Aylin sen etraftaki yayıntıları topla, dağılmış her yer," Eliyle adanın üstündeki bulaşıkları işaret etti. Gördüğü manzara hoşuna gitmemiş gibi yüzünü buruşturmuştu. "Buket ve Aslı, siz güvenliğe ve Kubi'ye yemeklerini götürün. Bugün çok iş var, erkenden aradan çıksın şu mesele," Elleriyle kızlara derdini anlattıktan sonra bize döndü. "Siz de servisle ilginenin. Mercan kızları düzgünce yönetirsin, özellikle Demre'ye iyice öğretin bu işi."
Meral Hanım ocakların başına çekilirken, Mercan yaslandığı adadan uzaklaşarak bize baktı. "Tamam, şimdi, şöyle yapıyoruz," Birkaç sefer ellerini çırptı, ardından beni ve Sude'yi işaret etti. "Siz içerde kalın, biz Dilara'yla servis arabasını getiririz."
Sude'yle birlikte koridora çıkınca çoktan herkesin salona geçmiş olduğunu gördüm. İçerden gelen uğultular ve gülüşmeler, resmen tüm evi inletiyordu. Mercan'ın bilmişliğini taklit eden Sude'ye gülerken, bir nebze de olsa gerginliğim dağılmıştı. Fakat hâlâ huzursuzdum. İlk defa bu kadar kişinin önünde hizmet edecektim ve yanlış bir şey yapmaktan korkuyordum.
Heyecanımı sezen Sude kolumu sıkarak, "Merak etme, halledersin. Sadece sessiz ol ve senden bir şey istenilmediği müddetçe yerinden kımıldama." diyerek, beni yatıştırmaya çalıştı. Ama duyduklarım daha çok kaygılanmama neden oldu.
Birlikte çift kanatlı kapıdan salona girerken, terleyen ellerimi hızlıca pantolonuma sürttüm. Kalbim hızlanmış, nefeslerim sığlaşmıştı. Kendimi savunmasız kalacağım bir yere sokuyormuş gibi hissediyordum; tüm oda yalnızca Şahoğlu'larla doluydu. İçeri adım attığım an dikkatimi çeken ilk şey tüm ihtişamıyla gözleri kamaştıran masa olmuştu; adeta hararetli bir kurtlar sofrası gibiydi.
Herkes çoktan masada yerini almıştı. En uca yerleşmiş olan Tan Şahoğlu, bir yanına Merih'i diğer yanına da kardeşlerini dizmişti. Merih'in hemen yanındaysa Emre ve Belkıs Hanım vardı, onun tam karşısına da Ceren oturmuştu. Dalgın dalgın tabağındaki mezeyle oynuyordu; sol kolunu cansız bir uzuv gibi masaya koymuştu. Yanındaki ablası Şebnem, oğullarına laf anlatmakla uğraşıyordu; tam karşısında eşi Turgut vardı.
Sude masanın arkasında yerini alırken, başıyla sessizce sağını gösterdi; çabucak yanındaki boşluğu doldurarak yüzümü sofraya döndüm. Yerime geçene kadar gözleriyle beni takip eden Merih, tekrar önündeki tabağa döndü. Duruşu dimdikti, suratında hiçbir duygudan iz yoktu. Üstelik bariz bir şekilde gergin ve sinirli duruyordu. Ağzını yayarak konuşan ve durmadan gülen yanındaki Emre'ye arada bir soğuk bakışlarını dokunduruyor, sonra tekrar önüne dönüyordu. Yaptığı safsatalardan hoşlanmadığı barizdi. Tan Şahoğlu da tıpkı onun gibi tepkisizdi. Yanında oturan kardeşi Aykut'un hevesle ona anlattığı bir şeyleri ilgisiz bir tavırla dinliyordu.
Birdenbire, "Kim konuşulması gerekenleri konuşacak bakalım?" diyerek uğultunun üstündeki baskınlığını arttıran Emre, tüm gözlerin ona çevrilmesini sağladı. Ağzındaki lokmayı şapırdatarak evirip çevirirken, karşısında oturan kız kardeşine bakıyordu. Dudaklarında rahatsız edici bir sırıtış vardı. "Rüzgar'ın merasimini bile yapıyoruz ama seninkini bir türlü yapamadık be sevgili Ceren Zeren Beren Şahoğlu." Tekerleme söyler gibi neşeyle sıralamıştı isimleri; birden Ceren'in suratındaki tüm kan çekildi. Emre yaptığı bayağı espriyle Şebnem ve Poyraz'ı güldürmeyi başarınca, adeta zevkten dört köşe oldu. Rüzgar, cümleyi başlatan isim olmanın verdiği bir mahcubiyetle başını eğmişti. "Koca kız oldun ama hâlâ beceremedin avlanmayı."
"Sen avladın da ne oldu?" Hırlar gibi konuşan Ceren, elinde tuttuğu çatalı resmen parmaklarının arasında eziyordu. Her an abisine fırlatacakmış gibi bir delilikle bakıyordu. "Parmağına yüzüğü takamadıktan sonra aptal bir geyiği avlaman ne boka yarıyor? Beceriksizliğini benimle örtbas etmeye çalışma."
Birden masadaki gerilim hat safaya ulaştı. Belkıs Hanım ikisini de uyarsa da hiçbir etkisi olmamıştı. Emre artık ağzındaki lokmayı ezercesine çiğniyordu; bir anlığına gözü Ceren'in elindeki çatala takıldı. Sinirle gülerken, "Ne o? Çatal mı saplayacaksın abine?" diyerek, kışkırtmaya çalıştı. Sonra birden kaşığını ona doğru savurarak içindeki pancarlı mezeyi üstüne fırlattı; gömleğine bulaşan meze her yerini kan kırmızısına boyamıştı. Hayretle geriye kaykılan Ceren, sandalyesini yere sürterek kulak tırmalayıcı bir gürültü doğurdu. Dudakları aralık kalmış, gözleri irileşmişti. Yanağına gelen mezeyi yavaşça baş parmağıyla silerken, öldürecekmiş gibi abisine bakıyordu. Mavi gözleri yaşlarla dolmuştu.
"Ne yapıyorsunuz ya?" Belkıs Hanım'ın çileden çıkmış sorusu odadaki sessizliğin içine devrilirken, Ceren aniden ayağa kalktı. Hışımla masayı dolandı ve kasırga gibi eserek önümüzden geçti. Tam salondan çıkacağı esnada, omzunun üstünden beni bularak, "Demre, benimle gelir misin?" diye sordu. Ansızın tüm gözler bana çevrildi. Baştan aşağı kasılmış, olduğum yere çakılmıştım. Sude çabucak elini belime koydu ve beni kapıya doğru itekledi. Ağır bakışların kıyısından geçerek Ceren'in peşine düştüm. Kalbim resmen boğazıma tırmanmıştı, orada atıyordu.
Arkasından yetişebilmek için koşmam gerekmişti. Üst kata çıkarak odasına girdiğinde, kapıyı arkasından açık bıraktı; soluk soluğa peşinden süzülerek eşikte durdum. Hınçla üstündeki gömleğin iliklerini söküyordu; hareketleri öfke doluydu. Sonra birden gözleri beni buldu.
Derin bir nefes alarak, "Sol kolumu kullanamıyorum, yardımcı olur musun?" diye sordu. Sesinde yaklaşmakta olan ağlamanın izleri vardı, resmen titriyordu. Hızlıca yanına sokularak üstünü çıkarabilmesi için yardım ettim. Gömleği yatağın ucuna bırakıp ona döndüğümde birden nefesim kesildi.
Tüm vücudu yaralarla doluydu; kimisi çok tazeydi, kimisi çoktan kabuk bağlamıştı. Kımıldatamadığı sol koluysa farklı tonlarda morluklarla bezeliydi. Korkuyla gerilerken, "Ceren Hanım, ne oldu size böyle?" diye fısıldadım. Dehşet içinde, tenini örten yaralara kilitlenmiştim.
Fakat beni ne duyuyor ne de görüyordu. Hırsla, kendi kendine söylenerek temiz bir gömlek giyiyordu. "Sıkıldım artık aptal yerine konmaktan. Benimle alay etmekten zevk alıyorlar!" Kolunu geçirerek omzuna çektiği gömlek yaralarını gözlerden uzaklaştırmıştı. "Kendileri istedi bunu. Artık her şey için çok geç, günah benden gitti. Yüzük mü kazanılmalı, kazanacağım. Yoldaş mı olunmalı, olacağım. O masaya ben de oturacağım." Ansızın kalbim tekledi; duyduklarım karşısında nutkum tutulmuştu. "Göreceksin, bir gün Yoldaşlar benim de önümde saygıyla eğilecekler. Kurdun dişine çoktan kan değdi. Yemin ederim, eğilecekler."
Öfkeyle etrafa saçtığı sözlerini geride bırakarak kapıya doğru yürüdü. Adımları hâlâ sert ve gürültülüydü; ancak duruşu tamamen değişmişti. Sanki tüm zayıflıklarını aşağılanışını simgeleyen kirli gömlekle birlikte çıkarıp atmış ve kabuklarından soyunmuştu. Artık kendinden çok daha emindi.
Tam dışarı çıkacakken, odadaki varlığımı anımsayarak bana döndü. Kor gibi yanan sesiyle, "Gelmiyor musun? Böyle bir eğlenceyi kaçırmamalısın." diye mırıldandı, davetkâr bir şekilde. Fakat ben çok daha farklı düşüncelerin kıskacına saplanmıştım. Bunu nasıl daha önce akıl edememiştim? Karşımdaki kadının hastalığı yararlanabileceğim en büyük kozdu. İstesem de bulamayacağım kadar güçlü bir zayıflıktı. Girmeyi arzuladığım kilitli odaların tüm anahtarları, karşımda duran kadının ta kendisiydi.
Bu kadın, benim ilk avımdı.
Dudaklarıma tatlı bir gülümseme otururken, kanıma sıcak bir rahatlama nüks etti. Madem aşağıdaki kurtlar sofrasına bir sandalye çekebilmek için onlar gibi olmak gerekiyordu; öyleyse olacaktım. Madem yeri gelince vicdanına sağır kalmak gerekiyordu; öyleyse kalacaktım. Hışımla uzaklaşan kadının peşine adeta bir gölge gibi düşerken, dudaklarımdaki gülümseme usul usul tüm yüzüme yayıldı.
Haklıydı. Kurdun dişine çoktan kan değmişti. Artık kimse durduramazdı.
𓄅
Amanınnnnn, neler oliyyy? Kurtlar sofrası kuruldu. Ortalık iyice kızıştı. Demre'nin içinden de kurt çıktığına göre o geyikler artık bir bir avlanacak fdjhdjhdjhf. Umarım keyifle okumuşsunuzdur. Yorumlarınızı çok çok merak ediyorum!
Fiysa
6 Mayıs 2023
Yorumlar
Yorum Gönder