14

 


14: ÖLÜM MERASİMİ



Kötülükle mücadele etmenin tek yolu, kötülüğü kullanmaktı. Karanlığa bulanmadan, karanlıkla savaşamazdım. Herkes oyunu kuralsızca oynarken, karakterimin dışına taşmamak ve hilesiz oynamaya çalışmak bana yalnızca yenilgi getirirdi. Öyle ki silahlı bir kavgaya elimde bıçakla katılamazdım. 


Böylece bir seçim daha yaptım; kaderin bana layık gördüğü hazin sonun, ikinci ve en ağır bedelini ödedim. Şahsiyetimden ödün vererek, ilk defa kendi benliğimden azaldım. Hayatımda ilk defa, taşıdığım bir yük gibi vicdanımı gerimde bıraktım. 


Sert ayazlar estiren kadının arkasından yürürken, yüzümdeki gülümseme de yavaşça soldu. Kendi huzursuzluğumla boğuştuğum esnada, kadın aniden durarak bana döndü ve irkilmeme sebep oldu. Dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu. Beni terk eden gülümseme sanki onun dudaklarına yerleşmişti. "Ne yapacağız biz bu Ceren'le? Sinirlenince hemen kendi köşesine çekiliyor, çocuk gibi ağlıyor," Hayıflanan biri gibi dudaklarını büzdü; fakat alay ettiği apaçıktı. "Seni de kuyruk gibi peşimize taktı. Desene ikinci bir hizmetçi vakası yaşayacağız." 


Neyi kastettiğini anlamasam da sessiz kalmayı tercih ettim. Karşımdaki kadının kim olduğunu çözmeye çalışıyordum. Sesinin rengi, kelimeleri kullanışı ve hareketleri, Zeren'in kızgın bir koru andıran karakterinden epey uzaktı. Daha dengeli ve sakindi; usulca avına sokulan zehirli bir yılanı andırıyordu. 


Suratına diktiğim bakışları fark edince birden güldü; sanki zihnimden geçen düşünceleri yakalamıştı. "Kim olduğumu mu anlamaya çalışıyorsun? Bak sen cimcimeye," Birden uzandı, elinin tersiyle yanağımı okşadı. Tıpkı babasını andıran, ürpertici bir dokunuştu. "Ne kadar da masum. Kedi gibi. Neyse ki kedileri severim." Saçını savurarak döndü, kendinden emin adımlarla yürümeye başladı. Basamakları hızlı hızlı inerken bana bakmadan konuşmaya devam ediyordu. "Boşuna kendini yorma, az sonra kim olduğumu anlayacaksın zaten." Tam bu esnada elinde tuttuğu yemekle mutfaktan çıkan Mercan'a doğru kaba bir emir savurmuştu. Hiç duraksamamıştı, hızla salona doğru ilerliyordu. "Temiz servis getir bana, Ceren'inkileri kaldır masadan."


Mercan'ın şaşkınlığını geride bırakarak kadının peşinden gitmeyi sürdürdüm. Kalbimin hızı artmış, nefeslerim sığlaşmıştı. Sanki yaklaşmakta olan küçük bir kıyametin kıyısındaydık; içerden duyulan sessizlik bile fırtına öncesi durgunluğun aynısıydı. Birden iki elle çift kanatlı kapıyı savurarak salona girdiğinde tüm gözler bize çevrildi. Merih sofradan kalkmış, kapıya doğru dönük bir şekilde masanın arkasına geçmişti. Ayakta duruyordu artık; suratı ciddiyetle kasılmıştı. Az önce yapılan tatsız bir sohbetin hoşnutsuzluğunu taşıyordu.  


Nitekim bir nefes uzağımızdaki kıyameti sezen ilk kişi o olmuştu; endişeli bakışları direkt gözlerime dokundu ve başıyla belli belirsiz bir hareket yaptı. Kenara çekil. Fakat ben henüz yerimden kımıldayamadan, odadaki herkesi korkutan büyük bir gümbürtü koptu.  


Ansızın Emre'nin arkasından sokulup saçlarını kavrayarak, başını acımasızca sofradaki tabağa çarptığı an az önce kiminle konuştuğumu anladım. Belkıs Hanım yılgıyla yerinden kalkarken, Şebnem dehşet içinde kız kardeşine bakıyordu. İstifini dahi bozmayan Tan Bey'in yalnızca gözü seğirmişti; yanında oturan erkek kardeşleriyse hiç çekinmeden apaçık gülümsüyordu. Sanki eğlenceli bir piyes izliyorlardı. 


Hiçbir şey olmamış gibi keyifli keyifli masanın etrafında dolanan Beren, Merih'in önünden geçerken çapkın bir edayla gözünü kırptı. Her tarafı yemeğe bulanan Emre hışımla geriye kaykılarak mendili yüzüne örtmüştü; hiddet dolu, boğuk boğuk küfürler savuruyordu sofraya. Önce absürt bir zarafetle karşısına oturan kardeşine, ardından göz ucuyla babasına baktı. 


Beren onca sövgüyü duymazdan gelerek, "Afiyet olsun canım abiciğim," diye mırıldandı. Cayır cayır yanan bir ateşi ısrarla harlamaya çalışıyordu. Ürkütücü bir umursamazlığı vardı. Önündeki kullanılmış çatalla bıçağı tabağa bırakırken yüzünü ekşitmişti. Kara bir bulut gibi odanın üstüne çöken sessizliğe, sadece onun aldırışsız sesi devriliyordu. "Damak tadı bile acınası bu kızın. Neden proteinsiz kaldığı çok belli." 


Aldığı emri yerine getirmenin telaşıyla salona giren Mercan, karşılaştığı suskunlukla afallasa da hızlıca Beren'in yanına yaklaştı. Önüne temiz bir servis açarken gözleri bir anlığına karşısında oturan Emre'ye dokundu. Bir yanıt bulmayı umarak hayretle bize baktı; ama hemen sonra toparlandı ve ifadesizce işine geri döndü. Sessizliğin ortasından süzülüp kapıyı ardından kapatarak bizi bir oda dolusu gerginliğin içine hapsetti. 


Birden sinirli bir gülüş yükseldi Emre'den. Yüzündeki yemeğin yalnızca bir kısmını silebilmişti; elinde tuttuğu mendil yağa ve salçaya bulanmıştı. Yanağında et parçaları vardı. "Senin ben feriştahını..." 


"Şşşt!" Kesme gereksinimi dahi duymayarak çatalını önündeki ete saplayan Beren, birdenbire duraksadı. Kınayarak abisine bakıyordu. "Ne biçim söz o? Bizim feriştahımız belli, aman diyeyim lafın ucu üstadımıza değmesin. Bak işte o zaman bozuşuruz." Abartıyla gözlerini belertmiş, babasına kaçamak bir bakış fırlatmıştı. Sonra gülerek tekrar önüne döndü, çatalında bekleyen eti hoyratça ısırdı. Dudaklarına bulaşan yağı yalayarak arkasına yaslandı ve gürültü bir şekilde çiğnemeye başladı. İnsanların üzerinde bıraktığı dehşet dolu etki, yediği yemeğin lezzetini arttırıyormuş gibi keyifle gülümsüyordu.  


Tüm bu yaygaranın içinde başını dahi oynatmamış olan Tan Bey, baygın bakan gözlerini önce oğluna ardından kızına kaydırdı. Dudakları aralıktı, hareketsiz çatalı elinde kalmıştı. Tüm aile fertlerinin gözü onun üstündeydi; endişeyle, vereceği tepkiyi bekliyorlardı. Beren dışında kimse yemek yemiyordu. Önüne bakan tek kişiyse Merih'ti; kendisiyle hiç alakası olmayan bir vukuata dahil olmuş gibi umursamazca dikiliyordu. 


"Git temizlen gel," Oğluna bakarak mırıldanan adam, masanın üstündeki hâkimiyetinin farkındaymış gibi sesini duyurma kaygısı bile gütmüyordu. Sanki kendisi ne kadar alçak konuşursa konuşsun, ağzından çıkan her söz elbet herkes tarafından duyulacaktı. Çaba gerektirmeyen, korkunç bir hâkimiyetti. "Ya da temizlenme, öyle kal. Böylesine anlamlı bir günü rezil rüsva etmenize izin vereceğimi mi sandınız? Meğer iki tane aptal çocuk büyütmüşüm ben, toplasan ikisini bir adam etmez," Parmaklarının arasında ezdiği çatalı hınçla oğlunun üstüne fırlatınca korkuyla geriledim. İki yanında oturanlar hızla kaçılarak, bu ani gazaptan kurtulmaya çalışmıştı. Hiddetli sesi resmen boğazlara asılan bir el gibiydi. "İkisini birbirinden çıkar, geriye yine bir halt kalmaz." 


Hayret verici bir hızla et bıçağını kaparak bu sefer de kızına doğru fırlattı. Sude dehşete kapılarak gerilerken odadaki tüm soluklar tutulmuştu. Nitekim her şey bir anda olup bitti. Havada savrulan bıçağa korkunç bir çeviklikle vurarak sofraya düşmesine neden olan Merih; büyük bir adımla öne çıkmış ve başından tutarak Beren'i kendisine çekmişti. Adeta bir duvar gibi bedenini kızın önüne örmüştü. 


Birden nefesim kesildi. Cesareti karşısında nutkum tutulurken farkında olmadan Sude'nin eline asıldım. Ortadaki kaseye çarpan keskin bıçak, içindeki cacığı insanların üstüne sıçratmıştı. Etraftaki herkes bu acımasız saldırının kanıtına, kasenin içinde yüzen bıçağa bakakalmıştı. Poyraz hayranlıkla dedesini izlerken, Rüzgar korkuyla oturduğu yere sinmişti. Yanlarında duran babaları, suratına sıçrayan cacığı medile silmekle meşguldü. Bu esnada Şebnem, tüm bu şamataya sebep olan kız kardeşine suçlayıcı bakışlar atıyordu.   


Neye uğradığını şaşıran Beren, başını kaldırarak kendisini koruyan adama baktı. Eliyle karnına tutunmuş, tüm ağırlığını iri bedenine yaslamıştı. Az önceki keskin duygulardan tamamen arınmış; yüzünde yalnızca savunmasız bir ifade kalmıştı. Acımasız insanlarla dolu bir sofrada kendisini koruyabilen birisinin olması onu epey afallatmış gibiydi.   


Merih'in dudaklarından sessizce, "İyi misin?" sorusu dökülünce, yavaşça başını salladı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Birbirlerine olan bakışlarından, hâlâ kızın başını tutan güçlü eline ve kızın hâlâ bedenine tutunan zayıf ellerine baktım. Göğsüme tortu gibi soğuk bir his çöktü; ama ne olduğunu anlayamadım. Sude'nin elini bırakarak parmaklarımı birbirine kenetlerken, gözlerimi onlardan ayırdım.


Merih yavaşça kaçılarak eski yerine çekilirken, Beren de hızlıca toparlandı. Suratındaki acıyı bertaraf ederek, tüm zayıflıklarını bastırdı. Babasından gelen bu insafsız saldırıyı gururuna yediremediği her hâlinden belliydi. "Ona çatal, bana bıçak," diye fısıldadı. Omuzlarını dikleştirip tekrar önündeki yemeğe uzanırken kederli kederli gülmüştü. "Kime neyi layık gördüğünü de öğrenmiş olduk."


"Beren, saçmalama lütfen kızım." Belkıs Hanım'ın yatıştırma çabaları onu daha çok güldürdü. Nasıl oluyorsa, kulağa çok marazi geliyordu bu gülüşler. Bastırdığı tüm acıların ses bulmuş hâli gibiydi.


"Ne oldu, anne? Sonunda Meral'le uğraşmayı bırakıp aile sorunlarıyla mı ilgilenmeye başladın?" 


Aniden suratındaki tüm kanın çekildiği Belkıs Hanım, utançla çenesini sıktı. Şebnem başını eğmiş, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı. Beren'in donuk bakışları kısa bir an ablasına dokunduktan sonra, yavaşça babasına döndü; kardeşler arasında soğuk rüzgarlar estiği apaçıktı. 


Tan Bey ve Beren'in birbiriyle bakıştığı bu kısacık sürede bile gerginlik gitgide kabarıyordu; artık soluduğumuz tüm havaya nüfuz etmişti. Odadaki herkes baba ve kız arasındaki sessiz savaşın gürültüsünü dinliyordu. 


"Bana bir şans daha ver." Mağrur bir tavırla gölgelenen bu istek, masadakileri şaşırttı. Tüm gözler bıçaktan ayrılmış ve ona çevrilmişti. "Herkes ikinci bir şansı hak eder. Bana bir şans daha ver, baba."


Gürültülü bir alayla gülen Emre, kolunun kenarıyla yanağını silerken kardeşini izliyordu. O kadar hınçlı bastırıyordu ki yüzü ürkütücü bir şekilde geriliyordu. "Bırak ikincisini, sen ilk şansı bile hak etmiyordun. Yoldaşlık senin isteklerine göre mi şekillenecek zannediyorsun, benim küçük kardeşim?" Elindeki kirli mendili hırsla yemeklerin üstüne fırlattı. Sanki bu, ziyafete atılan son darbeydi; herkesi arkasına yaslandırmış, tüm iştahları kaçırmıştı. "Babam niye seni masaya hiç oturtmadı sanıyorsun? Bir gün pısırık bir ressamsın, bir gün sinir hastası bir manyaksın," Şebnem'in kendisini susturmasına müsaade etmeyerek öfkesini kusmayı sürdürdü. Sanki kendi kanından kardeşine değil de ezeli husumet beslediği birisine saldırıyordu; resmen gözü dönmüştü. "Başka bir gün deli cesaretine sahip bir sürtüğe dönüşüyorsun. Seni masaya oturtsak, üç kişilik yer kaplayacaksın. Hâlâ utanmadan ikinci bir şans için dileniyorsun."


Belkıs Hanım yumruk yaptığı elini kapı tıklatır gibi masaya vurarak oğlunun hırsını dindirmeye çalıştı. "Yeter, susun ikiniz de! İştah falan bırakmadınız insanda."


Onu duymazdan gelen Beren, kısık gözlerini abisine çivilemişti. Kollarını göğsünde dolarken, başını yavaşça omzuna doğru yatırdı. "Bana bak, yoksa sen korkuyor musun? Senden önce masaya oturacağım için?"


"Bu kadar aptal olamazsın." Emre keyifli keyifli gülerek yanında oturan ablasına baktı. Ancak Şebnem'in suratı asıktı; onun kadar keyif almıyordu savaşmaktan. "Biz o masaya zaten oturuyoruz. Sen aşağıdaki tımarhanende uyurken biz yoldaşlarla kadeh tokuşturuyoruz. Hatta bazen sıkılmasınlar diye adamlara seni gösteriyoruz camdan."


Emre'nin attığı acımasız kahkaha salonun duvarlarını arşınlarken, beraberinde ağır bir suskunluk sürüklemişti. Beren duyduklarının verdiği şaşkınlıkla önce ablasına sonra abisine bakarken, aradığı yanıtın başka bir yerde olduğunu anımsayarak hızla babasına döndü. Yediği ağır lafları sindirmeye çalışır gibi, konuşmadan önce birkaç sefer yutkunmuştu. Arkasında dikilen Merih'in endişeli gözleri yalnızca onun üstündeydi. 


"Doğru mu bu, baba?" Sorusu adeta bir gülle gibi suskunluğun içine devrildi. Sesi, kızgınlığını ve hayal kırıklığını aynı anda taşıyamıyormuş gibi titriyordu. "Duyduklarım doğru mu, anne? Anlayamıyorum, neden bir tek beni sığdıramadınız o masaya?"


Anlayamıyorum, neden bizi hayatına sığdıramadın anne?


Kendi sesim yankılandı zihnimde. Altı sene önce içime derin bir kesik atan o soru kulaklarımda çınlamıştı; sanki doğru bir anda kendisini bana tekrar duyurabilmek için, altı uzun yıldır yankılanıyordu. Farklı zamanlarda sorulmuş, farklı seslerin yankısıydı belki; fakat taşıdığı duygular aynıydı. İstemsizce Beren'in acısını solumama neden olmuştu. Aynı kan tarafından hırpalanmanın açtığı yaraları bana yeniden hatırlatmıştı. 


"Yeter." Aniden sandalyesini itekleyerek ayağa kalkan Tan Bey, kızının yakarışına karşı sağır kalmayı tercih etti. Onunla beraber ayaklanan masa, odayı zemine sürten sandalyelerin gürültüsüyle doldurmuştu. Bu iç tırmalayan sese eşlik etmeyen tek kişiyse Beren'di. Gözlerini önündeki tabağa indirmişti; öfkeyle yanağının içini dişliyordu. "Şimdiden söylüyorum. Bugün olanlar bugünde kalacak. Yarın önemli bir gün, insanların önünde böyle rezillikler yaşanmayacak." 


Kimseden bir yanıt almayı beklemeden döndü ve kardeşlerini de peşine takarak salonu terk etti. Sofradan ilk kalkan Beren olmuştu; aceleci adımlarla babasının arkasından gittiğini görünce ben de peşine düştüm. Sude'nin kısık bir şekilde bana seslendiğini duysam da durmadım. Beren'i bir koz hâline getirmek istiyorsam eğer, en zayıf anlarını kollamam ve elime geçen her fırsatı değerlendirmem gerekiyordu. Duygularımın düşüncelerime ket vurmasına izin veremezdim. 


Benimle aynı anda kapının eşiğine varan Merih, aceleci adımlarımı sorgulayarak kaşlarını çattı. Ne yapıyorsun, dercesine bakan gözleri az önceki gerginliğin rengini taşıyordu. 


Aynı sorgulayıcı bakışı ona geri fırlatarak yanından geçtim ve gürültüyle basamakları tırmanan Beren'in peşine düştüm. Telaşla çıktığım merdivenin henüz yarısına varabilmişken bileğime asılan güçle duraksamak zorunda kaldım. Hızımın aniden kesilmesiyle birkaç basamak geriye sendeledim ve içgüdüsel olarak omuzlarına tutundum. O da düşeceğimi zannederek hızlıca bileğimi bırakmış, iki eliyle belimi kavramıştı. Gözleri yalnızca iki karış ötemdeydi; boyu artık benimle aynı hizadaydı. 


"Ne yapıyorsun?" diye sordum, fısıldayarak. Merdivenin tam ortasındaydık ve dışarıdan epey absürt gözükecek şekilde birbirimize tutunuyorduk. Üstelik zemine çarpan adım sesleri yakınlarda birisinin dolaştığının kanıtıydı; bu hâldeyken yakalanmak isteyeceğim son şeydi. Fakat yine de kendimi uzaklaştıramıyordum.  


"Asıl sen ne yapıyorsun? Nereye böyle?" diye fısıldadı birden. Sesinde tuhaf bir dalgalanma vardı; kızgın başladığı cümle beklenmedik bir durgunlukla son bulmuştu. Çatık kaşları gevşerken, üstündeki gerginlik dağılan bir sis gibi yok olmuştu.  


Asabi bir tavırla, "Neden hep işime karışıyorsun?" diye fısıldadım. Gerçekten de attığım her adımda bir engel gibi onu karşımda bulmak, yorucu olmaya başlamıştı. Üstelik kendisi de bunun farkındaydı; resmen beni yakalamaya çalışıyordu. 


Birden uyarırcasına parmaklarını sıkınca, karnıma keskin bir his saplandı. Ellerinin sıcaklığı şu kısacık anda bile tenime işlemişti. Hislerimdeki kargaşa beni aniden kendime getirmiş gibi, hızla geriye çekildim. Aceleyle bir basamak daha tırmanmış ve aramıza mesafe sokmuştum. 


"Ben de işimi yapıyorum." dediğinde artık fısıldamıyordu. Ellerini cebine sokarken başını hafifçe arkaya attı; benden aşağıda olmasına rağmen tepeden bakabilmeyi hâlâ başarıyordu. "Ortalık yeterince karışık zaten, lütfen bir de sen karışma işin içine."


"Ben de işimi yapıyorum, Merih," Bir basamak daha çıkarak, gitmeye hazırlandım. "Artık Beren Hanım'ın kişisel çalışanıyım, bu yüzden buradayım. Şimdi izninle, önemli bir işim var."


Suratındaki şaşkınlığa sırtımı dönerek basamakları tırmanmaya başladım. "Bu arada," Henüz yeni koridora adım atmışken, ansızın duraksayarak omzumun üstünden ona baktım. Hâlâ bıraktığım yerde, aramızdaki kızışmanın doğurduğu gerginliğin içindeydi. "O telefonu geri vereceksin. Her nereye koyduysan bir an önce bana geri getir."


 "Bak sen, emir de veriyormuş," diye mırıldandı, şaşkınlığını apaçık göstererek. Yavaşça bir basamak daha tırmanmış ve orada durmuştu. İnsanların üstündeki etkisinin farkındaydı; bakışlarından duruşuna kadar elinde tuttuğu gücü karşısındakine sezdirebiliyordu. "Çok istiyorsan gelip alabilirsin. Odamın nerede olduğunu biliyorsun."


Dudaklarına yerleşen imalarla dolu gülümsemeyi görünce nefesimi üfleyerek yürümeye başladım. Hızlı adımlarla koridoru aşarak Beren'in kapısının önünde durdum; içerde olup olmadığını bilmiyordum. Ancak yine de tıkladım ve sessizce beklemeye koyuldum. Bu esnada köşeyi dönerek kütüphaneye yürüyen Merih, içeriye girip kapıyı arkasından örtmeden önce arsızca göz kırpmayı ihmal etmemişti. 


Sinirli sinirli gülerek gözlerimi devirdiğim esnada içerden yükselen, "Gir." emriyle dikkatimi oraya verdim. Yavaşça kapıyı açıp başımı aralıktan uzatırken, gözlerimle odayı tarıyordum. Havada kesif bir tütün kokusu raks ediyordu. Sabah oturduğumuz koltuklardaydı; hiç kımıldamadan, önündeki boydan camın sergilediği ihtişamlı ormanı izliyordu. Yanındaki sehpada dumanı tüten kahverengi bir pipo duruyordu. Ben usulca odaya girerken istifini dahi bozmadı. 


Kapıyı arkamdan örttüğüm an yalnızca, "Ne istiyorsun?" diye sordu. Sesi düşüncelerle gölgelenmişti. 


Birkaç adım öne çıkarak beni rahatça görebileceği bir yerde durdum. Gergin hissediyordum çünkü karşımdaki kadının hamlelerini öngörebilmek hiç mümkün değildi. "Bir şeye ihtiyacınız var mı diye sormak için gelmiştim." 


Kasten ismiyle hitap etmemiştim zira kim olduğunu anlayamayacağım kadar durgun biri vardı karşımda. Başını hafifçe çevirip yan gözle bana baktı. İfadesiz, soğuk ve mesafeli bir bakıştı bu. Tekrar ormana dönerken, aniden sorduğu, "Hiç birisini öldürmek istedin mi?" sorusuyla beni şaşırttı.


Yalnızca bir saat önce bu odadan çıkardığı güçle şu anda odasına geri getirdiği yenilgi, beni istemsizce hüzünlendirmişti. Belki de bu yüzden, kendimi sorusunu dürüstçe yanıtlarken buldum. "Evet, istedim." 


Tekrar gözlerimiz kesişti. İfadesizliği kurnaz parıltılarla doluydu şimdi. "İstediğini aldın mı peki?" 


Beklentiyle kıvrılan dudakları içimi ürpertti. Almak kelimesiyle kastettiği şeyin bir insanın hayatı olması ürkütücüydü. Yavaşça başımı iki yana salladım. "Hayır, almadım. Yalnızca bir düşünceydi."


Hayal kırıklığıyla dudaklarını büzerek önüne döndü; istediğini elde edememiş bir çocuk kadar küskündü şimdi. Küllüğe yaslanmış olan pipoya uzanırken gururlu bir yüz takındı. "Ben aldım. Her zaman istediklerimi aldım. Ama," Piponun ucunu dudaklarının arasına kıstırıp derin bir soluk çekti. Yanakları içine çökmüş, elmacık kemikleri belirginleşmişti. "Şimdi tekrar almak istiyorum. Bu isteği durdurmak çok zor. Ne yapsam ki?" 


Duyduklarım karşısında gözlerim irileşirken, benimle alay edip etmediğini anlamaya çalıştım. Fakat hiç de öyle durmuyordu; aksine gayet ciddiydi. Uzun bir süre yanıt alamayınca bana baktı. Suratımdaki ikilemi yakalamış olacak ki birden gülmüştü. 


"Ne oldu, korktun mu yoksa?" Kelimeleri dumana bulanmıştı. Ağzından çıkan her lafız odaya yanık bir tütün kokusu yayıyordu. "Sevimli bir tarafın var senin, neden seni kafayı taktığı çok belli."


Şaşkınlıktan kekeledim. "Anlamadım, kimden bahsediyorsunuz?"


Fakat yanıt alamadım. Gülerek piposunu içmeye dönerken, yalnızca ağzının içine doğru, "Çekilebilirsin." demekle yetindi. Bir süre dumanın arkasında kaybolan suratını izledim. Ardından tutuk birkaç adım attım. Sonra birdenbire duraksayarak, çekingen bir tavırla, "Beren Hanım?" diye seslendim. Gözleri beni bulduğunda doğru ismi söylediğimi anlayarak rahatladım; artık kendimden daha emindim. "Yoldaşlıkla olan mücadelenizde size yardımcı olabilirim."


Hızla kaşları çatıldı; baştan aşağıya defalarca kez süzdü beni. Basit bir temizlikçiden bu denli cesur bir teklifin çıkmasına şaşırdığı apaçıktı. Pipoyu dudaklarından alarak elini koltuğa yasladı. Yavaşça üst bedenini bana döndürmüştü. "Senin gibi biri bana nasıl yardım edebilir ki?" 


Omuzlarımı silktim; tasasız ve rahat gözükmeye çalışıyordum. Ellerimin titrediğini fark etmemesi için önümde kavuşturmuştum. "Evdeki herkesle aram iyidir, her şeyi duyabilen üçüncü kulağınız olabilirim. Size yardım etmek istiyorum çünkü aşağıda söyledikleriniz beni etkiledi," Pek yalan sayılmazdı. Fakat doğru da değildi. "Yıllar önce ben de aynı hisleri yaşadım. Sonucunda istediğimi alamadım ama sizin almanızı isterim." Boğazımı temizledim, duruşumu dikleştirdim. Dosdoğru gözlerinin içine bakıyordum. Zihnimde dolaşan telkinleri sesli bir şekilde dile getirmeye karar vermiştim. "Onlarla bu şekilde mücadele edemezsiniz. Silahlı bir kavgaya elinizde bıçakla katılırsanız kaybetmeniz kaçınılmaz olur."   


"Onlara da yaptın mı peki bu teklifi?" 


Bahsettiği kişilerin aslında kendisi olduğunu anlayınca başımı iki yana salladım. Tam da tahmin ettiğim gibiydi; kişilikleri değiştikçe sahip oldukları anılar da değişiyordu. Gerçekten de bir bedende yaşayan üç farklı hayat gibiydi. "Yalnızca size bu teklifi sundum. Onlara yardım etmek gibi bir düşüncem hiç olmadı."


Gülümseyerek başını geriyi attı. Üstünde ince bir dumanın dalgalandığı pipoyu tekrar dudaklarına kıstırırken, gözlerini üstümden ayırmadı. İçlerindeki kurnaz parıltılar huzursuzluk vericiydi; fakat duygularımı kendimden uzak tutmak zorundaydım. Samimiyetime inanmadığı müddetçe bana güven duyması imkansızdı. 


"Silahlı bir kavgaya bıçakla katılmak. İlginç bir kızmışsın," dedi, mırıldanarak. Dudaklarını bükmüş, gözlerini kısmıştı. Kuşkuyla karışık merak vardı suratında. "İstediğin olsun bakalım."


Boğazım resmen kupkuruydu; kelimelerim birbirine dolanıyordu. Defalarca kez yutkundum ve konuşmanın seyrini değiştirecek olan o soruyu sordum. "Peki karşılığında sizden bir şey rica edebilir miyim?"            


Dakikalar sonra odadan çıkarken soluklarım birbirine karışıyordu. Birkaç savsak adım attım ve sırtımı soğuk duvara yaslayarak bir süre olduğum yerde bekledim. Hafifçe öne bükülmüştüm; heyecandan bayılacak gibiydim. Kalbim aldığım her nefesle birlikte kasılıyordu. 


O gece düşünmekten hiç uyuyamadım; sabah bitkin bir hâlde kalktığımda içimdeki heyecan tamamen körelmiş, yeriniyse yalnızca kaygılar kaplamıştı. Her şey istediğim gibi ilerliyordu fakat bu yine de beni korkutuyordu. Boğulacağımı bildiğim bir suya girmiştim, evet; ancak zor olan kısmın girmek değil, derinliklere doğru yüzmek olduğunu anlamıştım. 


"Demre anlatsana, neden pozisyonun değişti?" 


Dalgın dalgın mutfağa girdiğim esnada Dilara'nın sorusuyla düşüncelerden koparıldım. Masanın etrafını çevrelemişlerdi, akşam yemeği için mantı hazırlıyorlardı. İçeride yeni kavrulmuş et kokusu vardı. Ece bir köşede hamur yoğururken, Dilara mantıların içini dolduruyordu. Sude de masanın bir köşesine ilişmişti; oklavayla yaptığı sert darbelerle hamuru ezmeye çalışıyordu. 


"Dün konuşmaya hiç fırsatımız olmadı, niye birdenbire böyle bir değişiklik yapıldı?" Elinin tersiyle saçını itekleyen Sude, farkında olmadan yanağına un bulaştırdı. Oklavayı bırakmış, ilgisini tamamen bana vermişti.   


Yavaşça yanına otururken, "Ben de bilmiyorum, Ceren böyle olsun istemiş." dedim. Pozisyonumun değişmesi herkesi şaşırtmış, epey de meraklandırmıştı. Haber yayıldığından beri kızlar benden bir açıklama bekler olmuştu. Nitekim yoğunluktan ötürü kimse konuşmaya fırsat bulamamıştı. 


Bu yüzden, "Aranız kötü olmasına rağmen neden böyle bir şey istemiş ki?" diye soran Ece'nin, sesindeki sabırsızlığı kolayca duymak mümkündü. Kısa bir anlığına hamuru yoğurmaya ara vermişti; hararetten kızaran yanaklarını eliyle serinletmeye çalışıyordu.


"Zeren'le arası kötüydü, Ceren'le değil." diyerek onu düzelten Sude, işine geri döndü. Büyük bir hırsla oklavayı yuvarlamaya devam ediyordu. 


"Sanki çok farklı insanlar," Küçümseyerek mırıldanan Ece, kısa bir bakış fırlatmıştı ona. Kendi kendine söylenir gibi konuşuyordu. "Kadın kafasından iki insan yarattı, ortamını kurdu; tiyatro oynar gibi kılık değiştirip duruyor. Siz de inanıyorsunuz bu tiyatroya."


"Kimse bu kadar iyi rol yapamaz," Her kişiliğinin birbirinden ne kadar farklı karakterlere sahip olduğunu fark etmek çok da zor değildi. Hiç kimse isteyerek kendi şahsiyetini parçalara bölmezdi. "Böyle bir hastalık gerçekten var belli ki."


Alayla gülen Ece, "Ya bırak lütfen," diyerek, sözlerimi savuşturdu. Anlayışsız bir ruha bürünmüştü birden. "Zengin hastalığından başka bir şey değil bu. Sen hiç fakir birisinde böyle bir hastalık gördün mü?" Benden bir yanıt almayı bekler gibi suratıma bakınca, sorunun tuhaflığına karşın şaşkınlıkla güldüm. "İstediği her şeyi elde edebilen insanların mutsuzluklarını örtbas etme çabaları bunlar. Sırf ilgi için böyle hasta ediyorlar kendilerini."


Göğsüme bir ağırlık çöktü. "Kötü bir çocukluk yaşadığı çok belli. Zengin olması bunu engellemez sonuçta," Sesimdeki alevler, Sude'nin yandan bir bakışla beni kolaçan etmesine neden olmuştu. "Ben hiç istediğini elde eden birisi olmadım ama kardeşim ölmesine rağmen yıllarca onu karşımda görmeye devam ettim," Birden tüm eller durdu, tüm başlar bana döndü. "Kimse sırf ilgi için kendi zihnini hasta etmez." 


Uzun bir sessizliğin ardından Ece'nin verdiği tek karşılık, "Sadece bir gündür birliktesiniz ama çoktan o kadının tarafına geçmişsin." oldu. Dilara gülerek aramıza sızan gerginliği dağıtmaya çalışınca, sessiz kalmayı tercih ettim. Buraya intikam için gelmiş olmama rağmen Şahoğlu'na onlardan daha az düşmanlık besliyor oluşum gülünç bir durumdu. Kimse birbirinden hazzetmiyordu. 


Oklavayı bir kenara bırakıp yanıma oturan Sude, ketum bir tavırla, "Sen yine de Ceren'le arandaki mesafeyi korumaya özen göster." diye mırıldandı. Ellerindeki unu silkelerken Dilara'yla sessiz bir bakışma geçmişti aralarında. 


"Neden ki?" diye sorduğum esnada birden kapı açıldı. 


Eşikte beliren Şebnem, gözleriyle bizi süzdükten sonra gülümseyerek içeriye girmişti. Üzerinde siyah, kadife bir takım vardı; kulağındaki halka küpeler o yürüdükçe sağa sola sallanıyordu. Saçını omzundan geriye savurup yanımıza sokulurken, "Nabersiniz kızlar?" diyerek kıkırdadı. Masadaki mantılara kısa bir bakış attıktan sonra solumdaki sandalyeye kurulmuştu. Hareketleri yavaş ve zarafet doluydu. Zeren'i andıran mavi gözleri benim üzerimde takılı kaldığı an, dudaklarındaki gülümse de genişledi. "Yeni yüzler görüyorum, ne güzel. Dün de salondaydın sanki," Sessizce onayladığımı görünce sözüne devam etti. "Ceren seni yanında götürmüştü hatta. Ne yaptıysan artık kıza yukarda, aşağıya Beren olarak indi." 


Gür kahkahası duvarlara çarparken, kızlar da onunla birlikte kıkırdadı. Fakat ben gülmeyi becerememiştim; evdeki kargaşaya hâlâ tam anlamıyla ayak uyduramıyordum. Onlar kanıksamışlardı fakat benim yaşanılanların etkisinden sıyrılmam o kadar da kolay olmuyordu. Zihnim sanki tarumar edilmişti; bir yandan Beren'in söylemlerini anlamaya çalışırken, bir yandan da Yoldaşlık'ı düşünüyordum. Keza Uraz'ın kaybolan telefonu da zihnimin bir kıyısını kemirmeyi sürdürüyordu. Hangi sorunun üstüne eğileceğimi şaşırmıştım.


"Akşamki merasime siz de katılacak mısınız bakalım?" Aniden konunun değişmesiyle birlikte rahatladım. Söylediği sözlere verecek bir karşılık bulamamıştım çünkü. 


Sude'nin ihtiyatlı bir edayla, "Bizim katılmamız yasak maalesef, Şebnem Hanım," dediğini duyunca, hızla nefesini içine çekti. İri dudaklarını büzmüş, kaşlarını kaldırmıştı. 


"Doğru ya," Gururlu bir şekilde omuzlarını silkerek, işveli bir şekilde gözünü kırptı. "Poyraz'a yapılan merasimin üstünden iki sene geçtiği için şartları unutmuşum. Ondan önceki de zaten Zeren'indi, baksana on yıl olmuş. Yaşlanmışız resmen." Aniden bir şey anımsamış gibi bana döndü. Sesini alçalmıştı; şimdi neredeyse fısıldıyordu. "Ah, bu arada, dün odaya çıktığınızda ne oldu? Zeren eminim ki bir şeyler söylemiştir." 


 Çöken sessizliğin içinden gergin gergin kızlara baktım. Huzursuzca kımıldandığımı gören Dilara, başıyla belli belirsiz kadını gösterdi. Bir şey söylemen gerek. Tekrar karşımdaki meraklı gözlere döndüm. "Pek konuşmadı açıkçası, sadece örgütün başına geçeceğine yemin etti." Bir anlığına duraksadım, derin bir soluk çektim içime. "Bir de sizin ve oğullarınızın Yoldaşlık'a layık olmadığını söyledi."


Kadının suratındaki heyecan birden soldu; dudaklarındaki gülümseme çarpık bir hâl almıştı. Gözlerinin kıyısına öfke dalgaları vururken dudağını dişledi. Şimdi hiç olmadığı kadar kardeşine benzemişti. "Demek öyle," dedi, hakarete uğramış gibi sinirle gülerek. Kızları da tuhaf bir endişe bürümüştü; sessizce kadını izliyorlardı. "Demek oğullarımın layık olmadığını düşünüyor. Üstelik Poyraz kendisini kusursuz bir şekilde dedesine ispatlamışken. Ne cüretle küçümser oğlumun başarısını?" Hayret dolu sesiyle resmen sessizliği eşeliyordu; o konuştukça suskunluk daha da derinleşiyordu sanki. Çıt dahi çıkmıyordu kimseden. Zedelenen bir gururla tekrar bana döndüğünde gözlerinin içi parlıyordu. "Sadece sen mi ilgileniyorsun onunla?"


"Evet, Şebnem Hanım." 


Masanın üzerinden bana doğru eğildi; saçı unların üstüne devrilmişti fakat hiç umrunda değildi. Gözü dışardaki hiçbir şeyi görmüyor gibiydi; yalnızca bana odaklanmıştı. "Eğer buraya geldiğim zamanlarda bana yaptığı ve söylediği her şeyi anlatırsan, tuttuğun bir dileği senin için gerçekleştiririm. Ama eksiksiz anlatacaksın." 


Yavaşça başımı sallarken, düşünüyormuş gibi davrandım. Sunduğu teklifi havada kapıyormuş gibi gözükmek istememiştim. "Elimden gelenin en iyisini yaparım, Şebnem Hanım." 


"Dile benden ne dilersen." Geriye doğru kaçılarak, üstün bir edayla gülümsedi. Dilara'nın, irileşen gözlerini Sude'ye kaydırdığını gördüm; ikisinin de suratı adeta şaşkınlığa bulanmıştı. 


"Mümkün mü pek bilmiyorum ama akşamki merasime katılmak çok isterim," dedim çekingen bir tavırla. Şebnem, bu basit istek karşısında gülerek içtenlikle kolumu sıvazladı. Hafifçe tenimi sıktıktan sonra da ayağa kalktı. 


Kapıya yanaşırken, "Beşte ormanın orada ol, tatlım." dedikten sonra tekrar göz kırptı ve memnun bir edayla mutfaktan ayrıldı. Göğsümde sıkışmış olan nefesi üfleyerek arkama yaslandım. Ece sessiz bir şaşkınlık nidası atarak önündeki işle ilgilenmeye geri dönerken, Sude ve Dilara bana bakıyordu. 


"Ne yaptın kızım sen?" Kapıyı kolaçan ettikten sonra üzerime eğilen Sude, çemkirircesine fısıldamıştı. Endişeyle bir bana bir Dilara'ya bakıyordu. "Başına bela alacaksın. Bunların aile sorunlarına bulaşırsan kendini kurtaramazsın. Sonun Hicran gibi mi olsun istiyorsun?"


Şaşırarak, "Ne oldu ki ona?" diye sordum. 


Yanıtlama mecburiyetinden kurtulmak ister gibi arkasına yaslanan Sude, gözlerini karşısında oturan Dilara'ya çevirmişti. Sessizliğin suçunu ona atmaya çalışır gibi suskundu. Kimsenin konuşmayacağını anlayınca sözüme devam ettim. "Ufak tefek bilgiler veririm sadece. Endişelenecek bir şey yok. Hem merasimi de merak ediyordum, onu da görmüş olurum."


Daha fazla bu konu hakkında konuşulmadı; kızlar hummalı bir şekilde yemeklerin hazırlığıyla ilgilenirken biz de işimizin başına dönmek zorunda kaldık. Artık yalnızca Zeren Hanım'a çalıştığım için odasını ve atölyesini de benim temizlemem gerektiği söylenmişti. Üstelik tüm gün kuyruk gibi peşinde dolanacağımı zannederken, sabahtan beri ortalıkta görünmüyordu. Bu yüzden öğle arasına kadar etrafı toplayarak, odasını temizlemekle uğraşmıştım. Şimdi de atölyesine girecektim. 


"Böyle sık sık ortadan kaybolur o," Etrafa bakındığımı gören Sude, içi su dolu kovayla birlikte odaya girmeden önce bana doğru seslendi. Başıyla resim atölyesini göstermişti. "Orayı ancak temizlersin zaten, bir yığın tuval var yerde. İşin bitince birlikte döneriz." 


"Tamam, kolay gelsin," dedikten sonra gösterdiği kapıya, resim atölyesine doğru yürüdüm. O günden beri buraya hiç girmemiştim. İçerde durduğum süre boyunca ne kadar bunaldığımı anımsayınca, istemsizce tekrar gerildim. Kendisi gelmeden işimi halledip, bir an önce bu odadan çıkacaktım. 


İçerisi tıpkı bıraktığım gibiydi. Çeşitli boyutlardaki tuvaller üst üste duvara yaslanmış, öylece duruyordu. Ortadaki şövalyeye, yerdeki boyalar ve fırçalar eşlik ediyordu. Pencerenin hemen önüne tabure yerleştirilmişti. Duvarlardaki iç ürperten, anlamsız karalamalar hâlâ duruyordu. Usulca şövalyeye yaklaşırken yarım bırakılmış olan resmin detayları da gitgide belirginleşti. Ansızın olduğum yere çakıldım; resmen nutkum tutulmuştu. 


Kendimle bakışıyordum. Tuvaldeki kız bendim.              


Henüz saçlarım çizilmemişti; suratımın da yalnızca bir kısmı boyanmıştı. Etrafımda aydınlık, sarı bir huzme vardı. Yumuşak tonlarla renklendirilmiş olan portreki fırça darbeleri, uzaktan dahi görülebiliyordu. Yavaşça uzanarak pütürlü boyaya dokundum ve parmak ucuma bulaşan sarılığa baktım. Hâlâ nemliydi, kurumamıştı. 


Demek yakın bir zamanda buradaydı.


Etrafımda dönerek dört bir tarafımı sarmış olan tuvallerde göz gezdirdim. Yerleri silebilmem için hepsini bir kenara toplamam gerekiyordu; gerçekten de küçücük bir atölyeyi temizlemek saatlerimi alacaktı. Bu yüzden oyalanmadan işe koyuldum ve soldaki tuvallere yöneldim. Dizlerimin üstüne çökerek ayıklamaya başladığım sırada, elime parçalanmış bir tuval geçti; bu oydu, Ruhun Gözü'ydü. Fakat perişan bir hâldeydi. Tam ortasında bıçak izini andıran derin yarıklar vardı; Merih'in kusursuz suratı üç farklı parçaya ayrılmıştı. 


Nazikçe elimi üstünde gezdirerek katlanan yırtığı indirince, kör gözündeki mavilikle karşılaştım. O kadar gerçekçiydi ki bu hâle gelmiş olması istemsizce içimi burkmuştu. 


Yavaşça kenara bırakarak diğer tuvallere uzandım; açtıkça birbirinden farklı, kan donduran resimlerle karşılaşıyordum. Zıt renklerin birbiriyle harmanlandığı, karmakarışık ve anlamsız çizimlerle doldurulmuştu hepsi. 


Kanlar içinde yatan devasa bir geyik resmini kenara bırakırken huzursuzluğum iyice kabarmıştı. Nedensizce gerilmiştim. Sanki marazi bir zihnin içine sızmış ve farkında olmadan derinliklerinde kaybolmuştum. Vahşice öldürülmüş başka bir geyik cesedini daha kenara çekince aniden duraksadım. Karnıma keskin bir sızı saplanmış, elim havada asılı kalmıştı. Yavaşça geriye kaykıldım. Kendisini asmış genç bir kızın korkunç portresiyle bakışıyordum. 


Oldukça karanlık ve kasvetli bir çizimdi. Kızın çehresi belirsiz ve bulanıktı; uzun saçları önüne dökülmüştü. Kolları cansız bir et parçası gibi iki yanından sallanıyordu. Ayakları çıplaktı; üzerine şu anda giydiğim üniformanın tıpatıp aynısı çizilmişti. Fakat tuhaf bir şekilde tanıdıklık hissi veren bir yerdeydi; geniş bir kapının girişinde duruyordu. Etrafını kafes gibi koyu bir karanlık çevrelemişti. Ancak dikkatli bakınca farklı detaylar da seçilebiliyordu; arkasında, karanlığa hapsolmuş at silüetleri vardı.


Dalgın bir şekilde tuvali diğerlerinin arasına bıraktım ve yenisini uzandım. Bu seferki neredeyse boştu; tuvalin en altına yalnızca mor menekşeler çizilmişti. Geriye kalan boşluklar, büyük harflerle yazılmış olan koyu kımızı bir cümleyle doldurulmuştu. Her kelimenin sonu tuvale bastırılmış bir fırçanın iziyle bitiyordu; kan misali akan kırmızı boya, menekşelere kadar iniyordu. 


"Mezarına menekşeler ektiler." 


Kendi sesimden bu iç ürpertici cümleyi duymak rahatsızlık vericiydi. Hızlıca tuvali kenara atarak, intihar etmiş kız portresinin önüne bıraktım. 


Etrafımdaki çizimlere atfedilmiş olan hissiyatlar, insanın üstüne yükleniyordu sanki; aynı kasvetin farklı tonları barınıyordu hepsinde. Bir an önce bu odadan kurtulma arzusuyla silkelendim ve tüm dikkatimi işime verdim. Nitekim odayı temizleyerek tuvalleri geri yerine yerleştirmek bile üç saat sürmüştü. 


Yorgun argın dışarıya çıktığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Mantı yemeğinin kokusu koridora atılan ilk adımda dahi seziliyordu. Sude'yi etrafta göremeyince aşağıya inerek, mutfağa girdim. Tezgaha yaslanarak elinde tuttuğu elmayı yiyen Merih'i içerde bulunca istemsizce şaşırmıştım. Onu burada görmeye hiç alışık değildim. 


"Bitirdin mi?" Masaya oturmuş mantısını yiyen Sude beni görünce boğuk bir sesle konuştu. "Baktım senin işin daha bitmemiş, bölmeyeyim dedim. Gel sen de bir tabak ye, kaçırma bunu." 


Merih'in yanına yaklaşırken, Sude'ye doğru, "Pek iştahım yok," dedim. Ardından ona döndüm; mutfağın sahibi edasıyla yaslandığı tezgahta, tasasızca elmasını yiyordu. Bir eli cebindeydi, ayağını diğerinin üstüne atmıştı. Ona bir şey söyleyeceğimi sezmiş gibi yan gözle bana bakıyordu. 


Henüz konuşamadan elindeki elmayı bana doğru uzatıp, "Gözün kaldı herhalde, al ye." dedi, muzipçe gülümseyerek. "Yoksa boğazımda kalacak şimdi." 


Hızlıca arkasını dönüp bize kısa bir bakış atan Sude, "Demre elma sevmiyor, yiyince kusuyormuş." diyerek Merih'i şaşırttı. Tekrar önüne dönmüş, bir kaşık dolusu mantıyı ağzına atmıştı.  


Merih, aynı muziplikle, "Gün geçmiyor ki senin hakkında yeni bir şey öğrenmeyeyim, sürprizlerle dolusun valla," diyerek, ocaktaki yemekle ilgilenen Ece'nin kaşlarını çatmasına ve bize kaçamak bir bakış atmasına sebep olmuştu. Gözlerimi belerterek onu uyarmaya çalışsam da karşılık olarak aldırışsız gülüşünü seyretmek zorunda kaldım. En azından başkalarının yanında yapmasan keşke. Elmadan büyük bir ısırık daha alarak önüne döndü ve keyifli keyifli yemeye devam etti. 


"Bu akşamki merasime ben de katılacağım," deyince, birdenbire ciddileşti; suratındaki tüm keyif eriyip gitmişti. Yan gözle bana bakarken artık bariz bir şekilde tavrı sertti. "Ormanın orada olacakmış, eğer sen de gideceksen beni de götürür müsün?"


"Götürürüm de," Bedenini bana doğru döndürdü. Tek eliyle tezgaha tutunmuş, üzerime eğilmişti. Kızlara kaçamak bir bakış atarak çabucak geriye çekildim. Korkuyla karışık koyu bir heyecanla sarmalanmıştım. "Senin ne işin var orada, onu anlayamadım?"


"Şebnem Hanım'ın özel davetlisi." diyerek araya giren Ece, alay kokan bir sesle de gülmüştü. Sude elindeki kirli peçeteyi hışımla ona fırlatınca yana kaçılarak bu darbeden sıyrıldı. 


Merih ona attığı sert bakışları tekrar bana çevirdiğinde, kısa bir an öfkeyle gözlerimi yumdum. Neden herkes birbirinin işine karışıyordu bu evde? Birden Ece'yi pataklama arzusu kabarmıştı içimde; kendimi dizginlemek istercesine parmaklarımı birbirine kenetledim. 


"Ne demek şimdi bu?" diye soran Merih, yine bir işler çevirdiğimi anlamanın kızgınlığını soluyordu. Kaşlarını çatarak elindeki elmayı tezgaha fırlattı; iştahı kaçmış gibi, hoşnutsuz bir ifade sarmıştı yüzünü.


Ben de kaşlarımı çattım; terslercesine mırıldandım. "Seni hiç ilgilendirmez." 


Sude elindeki kaşığı tabağa düşürerek bana baktı; suratında hayret dolu bir ifade vardı. Tıpkı onun gibi şaşkınlığa boğulan Ece de işini yarım bırakmış, bize dönmüştü. Kızların verdiği aşırı tepkiyi görünce birden kendime geldim; bir anlığına yalnız olduğumuz yanılgısına kapılmış, fazla ileri gitmiştim. Kollarımı kendime dolayarak nefesimi üfledim. Saygısızlığım karşısında Merih'in öfkeyle beni azarlamasını bekliyor, suratına kaçamak bakışlar fırlatıyordum. 


"Toyluğuna veriyorum sözlerini," dediğinde sesi umduğumdan da sakin çıkıyordu. Şaşırarak gözlerine bakınca, beni başkalarının yanında küçük düşürmek gibi bir amacının olmadığını anladım. Yaptığım gafın farkındaymış gibi anlayışlıydı; ancak buna rağmen ikazda bulunmayı ihmal etmedi. "Ama bu evde olan her şey beni ilgilendirir. Ayrıca evet, seni götürürüm," Birden bileğindeki saate baktı. Tezgahtaki yarısı bitmiş elmayı kaparak mutfağın diğer köşesinde duran çöp kutusuna fırlattı. Taş misali içine çarpan elma, sessizliğe bir gürültü gibi devrilmişti. Arka kapıya doğru yürürken birden duraksayarak bana baktı. "Merasim başlamak üzeredir, geliyor musun?"


Arkamızda kesif bir şaşkınlık bırakmış, birlikte bahçeye çıkmıştık. Hızlı adımlarla önümden yürüyerek bana yolu gösterirken, itirazsızca peşine takıldım. Karanlık patikanın içinden geçerek düzlüğe çıkana kadar ikimiz de konuşmadık. Ahırın yanından geçtiğimiz esnada bir anda olduğum yere mıhlandım; afallayarak giriş kapısına bakıyordum. Demek bu yüzden tanıdık gelmişti. 


Portredeki kızın intihar ettiği yer burası.     


"Ne oldu?" Arkasından gelmediğimi fark ederek duran Merih, karanlığın ötesinden bana doğru seslendi. Şaşkınlığımı yeterince yaşayamadan ona döndüm. 


"Bir şey yok," Hızlıca toparlanarak, koşar adımlarla aramızdaki mesafeyi kapattım. Yanına vardığımda, az önce baktığım yeri kolaçan ederken bulmuştum onu. Hiçbir tuhaflık göremeyince tekrar bana döndü. Gözlerinde koyu bir şüphe yakaladığım an telaşla konuyu değiştirdim. "Yürüyerek mi gideceğiz?"


"Hayır, golf arabasıyla," dedi fakat yerinden kımıldamadı. Hâlâ çıplak bir şüpheyle beni süzüyordu. Gözleri sanki dokunduğu geceyi içine çekmiş gibi kararmıştı. "Ne işler çeviriyorsun sen yine?" 


"Hiçbir şey çevirmiyorum," Omuz silkerek, sesimin ikna edici duyulabilmesi için çabaladım. Bana böyle kesintisiz baktığı sürece yalan söylemek gittikçe zorlaşıyordu. "Merasimi merak ettiğim için Şebnem Hanım'dan rica ettim, o da gelmeme izin verdi. Bu kadar." 


Sabrı tükenmiş gibi sertçe nefesini üfledi. Başını kaldırmış, etrafımızı kuşatmış olan karanlığın içinde gözlerini gezdirmişti. Ansızın ruh hâli değişmiş gibiydi; gergin ve kaygılıydı. "Demre," İsmimi mırıldanırken kullandığı ton istemsizce beni de gerdi. "Söz ver bana, yanımdan hiç ayrılmayacaksın." 


Şaşırsam da fazla eşelememeyi tercih ettim. Çünkü içimden bir ses zaten oraya gidince yanından ayrılmak istemeyeceğimi fısıldıyordu. "Tamam söz, yanından hiç ayrılmayacağım."


Başını sallarken biraz da olsa rahatlar gibi gözüktü; fakat bu çok kısa bir andı. Tekrar yürümeye başlayınca gerginliğini yeniden kuşanmıştı. Birlikte golf sahasının girişine vardığımızda kenara park edilmiş olan ufak arabalara yöneldi. Kapıları olmayan, dört kişilik, küçük bir araçtı bu. Çevik bir oturuşla sürücü koltuğuna geçti ve hızlıca arabayı çalıştırdı. Çelimsiz farlar çimleri sarıya boyamıştı.


Yanına oturunca, "Sıkı tutun." diyerek uyardı. Ardından son sürat sürmeye başladı; rüzgarı yararak golf sahasındaki tepeleri geçerken iki elle kenarlara tutunmuştum. Arabanın hiçbir kapısı olmadığı için soğuk resmen tüm vücudumuzu kemiriyordu. Yalnızca birkaç dakika içinde orman karşımızda belirse bile, ellerim soğuktan hissedilmez hâle gelmişti. Başka bir engebeyi daha aşarak sonunda yavaşladığımızda, gözüme ilişen tuhaf bir detayla kaşlarımı çattım. Şaşkına dönerek önce Merih'e, ardından tekrar ormana baktım. 


Arabayı metrelerce öteye park ederek dışarıya çıkarken, "Sözünü unutma, yanımdan ayrılmayacaksın." diye mırıldandı. Keskin gözleri ormandaydı. 


Yavaşça aşağıya inip gecenin içine adım attım ve arabanın etrafında dolanarak yanına sokuldum. Hâlâ şaşkınlık içindeydim; ne düşüneceğimi bilemiyordum. Cebinden çıkardığı siyah maskeyi hızlıca suratına takmış, arabanın içinden başka bir tane daha alarak bana uzatmıştı. Artık yalnızca gözleri görünüyordu. Gecenin içinde parlayan kör gözündeki maviliğe bakarken, kalbimin sıkıştığını hissettim.  


"Avlanma merasimine hoş geldin." diye mırıldandı, davetkâr bir tonla. Az sonra avlayacak olan kişi kendisiymiş gibi keyifli bir vurguya sahipti. Gözlerindeki tüm ışık sönmüştü; adeta kapkaranlıktı. Yine o ürpertici hâlini kuşanıyordu. Yavaşça elindeki maskeyi alırken, gecenin kıyısında yürüyen kalabalığa baktım. Beni neyin beklediğini bilmemenin korkusuyla dolmuştum. 


Usulca ormanın kalbine doğru süzülen meşaleli insanları izlerken, baştan aşağıya kasıldım. Mideme ufak iğneler saplanıyordu sanki. Böylesine bir kalabalığın varlığına tezat düşecek bir durgunluk hakimdi etrafta; gecede ürpertici bir sükun vardı. Merih elini sırtıma koyarak ilerlemem için cesaretlendirince, itirazsızca beni yönlendirmesine müsaade ettim. Kısa sürede insanlardan oluşan kuyruğun sonuna yetişmiştik; ellerinde tuttukları meşalelerle ormanın damarlarını aydınlatan güruhun hemen arkasındaydık. 


Rüzgarlarla dalgalanan alevlerin ışığı altında, karanlığı yararak ilerliyorlardı. Kimse konuşmuyordu; toprağı çiğneyen onlarca ayağın sesi vardı yalnızca. 


Merih'e doğru sokularak, endişeyle, "Kim bu insanlar? Nereye gidiyoruz, Merih?" diye sordum. Fısıldamış olmama rağmen sesim adeta bir gürültü gibi çıkmıştı. En arkadan yürüyen orta yaşlı bir kadın dönüp bize bakınca istemsizce kasıldım. Merih adımlarını yavaşlatarak kendisine ayak uydurmamı sağladı; ardından kulağıma doğru eğildi. Rüzgârların sesimizi başkalarına taşıyamayacağı bir mesafedeydik artık. 


"Bir örgütün yaptığı merasimden ne bekliyordun?" Sesi kulağımın hemen kıyısına çarpınca içimden bir ürperti esti. Elini tekrar sırtıma koymuş, kalabalığın arkasından kıvrılan yola doğru nazikçe yönlendirmişti beni. İnsanlar çoktan ağaçların arasında gözden kaybolmuş, meşalelerin ışığını da peşlerinden sürüklemişlerdi. Loş bir aydınlığın ensesinde kalmıştık.  


"Senin gibi her gün örgütlerin merasimine katılmıyorum maalesef," Kinayeli fısıltıma karşılık birden gülünce omuzlarımız birbirine çarpıştı. Farkında olmadan ben de gülümsedim. İçten gülüşüyle etrafımızı kuşatmış olan kasveti dağıtmıştı sanki; gerginliğim bir nebze de olsa hafifletmişti. 


İnkar edemezdim. Tek başıma olsam adım atmaya korkacağım bir yerde varlığını yanımda sezmek, kendimi güvende hissetmeme neden oluyordu. Sanki o yanımdayken hiçbir şey bana zarar veremez gibiydi. 


"Her gün değil, yıllar sonra oluyor. Hatta belki sonuncusu bile olabilir bu." Şaşırarak nedenini sordum ancak yanıt almaya fırsatım olmadı. Arkamızdan yükselen ıslıkla ikimiz de durmuş, oraya dönmüştük. Pelerin misali peşine taktığı karanlıkla yanımıza sokulan Beren, gülümseyerek bize bakıyordu. Merih öne çıkarak aramıza girince, şuh bir kahkaha yükseldi kadından. Tiz neşesi orman tarafından emilerek defalarca kez yankılanmıştı.


"Kız sen de mi buradasın, cimcime?" Tam karşımızda durarak elini beline koydu. Diğer elindeyse dün içtiği pipoyu tutuyordu; yanık tütünün kokusu o konuştukça suratımıza çarpıyordu. "İyi yapmışsın gelmekle, senin sayende bu gece çok eğleneceğiz. Geçen bana silahlı bir kavgaya bıçak getirirsen kaybedersin demiştin ama yanıldığın bir şey var," dediğinde, birden kalbim sıkıştı. Merih şaşırarak omzunun üstünden bana baktı. Bu kışkırtıcı sözleri sarf edenin gerçekten ben olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi. "Henüz kavgaya nasıl bir bıçak getirdiğimi görmedin. Ama sabret, göreceksin. Hem siz ne öyle, birbirinize yapışık yapışık yürüyorsunuz? Bana bak cimcime, abin o senin. Aklına başka şeyler getireyim deme sakın, fena bozuşuruz."


"Merasim başlamak üzere, gidelim hadi." Eliyle kabaca onu savuşturan Merih, geriye çekilerek aralarına mesafe sokmuştu. Az önce duydukları karşısında sinirlendiği apaçıktı; bedeninden yayılan gerginlik elle tutulacak denli somutlaşmıştı. Beren bu tavır karşısında gülerek önce bana, ardından ona baktı; gözlerinde ürkütücü bir keyif zuhur etmişti. 


"Size çok güzel bir gösteri hazırladım ama ondan önce," Usulca Merih'e doğru sokuldu; mesafeyi kapatması saniyelerini almıştı. Omuzlarına tutunup parmak uçlarında yükselmiş; aniden maskesini indirerek dudaklarına uzanmıştı. Karnıma tuhaf bir kramp saplandı; hızla gözlerimi başka tarafa kaçırdım. "Hani nerede benim şans öpücüğüm?"


Ellerini tutarak kadını kendisinden uzaklaştıran Merih, sert bir tonla, "Yorma beni Beren, hadi yürü geç kaldık zaten." diyerek tersledi. Yalnızca birkaç dakika önce takındığı neşe gitmiş, yerini mutlak bir öfke almıştı. Buna sebep olanın ben mi yoksa Beren mi olduğunu anlayamamıştım.  


Kadın abartılı bir küskünlükle dudaklarını bükerek önüne döndü. Zarafetle ağaçların arasına doğru süzülürken, bir yandan da cilveli cilveli şarkı mırıldanıyordu. Nağmeli sesi ormanın kıyısında dolanıyordu. "Dün gece birkaç film seyrettim, canım çıktı ağlamaktan," Birden döndü, omzunun kıyısından Merih'e göz kırptı. "O Türkan yok mu o Türkan? Yine öptürmedi dudaktan."


Merih sinirli sinirli gülerek yürümeye başlayınca, ben de arkasından ilerledim. Beren çoktan köşeyi dönmüş, ağaçların arasında kaybolmuştu. Adımlarına yetişmeye çalışırken bir yandan da ne kadar kızdığını anlayabilmek için suratını görmeye çalışıyordum. Aniden takılıp sendelediğimi duyunca, öfkesini kışkırtan son haraketim bu olmuş gibi hışımla bana döndü. Kokusuyla harmanlanan rüzgarı suratıma çarpmıştı. 


"Neden böyle aptalca bir şey söyleme gereği duydun?" Gözlerinde yine yangınlar vuku bulmuştu. Bana karşı beslediği güvenin zedelenişi, aramıza soktuğu mesafelerden belliydi. "Neden yine kışkırttın onu? Amacın ne senin?" 


"Merih," Sesim acı çeken birisinden çıkıyor gibiydi. Sanki saatlerce koşmuş gibi soluk soluğaydım. Bana şüphe ve hayal kırıklığıyla baktığı her an, içimde bir yer kıyılıyordu. Nedenini anlayamıyordum; karşımdaki adamın güvenini zedelemek, bir şekilde beni de zedeliyordu. Hızla gözlerimi yumdum; zihnimden defetmeye çalıştım onu. Kendine gel, Demre, aklını başına al. Böyle duygular hissediyor oluşum zayıflıktan başka bir şey değildi. Başkalarının hissettiği duygular bana aksetmemeli yahut dokunmamalıydı. Dokunursa düşerdim, düşersem yenilirdim. 


Gözlerimi geri araladığımda artık kararımı vermiştim. Geride bir enkaz bırakacak olsam bile yine de yıkacaktım. "Sana az önce de söyledim. Benimle alakalı hiçbir şey seni ilgilendirmiyor. Hayatıma karışmaktan vazgeç, söylediklerim ya da yaptıklarım yüzünden sana hesap vermeyeceğim." 


Hışımla yanına sokularak tam karşısında durdum. Kendimi zayıf hissetmenin öfkesiyle dolmuştum; karşımdaki adamın üzerimdeki etkisini fark etmek, sinirlerimi bozmuştu. Buraya resmen hayatımı hiçe sayarak ve canımı tehlikeye atarak gelmiştim; yoluma çıkan herkesi ve her şeyi önümden çekmeye hazırdım. "Ben sana soruyor muyum neden gizli bir telefonun olduğunu? Ben sana hiç soruyor muyum o gün kitapçıya geldiğinde neden kasadaki fişleri kurcaladığını?" Çatık kaşları gevşerken, müthiş bir şaşkınlığın tesiri altına girdi. Gözleri suratımın her milimine dokunurken, hiddetle çenesini sıkmıştı. Alnındaki damar kanına karışan sıcaklıkla birlikte iyice belirginleşmişti. Öfkesinin nabzı gibi süratle atıyordu. "Soruyor muyum hiç sana Mustafa abinin öldüğü gece neden oradaydın diye? Sormuyorum, öyleyse sen de bana sormayacaksın. Son kez söylüyorum, karışma benim işime."


Yanından geçip gideceğim esnada aniden kolumu yakaladı; tutuşu hiç olmadığı kadar anlayışsız ve haşindi. Sertçe beni geriye, karşısına çekerken burnundan soluyordu. "Demre, neler diyorsun lan sen?" Gözlerine kara perdeler devrilmişti sanki; her an eline geçen her şeyi yakıp yıkabilecekmiş gibi bakıyordu. Üzerime doğru eğilmişti; yalnızca bir karış ötemdeydi. "Kızım bak beni çıldırtma. Neler diyorsun sen?"


Silkelenerek elinden kurtulmaya çalıştığım esnada ilerden gelen uğultularla birlikte ikimizin de dikkati dağıldı. Merih geriye kaçılarak ormanın derinliklerine baktı; göğsü hızla inip kalkıyordu. Alnındaki damar hâlâ hararetle atmayı sürdürüyordu. 


Uğultuların şiddeti artınca, kısa bir anlığına gözlerimiz kesişti. İşaret parmağını suratıma doğru sallayarak, acımasız ve tehditkar bir tonla mırıldandı. "Bu mesele burada kapanmadı, konuşacağız seninle. Kapanmadı bu mesele." 


Hışımla dönerek, kavgaya gider gibi ormana doğru yürümeye başlayınca ben de peşine düştüm. Soluk aldıkça boğazım acıyordu; içimde beni ürküten bir ağlama isteği vardı. Karmakarışık hissediyordum. Neden ağlamak istiyordum? Ne düşüneceğimi ve hissedeceğimi şaşırmıştım. Arkasından koşarak ağaçların arasına daldığımda kendimi geniş bir açıklıkta buldum. 


Birden nevrim döndü; onlarca insan ormanın göbeğine yerleştirilmiş olan sandalyelere oturmuş, sessizce bir şeyler bekliyorlardı. Etraf meşalelerle doluydu; kızıl alazlar suratlara devriliyordu. Biçimsiz, ürkütücü gölgeler raks ediyordu zeminde. Tam karşıya tahtı andıran üç adet oturak konulmuştu; üstlerinde Şahoğlu ailesinin büyükleri oturuyordu. Herkes gibi, onların da suratlarında siyah maskeler vardı. Kimsenin gerçek kimliği anlaşılmıyordu. 


Maske takmayan yalnızca iki kişi vardı; elinde tuttuğu silahla ortadaki açıklıkta bekleyen Rüzgar ve onun tam karşısına geçmiş, dikilen Beren. Çocuğun suratındaki yoğun korkunun aksine Beren'de yalnızca keyifli bir gülümseme hakimdi. Tedirgin tedirgin teyzesine bakıyordu çocuk.


Ansızın kenarda belirdiğimizi fark eden Beren, tiz bir kahkaha attı. Ellerini çırparak tüm ormanı inletmişti. "Assolistler de geldiğine göre, gösterimiz başlayabilir," Kalabalığın içinden sıyrılarak aniden ayağa kalkan Şebnem, kız kardeşine doğru öfkesinden ötürü anlaşılmayan bir şeyler haykırdı. Fakat Beren onu duymuyordu. Gözleri yalnızca tahtta oturan babasındaydı. "Bana ikinci bir şans vermeni istemiştim senden ama vermedin. Ben de düşündüm, taşındım, kendi şansımı kendim yaratmaya karar verdim," Birden ellerini iki yana kaldırarak, kalabalığa doğru seslendi. Sanki mühim bir gösterinin takdimini yapıyordu. "Bugün benim de avlanma günüm. Ama merak etmeyin, ben geyiğimi çoktan yakaladım." 


Birden beline uzandı; keskin bir bıçak belirmişti elinde. Bu babasının ona fırlattığı bıçaktı. Korkuyla titreyerek Merih'in eline tutundum; o da benim gibi olduğu yere mıhlanmıştı. 


Beren korkunç bir güçle aniden elindeki bıçağı ileriye doğru savurdu; yalnızca saniyeler içinde hedefine ulaşan darbe, tiz çığlıklar atılmasına sebep olmuştu. Tüm bu ses furyası vahşetin timsali gibiydi. Bıçak sahibinden aldığı güçle geceyi yararak, Rüzgar'ın karnına saplanmıştı.


Tüm bedenim sarsıldı; korkuyla geriye sendeledim. Silahlı bir kavgaya bıçağıyla gelen marazi bir kadın duruyordu karşımda. Belki yeğenini öldüren katil oydu; fakat eline o bıçağı tutuşturan katil bendim. 


𓄅



Selamlaarrr, bir haftalık gecikmiş bir bölümle karşınızdayım. Umarım beklediğinize değmiştir. Aksaklık için de özür diliyorum. Elimdeki birikmiş bölümler bittiği için ve yeni işe başladığım için yetiştirmekte zorlandım. Ama elimden geldiğince dengeyi tutturmaya çalışacağım. Yorumlarınız ve oylarınız benim için çok kıymetli. Beni aşırı motive ediyor. 🥺🫶🏻✨👉🏼👈🏼


Okuduğunuz için çok teşekkür ederim!


Fiysa


20 Mayıs 2023

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-