16
16: OYUNDAKİ PİYON
Yanılmak istedim. Hayatımda ilk defa birisi hakkında yanılmak istedim.
Dudaklarımın üstündeki ele tutunurken gözlerinden başka hiçbir yere bakamıyordum. İftiraya uğramanın kızgınlığını arıyordum içlerinde; haksızlığa uğrayışını bana gözleriyle inkar etmesini bekliyordum. Fakat yoktu; hiçbir inkar etme kaygısı yoktu. Sessizliğin bize tabut olduğu dakikalar boyunca, kararlı bir ketumluluk içinde suratıma bakmakla yetinmişti. Kime bulaştığını anla, diyen bir durgunluğa bürünmüştü.
"Saçma sapan konuşma, Mercan." Adamın asabiyet dolu gür sesi, suskunluğa vurulan ilk darbe oldu. "Karnındaki şey seni fazla korkusuz yapmış belli ki. Konuşma iyice çirkinleşmeden evine dön istersen."
"Karnımdaki şey mi?" Hayretle sarsılan bir gülüş duyuldu. "Karnımdaki şey dediğin senin çocuğun! Nasıl bu kadar aşağılık birisi oldun sen?"
"Mercan, sınırını aşma!" Ani bir gümbürtü gibi evi inleten bağırtı irkilmeme neden oldu. Kanıma karışan gerginlik bana gözlerimi yumdurmuştu; sakinleşmek için derin derin soluklandım. "Aklını kullan biraz kızım. Kucağında bebekle seni bu evde yaşatırlar mı sanıyorsun? Ben paçayı sıyırırım da senin hiçbir türlü kurtuluşun olmaz. Hayal dünyandan çık artık."
"Annesi olarak ben yaşayamıyorsam, babası olarak sen de yaşayamayacaksın." Alçalan sesi neredeyse fısıltıyla çıkıyordu. Öfkesini duyabilmek gitgide zorlaşmıştı. "Devrileceksek birlikte devrileceğiz."
Ansızın tok bir kahkaha patladı. Yavaş yavaş sönen bu ani gülüş, sertçe verilen bir nefesle son bulmuştu. "Benim devrilmeye hiç niyetim yok. Madem bu kadar heveslisin, o zaman tek başına devrileceksin. Şimdi çıkıp gidiyorsun bu evden."
Anlamsız debelenmelere basamaklara çarpan sert adımlar karıştı; hemen sonra aşağıdaki kapı açılarak, kısa bir duraksamanın ardından gürültüyle kapatıldı. İkisinin de sesi kesilmişti; artık çok uzaktan, boğuk boğuk duyuluyordu tartışmaları.
Silkelenerek kendimi geriye atınca ellerini üstümden çekti. Derin nefesler alarak yüzüme düşen saçları kulaklarıma kıstırdım. Zihnimi derleyebilmenin telaşıyla dolduğum bu kısacık an boyunca tek kelime dahi etmemişti. Sonunda gözlerimiz kesişince istifinin dahi bozulmamış olduğunu gördüm. Sırtını duvara yaslamış, ellerini cebine sokmuştu. Sanki az önce ağır ithamlara maruz kalan kendisi değilmiş gibi tasasızdı.
"Bu konu hakkında hiçbir şey sormayacağım sana." Sesimdeki suçlayıcılık beni bile şaşırtmıştı. Onun da sözlerimden böyle bir ton yakalamayı beklemediği apaçıktı. Yavaşça kaşlarını kaldırmış, başını hafifçe omzuna doğru yatırmıştı. Duygularımı irdelemeye çalışan bir merakla bakıyordu şimdi. "Sana olan güvenim yeterince azaldı ama ben yine de son defa soracağım. Telefonu gerçekten imha ettin mi?"
Birden güldü; biçimli dişleri gözükmüş, göz alıcı bir aydınlık aydınlık sarmıştı yüzünü. Fakat tavrı hiç olmadığı kadar kasvetliydi. Tüyler ürpertici bir tezatlıktı. "Bana olan güvenin mi? Ne zaman oldu bu?"
Yavaşça kollarımı göğsüme doladım. Gözlerimi kaçırmış, dudağımı dişlemiştim. Sesindeki alayı sineye çekebilmek için kendime zaman tanımam gerekmişti. Suskunlaşmam üzerine tekrar güldü; gözlerimiz kesişince omuriliğimden aşağıya sıcak bir öfke dalgası akmıştı.
"Bu kadar komik olan ne?"
Umursamazca omuzlarını silkti, aynı anda dudaklarını büzmüştü. "Adım dışında hiçbir şeyimi bilmemene rağmen bana güvenmiş olman," Gülüşüne hınzırlık bulaşmıştı; gözlerinin içi parlıyordu. "Bu kadar kolay mı etkiledim seni?"
Tersleyerek, "Soruma cevap verecek misin artık?" diye sordum.
Kurnaz bir tonla, "Hiç merak etmiyor musun az önce duydukların gerçek mi diye?" karşılığını verdi. Peş peşe sorduğumuz yanıtsız bırakılan sorular, aramızdaki gerginliğin sırtına inen bir kırbaç gibiydi.
Gözlerindeki kurnazlığı söndürme arzusuyla dolmuştum. Bu yüzden yalana sarıldım. "Hayır, hiç merak etmiyorum. Seninle alakalı hiçbir şey ilgimi çekmiyor." Söylemek üzere olduğum sözlerin ağırlığını taşımaya çalışır gibi, hafifçe çenemi kaldırmıştım. Dosdoğru gözlerinin içine bakıyordum. "Birilerini öldürdüğünü öğrensem de şaşırmam artık. Bu evde katillerle birlikte yaşadığımı zaten çok iyi anladım. Senin de hiçbir farkın yok onlardan. Boynuna tasma geçirilmiş birisin sadece."
Gerçekten de gözlerindeki parıltıyı söndürmüştüm; fakat kendimi hiç zafer kazanmış gibi hissetmiyordum. Aksine bozguna uğratılmış gibiydim. Canını yaktığımı sezmek benim de canımı yakmıştı sanki. İçimde derin bir yerler kıyılmıştı.
"Telefonu imha edip etmemenin bir önemi yok," Sözlerimle yaptığım saldırıya hiçbir karşılık vermeyerek sırtını duvardan uzaklaştırdı. Yumuşak bir esinti gibi yanımdan geçerek kendisini yatağa bıraktı. Yaylardan çıkan gürültünün altında, kısa bir anlığına gözlerimin içine baktı. "İki türlü de alamayacaksın zaten. Şimdi izninle, yapacak işlerim var."
Eliyle kapıyı gösterdi. Artık istesem de telefonu alamayacağımı anlamıştım; sessizce kapıya doğru yürüdüm. Odadan çıkacağım esnada aşağıdan yükselen boğuk konuşmaları duyarak, tekrar ona döndüm. "Evden nasıl çıkacağım? Hâlâ kapının önündeler."
Yalnızca, "Oturma odasındaki sürgülü pencereden çık, evin arkasından dolan." demekle yetinmişti. Hiçbir karşılık vermeden odadan ayrıldım, nazik adımlarla merdiveni inmeye başladım. Aşağı kata yaklaştığım her an tartışmanın şiddeti de artıyordu. Kapının yakınlarda durdukları barizdi.
Karanlığın içinden süzülerek oturma odasına girdim ve ahşap kitaplığın yanındaki boydan pencereye doğru sokuldum. Perdeyi kenara iteklediğim esnada ay ışığı altında gümüşe boyanan raflar dolusu kitaba baktım. Tıpkı kütüphanenin ihtişamlı kitaplıklarını andırıyordu. Hatta birebir aynısıydı. Pencerenin kulpuna asılan ellerim duraksadı, yavaşça geri karanlığa çekildim. Kaşlarımı çatmış, parmak uçlarımda yükselmiştim; kitaplığın ahşap derisine kazınmış olan eğik yazıyı okumaya çalışıyordum.
Kendi kendime fısıldadım. "Hic mortui vivunt, et muti loquuntur."
"Latince bir söz," diye ekledi, merakla ona baktığımı görünce. Tablonun içinde yazan alıntıyı okumaya çalıştığımı fark etmiş, işine ara vermişti. Şimdi tıpkı benim gibi, Mustafa abi de tozlu tabloyu inceliyordu. Dudaklarındaki gülümsemeden hiçbir emare kalmamıştı."Burada ölüler yaşar, dilsizler konuşur."
Burnundan üflediği kısa nefesle gülüyor gibi bir ses çıkarmıştı; kulağa epey buruk gelen bir gürültüydü bu. "Kitaplarla dolu bir yer için oldukça anlamlı bir söz. Yıllardır benimle ama benim değil, buranın sahibine ait."
"Neden asmıyorsunuz?" diye sordum, çerçevenin üstündeki tozu silkelerken. Papirüsü andıran eski kağıdı ve üstüne kazınmış eğik kelimeleri inceliyordum. "Çok güzelmiş."
"Çünkü asarsam bir daha indiremem, maalesef o kadar gücüm yok."
Zihnimde akseden Mustafa abinin kasvetli sesi, tüylerimin ürpermesine sebep oldu. Sanki zihnimin içinden uzanan bir el ensemden tutup beni kitabevinin huzurlu atmosferine sürüklemiş, ardından tekrar ortasında dikildiğim soğuk oturma odasına bırakarak gerçekliğin yükünde ezilmeye terk etmişti. Nasıl daha önce hatırlayamadım bunu? Ellerimi saçlarıma daldırarak afallamış bir hâlde alıntıya baktım. Hislerimde yanılmamıştım; bunca zorluğa boşuna katlanmamıştım. Gerçekten de devasa bir yapbozun parçalarını topladığıma artık tam anlamıyla emindim.
Bu alıntının bana bu kadar tanıdıklık hissettirmesinin tek nedeni sessizce hatıralarımda soluklanıyor oluşuydu. O gün eski bir tabloda görmüş, defalarca okumuş ve içten içe vurulmuştum. Burada ölüler yaşar, dilsizler konuşur. Peki ama bu ne demekti? Neden beni huzursuzluğa boğan bir aşinalığı vardı? Düşününce, Mustafa abinin bile tablo hakkında konuşurken huzursuz ve gergin olduğu apaçıktı. Niçin tabloyu asıp da indiremeyecek kadar güçsüz olduğunu söyleme gereksinimi duymuştu? Sözlerinin altına farklı anlamlar konulmuş, ketumlulukla da üstü örtülmüş gibiydi.
"Ne yapıyorsun?" Korkuyla sıçrayarak arkamı döndüm.
İri bir gölge gibi kapının eşiğinde dikilen Merih, karanlığın girişinden beni izliyordu. Yavaşça yanıma sokulurken, şüpheli bir detay yakalamaya çalışan keskin gözleri bir kitaplığa bir bana dokunuyordu. Birkaç adım ötemde durdu; ay ışığının altında parlayan yazıya kilitlenmişti.
"Bir şey yapmıyorum," Gözleri suratıma kayınca birden kasıldım. Anlamış olabilir miydi? Telaşla ağzımın içinde bir şeyler geveledim. "Kitapları seviyorum, biliyorsun. Öylesine bakıyordum."
"Bakma, çık artık şu evden." Kaba bir sertlikte pencereyi açıp bahçeyi gösterince yavaşça dışarıya çıktım. Soğuk çimlere adım attığım an hızla ona döndüm.
Henüz, "Ayakkabılarım ne olacak?" diye fısıldayamadan pencereyi iterek suratıma kapattı. İfadesiz çehresi perdenin ardında kaybolunca, cama yansıyan yabancıyla baş başa kalmıştım. Dudağının kenarı patlamış, saçları keçe misali birbirine karışmış; her tarafı kire bulanmış perişan bir kızla bakışıyordum. Gözlerini solduran renksizlik, yaşadığı korkuların kendisinden aldığı en ağır bedel gibiydi.
Nefesimi üfleyerek gözlerimi kaçırdım, kendimden uzaklaştım. Geceyi ikiye yararak yürümeye başladım. Evin arkasından dolanıp müştemilata varmam umduğumdan da kısa sürmüştü. Ayaklarımı sürüyerek kapıya sokulduğum sırada, arkamdan yükselen hışırtıyla omzumun üstünden kolaçan ettim. Karanlığın içinden Mercan'ın kızgın çehresini seçince tekrar önüme döndüm. Henüz zile basamamıştım; bana seslendiğini duyunca elim havada asılı kaldı.
"Sen kimsin?" Hızlı adımlarla yaklaşırken, sesindeki kuşkuyu örtbas etme gereği dahi duymamıştı. Yüzümü ona dönünce yanıtını alarak, baştan aşağıya defalarca kez süzdü beni. Paçavra hâline gelmiş kıyafetlerimi incelediği her an hissettiği tiksinme suratındaki buruşukluğu gitgide artıyordu. Sadece çorapların olduğu ayaklarıma kaygılandıracak denli uzun bir süre bakmıştı. "Nereden geliyorsun sen böyle?"
Gergin bir sessizlik oldu. "Neden soruyorsun?"
Az önce yaptığı hararetli kavganın hırçınlığına yeniden bürünerek sorumu tersledi. "Ben senin kıdemlinim, sorularımı sorgulama."
Sertçe nefesimi üfleyerek güldüm; karnıma saplanan acı yüzünden keyfim iyice kaçmıştı. Yaşadıklarımı bana anımsatan bu sızı, doğru zamanda dışavuramadığım öfkenin aniden kanıma sıçramasına neden olmuştu. "Sen gözünde çok büyütüyorsun kendini, biraz sakinleş derim. Bu evdeki kimse benim kıdemlim olamaz."
Şaşkınlık kokan bir gülüş taşırdı; dudakları aralık kalmış, kaşları hayretle havaya kalkmıştı. "Dünkü boka bak sen, ağzı laf yapmaya başlamış."
"Seninle uğraşacak hâlim yok Mercan, gidiyorum ben."
Tam dönecekken kolumu yakalayarak beni kendisine geri çevirdi. "Hiçbir yere gitmiyorsun," Sesi sıkılı dişlerinin arasından taşıyordu. Tırnaklarını, delmek ister gibi tenime batırmıştı. "Salak mı zannediyorsun sen beni? Ben bu pis çamur kokusunu az önce de aldım. Üstün başın kir içinde ama ne hikmetse çorapların hiç kirlenmemiş. Hem de ayakkabısız olmana rağmen," Telaşla kasılan kalbim canımı acıtınca hafifçe irkildim. Bana doğru sokulmuştu; suratı artık çok yakınımdaydı. "Sır saklayabileceğini mi sanıyorsun bu konakta? Daha kırk fırın ekmek yemen lazım senin."
Tenime çarpan sıcak nefesten tiksinerek yüzümü buruşturdum. Kolumdaki eli tutmuş, sökercesine çekmiştim. "Birlikte yiyeceğiz öyleyse," Bileğini sertçe iterek bırakınca geriye doğru sendelemişti; ancak çabuk toparlandı. "Çünkü sen de hâlâ öğrenememişsin sır saklanmadığını. Benimle uğraşayacağına önce karnındakiyle uğraş sen."
Korkuyla çarpılan suratına sırtımı dönerek kapıya yürüdüm. Henüz birkaç adım atabilmişken tekrar tenimi kavradı. Bu seferki çok daha hoyrat ve acımasızdı. Beni kendine doğru çekince ikimiz de yalpaladık. Silkelenerek kolumu kurtarmaya çalışsam da bırakmamıştı.
Marazi parıltılar serpişmişti gözlerine. "Merih'in odasında sen mi vardın yoksa? Ne yapıyordun orada? Seni çok hafife almışım." Resmen burnundan soluyordu. Benim ona yaptığım gibi, o da benim bir sırrımı açığa çıkarma ihtirasıyla dolmuştu. "Merih biliyor mu odasına girdiğini? Yoksa daha şimdiden konaktaki erkeklerin koynuna mı girmeye başladın?"
"Beni kendinle karıştırma Mercan," Hınçla kendimi geriye çekerek kıskacından kurtuldum. Hissettiğim öfke öylesine yoğundu ki ellerimi titretiyordu. "Hamile olan sensin, ben değilim."
"Hadsiz!" Ansızın elini kaldırdı; suratındaki hiddet kan dondurucuydu. Hışımla bileğini tutarak atmaya yeltendiği tokatı durdurdum. Tüm bahçede etin ete çarpma sesi yankılandı; bu nahoş gürültü sessizliği bileyen bir bıçak gibiydi.
"Yeter be! Kum torbası mıyım ben önüne gelen bana vuruyor," Öfkeyle söylenmeme rağmen beni duyuyormuş gibi durmuyordu. Bileğini çekiştirerek elimden kurtulmaya çalışınca sertçe iterek kendimden uzaklaştırdım. Birkaç adım geriledi ve orada durdu. Nefes nefese kalmıştı. "Eğer susmamı istiyorsan benimle uğraşma, Mercan. Kendi işine bak."
Ezercesine zile bastım ve kenara çekilerek beklemeye başladım. Bir taşkınlık yapmaması için yan gözle ona bakınıyordum. Hızla inip kalkan göğsü, soluklarını birbirine karıştırıyordu.
"Bekle sen," diye mırıldandı birden. Öcünü alamamanın verdiği bir hırsa bürünmüştü. "Benim adım Mercan'sa, ben de seni susturmasını bilirim."
Aniden kapı açılınca karşılık vermeye fırsat bulamadım. Eşikte beliren Dilara önce burnundan soluyan Mercan'a, ardından perişan hâldeki bana baktı. Yaşadığı şaşkınlıkla bir anlık teklese de hızla üzerime atılmıştı. Koluma tutunurken, "Demre, bu hâl ne böyle?" diye çığırdı. Tiz sesi tüm bahçede aksetmişti.
Kasırga gibi eserek önümüzden geçen Mercan'a kısa bir bakış attıktan sonra ona döndüm. "İçeriye girelim, her şeyi anlatacağım."
Başını sallayarak çabucak beni eve soktu. Kapıyı ayağıyla iterek kapattıktan sonra merdivenlere doğru yönlendirdi beni. Her birkaç adımda soluklanarak tırmandığımız basamakların yorgunluğunu, kendimi odaya atar atmaz yatağa bırakarak hafifletmeye çalıştım. Her tarafım ağrıyor, her hücrem sızlıyordu.
Endişeyle yanıma oturduğu esnada odanın kapısı açıldı ve Sude'nin meraklı çehresi belirdi. Dalgın dalgın içeriye süzülürken, ağzının kenarıyla söyleniyordu. "Mercan'a ne olmuş? Hiç bu kadar kızgın görmemiştim onu." Birden gözleri beni buldu; üstümde gezindikçe kaşlarının ucu birbirine yaklaşıyordu. Panikleyerek önüme ilişti, iki elle dizlerime tutundu. "Demre, ne oldu sana? Neden bu hâldesin? Dudağın mı kanıyor senin?"
Elimle hafifçe dudağıma bastırınca canım yandı, yüzümü ekşittim. Bir yandan da üzerimdeki endişeli bakışları dindirmeye çalışıyordum. "Merak etmeyin, şu an daha iyiyim. Merasim biraz olaylı geçti, o yüzden böyleyim."
"Ne oldu?" diye sordu Dilara. Öne doğru eğilerek suratımı görmeye çalışıyordu.
"Rüzgar," Zihnimin zeminine dökülen cansız beden, kısa bir anlığına teklememe neden oldu. Sertçe yutkundum; boğazıma bir yumru oturmuştu. "Rüzgar öldü, Beren bıçakla öldürdü onu."
"Ne?" İkisi de hayretle ağzını örterken, sessizliğin ensesinde birbirleriyle bakıştılar. Yavaşça elini indiren Sude, kelimelere uzanma cesaretini gösteren ilk kişi olmuştu. "Peki sen neden bu hâldesin?"
"Turgut Bey oğlunu kaybetmenin acısını benden çıkardı maalesef, o yüzden bu hâldeyim." Duydukları karşısında nutku tutulan Dilara, yavaşça yere çökerek Sude'nin yanına ilişti. Şimdi ikisi de dizimin dibindeydi; korkuyla irileştirdikleri gözleri adeta üstüme çivilenmişti.
Sude, kuru bir sesle, "Kimse bir şey yapmadı mı?" diye sordu.
Merih'in benim yerime hırpalanışı gözlerimin önüne gelmişti. Hiç yıkılmadan adamın karşısında durduğu anları anımsamak tüylerimi ürpertmişti. Akıl almaz bir cesaretti. "Merih durdurdu, sonra zaten dağıldı herkes. Ben de eve geldim."
Uzanıp üstümdeki kazağın kolunu sıyıran Dilara, yara bulmak amacıyla endişeyle tenimi inceliyordu. "Alçak adam! Nerelerine vurdu? Pansuman yapmamız lazım," Sonra birden yüzüme baktı. "Dudağının kenarı patlamış resmen. Baksana başı da yaralanmış."
Aniden ayağa kalkan Sude, yaşadığı paniğin titrettiği sesiyle, "Durumu çok kötü. Böyle olmaz, hastaneye götürmemiz lazım. Anneme söylemeye gidiyorum." diye mırıldandı.
Hayretle kaşlarımı kaldırdım. "Ne? Annene mi? Annen mi var senin?"
Fakat kimse şaşkınlığımın timsali olan, tek bir nefese sığdırdığım soruları duymamıştı. Kapıya doğru yürüyen Sude, birden arkasından atılarak kolunu yakalayan Dilara yüzünden durmak zorunda kaldı. İkisi arasında vuku bulan tartışma, yoğun şaşkınlığımla harmanlanınca odada baş edilmesi epey zor bir gerginlik doğurmuştu.
"Söylemeyip ne yapacağız?" Sude hışımla beni gösterdi. Sesi hâlâ zangır zangır titriyordu. "Kızın hâline bak, Dilara. Ne yapmışlar kıza! Böyle bir şeyi istesek de annemden saklayamayız zaten."
"Annen kim senin?" Araya sıkıştırdığım şaşkınlık dolu soru yine kimse tarafından fark edilmedi. Gitgide sersemliyor, düşündükçe daha da afallıyordum.
"Tamam," Sonunda ikna olarak kolunu bırakan Dilara, sertçe soluğunu üfledi. Ellerini beline koyarken göz ucuyla bana bakmıştı. "Söyleyelim madem, nasıl olsa öğrenecek. En azından ne yapmamız gerektiğini bilir."
Sude, "Sessiz olalım." diyerek uyardıktan sonra, hızla yanıma geldi. Koluma girerek ayağa kalkmama yardımcı oldu. Birlikte odadan çıkarken kimse konuşmuyordu. Peşimize taktığımız suskunlukla merdivenleri inip köşeyi döndüğümüzde şaşkınlığım gitgide kabarmaya başlamıştı. Ancak yine de sesimi çıkaramıyordum; yalnızca olanları izliyordum.
Sude yavaşça kapıya vurup Meral ablanın odasına girerken, dudaklarından dökülen, "Anne?" sorusu adeta nutkumun tutulmasına sebep oldu. Arkasından sürüklenerek içeriye girdiğimde büsbütün afallamış bir hâldeydim. Aklımı toplayamıyordum.
Beyaz renkli mobilyalarla bezenmiş ufak odaya girdiğimizde, Meral ablayı çalışma masasında oturmuş kitap okurken bulmuştuk. Yarım ay çerçeveli gözlüğünün üstünden bize bakarken kaşları çatılmış, üzerine merak çökmüştü. Sude'nin kendisine anne diyerek seslenmiş olmasının şaşkınlığını kendisi de soluyor gibi duruyordu.
"Ne oldu? Bu saatte neden geldiniz?" Birden gözleri benim üstümde takılı kalınca sandalyesini geriye itekledi. Hızlıca ayağa kalkmış, yanımda bitmişti. "Demre, ne oldu sana böyle?"
"Beren Rüzgar'ı öldürmüş, Turgut da hıncını Demre'den çıkarmış." Yaşadığı heyecanla tüm vukuatı tek bir cümleye sığdırmaya çalışan Sude, Meral ablanın kafasını karıştırmakla kalmıştı. Dilara'nın da açıklamaya çalışması üzerine ikisini de susturarak arkamızdaki üçlü koltuğu işaret etti.
"Sakin olun, şöyle oturun bakayım," Kolumu tutarak bana eşlik etmişti. Üzerinde düz bir eşofman takımı vardı; saçları gevşekçe ensesinden toplanmıştı. Birka tutam alnına dökülüyordu. Hepimiz koltuğa oturunca nazikçe çenemi tutarak yüzümü incelemeye başladı. "Turgut yaptı bunu sana demek. Peki Beren'in oğlunu öldürdüğü doğru mu?"
Başımı salladığımı görünce kısa bir anlığına uzaklara daldı. Zihninden akan düşünce silsilesi gözlerini buğulandırmıştı; dalgın bakıyordu şimdi. Yavaşça gözlüğünü çıkarıp önümüzdeki sehpaya bırakırken, yanı başında oturan kızını dinliyordu.
"Hastaneye götürsek iyi olmaz mı?" Dilara onaylarcasına başını salladı. Ondan cesaret alan Sude, artık biraz daha hararetli konuşuyordu. "Hem o Turgut manyağı nasıl böyle bir şey yapabilir? Buna sesimizi çıkarmamız lazım, kızı ne hâle getirmişler. Kim bilir vücudunda daha ne yaralar vardır."
"Sude tamam, bu kadar yeter," Elini onun sırtına koyarak susturmaya çalışmıştı. Sesi normalden çok daha yumuşak ve nazikti; gün içerisinde kuşanmak zorunda olduğu otoriteden tamamen soyunmuştu sanki. "Diğer kızlar duymasın sesimizi. Bu meseleyi sessizce halledeceğiz, anlaşıldı mı?" Karşı çıkmaya hazırlandıklarını sezince, ısrarcı vurgularla ekledi. "Demre'nin onuru zedelenmemesi için kimseye duyurmayacağız."
İkisi de susmuş, boyun eğen bir suskunluğa bürünmüştü. Meral abla anlayışlı bir tonla, "Hadi siz odalarınıza gidin, ben de Demre'ye pansuman yapayım. Hepimiz burada durursak sesimiz duyulur." deyince, ikisi de gönülsüzce ayaklanmak zorunda kalmıştı. Endişeli endişeli odadan çıkıp kapıyı yavaşça örttüklerinde, Meral abla da yanımdan kalkarak köşedeki cam kapaklı dolaba yöneldi. Üzerine ihtiyatlı bir sakinlik çökmüştü.
Ufak bir çantayla pansuman yapmak için yanıma yaklaştığını görünce, "Önemli bir şey yok, kızlar telaşlandı sadece," diyerek geçiştirmek istedim. Ancak duymazdan gelmişti beni. Tekrar yanıma oturup bana doğru dönerken, çantanın fermuarını açmış ve içini kurcalamaya başlamıştı.
"Neden orada olduğunu sormayacağım sana," Sesi mırıltı düzeyindeydi. Suratında ciddiyet hakimdi; oturuşuysa her zamanki gibi dimdikti. Pamuğa döktüğü oksijenli suyla bana doğru uzandı. Alnıma düşen saçları nazikçe geriye iteklemişti. "Merasime katılabildiysen, bu yetkisi olan birisi sayesinde olmuştur. Bu da demek oluyor ki kendine hatırı sayılır bir çevre edinmişsin," Dengeli bir tonda şekillenen kelimeleri hiçbir kızgınlık belirtisi taşımıyordu. İnce bir sitem seziliyordu yalnızca. Kendisinden sakınılmış bir sırrı öğrenen birisi gibiydi. "Buraya geldiğimde senin yaşındaydım. Doğru düzgün iş bilmezdim, biraz da sakardım. Belkıs'ı çok çıldırtmıştım ama bir şekilde yakın arkadaşı olmayı da başarmıştım. Ta ki hamile olduğumu öğrendiğim güne kadar."
"Sude'nin kızınız olduğunu bilmiyordum, hiç bahsetmemişti." diye mırıldandım. Bu beklenmedik hakikati sesli bir şekilde dile getirmek ilk kez duyuyormuşçasına afallatmıştı beni.
"Gizlenen bir şey değil, illa ki öğrenecektin zaten," Elindeki pamuğu nazikçe alnıma bastırırken, gözlerime bakmadan konuşmasını sürdürdü. Dudaklarına buruk bir tebessüm yerleşmişti. Geçmişi yâd ederken hissettiği hüzün bana da aksetmişti sanki; göğsümde tuhaf bir darlık zuhur etmişti. "Zamanında ben de çok hırpalandım, dayak yedim. Gençliğin verdiği cesaretle karşı koymasını da bildim. Ama günün sonunda zararlı çıkan hep ben oldum," Birden eli duraksadı, gözlerimin içine baktı. Kaskatı bir ifade vardı artık suratında. "Şahoğlu'yla mücadele edemezsin, Demre. Bana bunu söyleyecek kimse yoktu zamanında, o yüzden çok ezildim, darmadağın edildim. Seni buraya neyin getirdiğini bilmiyorum ama bir ablan olarak sana ben söylüyorum, bu insanlarla mücadele edemezsin. Gençliğine yazık etme."
Gözlerimin kıyısına vuran yaşları görünce, bana kendimi küçük hissettirmemeye çalışır gibi sakince işine geri döndü. Başından beri buraya bir amaç uğruna geldiğimin farkındaydı; nitekim beni hiç sorgulamamıştı. Şimdi bile, sarf ettiği onca sözün üstüne örttüğüm bu ağır suskunluk, apaçık bir kabullenişten ibaretti ve o da bunu biliyordu. Pamuğu yavaşça alnımdaki yaranın üstüne vururken, hiçbir şey olmamış gibi şefkatle mırıldanmayı sürdürdü.
"Eminim ki çok sarsılmışsındır," Kana bulanan pamuğu kenara atıp, çıkardığı merhemi zedelenen yerlere sürmeye başladı. Yaranın üstüne ufak bir sargı bezi yapıştırmış, aynı işlemleri dudağımın kenarına da uygulamaya koyulmuştu. "Böyle acımasız bir cinayete tanık olmanı hiç ama hiç istemezdim."
"Merak etmeyin, artık alıştım." Ağzımdan çıkar çıkmaz canımı yakmıştı bu söz. Hiç alışmak istemediğim şeylere alıştığımı fark etmenin hazinliğiyle sarsılmıştım. Nasıl ölüme alışabilirdim? Ruhumu boğazlayan bir acıyla kuşandığımı hissederek hızla geriye çekildim. Artık duygularımı dizginleyecek gücü kendimde bulamıyordum; başımı ağır bir yükmüş gibi önüme eğdim ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Kısa bir an ne yapacağını şaşırarak tekledi; fakat hemen toparlandı ve kollarını etrafıma dolayarak beni kendisine çekti. Başımı sıcak göğsüne yaslamış, elini saçlarımın üstüne örtmüştü. Sude'yi andıran kokusu her yanımı kuşatırken, ilk defa birisinin omzunda ağlamanın verdiği buruklukla sımsıkı gözlerimi yumdum.
Yalnızca bir süreliğine hayatımdan dışarıya çıkmak ve soluklanmak istiyordum. Yorulmuştum, zayıflamıştım. İncinen yerlerimi iyileştirmek ve yola öyle devam etmek istiyordum. Fakat bunun mümkün olmadığının farkındaydım. Ben ne kadar yaralarımı sarmak için uğraşsam da hep başka bir yanımı kanatacaklardı. Ömrüm boyunca bileklerimden hiç söküp atamayacağım bir ızdırap prangasına hapsolmuş gibiydim. Sanki hep kan kaybedecek, hiç iyileşemeyecektim.
Dakikalar sonra yüzümdeki ıslaklığı silerek odadan çıkmaya hazırlanırken, acımı hissetmenin verdiği bir boğuklukla, "Demre," diyerek beni durdurdu. Kapının kulpunu bırakmayarak yavaşça ona döndüm. Parmaklarını birbirine kenetlemiş, konuşmadan önce de birkaç sefer yutkunmuştu. Sesine bariz bir üzüntü hakimdi şimdi. "Geçen sene bu konuşmanın aynısını bu odada başka birisine daha yapmıştım ama maalesef onu yeterince koruyamadım. Lütfen bana aynı acıyı tekrar yaşatma."
Parmaklarımın arasındaki kulpu sıkarken, istemsizce dişlerimi birbirine bastırdım. Başımı eğmiş, bir lahza kendimi yenmeye çalışmıştım. Tekrar gözlerine baktığımda, yüzeye çıkmış olan duygularımı artık derinlerime geri gömmüştüm. "Bana sevgi beslemeyin Meral Hanım, bu şekilde her şey daha kolay olacak. İsterseniz nefret edin ama yeter ki sevmeyin."
Kapıyı arkamdan kapatıp hızlı adımlarla merdiveni çıkarken içimi yakan pişmanlığı söndürmeye çalışıyordum. Benim yüzümden başkalarının acı çekmesine göz yumamazdım. Kimsenin arkamdan üzülecek kadar beni sevmesine izin veremezdim. Yolumu nerede bitireceğimi; çabalarımı nerede yitireceğimi henüz ben bile kestiremiyordum. Arkamda birisini bırakmanın düşüncesi bile yeterince rahatsızlık vericiydi.
Alttan çelimsiz bir ışığın sızdığı odanın kapısını aralayınca, kızları yatağa oturmuş fısıldaşırken bulmuştum. Beni görür görmez ikisi de ayaklanmış, yanıma koşmuştu. Gergin bekleyişlerinin verdiği sabırsızlık koluma tutunan ellerinden bile sezilebiliyordu.
Öne doğru eğilerek yüzümü görmeye çalışan Sude, "Pansuman iyi geldi mi?" diye sordu. Acımı hisseder gibi yüzünü buruşturmuştu.
Yatağa otururken başımı sallamakla yetindim. İki yanıma oturarak bana döndüklerinde karşımdaki duvara bakıyordum. Zihnimde çağlayan bir ırmak vardı sanki; birbiri üstüne devrilen düşünceler dört bir yana savruluyordu. Uzun bir sessizliğin ardından önce sağıma, ardından soluma baktım; ikisinin de gözlerine dokunmuş, içlerindeki gerginliği harlamıştım.
"Bugün olanlardan sonra ne düşüneceğimi hiç bilmiyorum," Sesime korku kırıntıları serpiştirmeye çalışıyordum. Zira yapbozu tamamlayabilmek için oyunu kusursuz oynamak zorundaydım. "Nasıl bir yere geldim ben böyle? Lütfen yardım edin bana, hiçbir şey anlayamıyorum. Kim bu insanlar, neden böyle bir örgüt kurmuşlar?"
Kısa bir an birbirleriyle bakıştılar. Aralarında her ne geçtiyse, Sude duruşunu düzeltmiş; Dilara oturduğu yere daha da sinmişti, hiç konuşacak gibi durmuyordu. Nitekim beni ilk yanıtlayan kişi Sude olmuştu. "Güç ve para için. Henüz bunları nasıl kazandıklarını biz de bilmiyoruz ama durum bu. Örgütün tek amacı bu."
"Neden geyik avlıyorlar peki?"
"Sebebini biz de bilmiyoruz," Omuzlarını silkmiş, kaşlarını çatmıştı. "Ama Tan amcanın geyik merakı olduğu da bir gerçek. Farklı farklı türlerde geyikleri ormana getirip avlanana kadar hepsini orada yetiştiriyor."
"Bu ormanda sadece geyikler yaşıyor. Neden biliyor musun? Çünkü avlanmak için. En iyi şartlarda beslenip yaşıyorlar çünkü zamanı gelince güzelce ölebilmek için. Tıpkı senin şu anda burada olman gibi."
Birden zihnime nüfuz eden Merih, buz gibi bir esintinin içimden geçerek ruhumu titretmesine neden olmuştu. O zamanlar bana ne anlatmak istediğini hiç anlayamamıştım ancak artık sözlerine gizlediği vurguları görebiliyordum. Yolun sonunda beni bekleyen tehlikeyi benden çok daha önce sezmişti.
"Aklını kullan, Demre. Sırf sen istediğin için mi buradasın sanıyorsun? O istediği için buradasın. En iyi şartlarda yaşıyorsun, en iyi yemekleri yiyorsun. Peki ama neden, hiç düşündün mü?"
Sude'nin kımıldayan dudaklarını görsem de ne dediğini duyamıyordum. Kalbim göğüs kafesimi yumrukluyor, nabzım boğazımda atıyordu. Kulaklarımı uğultular tıkamıştı adeta. Meral ablanın sesi zihnimin duvarlarını arşınlarken, bulunduğum âna tutunmakta zorluk çekiyordum.
"Seni işe alan zaten Tan Bey'in kendisiydi, aynı şekilde kalmanı isteyen de o. Aslında çalışan ihtiyacımız yok."
Buraya geldiğim ilk gün girişte karşılaştığım siyah arabanın içinde o vardı. Pencereden beni görmüş ve tanımıştı; bu kadar sorunsuz bir şekilde işe başlamış olmamın tek sebebi onun beni yakınında istemesiydi. Tan Şahoğlu için yalnızca oyununa dahil ettiği basit bir piyondum. Zamanı geldiğinde telef edeceği bir hamleden ibarettim. Kendisini en güçlü hissettiği yere, krallığının içine düşmanını sokmasının tek nedeni, istediği her an hâkimiyetini sağlayabilmesiydi. Tıpkı zamanı gelince avlamak için ormanına soktuğu; özenle besleyip, büyüttüğü bir geyik gibiydim. Etrafım onun adamları ve çalışanlarıyla kuşatılmışken fark edilmemek neredeyse olanaksızdı. Bana bir nefes kadar yakındı.
"Demre, beni dinliyor musun?"
İrkilerek bir Sude'ye bir Dilara'ya baktım. Kilometrelerce zihnimin karanlık sokaklarında koşmuş gibi soluk soluğa kalmıştım. Hızla ayağa kalkarak odanın içinde dolanmaya başladım; kendimi yatıştırabilmemin tek yolu yürümek gibi hissettirmişti. Canım yansa da hareket etmeyi sürdürdüm.
"Demre, ne oluyor? Neyin var?" diye soran Dilara'yla göz göze geldim bir an.
Derin bir nefes alarak tam karşılarında durdum. Gereğinden fazla açık etmiştim duygularımı; bu kadar bariz tepkiler vermem büyük bir hataydı. "Bir şey düşünüyordum," Kekelediğimi duyunca ikisinin de kaşları çatılmıştı. Aklıma gelen ilk şeyi söyledim. "Hicran nasıl biriydi? Meral abla az önce sözünü etti, o yüzden merak ettim."
"Annem mi bahsetti?" diyen Sude'nin sesine bariz bir afallama karışmıştı. Ancak daha fazla sorgulamamış, herhangi bir yanıt almayı da beklememişti. "Sıcakkanlı biriydi, çok soru sorardı bize. Ama kendisi hakkında hiçbir şey anlatmazdı."
Birden, "Biraz senin gibi yani," diyerek araya giren Dilara, arkadaşından kınayıcı bir bakış yemişti. Gaf yaptığını fark ederek dudaklarını büzünce, Sude onu görmezden gelip sözünü devam ettirdi.
"Ayrıca Ceren'in senden önceki hizmetçisiydi," Aniden uzanıp komodinin üstünde duran telefonu eline aldı. Kısa bir kurcalamanın ardından ekranını bana doğru çevirmişti. "Bak aramızdaki esmer kız."
Yavaşça yaklaşıp gösterdiği fotoğrafa yakından baktım. Birden yüzümdeki tüm kaslar gevşedi; kısa bir süreliğine nefes almayı dahi unuttum. "Bu..." Şaşkınlık içinde telefonu elime alırken fotoğrafa büyüterek kızı daha iyi görmeye çalışıyordum. İri gözlerindeki mağrur parıltılar, Ceren'in onu ne kadar kusursuz resmettiğinin bir kanıtı gibiydi. Sanki tuvale atılan tüm fırça darbeleri hayat bulmuştu. "Bu portredeki kız."
İkisi de aynı anda sordu. "Ne portresi?"
Telefonu ona geri verirken, "Ceren'in atölyesinde gördüğüm portre, kendisi çizmiş." dedim ve karşılarındaki yatağın ucuna oturdum. Merakla suratlarını inceliyordum. Öylesine sormuş olduğum soru aniden ilgi çekici bir hâl alıvermişti. "Odasında da fotoğrafları var, o kadar yakınlar mıydı?"
Karmakarışık bir bakışma yaşandı aralarında. Ne düşündüklerini anlamak adeta imkansızdı. "Yakınlardı, evet," Tereddütle söze giren Dilara, arkadaşından hiçbir destek alamadığını görünce tüm yükü sırtlanır gibi lafını tamamladı. "Aslına bakarsan birbirlerini seviyorlardı. Yani en azından biz öyle zannediyorduk."
"Nasıl yani?" diye sordum, hayretle.
"Hicran buradaki son gecesinde bize bazı tuhaf itiraflarda bulunmuştu," Huzursuzca kımıldanan Sude'nin bu meseleden bahsederken sesini alçaltmış olması dikkatimden kaçmamıştı. Kimsenin bizi duyamayacağına emin olmamıza rağmen tedbirli davranmayı sürdürüyordu. "Sırf amacına ulaşmak için Ceren'i kullandığını, aslında onu sevmediğini söylemişti bize. Hiç olmadığı kadar kızgın ve gergindi o gece."
Yavaşça yatağın ucuna kaydım; gözlerimi onların üstüne kenetlemiştim. "Nasıl bir amaç için kullanıyormuş ki?"
Sude kollarını kendisine sararken, neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir fısıltıyla, "Birisinden intikam almak için buraya gelmiş, zaten sadece iki sene çalışmıştı," dedi. Birden kaşlarımdaki çatıklık dağıldı, kendimi yavaşça geriye çekerken buldum. Zihnimdeki tüm düşünceler büyük bir çukurun içine devrilmiş ve içime yuvarlanmıştı sanki; hiçbir şey düşünemez olmuştum. "Kimden ve neden intikam almaya çalıştığını hiçbir zaman öğrenemedik. Büyük bir sır olarak kaldı bu."
Sığ bir sessizlik oldu. "Neden ki? O kadar ani mi bıraktı işi?"
"İşi hiç bırakmadı ki," Bacaklarını kendisine çekerek kollarını etrafına saran Dilara, adeta kendi içine kapanmış ve ufalmıştı. Ürkek bir hâli vardı şimdi. "Hicran o gece ahırda kendisini asarak intihar etti. Gerisinde de büyük bir sır terk etmiş oldu."
Bu rahatsız edici gerçeği öğrenmenin bedelini, günlerce rüyalarımda konağın ahırına gidip Cemre'nin tavandan sallanan cansız bedenini kurtarmaya çalışarak ödedim. Üstelik bazı geceler urganı kendi boynuma geçirirken buluyor, yaşamak için resmen kendimi ikna etmekle uğraşıyordum. Kabuslarımda beni öldürmek veyahut yaşatmak isteyen iki farklı kişilikle tek bedende yaşar olmuştum.
Tüm hafta boyunca Zeren'e ait hiçbir ize rastlayamamıştım. Keza Merih'i de hiçbir yerde göremiyordum. Konakta, aniden davetsiz bir misafir gibi gelen ölümün derin bir durgunluğu ve suskunluğu hakimdi. Ev sakinlerinden kimse etrafta gözükmüyor, koridorlarda hiçbir ses yankılanmıyordu. Doğru düzgün sofra kurulmuyor, kapının zili hiç çalmıyordu. Şebnem Hanım bir daha hiç ortalıkta görünmemişti. Sanki ölüyü uğurlama merasimi yapılıyordu bu sefer; herkes matemini alarak kendi kabuğuna çekilmişti.
Serin bir akşamüstü yine Kubi'ye bahçede yardım ettikten sonra müştemilata uzanan yokuşu tırmanıyordum. Kafamı dağıtabilmek için sık sık bostanın oraya inerek toprakla ilgilenmeyi alışkanlık hâline getirmiştim. Konaktaki ruhsuzluk kızlara olduğu gibi beni de tesiri altına almıştı; hepimizin üstüne alışılmışın dışında bir durgunluk çökmüştü.
Adımlarımı hızlandırıp ahırın yanından koşarak geçerken, mutfağın arka kapısından çıkan iki silüet gözüme ilişti. Müştemilata doğru yürüyen Buket ve Aslı, beni gördüğü an durarak elleriyle birtakım hareketler yapmaya başlamıştı. Yüzlerindeki panik aramızdaki mesafeye rağmen kolayca seçilebiliyordu.
"Bir şey mi oldu?" diyerek yanlarına vardığımda, ikisi de kolumu tutup beni kenara doğru itekledi. Kaşlarımı çatarak bir şeyler söylemeye çalışır gibi kımıldanan ellerine baktım; ne dediklerini anlamaya çalışıyordum.
"Hiçbir şey anlayamıyorum, şuraya yazın." Cebimden çıkarıp mesajları açarak telefonumu Aslı'ya uzattım. Ancak Buket ondan önce davranmış ve telefonu elimden kapmıştı. Aceleyle tuşlara basarak uzun bir paragraf dizmiş, ardından elime geri tutuşturmuştu. Bakışları sorgulayıcı ve kızgındı.
Zeren Hanım benimle konuştu, yarınki toplantıya birimiz yerine senin katılmanı istiyor. Nereden çıktı bu durduk yere? Senin ne işin var aşağıda? Başkasına söylememizi de yasakladı üstelik. Ne işler çeviriyorsun Demre? Bizim de başımızı yakacaksın.
Defalarca kez paragrafı baştan okudum. Dudaklarıma yerleşmeye çalışan gülümsemeyi bastırabilmekte epey zorlanmıştım. Uzun bir süre benden tepki alamayan Aslı kaba bir şekilde kolumu dürtünce silkelendim, düşüncelerimden sıyrıldım.
"Benim hiçbir bilgim yok," İkisinin de gözleri dudaklarıma kilitlenmişti. Sözlerimi anladıkları her an yüzleri biraz daha asılıyordu. "Bana neden kızıyorsunuz? Hiçbir şey bilmiyorum ben. Aşağıya inip ne yapacakmışım?"
Bu sefer telefonu elimden kapan kişi Aslı olmuştu. Hareketleri çok keskin ve sertti. Her iki saniyede bir suratına devrilen saçları itekliyor, sıkıntılı bir şekilde ofluyordu. Telefonu bana geri uzatırken tavrı asabiyet doluydu.
Ne yapabilirsin ki? Biz her hafta ne yapıyorsak onu yapacaksın. Ama neden sen yapasın bunu? Daha önce hiç böyle bir şey yaşanmadı. Eğer birisi aşağıya senin indiğini duyarsa üçümüz de mahvoluruz. Öldürürler bizi, yaşatmazlar. Neden durduk yere böyle bir şey istedi bu kadın? Resmen hayatımızı tehlikeye atıyor! Hem seninle nasıl anlaşacağız orada? Daha işaret dili bile bilmiyorsun. Kabul etmediğini, aşağıya inmek istemediğini söyle ona. İkna etmek zorundasın. Başka çaremiz yok.
Sertçe nefesimi üfleyerek başımı kaldırdım. Sabırsızca bana bakan iki çift gözün ağırlığı altında dikilirken, ansızın yanımızdan süzülen bir karartıyla dikkatim ona kaydı. Aslı ve Buket de o tarafa dönünce, üzerine çevrilen üç çift göz yüzünden duraksama zorunluluğu hisseden Merih bize doğru birkaç adım attı. Yaklaştıkça aramızdaki sessiz tartışmayı sezmiş gibi kaşlarını çatmıştı. Keskin gözleri kızların üzerinde geziniyordu. Sakalları hafifçe uzamıştı, saçları alnını örtüyordu. Serin havaya rağmen üzerindeki gömleğin yakası aralık bırakılmıştı.
"Nasılsınız?" Eliyle kısa bir hareket yaptıktan sonra cebine geri sokmuştu. Sanki orada yokmuşum gibi benden tarafa hiç bakmıyordu. Yaşadığımız son gerginliğin izlerini hâlâ üstünde taşıdığı anlaşılabiliyordu.
Aslı yanıt olarak dudaklarını büzmüş, Buket yalnızca omuzlarını silkmişti. İkisinin de yüzünden hoşnutsuzluk akıyordu. Sanki bu durumun tek suçlusu benmişim gibi ters bir bakış fırlatan Merih, gitmek üzere olan biri gibi yola doğru dönmüştü.
Kızlara doğru, "Bir sorun olursa bana söylemeniz yeter." diyerek açıkça tarafını belli ettikten sonra tasasızca yürümeye başladı. Arkasından ters ters bakarken Buket'in telefonu elimden almasıyla tekrar onlara odaklandım.
Tam bu esnada konağın otopark kapısı aralanmaya başlamıştı. Ağır ağır kayan kapıya kısa bir bakış attıktan sonra hınçla elime verilen telefona döndüm. Gitgide daralmaya başlıyordum. Kızları nasıl yatıştırabilirdim ki? Daha aynı dili bile konuşamıyorduk.
Neden böyle bir değişiklik yapmak istiyor bu kadın? Bir şey söylesene. Senin haberin bile yoksa neden hiç şaşırmadın? Biz öğrendiğimiz andan beri kendimize gelemiyoruz. Tan Bey'in kulağına giderse bu olay bizi bahçenin tam ortasına gömerler. Oyun mu sanıyorsun sen bu durumu?
Yazıyı silerek telefonun ekranını kilitledim, geri cebime koydum. Tek iletişim aracımız olan şeyi bir anda ortadan kaldırmış olmam ikisinin de hoşuna gitmemişti. Artık kavgaya tutuşmaya hazır bir ifadeyle bakıyorlardı bana. "Bakın ben de bilmiyorum, tamam mı? Ben de şaşırdım. Ama ne yapabilirim? Zeren Hanım'a karşı gelemem, o kadar canıma susamadım. Yarın akşama daha çok var, bunu o zaman konuşuruz."
Yanlarından geçip yürümeye başlayınca peşime düştüler. Hınçla ellerini kımıldatıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Bu keskin manevralardan biri sanki her an suratıma çarpabilirmiş gibi tekinsiz hissettirmişti. Adımlarımı hızlandırarak bu sessiz gazaptan kurtulma çabasına kapıldım.
Henüz yokuşu yeni tırmanmışken Merih'i kenara park edilmiş siyah arabanın önünde dikilirken bulmuştum. Merakla gelenin kim olduğuna bakındım; hızlıca arka koltuktan çıkan genç çocuk kapıyı sertçe arkasından çarpınca, geldiğini haber veren gürültüsü tüm bahçede yankılanmıştı. Tam önüme döneceğim esnada birdenbire olduğum yere çakılı kaldım. Arkamdan gelen Buket bu ani duruşla birlikte sırtıma çarpmış, ayağımı çiğnemişti. Fakat ben hiçbir tepki verememiştim; acıyı dahi hissedememiştim. Önüme geçerek elleriyle derdini anlatmaya devam etse de gözüm onu göremiyordu artık; yalnızca arabadan çıkan çocuğun suratına kenetlenmişti.
Uraz, elinde tuttuğu çantasıyla Merih'in tam karşısında duruyordu. Daha yeni başlıyoruz diyen, kışkırtıcı bir gülümseme sinmişti dudaklarına.
𓄅
Yorumlar
Yorum Gönder