15
Şimdiden keyifli okumalar! Yorumlarınızı ve oylarınızı merakla bekliyor olacağım. 🫶🏻🥹✨
15: BABALAR VE HIRSLARI
Can çekişiyorlardı.
Matem dolu çığlıklar ormandaki tüm yaşamı durdurmuştu. Kollarının arasındaki ruhsuz bedene sarılan kadın, tıpkı hayatının kıyısına itilmiş olan oğlu gibi, can çekişiyordu. Kan dondurucu bir sükunet sinmişti etrafa. Artık daha kalın bir karanlık vardı gecede; yanında getirdiği matemle aramıza giren ölüm, varlığına tanık olan herkesin zihninde bir iz bırakmıştı. Sanki yakında sıranın bize de geleceğini anlatır gibiydi.
Kimse yerinden kımıldamıyordu. Kimse yardım etmiyordu. Tahtında oturmayı sürdüren Tan Şahoğlu, az önce gözlerinin önünde vahşi bir cinayet işlenmemiş kadar sakindi. Kendi kanından biri katledilmemiş gibi aldırışsızdı. Geceye karışmış bir gölge misali karşısında dikilen katile bakıyordu yalnızca. İki yanında oturan kardeşleri apaçık bir endişeye bulanmış olsa da hiçbir duygularını alenen yaşamıyorlardı. Tıpkı hâlâ yerlerinde oturan onlarca insan gibi, hepsinin gözü tek bir adamdaydı. Onun sergileyeceği duruşa göre şekillenmeyi bekliyorlardı.
"Baba lütfen kurtar oğlumu!" Kadının yakarışı içimde aksederek tüm bedenimi titretti. İki elle tutunmuş olduğum eli korkuyla sıktım. Fakat o yanındaki varlığımın farkında bile değildi; yalnızca kendisini ram ettiği adama, Tan Şahoğlu'na odaklanmıştı. Ağzından çıkacak tek bir emirle her an harekete geçmeye hazır ve tetikteydi. Tüm bedeni kaskatıydı; nefes dahi almıyordu. "Yalvarırım yaşamasına izin ver! Hiçbir suçu yok oğlumun!"
Ablasının ıstıraplı kıvranışlarını izleyen Beren, birdenbire kıkırdamaya başladı; bu neşeli gürültü, üstümüze sinmiş olan kederle adeta alay eder gibiydi. Yavaşça birkaç adım gerilemiş, uzun ağaçların kıyısına doğru çekilmişti. Şebnem dehşet içinde kardeşine bakarken, babasının suratına doğru tükürürcesine haykırdı. "Asıl ölmesi gereken kişi bu hasta kızın. Ben tüm ömrümü ve ailemi Yoldaşlık'a adarken onun yaptığı tek şey yolumuza taş koymaktı. Geçen sene o kızı öldürdüğünde cezasını çekmeliydi. Asıl ölmesi gereken kişi o!"
Aniden arkasını dönerek koşmaya başlayan Beren, yalnızca birkaç saniye içinde gözden kayboldu. Sebep olduğu vukuatın bedellerinden sıyrılmak istercesine kaçmıştı. Aynı anda ayağa kalkan Tan Şahoğlu, henüz bir emir savuramadan Merih ellerimin arasından sıyrıldı ve ağaçların arasından geceye karıştı.
"Merih!" Arkasından seslensem de kendimi ona duyuramadım. Telaşla ileriye atılarak arkasından koşmaya başladım. Devasa büyüklükteki birkaç ağacın arasından dolandım ve yalnızca bir anlığına, omzumun üstünden geriye baktım. Orada durduklarını yeni fark ettiğim siyahlar içindeki beş adamın, ayyuka yükselen, "Getirin şunu!" buyruğuyla koşmaya başladıklarını görmüştüm. Hâlâ oturmayı sürdüren maskeli insanlar huzursuzca yerlerinde kımıldanıyor, ortadaki açıklıkta duran kadınsa oğlunun cesedine sarılarak ağlamaya devam ediyordu. Bu kan donduran manzaraya sırtımı dönerek Merih'in gittiği yöne doğru koşmaya başladım.
Ormanın içine dağılan siyahlı adamları bu mesafeden dahi seçebilmek mümkündü; kara bir silüet gibi ağaçların arasından koşuşturuyorlardı. Toprağı çiğneyen ayakların gürültüsüne, artık boğuk boğuk duyulan acı yakarışlar karışıyordu.
Korkunun soluksuz bırakmasıyla durdum ve etrafımda dönerek karanlığın üstünde gözlerimi gezdirdim. Nereye gidecektim ki? Kendimi ormanın derinliklerine soktuğum için çoktan pişmanlık sezmeye başlamıştım. Ancak tek başıma öyle bir yerde de duramazdım; yalnızca dakikalar önce vahşi bir cinayete şahit olmuşken cansız bir çocuğun önünde bekleyemezdim. Peki ama nereye gidecektim? Hınçla yüzümdeki maskeyi söküp attım.
"Nereye kayboldun Merih?" Kendi kendime söylenirken, geceyi ikiye yaran tiz bir çığlıkla irkilerek o tarafa döndüm. Kalbim yerinden sökülüp atılmıştı sanki; göğsümde korku dolu bir çukur oluşmuştu. Olduğum yerde çakılı kalarak etrafımı kuşatmış olan karanlığa bakındım. Kendimi hiç olmadığım kadar savunmasız hissediyordum.
Birden ağaçların arasından uzun bir gölgenin geçtiğini fark ettim; aynı anda ormanın içinden süzülerek tokat misali suratıma inen başka bir çığlıkla daha irkilmiştim.
Ani bir itkiyle ileriye atılarak koşmaya başladım. Arkama bakmaya dahi korkmuştum. Zemindeki ölü yaprakları sarsan sert bir ayaz gibi eserek ağaçların arasından geçtim. Nereye gidiyordum? Tek istediğim dipsiz bir kuyuyu andıran bu karanlık ormandan kurtulabilmekti. Fakat içimden bir ses daha da derinlerine girdiğimi fısıldıyordu.
İçgüdüsel olarak sola sapacakken topraktan dışarıya taşmış kalın bir köke takılarak yüzüstü yere kapaklandım. Kolumun üstüne düşünce dudaklarımdan acı bir inilti döküldü. Tokam kopmuş, saçlarım omuzlarıma saçılmıştı. Yavaşça kurumuş yaprakların ve dalların üstünden kalkarak nemli toprağa oturdum. Niçin nemliydi? Elimle toprağa tutunduğum esnada yanağıma ufak bir ıslaklık çarptı. Başımı kaldırarak, devasa silüetler gibi aheste aheste sallanan ağaçlara baktım; yıldızsız, simsiyah bir gökyüzü vardı tepemde. Aynı ıslaklık alnımda da belirmişti; birden hızını arttıran damlalar dört bir yanıma devrilmeye başladı.
"Bir bu eksikti!" Panikle ayağa kalkarak ormanın çıkışı olduğunu düşündüğüm tarafa doğru koşmaya devam ettim. Nitekim yalnızca birkaç metre gidebilmiştim. Ansızın kendimi ufak bir açıklıkta bulunca duraksadım. İri bir ağacın gövdesine yaslanmış, soluklanıyordum. Bir yandan da gördüklerimi idrak etmeye çalışıyordum. Karanlığın içine bir kadın sinmişti. Dizlerinin üstüne çökmüş, tıpkı bir çiçek gibi kendi içine kapanmıştı. Hafif hafif titriyordu; cılız ağlayışı yeryüzüne çarpan damlalar tarafından baskılanıyordu.
Tereddütlü birkaç adım attım. "Beren Hanım?"
Birden sustu; hafifçe başını doğrultmuştu. Ürkek bir yavaşlıkla bana döndü ve iri gözlerini üzerime dikti. Kim olduğumu anlamaya çalışır gibi kaşlarını çatmıştı. Sonra ani bir manevrayla oturur hâle geldi; sendelemiş, savsak adımlarla ayaklanmıştı. Ağlayarak ellerini bana uzatınca, temkinli bir şekilde yanına sokuldum.
"Demre, sen misin?" diye sordu, adeta yakarırcasına. Aramızdaki mesafe azaldıkça suratını daha iyi görür olmuştum. Gözleri ağlamaktan kızarmış, saçları birbirine karışmıştı. Suratında tırnak izleri vardı. "Gerçekten sensin, şükürler olsun. Lütfen yardım et bana."
İsmini söylememiş olsa da kiminle konuştuğumu anlamıştım. Hızla bana uzanarak ellerime tutunduğunda, bu dokunuş onu daha çok sarsmış gibi ağlayışı şiddetlendi. Düşecek gibi sendeleyince panikle koluna asıldım. "Ceren Hanım, iyi misiniz? Bir yerinizi mi incittiniz?"
Üzerimize devrilen damlaların altında ıslanmış, titriyorduk. Kolundan tutarak ağacın altına yürüttüğüm sırada sayıklarcasına konuşmaya başlamıştı. "Ben yapmadım, hepsi onun suçu. Ben asla böyle bir şey yapmam. Ne olacak şimdi?" Birden hışımla omuzlarıma tutundu. Hıçkırıklarının arasından karmakarışık ve anlamsız kelimeler taşıyordu. "Ne yapacağım? Yardım et bana, aşağıya yatıracaklar beni. Uyutacaklar. Babam asla affetmez beni. Ama benim bir suçum yok, hepsi Beren'in suçu."
"Ceren Hanım, sakin olun lütfen," Endişeyle etrafa bakındım fakat karanlıktan başka bir şey göremedim. Hızla devrilen damlalar bir metre öteyi bile görülemez kılmıştı. Tekrar ona döndüm; artık sesimi dahi zor duyacak kadar kendini kaybetmiş bir hâldeydi. "Babanıza da bu şekilde anlatırsanız belki etkisi olur. Yanlarına dönmek en mantıklısı."
Birden hiddetle başını kaldırdı, dosdoğru gözlerimin içine baktı. "Neye etkisi olacak? Delirdin mi sen? Hiçbir şeye etkisi olmaz! Yatağa bağlayacaklar beni."
Tam bu esnada arkamızdan gelen sesle ikimizin de dikkati dağıldı. Ürkerek o tarafa dönünce birden geriledim; ağaçların arasında iri bir geyik duruyordu. Devasa boynuzları dallanarak tepesinden yükseliyor, görünüşünü daha da göz alıcı yapıyordu. Kulakları bir öne bir arkaya dönüyor, başını durmadan etrafa çeviriyordu; henüz varlığımızın farkında değildi.
Aniden soluğunu içine çeken Ceren, yavaşça kolumu bıraktı. Dudaklarından tuhaf bir durgunlukta, "Kızıl Geyik," fısıltısı dökülmüştü. Ağlaması durmuş, hıçkırıkları dinmişti. Yalnızca önündeki ihtişamlı hayvana bakıyordu. Kutsal bir canlıyla karşılaşmış gibi hayranlık dolu bir ifade başkaldırmıştı suratında. "Babama onu götürürsem kendimi affettirebilirim. Sadece bir tane var ormanda bundan, çok eşsiz bir parça."
Kendi kendine mırıldanarak ağacın altından çıkmaya yeltendi. Hızla koluna asılarak, "Koskoca geyiği nasıl yakalayacaksınız? İmkansız bu!" diyerek onu durdurdum. Kendimi ona duyurabilmek için resmen bağırıyordum. Kızgın bir yüzle bana dönünce nemli saçları alnına yapıştı. Burnunu çekerek, gözlerindeki ıslaklığı silmeye çalışmıştı.
"Bırak!" Silkelenerek elimden kurtuldu. Duruşu ve tavrı birdenbire değişmişti. Şimdi daha keskin ve kendinden emindi. "Başka şansım yok. Ancak böyle kendimi kurtarabilirim. Hem sen ne anlarsın? Karışma benim işime."
Önüne döndü, yerden bulduğu sivri bir taşı eline aldı; ardından yumuşak adımlarla geyiğe doğru sokulmaya başladı. Hafifçe öne bükülmüştü, avına yaklaşan bir avcı kadar temkinliydi. Hiçbir şeyden habersizce otları kemiren geyik, ara sıra başını kaldırarak etrafına bakınsa da bizi fark edememişti. Gergin bir şekilde olacakları beklediğim esnada ansızın arka taraftan başka bir karartı beliriverdi.
Koşar adımlarla açıklığa çıkan maskeli adam gürültüyle bize seslenince geyik ürkerek ağaçların arasında kayboldu. Ceren öfkeyle peşinden atılsa da yakalayamayacağını anlayarak durmuştu.
"Sizi götürmeye geldim efendim." Adam ıslak toprağı çiğneyerek üstüne yürüyünce Ceren'den öfkeli bir küfür taştı. Her ne kadar kaçmaya yeltense de adamın kendisini yakalaması birkaç saniyesini almıştı. Yaslandığım ağaçtan uzaklaşırken, arkamda hissettiğim yabancı bir adamın varlığıyla paniklemiştim.
Gerçekten de başkaları vardı. Siyahlar içinde, iri yapılı adamlar beliriyordu kenarlardan. İçlerinden bana en yakın olanı, apaçık bir şüpheyle, "Sen kimsin?" diye sormuştu fakat sorusu arkamızdan yükselen çığlıkların arasında kaybolmuştu. Ceren'i zapt etmekle uğraşan adam yaka paça onu sürüklerken gözleri birden beni buldu.
"Bu kim? Alın şunu da gelin çabuk."
Henüz karşı koyamadan yanıma gelerek kolumdan yakalayan adam, tüm gücüyle beni peşinden sürüklemeye başladı. Öfkeyle direnerek elinden kurtulmaya çalışsam da hiçbir etkisi olmuyordu. Emri yerine getirmekte yeterince geç kalmışlar gibi, çok aceleci ve sertlerdi.
Defalarca kez, "Bırak!" diyerek bağırmış olsam da sesimi duyurmayı başaramamıştım.
Henüz birkaç dakika ilerlemişken yolumuza çıkan uzun bir karartıyla duraksadık. Kendinden emin adımlarla yanımıza yaklaşınca, gelen kişinin Merih olduğunu fark ettim. Birden nefeslerim üst üste bindi. Ormana girerek yakalandığım için kızacağını bilmeme rağmen, beni adamın elinden kurtaracağını zannederek beklentiyle dolmuştum. Nitekim hiç umduğum gibi olmamıştı. Yavaşça üzerimizde gezdirdiği gözleri aniden bana dokununca tüm umutlarım yıkıldı; yabancı bir simayla bakışıyormuşçasına duygusuz ve anlayışsızdı. Ürkütücü bir gerginlik vardı üstünde. Resmen öfkesiyle etrafındaki insanlara fazla yaklaşmayın ikazını yayıyordu. Başıyla sert bir hareket yaparak adamların önüne düştü ve geldiği eminlikte ilerlemeye başladı.
Adam tekrar kolumu çekiştirerek beni peşinden sürükleyince yürümek zorunda kaldım. Usulca yağan yağmurun altından süzülüyor, bir an dahi duraksamıyorduk. En önden yürüyen Merih'e kaçamak bakışlar atsam da ilgim kesik kesik ağlayan Ceren'e kayıp duruyordu. Onu tutan adam benimkinden çok daha nazikti; yalnızca ufak ufak baskılar yapıyordu sırtına. Üstelik silkelenişlerine hiçbir karşılık da vermiyordu.
Benimkiyse her tökezlediğimde hoyratça çekiştiriyor, bir yandan da zaten yürümüyormuşum gibi, "İlerle!" diyerek, zehirli bir yılan gibi tıslıyordu. Birbirimizle atıştığımız hararetli dakikaların sonunda ağaçların arasından sıyrılarak tekrar açıklığa çıktık.
Kalabalık yoktu artık, gitmişti; tek tük insan dışında etrafta kimse kalmamıştı. Ruhun ağır kokusu sarmıştı her yeri. Rüzgar'ın cansız bedeni hâlâ oradaydı; annesi yanı başındaydı, sessizce yasını tutuyordu. Artık ne ağlıyordu, ne de bağırıyordu. Ürkütücü bir donuklukla oğlunu izliyordu. Çocuğun elleri iki yana düşmüştü; başı dümdüzdü, gözleriyse aralıktı. Tıpkı Cemre gibi kapatmaya vakti dahi olmamıştı. Usul usul süzülen damlaların altında, tepesindeki gökyüzünü seyrediyormuş gibi duruyordu. Göğsüne saplanmış bir bıçak olmasa, yere uzanmış yıldızları izleyen ufak bir çocuk sanmak çok mümkündü.
Zar zor da olsa gözlerimi cesetten ayırdım; baktıkça içimi bir darlık kaplıyordu. Ceren'i getiren adam kızı babasının önünde bırakırken, onun aksine yanımdaki adam hâlâ kolumu tutmayı sürdürüyordu. Ancak parmakları biraz da olsa gevşemişti çünkü artık durulmuştum. Tekrar cinayet mahaline adım atmış olmak suskunlaştırmıştı beni; sessizce etrafımda olanları izliyordum artık.
"Baba, sana Kızıl Geyik getirecektim," Güçsüz bir sesle söze giren Ceren, cümlesini tamamlama fırsatı bulamadı. Orada durduğunu yeni fark ettiğim Turgut, oğlunun intikam ateşiyle tutuşarak iki elle yakasına asılmıştı. Tüm gücüyle kızı sarsarken etraftaki kimse adamı durdurmaya kalkışmamıştı. Sanki istese de daha fazla ileriye gidemeyeceğini zaten biliyorlardı.
"Neden yaptın, neden?" Sesindeki ıstırap tüylerimi ürpertti. Adamın kesif acısı içime aksederken başımı eğerek gözlerimi yumdum. Katilin yakasına asılıp suratına aynı soruyu haykırabilmenin arzusunu yıllarca ukde gibi içimde yaşamıştım. Hâlâ da yaşıyordum. "Neden oğlumu aldın benden?"
"Benim hiçbir suçum yok, hastayım ben!" Pişmanlık dolu haykırışı tüm ormanı inletirken, adam da onunla birlikte ağlıyordu. Acısını içine sığdıramadığı apaçıktı. "Benim böyle bir düşüncem yoktu. Bana bu fikri o verdi!"
Kolumdaki parmaklar aniden sıkılaşınca gözlerimi açarak başımı kaldırdım. Suratıma doğrulttuğu eli dalından kopmak üzere olan bir yaprak misali titriyordu. Gözleri sonuna kadar aralanmıştı; içinde beni hedef göstermenin pişmanlığını bile yakalamak mümkündü. Bu acımasız yaftalamayla birlikte tüm başlar bana çevrilmiş, kızın yakasındaki eller de çözülmüştü. Bir anda bacaklarımdaki tüm güç çekildi; kolumu tutan parmaklar olmasa her an yere devrilecekmiş gibi titriyordum.
"Ne? Kim?" Kendi hayretinde boğulan adam bir bana bir Ceren'e bakıyordu. İlk defa gördüğü bu yabancı simanın, oğlunu katleden bir vahşetle alakası oluşu onu çıldırtmış gibiydi. Kızı bırakarak bana doğru birkaç savsak adım attı. "Ne demek fikri o verdi? Ne demek bu?"
Kontrolden çıkmış bir yırtıcı gibi suratıma doğru kükreyince korkuyla sıçradım. Birkaç adım gerilemeye çalışmış fakat yapamamıştım. Sanki kalbimden yoğun bir panik pompalanıyordu; kanıma yalnızca bu dehşet dolu duygu karışmıştı. Telaşla etrafa göz gezdirirken Merih'i buldum; sağ taraftaydı, karanlığın içinde dikiliyordu. Fakat gözlerini yummuştu; suratında bertaraf etmeye çalıştığı bir kızgınlık geziniyordu. Sanki çaresizce kendisine bakacağımı önceden sezinlemiş gibi benimle göz teması kurmaktan kaçınmıştı. Korkuyla karşımdaki adama, ardından tekrar ona baktım. Ancak yine gözlerine tutunmayı başaramadım. Sessizce başını önüne eğmişti; sonuna kadar çattığı kaşları eziyet çeken birini andırıyordu.
Bakmayacaktı suratıma. Tek başımaydım. Bu kasvetli ormanın ortasında, aç kurtların arasında ölümü bekleyen sıradaki geyik gibiydim. Tüm endişelerimi haklı çıkarır gibi yanıma sokulan Turgut, ansızın kollarımdan yakalayarak hoyratça silkeledi beni. Sonunda hıncını çıkarabileceği güçsüz birisini bulmuş gibiydi; gözlerine marazi bir tatminlik parlıyordu.
"Lütfen durun, yanlış bir anlaşılma var!" Umarsız sesim kimse tarafından duyulmuyordu. Kendimi açıklama çabalarıma sağır kesilmiş gibiydi herkes. Turgut beni diğer adamın elinden çekip alarak hırpalamayı sürdürürken kimse karşı çıkacak bir hamle yapmıyordu. Merih hâlâ başı eğik, dikilmeyi sürdürüyordu. "Bırakın beni! Benim bir suçum yok."
Can havliyle ellerimi adamın göğsüne koyup kendimden itekleyince, arkaya doğru sendeledi. Gömleğinin yakası yukarı katlanmış, çekiştirmelerim sonucu belinden dışarıya sarkmıştı. Soluk soluğa gerileyerek adamın gazabından uzaklaşmaya çalıştım. Ne yapacağımı, nereye sığınacağımı şaşırmıştım. Vücudumdaki tüm kan çekilmişti; ruhum korkuyla bir kenara büzüşmüştü sanki.
"Ne hadle bana elini sürersin soysuz piç seni!"
Gürleyişiyle sessizliğin hâkimiyetini sarsarken, tarumar etmek isteyen bir kasırga gibi üzerime esti. Elinin tersiyle bileğindeki tüm gücü suratıma indirince, kendimi çamurlu toprağın içinde buldum. Ciğerlerimdeki soluk öylesine hızlı kesilmişti ki aralık dudaklarımdan yaşadığım acıyı betimleyecek bir ses dahi dökülememişti.
"Suçunun olmaması önemli değil!" Hınçla karnıma vurunca içime doğru büküldüm. Acıdan nefes alamıyordum; gözlerimin buğulandığını hissettiğim an hınçla dudağımı dişledim. "Oğlum öldürüldü benim, oğlum! Ne suçundan bahsediyorsun sen?" Ardı arkası kesilmeyen tekmelerle uzuvlarımı çiğnerken, kollarımı başıma sararak kendimi korumaya çalıştım. Ne ağlıyordum, ne de durması için yalvarıyordum; sessiz bir direnişin içinde öylece bekliyordum.
Saatler gibi hissettiren saniyelerin sonunda suskunluğuma daha fazla tahammül edemeyerek koluma asıldı. Tepkisizliğim ona bir başkaldırış olarak aksetmiş olacak ki birdenbire kızışmıştı. Beni yerden koparırcasına kaldırıp kendisine bakmaya zorlarken, erkeklik gururu incinmiş gibi duruyordu. "Ağlasana lan! Ne diye susuyorsun? Madem oğlumu sen öldürmedin, öfkemi senden çıkarmamam için yalvarsana bana."
"İstediğiniz kadar güçsüz olanı ezin, hırpalayın, azaltın," Dik durmakta zorlanıyordum; kıvranırcasına öne bükülmüştüm. Kolumdaki eller beni ayakta tutan tek güçtü. "Ailenizdeki hırs öldürdü oğlunuzu, ben değil."
"Hırs mı?" Hayretle fısıldamış, sertçe sarsmıştı beni. Üzerimize düşen damlaların altında sırılsıklam olmuştuk, tıpkı benim gibi o da hafif hafif titriyordu. "Sen ne anlarsın güçten hırstan? Senin hırs yapabileceğin tek şey evin pisliğini temizlemek. Bir de utanmadan ahkam mı kesiyorsun ailemize?" Tekrar suratıma vurarak yere düşmeme sebep olduğunda, arkadan bir uyarı yükseldi.
"Turgut Bey, sakinleşin artık." Merih'in yaklaşan adımlarını duydum fakat başımı kaldırıp suratına bakmadım. Çamurlu elimi yanağıma bastırırken ağzımdaki kanı yere tükürdüm.
"Kimden çıkarayım hıncımı, sen söyle?" Adamın bağırışına bir karşılık vermeyen Merih sessizliğini korudu. Önüme dökülen saçlardan görebildiğim kadarıyla birkaç adım ötemdeydi. Turgut'un tam karşısında duruyordu. "Buradaki kimseye el kaldıramayacağıma göre bırak da bir zahmet öfkemi kusayım. Oğlum öldürüldü diyorum sana, duymuyor musun? Bak hâlâ orada, yatıyor! Ben birisini dövmeyeyim de kim dövsün?"
Merih'i yolundan itekleyerek yanıma geldi. Dişlerimi sıkarak gözlerimi yumdum; yaklaşan darbenin eziyetiyle dolmuştum. "Ben vurmayayım da," Önce karnıma indirdi ayağını; sesi o vurdukça dalgalanıyordu. "Kim vursun?" Ardından başıma indirdi ağırlığını; ilk defa dudaklarımdan ıstırap dolu bir inilti çıkmıştı. "Senden başka kime vurayım?"
Yan dönüp soluklanmaya çalıştığım esnada, aniden aramıza girerek adamı benden uzaklaştıran Merih ürkütücü bir hiddetle sorusunu yanıtladı. "Bana vur!" Koyu bir isyanla harmanlanmış olan sesindeki emir, herkesi şaşkına çevirmişti. Ne yapıyordu? Kaşlarımı çatarken, buyruğunda olduğu insanları karşısına almaya hazır biri gibi önümde dikilen adama bakakalmıştım. Sarmaşık misali vücudumu sarmış olan acıyı bile hissedemeyecek kadar afallamıştım. "Bana vur, öfkeni benden çıkar. İzin veriyorum, seni durdurmaya çalışmayacağım. Sadece bana vur."
"Ne saçmalıyorsun lan sen?" Afallamış bir hâlde Tan Bey'i kolaçan eden Turgut, kimseden bir tepki alamamanın cesaretiyle Merih'in üstüne yürüdü. Birisinin işine karışmış olması tadını kaçırmış gibiydi. "Çok mu istiyorsun dayak yemek? Peki madem."
Tüm gücüyle suratına yumruğunu geçirince Merih birkaç adım sendeledi; başı darbenin şiddetiyle yana düşmüş, gözlerimiz kesişmişti. Elinin tersiyle dudağının kenarını silerken başıyla uzaklaşmamı emretti. Turgut aniden yakasına asılınca, tekrar ona dönmek zorunda kalmıştı.
Ağır ağır yerden kalkarak ormanın kıyısına doğru çekildim, kalın gövdeli bir ağaca yaslandım. Öne doğru sarkmış, iki elle dizlerime tutunmuştum. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Kendimi her an bayılacak kadar zayıf hissediyordum. Üstelik soğuktan uyuşmuş bir hâldeydim; doğru düzgün parmaklarımı dahi oynatamıyordum.
Göz ucuyla, Turgut'un tekrar Merih'e vurduğunu gördüm. Hiçbir karşılık vermiyordu adama; suratına yediği yumruktan sonra sakince doğruluyor ve dosdoğru gözlerinin içine bakıyordu. Kan donduran bir meydan okumaydı; karşısındaki saldırganı kendi gücünden şüphe ettirecek bir cesaretti.
"Yeter." Yanındaki adamın tuttuğu şemsiyenin altından sakince olanları izleyen Tan Şahoğlu, sonunda kayışları eline alarak damadını dizginlemeyi başarmıştı. Herkese bir lütufta bulunuyormuş edasıyla öne çıkarak, eliyle etrafındaki sinekleri savuşturur gibi bir hareket yaptı. "Kendinize gelin. Yeterince rezil ettiniz beni insanlara." Asabiyetle elini salladı. "Dağılın gidin, defolun gözümün önünden! Şurayı da halledin."
Yerde yatan cesedi göstererek önüne döndü ve peşinden sürüklediği iki adamla uzaklaşmaya başladı. Birisi şemsiyesini tutarken, diğeri Ceren'i tutuyordu. Sakinleşmeye çalıştığım sırada önümden geçerlerken yaşlı adamla gözlerimiz kesişmişti; anlayışsız bir donuklukla başını çevirmiş, sanki ben orada yokmuşum gibi önüne dönmüştü. Ceren'inse suratıma bakacak cesareti yoktu. Başı eğik bir şekilde babasının arkasından sürükleniyordu.
Arbede sırasında yere düşürdüğü telefonu geri alan Merih'in emin adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Turgut çoktan eşinin ve oğlunun yanına ilişmiş, acı sızlanışlar eşliğinde ağlıyordu. Yapılması gerekenler için görevlendirilen maskeli üç adam, kafes misali etraflarını kuşatmıştı. Sabırla, oğullarını uğurlamalarını bekliyorlardı.
Önümde durarak konuşana kadar gözlerimi onlardan ayıramamıştım. Duygusuz bir sesle, "Gidelim." dediğinde suratına baktım. Dudağının kenarı ve kaşının ucu patlamıştı; ince bir damar gibi akan kan, kör gözünün kıyısına uzanıyordu. Islak saçları alnına dağılmıştı; üstündeki gömlek tenine yapışarak göğsündeki kasların şeklini almıştı. Gözlerinde hâlâ yediği dayağın saldırganlığı vardı.
Sırtımı ağaçtan ayırarak ormanın çıkışına doğru yürümeye koyuldum. Attığım her adımla birlikte kemiklerim göğsüme batıyor, yüzümü buruşturmama sebep oluyordu. Resmen işkence çekiyor gibiydim. Karnıma tutunarak derin nefesler aldım; acımı ona belli etmek istemiyordum.
"Bunu kendine sen yaptın, farkındasın değil mi?"
Öfkeyle ona döndüm; dudağının kenarından akan kanı durdurmakla cebelleşiyordu. Durduğumu görünce karşıma geçerek o da durdu. "Dayak yemiş olmanın acısını benden mi çıkarmaya çalışıyorsun? Senden böyle bir iyilik yapmanı isteyen olmadı." Konuşmaya devam etmeden önce biraz soluklanmam gerekmişti. Ağzımdan çıkan her kelimenin bedelini ıstırap dolu anlarla ödüyordum. "Sayende Belkıs Hanım'ın yaptığı tuhaf imaları da beslemiş olduk. İstesek de artık aramızda bir şeyler olmadığına ikna edemeyiz onu."
Birden sinirli sinirli güldü. Dudağının kenarı sızlamış, yanağı seğirmişti. "Şu anda kafana taktığın şey bu mu gerçekten? Sevgili olduğumuz imaları mı?"
Kadının yaptığı imalardan sevgili anlamını çıkarmamış olmama rağmen onun bu şekilde yorumlaması beni şaşırtmıştı. Yalnızca basit bir soru olsa da sorduğu, bana kendimi tuhaf hissettirmişti. Yanıt vermekten kaçarcasına önüme döndüm ve hızlı hızlı yürümeye devam ettim.
Henüz birkaç metre gitmişken arkamdan seslendi. "Araba bu tarafta."
Duymazdan gelerek yürümeyi sürdürdüm. "Kendim gideceğim."
Sertçe nefesini üflediğini duydum. Yaklaşan adımlarını duysam da hızımı arttıramamıştım; bu hâldeyken onunla mücadele edebilmem mümkün değildi. Aniden dirseğimden tutarak beni ağaçların arasına sürüklemeye kalkıştı. Hışımla silkelendim ve elinden kurtulmaya çalıştım. Canımın acısı, damarlarımda akan öfkeyi daha da kızıştırmıştı. "Bırak, kendim gidebilirim eve."
Dediğimi yaparak bıraktı; durmuştu, tahammülsüzce suratıma bakıyordu. Sanki gecenin tüm karanlığını üstüne devşirmişti; gözlerinde saf bir öfke vardı. "Yürüyerek mi gideceksin onca yolu?"
"Hiç yapmadığım bir şey değil sonuçta." diyerek tersledim.
Konuştukça dudağımın kenarı sızlıyor, canım yanıyordu. Saatlerdir bastırdığım içimdeki ağlama arzusu artık hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştı ve ben bu arzuyu bastırabilmek adına durmadan yanağımın dişlemek zorunda kalıyordum. Kendimi hiç olmadığım kadar aşağılanmış hissediyordum. Gururumun acısı, tenimdeki sızılardan daha baskındı.
İyice yitirdiği anlayışını göstermek ister gibi sertçe nefesini üfledi. Elleriyle ıslak saçlarını geriye taradı ve bir müddet duraksadı. Keskin gözleri üzerimde takılı kalmıştı; kısa bir anlığına dudağımın kenarındaki yaraya bakındı. Hemen sonra tekrar gözlerime yükseldi. Mümkünmüş gibi, artık daha da sinirliydi.
"Seninle uğraşacak sabrım kalmadı."
Birden uzanıp sertçe belimi kavradı, kolunu dizlerimin altından geçirmişti. Tutuşuyla birlikte canım yansa da tepki veremedim. Çevik bir manevrayla ayaklarım yerden kesilmişti; panikle boynuna sarıldım. Islak göğsüne yaslanınca içimden buz gibi bir esinti geçti. Ancak gözlerimiz kesiştiği an karnıma tezat bir sıcaklık yayılmıştı. Neler oluyor bana? Bir karış ötemdeki surata bakarken, birbirinden farklı hislerin silsilesine kapılmıştım. Yalnızca birkaç saniye içinde duygularımı allak bullak etmişti.
"Benimle uğraşmak zorunda değilsin." dedim, neredeyse fısıldarcasına. Artık istesem de bağıramıyordum; sanki içime kaçmıştı sesim. Ters bir şekilde gözlerini kaçırarak yürümeye başladığında, yüzünde kaskatı bir ifade belirmişti. Artık eskisi gibi bakmıyordu. Tavırlarındaki soğukluk, bir daha hiç muzip tarafını bana göstermeyecek kadar keskindi. Belki de gerçekten yıkmış, büyük bir enkaza neden olmuştum.
Sessizce yürüdüğümüz süre boyunca tek kelime dahi etmedi. Sanki kucağında taşıdığı biri yokmuş gibi, benden tarafa hiç bakmıyordu. Golf arabasının yanında durduğumuzda nazikçe beni içine bıraktı. Yağmur artık iyice dinmişti; yalnızca ufak ufak çiseliyordu. Islak bedenlerimize çarpan her esinti, iç ürpertecek denli soğuktu.
Hızlıca arabanın etrafından dolanarak sürücü koltuğuna geçti. Çabucak arabayı çalıştırmış, yola koyulmuştu. Bir an önce eve vararak benden kurtulma ve geceyi sonlandırma arzusu güdüyor gibiydi. Direksiyonu tutan elleri sımsıkıydı; parmaklarının boğumları bembeyaz kesilmişti.
Son sürat geçtiğimiz golf sahasını izlerken, renksiz bir sesle mırıldandım. Kısa bir süreliğine teslim olduğumuz sessizlik, ikimizde de bariz farklar yaratmıştı. Yaşanılanların gerçekliği tokat gibi suratımıza iniyordu. "Ne olacak şimdi?"
Yola çıktığımızdan beri ilk kez dönüp bana baktı. Yaşanılanları fark etmek bende yoğun bir korkuya sebep olurken, aksine onda saldırgan bir öfke uyandırmıştı. Şaşkınlık kokan sesinden, "Ne mi olacak?" sorusu dökülünce kaşlarımı kaldırarak ona baktım. Aniden direksiyonu sola doğru kırarak sertçe frene asıldı. Araba ıslak zemine tutunmakta zorlanarak hafifçe kaymıştı. Telaşla kenarlara tutundum.
"Ne oluyor?"
Bana dönerek bir eliyle koltuğuma, diğer eliyle de öne tutundu. Yavaşça suratını yaklaştırmış, gözlerini üzerime dikmişti. "Ne olacak mı dedin? Söyleyeyim ben sana ne olacağını," Resmen hırpalarcasına konuşuyordu. Öfkelendiğinde kullandığı alçak tondan eser yoktu. "Merasimden önce söylediğin o saçmalıkların hesabını vereceksin. Neydi onlar öyle?"
Aniden bu meseleyi yüzeye çıkarmasına şaşırmış olsam da çabuk toparlandım. Kışkırtıcı bir vurdumduymazlıkla yüzüne yaklaştım. "Hesap falan vermeyeceğim sana. Ne söylediysem o, gayet açık konuştuğumu düşünüyorum."
"Dalga mı geçiyorsun sen benimle?"
Sesindeki hiddeti duymazdan geldim. Geriye çekilmiş, kollarımı göğsümde kavuşturmuştum. "Şimdi evine sür şu arabayı. O telefonu senden alacağım," Gözlerinde şimşekler çaktı. Peş peşe sıraladığım kaba emirler, gerginliğin sebep olduğu aramızdaki alevleri adeta harlıyordu. "Bu konu da burada kapanacak. Bir daha da seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmayacaksın."
"Demre..." Dudaklarından fısıltıyla çıkan ismim, farklı tonlarda ikazlar barındırıyordu içinde. "Saygısızlık yapıyorsun."
Bir süre sustum, yalnızca gözlerinin içine baktım. Aramızdaki mesafe öylesine azdı ki nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Arkasına aldığı karanlıkla, adeta portredeki hâlini andırıyordu; suratındaki kurumuş kan lekelerine rağmen inkar edilemeyecek kadar güzeldi. Birden kendi düşüncelerime şaşırarak, silkelendim. Derin bir nefes alarak kendimi hislerden arındırdım.
"Sen benim saygımı hak ediyor musun ki?" Öfke doluydum aslında; haksızlığa uğramış gibi yenik hissediyordum kendimi. Gururum incinmiş, onurum zedelenmişti. Hıncımı başkasından çıkarmak istemiyordum fakat karşımdaki adam beni zorla kışkırtıyordu.
"Böyle miyiz yani bundan sonra?" diye sordu, buz gibi bir tonla. Gözlerindeki uçurumlar, aramızdaki yakınlığa rağmen çok uzak hissettiriyordu onu.
"Başından beri böyleydik zaten," Yavaşça yutkundum. Farkında olmadan gözlerimi dudaklarına kaydırmıştım. Yine yakıcı bir sıcaklık nüks ediyordu karnıma. "Sen çok yanlış anlamışsın."
Tekrar gözlerine yükselince, tıpkı benim gibi onun da dudaklarıma baktığını gördüm. Nefesinin sıcaklığı tenime sürtünce panikleyerek geriye kaçıldım. Aramızdaki gerilimin doğurduğu çekim, neredeyse elle tutulacak kadar somuttu. Fakat yine de uzaklaşma çabamı fersizce izlemekle yetinmişti; normal zamanda muzipçe gülerek alaya vuracak olan adam, şimdi dümdüz bir duvarı andırıyordu. Suratında hiçbir duygu devinimi yoktu.
"Evet, yanlış anlamışım." diye mırıldandı, kendi düşüncelerini tasdikler gibi. Sonra yavaşça geriye çekildi ve tek bir kelime dahi etmeden yola koyuldu.
Dakikalar sonra evinin önünde durduğumuzda etrafa ölüm sessizliği çökmüştü. Bahçede, karanlıktan başka hiçbir canlılık belirtisi yoktu. Merih, arabadan inmeden önce suratıma ters bir bakış fırlatmıştı. "Cesaretin varsa gel al telefonu."
Evin önündeki kısa patikaya girerken tek bir hamlede üstündeki ceketi çıkarmıştı. Yürüyüşünden yorgunluk akıyordu. Cebinden çıkardığı anahtarlığın sesini duyunca, yavaşça arabadan aşağıya indim. Bir süre kımıldamadan olduğum yerde durmuş, karanlığa gömülü olan eve bakınmıştım. Peşinden gitmeli miydim, karar veremiyordum. Tereddütlü adımlarla arabanın etrafından dolanarak patikaya girdim. Her iki adımda bir yavaşlıyor, sonra tekrar hızlanıyordum.
Sonunda kapıyı açıp içeriye girdiğinde omzunun üstünden bana baktı; peşinden geldiğimi görünce aralık bırakmıştı. Arkama dönerek karanlığı kolaçan ettim; nedensizce birisine yakalanma korkusuyla dolmuştum. Bu saatte burada görünmek hiç yakışık almazdı; yanlış izlenimler doğurabilirdi. Fakat yine de aralıktan içeriye girip kapıyı yavaşça arkamdan örterken bulmuştum kendimi. Hemen işimi halledip döneceğim. Tam merdivenlere yönelirken mutfaktan çıkan Merih, önüme düşerek basamakları tırmanmaya başladı. Yalnızca bir anlığına gözlerini bana dokundurmuş, ardından başını çevirmişti. Hiçbir duygu yoktu suratında; sanki evinde ben yokmuşum gibi aldırışsızdı.
Yavaşça arkasından giderek üst kata çıktım. Çoktan odasına girmiş, kapısını da davetkâr bir aralıkta bırakmıştı. Bir süre eşikte dikilerek soluklandım. Ardından usulca içeriye süzüldüm; kapıyı bilerek kapatmamış, ufak da olsa aralık bırakmıştım.
Odası tıpkı bıraktığım gibiydi; hiçbir şeyin yeri değişmemişti. Lavabonun kapısı açıktı, içeriden su sesi geliyordu. Gözlerim bir anlığına yatağa dokununca üstünde uyuyakaldığım an zihnime aksetti. Tam bu esnada lavabodan çıkan Merih dikkatimi dağıttı; suratındaki kanı temizlemişti. Gömleğini dışarıya çıkarmış, yarısına kadar da aralamıştı. Dolaba yürüyerek kapağını açtı; gömleğinin düğmelerini çözerken bana yandan bir bakış fırlatmıştı. Ağzını bıçak açmıyordu; tavırlarındaki soğukluk hâlâ sezilebiliyordu.
Kendimi huzursuz hissederek kollarımı kendime doladım. Kıyafetlerim neredeyse üstümde kurumuştu fakat yine de beni üşütüyordu. Bir an önce eve dönerek yatağıma kavuşmak istiyordum. "Nerede telefon?"
Umursamaz bir tonla mırıldandı. "Vereceğimi söylemedim, alabilirsen al dedim." Birden gömleğini çıkarınca başka tarafa dönmek istedim ancak yapamadım; sırtındaki beyaz yaralar şaşkınlıktan nutkumun tutulmasına sebep olmuştu. Teni resmen izlerin altında kalmıştı, görünmüyordu. Tıpkı bahçede çiçek ekerken fark ettiğim, göğsündeki yaranın aynısıydı. Gözünün üstündeki izi andırıyordu hepsi. Sanki aynı zamanın ve aynı olayın hatırası gibiydiler.
Gözü küçükken kör olmuş, biliyor musun? Yanlışlıkla babası yapmış.
Ceren'in sesi kulaklarımda çınlayınca içimi bir ürperti titretti; böyle bir olasılığı düşünmek bile kan dondurucuydu. Yoksa gerçekten babası mı yapmıştı? Zira bu yaralar hiç de yanlışlıkla olmuşa benzemiyordu.
Uzayan sessizlikle beraber omzunun üstünden kolaçan etti. Tekrar önüne dönerken acı acı gülmüştü; epey keyifsiz ve ruhsuz bir sesti bu. "Bu nahoş görüntü için kusura bakma."
Ne diyeceğimi şaşırmıştım; ağzımın içinde bir şeyler geveledim. Raftan aldığı siyah tişörtü üstüne geçirirken yaralarını da ardına saklamıştı. Kapağını itekleyip kapattı, ardından bana döndü. Nemli saçlarını eliyle karıştırırken, "Bir an önce ne yapacaksan yap ve git, daha duşa gireceğim." diye mırıldandı.
"Ben de burada olmaktan mutlu değilim," dedim, çemkirircesine. Kaşlarımı kaldırarak, tehditkar bir tonla mırıldandım. "Söyleyecek misin telefonun nerede olduğunu? Yoksa ben kendi yöntemlerimle mi bulayım?"
Alayla gülerek o da kaşlarını kaldırdı. Ellerini cebine sokmuş, abartılı bir merakla başını omzuna yatırmıştı. "Bul bakalım, neymiş bu yöntemler."
Gözlerim bir anlığına yatağına değince kaşlarını indirdi. Ne yapacağımı anladığında engel olmak için geç kalmıştı; çoktan yatağın başucuna varmış, elimi altına sokarak külüstür telefonu açığa çıkarmıştım. Hışımla yanıma gelirken, suratında hayret dolu bir kızgınlık vuku bulmuştu.
"Demre bana bak, oyuncak değil o, geri ver hemen," Almak için uzanınca hızla arkama sakladım. Kaşları çatılırken, öfkeli gözlerini üstümde gezdirdi. Sanki benimle ilgili kapıldığı tüm kuşkuların haklı çıktığı bir an yaşıyordu; gerçekten kim olduğumu ve asıl amacımı sorgular gibiydi. Tekrar söze girdiğinde artık apaçık tehdit ediyordu. "Sendin, değil mi? Telefondaki çağrıyı yanıtlayan sendin. Bana bak, Demre. Başına çok büyük bela alacaksın bu gidişle."
Tekrar telefona uzanınca geriye çekildim. Bana karşı kuşandığı tavrın aynısına bürünerek sertçe karşılık vermeye başlamıştım. "Evet, bendim. Odayı temizlerken çaldı, ben de merak edip açtım. Suç mu yani bu?" Kısa bir anlığına gözlerini yumarak öfkesini dizginlemeye çalıştı. Tekrar gözlerime baktığında artık daha kontrollüydü. "Madem sen bana telefonu vermiyorsun, ben de sana vermem. Bu kadar basit."
Yanından geçip gidecekken kolumu tutarak beni durdurdu. Tutuşu yumuşak ve nazikti; ancak tavrı için aynısı söylenemezdi. "Gerçekten telefonu senden alamayacağımı mı zannediyorsun?"
İstese alabileceğinin farkındaydım fakat direnmeden teslim olacak da değildim. Yalnızca birkaç saat önce darp edilmiş olduğum gerçeğini koz olarak kullanabilirdim. Sorusuna hiçbir yanıt vermeden tekrar yanından geçmeye kalkışınca yeniden koluma asılmıştı; bu sefer gücünü kullanarak, zorla ellerimi önüme getirmişti.
"Ah!" Acıyla inleyerek yere doğru bükülünce hızla ellerini çözdü. Hafifçe omuzlarıma tutunduğu esnada, "Ne oldu?" diye sormuştu. Eğilerek yüzümü görmeye çalıştığını fark edince çevik bir dönüşle kıskacından sıyrıldım ve kapıya doğru koştum. Nitekim yalnızca birkaç adım atabilmiştim; hiç zorlanmadan beni belimden yakalayıp dolapla yatak arasına doğru iteklemişti. Oynadığım çelimsiz oyun tadını iyice kaçırmış gibi yüzü düşmüştü. Canımı yakmaktan kaçınıyor oluşunun bir koz olarak kendisine karşı kullanılması daha çok sinirlendirmişti onu.
Telefonu arkama saklama çabalarımı izlerken, keyifsizce güldü. "Demre şu an ne kadar tehlikeli bir oyun oynadığını bilseydin, koşa koşa bu evi terk ediyor olurdun." Üzerime doğru yürüdüğü her an onunla birlikte ben de geriliyordum. Ne denli sinirlendiğini görünce istemsizce kasılmıştım. Belki de fazla ileriye gitmiştim. Gitgide köşeye kıstırıldığımı fark edince elimi göğsüne koyarak durdurmaya çalıştım. Sıcak teninin altında atan kalbin ne kadar güçlü çarptığını sezince, soluklarımın hızlandığını hissettim. Önce göğsüne tutunan elime, ardından suratıma baktı; bu gülünç çabayla kendisini durdurabileceğimi sanmam onu şaşırtmış gibiydi. "Yaraların bu kadar tazeyken canını yakmak istemiyorum, tamam mı? Şimdi uslu ol ve elindeki telefonu bana geri ver, hadi güzelim, hadi uğraştırma beni."
"Sen de beni uğraştırma, telefonu bana geri ver." Kapana kıstırılmaktan rahatsızlık duyarak elimi göğsünden çektim; istesem de durduramayacağımı anlamıştım. İki elle telefonu kendime bastırarak yanından geçmeye kalkıştım. Ancak hızla önüme çıkınca göğsüne çarptım; beni kendisine çekerek ellerime asıldı. Çırpınarak kollarının arasından çıkmaya çalışıyor, bir o yana bir bu yana dönüp kıskacından kurtulmak için çabalıyordum. Fakat o kadar güçlüydü ki telefonu elimden alması an meselesiydi.
Yüzümü ona dönerek ellerimi arkama attığım bir anda, kışkırtıcı bir merakla, "Ne saklıyorsun bu kadar gizli bu telefonda?" diye sordum. Üzerime eğilerek ellerime uzanmaya çalışınca ani bir manevrayla yana dönmeye kalkıştım; ansızın kafalarımız birbirine çarpınca odayı tok bir gürültü doldurdu. Acıyla inleyerek alnımı tuttuğum esnada o da aynı tepkiyi vermişti; yüzünü buruşturmuş, kaşlarını çatmıştı. Suratındaki hoşnutsuzluğu görünce kendimi tutamayarak güldüm.
Belli belirsiz o da gülümsüyordu; dudaklarının kenarları kıvrılmıştı. "Yeterince yaralandık bugün, dur artık." dedikten hemen sonra ne olduğunu anlayamadan beni geriye doğru itekledi. Henüz bir tepki veremeden kendimi sırtüstü yatağa düşerken buldum; telefonu panikle göğsüme bastırmıştım. İçgüdüsel olarak attığım çığlık odanın duvarlarını arşınlamış; hemen ardındansa ağır bir sessizlik sürüklemişti.
Merih, baştan aşağıya beni süzdükten sonra yavaşça dizini yatağa yasladı. Artık gülmüyordu ancak eskisi kadar sinirli de değildi. Elini başımın biraz ötesine koymuş, yüzümün hizasında durmuştu; gözleri hemen tepemdeydi, dosdoğru içime bakıyordu. Kalbimin vuruşları birden öylesine şiddetlenmişti ki sesini duymasından bile korkmaya başlamıştım. "Daha bugün ben sana soru sormuyorum, sen de bana sorma dedin," Mırıldanarak söylediği kelimeler direkt suratıma dökülüyordu; nefesi yine tenimin üstündeydi. Her tarafım onun kokusuyla kuşanmıştı. "Bana işine karışıyorum diye kızıyordun ama asıl işime karışan senmişsin, haberimiz yokmuş," Boştaki eliyle göğsüme bastırdığım telefona uzanmıştı. Tek eliyle bile parmaklarımı kolayca çözebilecek kadar güçlüydü. "Bu telefondan kimsenin haberi olmayacak. Eğer birisine söylediğini duyarsam, işte o zaman bozuşuruz seninle Demre. Anladın mı?" Tatlı tatlı söylediği tehdit dolu cümle içimi ürpertmişti. Ancak buna rağmen biraz ötemdeki surattan başka hiçbir şey düşünemez olmuştum. Yavaşça başımı salladığımı görünce, artık telefonu da elimden almıştı. Hızlıca cebine atarak ortalıktan kaldırdı. Fakat ben yokluğunun farkına bile varamamıştım; suratımda gezinen gözler, resmen zihnimdeki bütün düşünceleri tarumar ediyordu. Hiçbir şeye odaklanamıyordum.
Birden uzanarak alnımdaki ufak tutamı geriye itekledi. Dokunuşuyla birlikte istemsizce nefesimi tuttum; ellerimi hâlâ göğsüme bastırıyordum. Turgut'un ayağıyla çiğnediği yeri parmağının ucuyla nazikçe okşayınca irkildim. Canım acımamıştı ancak bu yine de beni huzursuz edecek kadar şefkatli bir dokunuştu.
"Daha erken durduramadığım için özür dilerim. Maalesef o kadar güçlü değilim." Acı dolu fısıltısı ruhumda bir yerleri sarsmıştı. Karnıma tatlı bir sızı saplanırken, şaşkınlık içinde suratına baktım. Hiçbir karşılık veremeyecek kadar afalladığımı görünce hafifçe güldü. Elini suratımdan çekmişti. "Her neyse iyi oldu tekrar yatağıma yatman, kokun tamamen gitmişti."
Utançla dolmuş olsam da yine hiçbir karşılık vermedim. Uzun boylu suskunluğum onu da şaşırtmıştı; gözlerine yoğun bir alay oturmuştu. "Ne oldu ya? Sesin kesildi birden. Az önce söyleyecek çok şeyin vardı."
Huzursuz bir şekilde kuruyan dudaklarımı yalayınca ilgisi oraya kaydı; birden suratındaki alay dağılmış, yerini tuhaf bir ifade almıştı. Tıpkı arabadaki gibi, kopkoyu bir duyguya bürünmüştü. Kısa bir anlığına nabzımı ölçmek ister gibi gözlerimin içine baktıktan sonra tekrar dudaklarıma indi. Yalnızca iki karış ötemdeydi; uzansam dokunabileceğim bir yakınlıktaydı. Hayır, kendine gel. Bu hislerin sana bir faydası yok, sadece zararı var. İçimi kavuran duyguları dindirebilmek için kendimle cebelleşirken, titrek bir nefes aldım.
"Yapma, Merih."
Sesim ne kadar cılız çıksa da beni duyduğunu biliyordum. Gözlerini dudaklarımdan ayırarak bana odaklandı; apaçık bir uyarıda bulunmuş olmama rağmen yüzüne hiçbir utanç veya gerginlik aksetmemişti. Benim aksime, o epey rahattı.
Birden afallayarak kaşlarını kaldırdı. "Ne yapıyorum ki?" diyerek, kışkırtıcı bir soru yöneltmiş ve hızlıca geriye çekilerek yatağın başlığına yaslanmıştı. Yastığını düzeltip, kolunu başının arkasına attı. Aldırışsız ve tasasız duruyordu.
Çabucak uzandığım yerden kalkarak yatağın ucuna oturdum. Az önce üşüyor olmama rağmen şimdi sıcağa bulanmıştım, resmen terliyordum. Elimle kendime hava yaparken etrafa kaçamak bakışlar atıyor, aramıza giren gürültülü sessizliğin nabzını ölçmeye çalışıyordum. Bir süre sonra ondaki tasasız hâle alışarak istemsizce ben de gevşemiştim.
Sırf konuyu değiştirmiş olmak için söze girdim. "Telefonu verecek misin artık?"
Fersiz gözleri suratımı buldu. "İstesem de veremem, imha ettim telefonu."
Kaşlarımı çatarak yatağın kenarından ona doğru kaydım. Kuşkularımı gizlemekle uğraşmamıştım. "Nereden bileceğim yalan söylemediğini?"
"Bilemeyeceksin." dedi, hınzırca gülümseyerek.
Aldırışsızlığı sinirlerimi bozunca gözlerimi devirdim. Gerçekten de bilmem mümkün değildi. O vermek istemedikçe hiçbir şekilde bulamazdım. Kendi içimde kaybolduğum yenilgi dolu anlarımı birden doğrulup bana yaklaşarak bölmüştü. Kaşlarımı kaldırıp, sorgularcasına suratına baktım. Ama yine ketum bir hâl kuşanmıştı.
"Şimdi söyle bakalım, videoyu görmüş olmana rağmen neden gecenin bu saatinde, kimsenin olmadığı bir evde," Sesine ürpertici bir ton devşirmişti. Gözlerinde sert, soğuk bir bakış vardı. "Odamdasın ve yatağımda benimle birliktesin? Sadece yapma diyerek beni gerçekten durdurabileceğine mi inanıyorsun?" Verecek hiçbir karşılığım yoktu. Çünkü haksız sayılmazdı; o videoyu izledikten sonra ona karşı olan tutumum bariz bir şekilde değişmişti. Hayatıyla ilgili hiçbir şey bilmediğim, yabancı bir adamdan ibaret olduğunu fark etmemi sağlamıştı. "Hiç mi korkmuyorsun benden kitapçı kız?"
Birden aşağıdan gelen sesle ikimizin de dikkati dağıldı. Birileri eve girmişti. Panikle ayağa kalkarak kapıya yürüdüğüm esnada hızla arkamdan gelmiş, beni durdurmuştu. Teskin etmeye çalışır gibi hafifçe kolumu sıkıp, kapıdan gözükmeyeceğim şekilde beni dolabın önüne doğru iteklemişti.
Merdivenleri çıkan adımları duyunca kapıya doğru uzandı. Fakat henüz dokunamadan, aniden ileriye atılarak elini havada yakaladım. Yüzümü ona dönmüş, konuşamadan elimi ağzının üstüne örtmüştüm. Kaşlarını çatarak geriye çekilmeye kalkışsa da bırakmamıştım. Gözlerimi irileştirerek sessiz olmasını söyledikten sonra ancak elimi indirebilmiştim.
"Sana diyorum, beni dinle!" Mercan'ın öfkeli sesi koridorda yankılanınca, Oğuz abinin tersleyişi duyuldu.
"Kes şu sesini, Merih duyacak şimdi," Kısa bir anlığına sessizlik oldu. "Odasının ışığı yanıyor. Bekle, içeride mi bakayım önce."
Telaşla karnına bastırarak Merih'i kapının arkasına doğru itekledim. Yanına sokularak bir elimle onun ağzını, diğer elimle de kendi ağzımı örtmüştüm. Gözümü dahi kırpmadan, olduğum yere çakılı kalmıştım. Arkamızdaki kapı birden gürültüyle aralanınca istemsizce irkildim; hızlıca belimi tutarak beni göğsüne bastırınca karşı koyamamıştım. Oğuz'un içeriye baktığı kısacık sürede, nefes almayı unutacak denli gerilmiştim. Kapıyı tamamen kapatmayarak tekrar koridora döndüğünde, kendi kendine mırıldanışını duymak mümkündü.
"Yok ama birazdan gelir, ışığı açık bırakıp gittiğine göre." Elimi ağzının üstünden çekerek gözlerinin içine baktım. Kaşlarını çatıp, ne yapmaya çalışıyorsun dercesine başını sallayınca dudaklarımı büzmüştüm. "Ne söyleyeceksen çabuk söyle."
Mercan'ın sinirli gülüşü duyuldu birden. "Sanki bilmiyor bizi, neyine geriliyorsun?"
Tehlikenin azaldığı düşüncesiyle ondan uzaklaşmaya yeltenince belimdeki elinin baskısını arttırarak bana engel oldu. İyice kendisine doğru çekmiş, göğsüne yaslanmaya mecbur bırakmıştı beni. Kaşlarımı çatarak yeniden uzaklaşmaya çalışınca, bu sefer diğer elini de belime koydu; artık büsbütün kollarının arasına hapsetmişti beni. Ses yapma korkusuyla daha fazla kımıldanmaya çekinerek, kaderime boyun eğmiştim. Bir kapı ötemizdeki konuşulanları dinlerken, sessizliğin ensesinde birbirimizle bakışıyorduk.
"Sen ne dersen de ben bu çocuğu doğuracağım."
Dehşet içinde dudaklarım aralanınca bu sefer de o eliyle ağzımı örttü. Kaşlarını kaldırmış, tıpkı az önce ona yaptığım gibi sessiz ol ikazında bulunmuştu. Duyduklarımdan emin olmaya çalışırcasına Merih'in suratını yokluyordum; fakat benim aksime onda hiçbir şaşkınlık belirtisi olmamıştı. Sanki zaten bildiği bir şeydi.
"Mercan saçmalama, bak elimden bir kaza çıkacak şimdi," Kaşlarımı çatınca, Merih yatıştırma gayesiyle dudaklarını büzdü. Kolpa yapıyor der gibi bir ifadesi vardı. "Ne dediğinin farkında değilsin sen. Başına bela mı almak istiyorsun?"
"Neden?" Kışkırtıcı sorusu, ölüm gibi hissettiren bir sessizliğin etrafa hükmetmesine neden olmuştu. "Yoksa beni de mi ahıra asarak öldürürsün? Merih de yardımcı olur artık, ne de olsa alışıksınız siz insan asmaya."
Birden kaşlarımdaki çatıklık gevşedi. Korkuyla geriye çekilmeye kalkışınca, kusursuz bir refleksle elindeki gücü arttırarak beni olduğum yere sabitledi. Henüz elinden kaçmaya yeltenemeden düşüncelerimin önünü kesmişti. Gözlerinde müthiş bir ikaz belirmişti; sanki kendisine karşı koyacak en ufacık bir hamle yapsam, bedelini hemen ödetebilecekmiş gibi kararlı bakıyordu.
Dakikalar önce sorduğu sorunun yanıtı, adeta zihnime alazlanıyordu. Bir katilin kollarındaydım ve evet, artık hiç olmadığım kadar korkuyordum.
𓄅
27 Mayıs 2023
Yorumlar
Yorum Gönder