17
Yorumlarınızı merakla ahanda şöyle 🥹 bekliyor olacağım. Şimdiden keyifli okumalaarr ✨
Şarkı perileri geldi: Duncan Laurence - Arcade
17: ACININ DOKUNAMADIĞI YERLER
Hayatım boyunca birçok kişi sırtını dönmüştü bana; fakat benim sırtımı döndüğüm ilk kişi o olmuştu. Eski hayatımdan savrularak yeni hayatıma konan tozlu bir anı gibiydi. Hiç düşünmeden onu gerimde bırakmış olmama rağmen bana yetişmeyi başarmıştı. İşte, yine karşımdaydı.
Uraz, elinde tuttuğu ufak çantayla yokuş aşağıya yürümeye başladığında gözlerimi üstünden çekemiyordum. Suratına kilitlenmiş gibiydim; şaşkınlıkla aralanmış olan gözlerim, ondan başka kimseyi görmüyordu. İlgimi çekmek için uğraşan Buket sertçe ellerini çırpınca, derin bir suyun dibinden çekilip alınmış soluksuz biri gibi afalladım. Kısa bir an ona baktıktan sonra, istemsizce tekrar Uraz'a dönmüştüm.
Oradaki varlığımı sezmiş gibi aniden başını bana çevirince gözlerimiz kesişti; bir anlığına duracak gibi teklemişti. Farkında olmadan öne çıktığım sırada, arkasından giden Merih'in suratında yakaladığım ifadeyle olduğum yere geri sindim. Yapamazdım, yanına gidemezdim. Etrafım onca insanla çevriliyken böyle bir delilik yapamazdım. Bu yüzden kımıldayamadım, yalnızca konağa doğru uzaklaşmalarını izledim.
Aniden nüks eden kaygılar içimi kemirirken koluma dokunan soğuklukla birlikte irkildim. Sessizce yanımda çemkiren kızlara döndüm. Telaştan birbirine karışan elleri izlerken, yorulduğumu hissetmeye başlamıştım.
"Kızlar," Birden uzanıp ikisinin de ellerini havada yakaladım. "Konaktaki herkes işaret dili biliyor. Bu kadar ortalık yerde konuşmak hiç mantıklı değil."
Susturulmuş olmanın huysuzluğunu hissetsem de sonunda yatışmışlardı. Hak veren bir durgunluğa bulandıklarını fark edince rahatladım. Fısıldamaya başlayınca, ikisinin de gözü dudaklarıma kaydı; sessizliğin doğurduğu kelimeleri yakalamaya çalışıyorlardı. "Zeren Hanım'ı nerede gördünüz?"
İşaret parmağını zemine doğru sallayan Buket, hızlıca dudaklarını oynatmıştı.
Mahzen.
Hızlıca etrafı kolaçan ettikten sonra, "Anlayamadım. Yani bir haftadır orada mı kalıyormuş?" diye sordum. Zihnimde öylesine şiddetli bir hengâme kopuyordu ki tüm düşünceler birbirine çarpışıyor, taşıdıkları anlamları düşürüp kaybediyorlardı. Kafamın içinde olanlar, birbirinden anlamsız bağırışların doğurduğu ses furyasından farksızdı.
Evet, orada kalıyor.
Buket'in yanıtı bir süre susmama neden oldu. Demek bunca zaman aşağıda yaşıyordu. Peki ama ne yapıyorlardı ona? Zihnime sızan ürkütücü düşünceler birden tedirgin hissettirmişti.
Kendimi, "Durumu nasıldı peki?" diye sorarken buldum.
Aslı dudaklarını büzüp, pek iyi değil dercesine omuzlarını silkti. Durumunu tahmin etmesi pek de zor değildi. Yavaşça başımı salladım; teker teker ikisinin de gözlerine dokunmuştum. "Az önce de dediğim gibi, neden böyle bir şey istediğini ben de bilmiyorum. Ama benim de elimden bir şey gelmez, verilen emre uymak zorundayım," Karşı çıkmaya kalkıştıklarını sezince hızlıca geçiştirmeye çalıştım; konuşmalarına müsaade etmemiştim. "Şu anda çok daha önemli bir işim var, tamam mı? Bu meseleyi sonra konuşalım lütfen."
Aniden dönüp konağa doğru yürümeye başlayınca beni durdurabilmek için ellerini çırptıklarını duydum ancak arkama bakmadım. Aksine adımlarımı hızlandırmış, resmen yerdeki kuru yaprakları sarsan sert bir ayaz gibi saniyeler içinde mutfağın arka kapısına varmıştım. İçeriye girdiğimde Ece'yi tezgahı silerken buldum.
Mesainin bitmesine yakın bir vakitte eve geri gelişimi sorguladığını sezince, "Odada temizlik malzemesi unutmuşum, biri görmeden kilere koysam iyi olur." diye mırıldandım.
Hiçbir karşılık vermeyip geri önüne dönünce, çabucak mutfaktan ayrıldım. Kimsenin olmadığı koridora adım attığımda, yukarıdan gelen birtakım uğultuyla kaşlarımı çattım.
Sımsıkı kapalı duran Meral ablanın kapısını kolaçan ettikten sonra, tüy kadar hafif adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladım. Duvarlardan sızan boğuk konuşmalar basamakların tepesine yaklaştıkça daha da belirginleşiyordu. Kütüphaneye girmiş olabilirler miydi? Merak ve korkunun sebep olduğu ani bir itkiyle son basamakları hızlıca aşarak uzun koridora girdim. Kimse yoktu etrafta; bir haftadır olduğu gibi, hiçbir yaşam belirtisi sezilmiyordu.
Duvara tutunarak kütüphanenin kapısına doğru sokuldum. İçerdeki ses yumağını birbirinden ayrıştırabilmek epey zordu; kalbim öylesine gürültülü atıyordu ki adeta kulaklarımı tıkıyordu. Niçin buraya gelmişti? Ne yapıyorlardı içerde? Resmen ruhumu kemiriyordu endişeler.
Yoksa kötü bir şey mi olmuştu?
Ansızın kapı açılınca yılgıyla geriye sıçradım. Yaşadığım korku gözlerime kara perdeler çekmişti; resmen körleşmiştim. Panikle arkamı dönüp kaçmaya yeltendiğim esnada kısa, keyifsiz bir gülüşle karşılaşarak afalladım. Yalpalayarak durdum, arkamı döndüm; gözlerimiz birbirine değince birden içimi ferah bir duygu sarmaladı. Rahatlayarak sırtımı geri duvara yasladım.
"Sen miydin?" Hiçbir tepki vermedi. Elimi hızla inip kalkan göğsüme koymuş, derin derin soluklanıyordum.
Kendimi yatıştırmaya çalıştığım bu ufak panik ânıma daha fazla tanık olmak istemiyormuş gibi umursamazca önümden geçip gitmişti. Keza nefesini bile sarf etmemişti.
Merdivenlere yöneldiği sırada, kaygılarımın zedelediği çelimsiz bir gururla tekrar fısıldadım. "Uraz neden burada?"
"Kendin sor." Yüzüme dahi bakmadan köşeyi dönerek merdivenleri inmeye başladı.
Sırtımı soğuk duvardan ayırarak gölge gibi peşine düştüm; kendimden beklemediğim bir cesaretle elini yakaladığımda henüz iki basamak inebilmişti. Şaşırarak parmaklarını kavramaya çalışan elime baktı. Tenindeki sıcaklığa rağmen vücudundan yayılan soğukluk cesaret kıracak denli yoğundu. Nitekim elini hâlâ çekmemiş olması konuşmamı sağlayan en güçlü dayanaktı.
"Merih," Ufak kelimelerime rağmen beni duyabildiğini biliyordum. Donuk bakışları ellerimizden ayrılarak gözlerimi bulunca kalbimin teklediğini hissettim. Adeta bir düğüm vardı içlerinde; suçlayıcılık, kızgınlık ve kırgınlıktan oluşan bir karmaşaydı. "Uraz kötü birisi değildir, kimseye bir zararı dokunmaz. Lütfen ona bir şey olmasına izin verme."
Dudağının kenarında biriken alay, bana kendimi küçük hissettirecek aşağılayıcı bir gülüş doğurmuştu. Absürt bir istekte bulunmuşum gibi bakıyordu suratıma. "Güvenmediğin bir adamdan medet mi umuyorsun?" Hiçbir karşılık verememiştim. Sökülmek üzere olan bir düğüm misali güçsüzce birbirimize tutunuyorduk. Ağzından çıkan her sivri sözle, sanki bir düğüm daha çözüyordu ellerimizden. Bırakmama ramak kalmıştı. "Otuz yaşındaki adamın arkasını ben mi kollayacağım? Tıpkı senin gibi bu tehlikeleri göze alarak gelmiş olması gerekirdi. Madem ki geldi, öyleyse sonuçlarına da katlanacak."
İnsafsız bir karartı çökmüştü gözlerine; sanki ona değil de bana sarf ediyormuş gibiydi bu lafları. Sertçe yutkundum; resmen sesimin güçlü çıkması için çabalıyordum. "Benim arkamı kollarken de bu kadar sorguluyor muydun? Sadece bir ricada bulunmuştum ama her neyse, hiç söylememişim varsay."
Elimi çekmek istedim fakat bırakmadı; güçlü bir kavrayışla parmaklarımı içine hapsederken yavaşça bir basamak çıktı, ardından bir basamak daha. "Sen onu boşver de," Durmayacağını sezerek telaşla gerilediğimde üçüncü basamağı da çıkmış, tam karşıma geçmişti. Artık yalnızca bir adım ötemdeydi. Ama kokusu kendisinden çok daha cüretkardı; resmen dört bir yanımı sarmalamıştı. "Attığın adımlara dikkat et," Önce sımsıkı tuttuğu elime, ardından bana baktı; artık sadece gözlerime kenetlenmişti. Tüylerimi ürperten bir naziklikle tenimi okşayan baş parmağı, ansızın soluklarımı da üst üste bindirdi. "Sen bana bir adım atarsın ama ben sana üç adım atarım. En iyisi bana doğru attığın adımlara dikkat et sen. Sonra suçlu ben oluyorum."
Ne demekti şimdi bu?
Nevrim dönmüştü sanki; kısa bir anlığına niçin burada olduğumu bile unutmuştum. Bakışlarındaki ağırlıktan sıyrılmak istercesine birkaç adım geriledim; yavaşça elimi çekmiş, sıcaklığından uzaklaşmıştım. Dokunuşu hâlâ ufak iğneler gibi tenime batmayı sürdürürken, birden sözlerini geçiştirebilme telaşına kapıldım.
"Ne anlatmaya çalışıyorsun yine?" demiştim, anlamış olmama rağmen. Kollarımı kendime dolayarak elimi göremeyeceği bir şekilde gizledim; hafif hafif titrediğini fark etmesinden korkmuştum. "Az önce suratıma bakmıyordun, şimdi elimi tutuyorsun. Bu kadar mıydı yani kızgınlığın?"
Hafifçe kıstığı gözlerini üzerimde gezdirdi; kendimi korumaya aldığım bu gergin duruşu fark edercesine, anlamlı anlamlı gülümsemişti. Sonra aniden derin bir nefes çekti içine, ellerini cebine soktu; gitmeye hazır gibiydi. "Hâlâ kızgınım zaten. İncitmeden de kızabilir insan." Dudaklarındaki gülümseme silikleşmişti, artık yine ciddiyete bürünmüştü. "Senin böyle bir kaygın yok ama benim var. Kızmış olsam da incitmek istemiyorum. Şimdi müsaadenle, önemli işlerim var."
Beni yanıtlama eziyetinden kurtararak önüne döndü, tekrar merdivenleri inmeye koyuldu. Sessizce uzaklaşmasını izlerken kendimi hiç olmadığım kadar berbat hissettim; yavaşça çözülen kollarım, cansız uzuv gibi iki yanıma devrilmişti. Tokat misali suratına çarptığım ağır sözler kulaklarımda çınlarken kendi kendime söylenmeye başladım. Suçluluk duygumu öfkemle bertaraf etmeye çalışıyordum; farkındaydım.
"Benimle oyun mu oynuyor bu?" Kaşlarımı çatarken artık orada olmasa bile arkasından bakmayı sürdürüyordum. Yalnızca birkaç dakika önce içimi kemiren kaygıların aniden bambaşka düşüncelerle baskılanmış olduğunu fark etmek sinirlerimi yıpratmıştı. Vicdanın yerini alan kızgınlık, hınçla söylenmeme neden oluyordu. "Onca işimin arasında bir de bu adama mı üzüleceğim ya? Resmen benimle oynuyor. Üç adım atarmış bana. Hem sen önce gerçekten katil misin onu söyle? Neden hiç reddetmedin?"
"Kiminle konuşuyorsun?"
Korkuyla sıçrayarak arkamı döndüm. Koridorun ucunda dikilen Ceren, elinde tuttuğu fırçayla bana bakıyordu. Ellerinde boya lekeleri vardı; üstündeki kıyafetler resmen paçavrayı andırıyordu. Dizleri aşınmış, kenarları yırtılmıştı. Saçları ensesinden toplanmıştı. Zayıf suratını gözler önüne sermişti; yanakları hiç olmadığı kadar çöküktü.
Ürkek adımlarla yanına sokulurken, "Ceren Hanım, ne zamandır buradasınız?" diye sordum. Duyulma korkusuyla kısık konuşuyordum ve durmadan etrafı kolaçan ediyordum.
"Birkaç saat oldu," Eliyle kapısı aralık duran atölyesini gösterdi. Bendeki telaşın aksine onda hiçbir duygu devinimi yok gibiydi. Dalgasız bir denizin dinginliğini andırıyordu. "Yetiştirmem gereken resimlerim vardı. Onları bitirmek için geldim."
Resimlerden bahsetmek ona amacını hatırlatmış gibi birden döndü, atölyesine girdi. Arkasından içeri girerken, "Nereye yetişmeye çalışıyorsunuz?" diye sordum. İstemeye istemeye girdiğim odanın kasveti, anında damarlarıma zerk edilmiş gibi beni bunaltmıştı.
"Sergime yetişiyorum, haftaya sergim var."
Aceleci adımlarla şövalyenin arkasına geçerek kaldığı yerden boyamaya devam ederken, bana kısa bir bakış bahşetmişti. Kan kırmızısı boyaya batırdığı fırçayı, aşındırmak istercesine tuvale sürdüğü esnada yavaşça yanına sokuldum. Yerlere saçılmış olan resimlere ve boyalara basmamaya çalışarak üstlerinden atlamıştım.
Birden gözüme arkadaki duvara yaslanmış olan Hicran'ın portresi ilişti; sindiği kuytuda, içerde yaşanan her şeyin tek şahiti gibi etrafı izliyordu. Akıbetinin nasıl sonlandığını anımsayınca ürpererek önüme döndüm; tıpkı benim gibi onun da intikam arzusuyla buraya gelmiş olması durumu daha da kötüleştiriyordu. Sessizce yanına geçerken sadece ne çizdiğine odaklanmaya çalıştım.
"Bunlar benim elim." dedi, bir saniyeliğine gözlerimi yoklayıp tekrar işine geri dönerken. Kana bulamak için uğraştığı zayıf ve ruhsuz bir bedene ait gibi duran beyaz ellere bakarken, göğsümü buz gibi bir his doldurdu. Fakat tepkisiz kalmayı başarabildim.
"Bunca zaman neredeydiniz? Sizi çok merak ettim."
Fırçayı kaydıran eli birden yavaşlamış, zihninden geçen düşünceleri yakalamaya çalışır gibi duraksamıştı. Ama sonra aniden hareketlendi ve eskisinden de hırslı manevralar yapmaya başladı. Sanki gerçekten de ellerini kana bulamak istiyordu.
"Cezamı çekiyordum." diye mırıldandı, boyun eğmiş birisinin teslimiyetiyle. Yalnızca önündeki tabloya odaklanmıştı. Hızlı hızlı yaptığı hareketlerin dağıttığı saçları yüzüne devrilmiş, marazi bir görünüm doğurmuştu. Kendi kendine söyleniyor gibi duruyordu. "Tekrar gideceğim, burada olduğumu kimse bilmiyor."
"Kimseye görünmeden nasıl çıktınız?" diye sordum, merakla.
"Diğer kapıyı kullandım," dediğinde kalp atışlarım hızlandı. "Ben hep o kapıyı kullanıyorum zaten."
Meraklı biri gibi duyulmaktan çekinerek, kısık bir sesle, "O yüzden mi kimseye yakalanmadınız?" dedim. Açıkça kapının nerede olduğunu soracak cesareti kendimde bulamamıştım.
"Bu saatte kimse olmaz orada," Fırçayı diğer eline alarak boyayı parmağıyla yaymaya başladı. Kıpkırmızı olmuştu teni. "Merih geliyor bazen ama o ele vermez beni zaten. Gerçi son olaydan sonra o da soğuk davranıyor bana," Ansızın bir şey fark etmiş gibi durdu, gözlerimin içine baktı. Dingin bir okyanusu andıran maviliklerinin içine dalarken, istemsizce gerilmiştim. "Sen neden soğuk davranmıyorsun bana? Seni yem gibi önlerine atan bendim."
Parmaklarımı birbirine kenetlerken, omuzlarımı silktim. Böylesine tehlikeli bir yerde arkamdan saldıracaklarının zaten farkındaydım; nitekim bu saldırıları sineye çekebilmek için kendimi çoktan hazırlamıştım. Şahın yanına sokulana kadar, vezirleriyle ve piyonlarıyla savaşmaya mecburdum. Bu yüzden gülümsedim ve zar zor da olsa kibarca mırıldandım. "Neden size soğuk davranayım ki? Siz bir şey yapmadınız, her şeyi Beren yaptı."
Dudaklarına buruk bir gülümseme otururken tekrar önüne döndü. Fırçayı boyaya batırmış, bu sefer de diğer eli kana bulamaya başlamıştı. "İçimdeki hastalığın farkındayım. Küçüklüğümden beri bir tümör gibi benimle birlikte büyüdü bu hastalık. Sadece tek bir bedenim var benim," Çizdiği resmi, ardından onu çizen eli gösterdi. "Ne yapıyorsam bu ellerle yapıyorum, ne söylersem bu ağızla söylüyorum. Kim olduğumun bir önemi kalmıyor."
"Ama yine de bunu ona yapan siz değildiniz," Sözümü bitirmeme müsaade etmemişti.
"Bendim." Sertçe saçlarını geriye itekleyip, tuvalin beyaz kalmış kısımlarını boyamaya koyuldu. Sanki çok meşakkatli bir iş yapıyormuş gibi minik ter damlaları birikmişti alnında. "Kapatalım bu konuyu. Sergime bir hafta kaldı, odaklanmam lazım."
Sessizce geriye çekildiğim esnada kendisinden uzaklaşan varlığımı sezerek bana döndü. Şaşırmış, kaşlarını kaldırmıştı. "Git demedim, sadece odaklanmam lazım dedim."
Hafifçe gülümsedim. "Yalnızken daha iyi odaklanırsınız."
Alaylı alaylı güldü; dişleri gözükmüştü. Yüzümdeki anlayışa karşılık küçümsercesine bakıyordu. "Yalnız kaldığımda daha gürültülü oluyor burası. Ben kalabalık bir insanım, unuttun mu?"
Hiçbir karşılık alamayınca da işine geri döndü. Sessizce tuvali renklendirişini izlerken, olduğum yerde dikildim. Karşımdaki kadın benim için yalnızca bir kozdan ibaret olsa da hastalığının sebep olduğu tahribatlara yakından tanıklık etmek, bana kendimi kötü hissettiriyordu. Farkında olmadan kurduğum vicdan mahkemelerimde kendimi hoyratça yargılarken buluyordum. Artık gerçekten de böyle biri miydim? Sırf kendi çıkarlarım için insanların duygularını sömürecek biri miydim artık?
Gözüm yine Hicran'a takılınca tüylerim ürperdi. Yürüdüğüm yolda onun ayak izleri vardı. Aynı amaç uğruna buralardan geçmişti; yanında taşıdığı ihtirasla da kendi akıbetini çizmişti. Bunca yol kat ettikten sonra bir gece boynuna o urganı geçiren eller kendisine ait olamazdı.
Tuvaldeki bitmek üzere olan kanlı ellere döndüm yine.
Son kan darbesini de attıktan sonra fırçasıyla birlikte geriye çekilen kadın, resmen gururlu bir neşeyle şakımıştı. "Sonunda bitti! Nasıl, yeterince gerçekçi olmuş mu? Sence satılır mı?"
Önce çizdiği kanlı ellere, ardından kırmızıya bulanmış ressamın ellerine baktım. Baştan aşağı ürpermiştim. Tıpkı bir boya misali tuvale sıçrayan zihnindeki bu görüntü, sımsıkı tuttuğu bıçağı gözünü dahi kırpmadan yeğenine saplayan o kadını hatırlatmıştı bana. Olumlu bir tepki bulabilme beklentisiyle yüzümde dolanan gözlere bakarken, zar zor da olsa gülümsedim.
"Çok gerçekçi duruyor, hatta ürkütücü derecede gerçekçi," dedim. Dürüstlüğüm hoşuna gitmiş olacak ki kıkırdadı. "Eminim ki zevkli biri satın alacaktır."
Hangi manyağın teki alacak bunu, merak ediyorum.
"Ben kimin satın alacağını biliyorum." dedi birden, hınzır bir çocuk gibi gülerken. Merakla kaşlarımı kaldırdım.
"Nereden biliyorsunuz?"
Bitirdiği tabloyu şövalyenin üstünden alıp güneşin vurduğu bir köşeye bırakırken, "Çünkü onun da elleri kanlı, göreceksin o alacak." demişti. Sessizce kim olabileceğini düşünürken, karşı duvara istiflenmiş olan diğer tabloları göstererek konuyu değiştirdi. "Bunlar sergilenecek olanlar. Sonra açık arttırmayla satılacaklar."
"Onu da satacak mısınız?" Hicran'ın portresini göstermiştim. Başını çevirip onunla göz göze geldiği an suratına gölgeler devrildi.
"Hayır, o satılık değil," dedi sert bir vurguyla. Sanki bunun düşüncesi bile onu rahatsız etmişti. Yavaşça eserlerinin yanına gidip kurcalamaya başladı ve içlerinden birisini çekip çıkardı, hızlıca bana çevirdi. "Ama bunu satacağım. Nasıl olmuş, beğendin mi?"
Kendimle bakışıyordum.
Soluduğum şaşkınlık kısa süreliğine dilime ket vurdu. Tamamlanmış hâlini görmek büsbütün ürkütmüştü beni. Sanki bir lahzada kendimden ayrılarak, dışardan nasıl gözüktüğüme tanık olmuştum.
Etrafımı saran karanlık bir öbeğin ortasındaydım; suratıma gizemli bir ifade çizilmişti. Bir yanağımda kan lekesi, diğer yanağımdaysa ufak bir gözyaşı damlası vardı. Fakat bunlardan da öte ürkütücü bir detay gizliydi resimde.
Başımın iki yanına adeta karanlık bir silüet gibi yükselen devasa geyik boynuzları konulmuştu. Ormandaki bir geyikte görsem bu ihtişamlı boynuzları hayranlık duyabilirdim; fakat kendi çehremde böyle bir detaya tanık olmak huzursuzluktan başka bir şey hissettirmemişti bana. Öylesine kusursuz resmedilmişti ki bu boynuzlar, sanki gerçekten de bana ait bir uzuvmuş gibi duruyordu. Nitekim sonunu getirecek olan avcısını karşısında bulmuş bir geyik kadar da kaygılıydı bakışlarım.
Kan donduran bir tabloydu.
Uzayan sessizliğin kıyısından, "Beğenmedin mi?" diye sordu. Gözlerini dahi kırpmıyordu; sanki elindeki eseri yırtıp atması benden alacağı bir tepkiye bağlıymış gibi, suratıma kilitlenmişti.
Hızlıca başımı sallarken, kendimi toparlamaya çalışıyordum. İstemsizce kekelemiştim. "Beğendim, çok beğendim. Ama pek anlayamadım, neden kafama geyik boynuzları çizdiniz? Ayrıca yanağım kanıyor ve ağlıyorum. Biraz..." Doğru kelimeyi bulmaya çalıştım fakat bulamadım. "Hüzünlü bir tablo."
Bu detaylara takılmış olmama şaşırır gibi kaşlarını kaldırmış, "Gerçek olmadıkları için mi hoşuna gitmedi?" diye sormuştu. Saf bir sorgu belirmişti yüzünde. "Ben sadece görüneni değil, görünmeyeni de resmederim."
"Bunların hiçbiri görünmüyor ama," diye mırıldandım içime doğru. Birden elinde tuttuğu fırçayı uzanıp yanağıma sürtünce irkilerek geriye kaçıldım. Bu ani dokunuş gerginliğimi kamçılamıştı.
Keyifli keyifli gülerek, "Artık bir tanesi görünüyor." dedi. Afallayarak elimi tenimdeki ıslaklığa sürtünce kan kırmızısına boyandım. Rahatsız ve huzursuz hissetmiştim. Gergin gergin gülümseyerek elimdeki lekeyi silmeye çalıştım fakat daha çok tenime bulaştırdım.
"Yağlı boya öyle kolay çıkmaz," Elinde tuttuğu portremi geri yerine koyarken neşeli bir sesle konuşmayı sürdürüyordu. Bu tuhaf neşe, aramızdaki gerginliğe vurulan bir darbe gibiydi. "Kan lekesi gibidir. Sildikçe daha çok yayılır."
Parmağımla tenimi tahriş edercesine ovalarken, gözümü üstünden ayırmıyordum. Göğsümde ufak bir yangın vuku bulmuştu; usul usul içimi kavuruyordu. Adeta bir av olarak çizmişti beni; ormanlarına hapsettikleri o zavallı geyikler gibi resmetmişti. Bu apaçık bir ikaz değil de neydi? Usulca tenime yayılan kavurucu öfkeyi dindirebilmek için, derin derin soluklanmaya başladım.
"Ceren Hanım?" Sesime de sıçramış olan ufak alevleri sezerek duraksadı, omzunun üstünden gözlerimin içine baktı. Boyalı elleri tuvallerinin üstünde asılı kalmıştı. "İzninizle bir soru sormak istiyorum size. Beni dürüstçe yanıtlayacağınıza inanıyorum."
Merakla başını salladı, vücudunu bana çevirmişti ancak elleri hâlâ tabloların üstündeydi. Tenimi ovuşturmayı bırakarak parmaklarımı birbirine kenetledim. "Kime güvenebilirim ben bu evde?"
Sorunun çıplaklığıyla bir an şaşırdı; fakat çabuk toparlandı. Sanki zamanında aynı soruyu kendisi de sorgulamış gibi, birden anlayışlı bir ifadeye bürünmüştü. Tuvalleri bırakarak yavaş adımlarla karşıma geçti. Şimdi dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu.
"Bana güvenmiyorsun artık, değil mi?"
Sesindeki burukluğu duymazdan gelerek, "Siz kendinize güveniyor musunuz?" diye sordum. Bu çarpıcı sorunun olabildiğince masum vurgular taşıyabilmesi için üstün çaba sarf etmiştim. Çünkü gözüne güçsüz bir av olarak görünmek en güvenli olanıydı; beni arkasında sanarken karşısında bulması, henüz isteyeceğim bir şey değildi.
"Haklısın, güvenmiyorum, her an her şeyi yapabilirim," Kabulleniş dolu bir nefes çekti içine. Kollarını zayıf bedenine dolamıştı. "Bu evde kime güvenebilirsin sorusuna gelirsek," Durdu, düşünüyormuş gibi etrafa bakındı. "Bu evde yalnızca Merih'e güvenebilirsin. Ama sırtını yaslayacak kadar değil, sadece bazen arkanı ona dönebilecek kadar."
Ellerimdeki boya lekelerine bakarken, "Sadece bazen arkamı dönebilecek kadar," diye fısıldadım. Bu uyarıyı kendi sesimden duymak, ona ait çelimsiz güvenimi tekrar kökünden sarsmıştı. Mercan'dan gelen ağır ithamlar tüm gerçekliğiyle kulaklarımda yankılanıyordu. Merih'in o gün dokunmaya bile tenezzül etmediği inkâra, yine ben uzanıyordum. Adeta kendi mahkemelerimde onu aklayabilmek için çırpınıyordum. "Madem bir tek o güvenilir, öyleyse iyi bir insan olmalı."
Omuzlarını silkerek güldü. Soluk tenine renkli bir ifade bulaşmıştı. "Bu evde boşuna iyi bir insan arama, bulamazsın."
Kaşlarımı çattım, konuşmadan önce sertçe yutkunmuştum. Hazin bir gerçeği sindirmeye çalışıyordum. "Ama güvenebileceğimi söylediniz. Bu onu iyi bir insan yapmaz mı?"
O da tıpkı benim gibi kaşlarını çattı. Mavi gözleri suratımın her köşesine dokunuyor, ne olduğunu bilmediğim bir şeyler bulmaya çalışıyordu. "Bazen kötü insanlara da güvenirsin. Senin karşına çok fazla iyi insan çıktı herhâlde, gittiğin yerlerde onları aradığına göre?"
Keyifsiz bir gülüş taştı dudaklarımdan. Yavaşça başımı iki yana salladım; neyi reddettiğimi ben de bilmiyordum. Ancak göğsüme oturan bir şeyler vardı ve ben kendimi yaşadıklarımı inkar ederken buluyordum. Zira anlayamıyordum. İyi bir insan olmak neyi gerektirirdi? Ne yapınca iyi biri olurdu ki insan?
İyilik benim için yalnızca geçici bir armağandı. Annem aylar sonra bizimle görüşmeyi kabul ederdi; bu onun için bir iyilik sayılırdı. Amcam oteline ait bir eşyayı bozulunca bizim kullanmamıza göz yumardı; bu onun için bir iyilikti. Mustafa abi her gün kitabevine getirdiği tatlıları istemesem bile benimle paylaşırdı; bu onun için bir iyilikti. Meral abla rahatça ağlayabilmem için başımı omzuna yaslamama izin verirdi; bu da onun için bir iyilikti. Ancak hepsi geçiciydi; zamanı geçince geri alınan ufak bir armağandı sadece. Bu onları kötü bir insan yapmazdı belki; fakat yine de iyi bir insan yapar mıydı?
Zihnime yağan düşüncelerin buğulandırdığı bir sesle mırıldandım. "Size göre insan ne yapınca kötü sayılır?"
Kışkırtıcı bir merakla karşılık verdi; onun da düşünce yağmuruna tutulduğu belliydi. "Sana göre ne yapınca kötü sayılır insan?"
"Başkasının canını katledince."
Düşüncelerden arındırdığım sesim, konuşmanın başından beri ilk defa bu kadar güçlü çıkmıştı. Kendisi de böyle bir güçle karşılık bulmayı beklemiyor gibi, sersemlemişti. Dalgın dalgın dudaklarını büzerek başını aşağı yukarı sallarken, nefesli bir sesle karşılık verdi.
"Öyleyse aynı kötülükten bahsediyoruz."
"Ama," Bir an tekledim, kendimi yadsıma çabalarından geri koymaya çalıştım. Ancak pek başarılı olamamıştım. "O hâlde nasıl bu evde iyi bir insan bulamam? Bu kadar büyük bir kötülük yapmadıkça o kişiyi iyi bir insan olarak saymamız gerekmez mi?"
Başını omzuna doğru yatırdı; tıpkı babası gibi bakıyordu artık. Onun kurnazlığı vardı gözlerinde. "Belki bu evde yaşayan herkes insan öldürmedi ama kimisi sustu, kimisi de öldürüleni gömdü. Sen de öldürmedin ama acımasız bir cinayete tanık olmana rağmen sustun," Tatlı tatlı gülümsedi; sanki normal bir meseleden konuşuyormuşuz gibi endişesizdi. "Susmak da bir cinayet değil midir?"
Sanki suratıma inen bir tokat gibiydi bu sözler. İçten içe haklı bulmanın verdiği bir yenilgiyle birkaç adım geriledim. Ne kadar derine indiğimizi fark etmiş, sarsılarak kendime gelmiştim. Daha fazla konuşmak istemediğimi anlayarak, ağzımın içinde birkaç kelime geveledim.
"Ben sizi yalnız bırakayım, rahatça serginize hazırlanın."
Aceleci adımlarla kapıya doğru yürüdüğüm esnada, şen bir sesle arkamdan, "Bu evde iyi bir insan olamazsın, Demre. Boşuna çabalama." diye seslenmişti.
Hiçbir yanıt vermeden kendimi odadan dışarıya attım. Serinlemek için sırtımı soğuk duvara yasladığımda midemde kavurucu bir sıcaklık başkaldırmıştı. Yüzümü buruşturarak karnıma tutundum. Neydi bu hissin sebebi? Tümörü andıran bir ağırlık çökmüştü sanki karın boşluğuma.
Susmak da bir cinayet değil midir?
İrkilerek kendimi duvardan uzaklaştırdım ve yürümeye başladım. Rüzgar'ın yerde yatan ruhsuz bedeni gözlerimin önüne dökülüyordu; mani olamıyordum. Elimle ağzımı örterken bir anlığına duraksadım. Günlerdir sindiremediğim suçluluk hissi usul usul boğazıma doğru tırmanıyordu; artık daha fazla içimde tutamıyordum bu duyguyu.
Acımasız bir cinayete tanık olmana rağmen sustun.
Koşarak koridoru aştım ve kendimi en yakın lavabonun içine attım. Devrilircesine klozetin yanına ilişmiş; içimdeki tüm pişmanlıkları kusarcasına öğürmüştüm. Dakikalar sonra boğazımı yakan bir acıyla geriye çekildiğimde soluk soluğa kalmıştım. Sırtımı duvara yaslayarak bacaklarımı kendime çektim. Sımsıkı gözlerimi yummuş, başıma tutunmuştum.
Susmak da bir cinayetti. Elinde tuttuğu kürekle öleni gömmeyi bekleyenlerden biri de bendim. Susarak, üstüne toprak atmıştım. Susarak, öldürülmesinde hak bulmuştum.
Artık böyle biri miydim?
Kendi pişmanlıklarım tarafından hırpalanırken, aniden uzaklardan gelen bir gümbürtüyle oturduğum yerde sıçradım. Doğrularak kulak kabarttım; soğuk zemine tutunmuştum. Fakat anlamsız bağrışmalar ve uğultular dışında hiçbir şey duyamadım. Hızla açılıp çarpılan kapılara telaşlı koşuşturmalar eşlik edince, sendeleyerek yerden kalktım.
"Çabuk!" Aşağıdan yükselen gür haykırışla birlikte lavabodan çıkıyordum.
"Bırak!" Ceren'in attığı öfke dolu çığlıkla koridorun öteki ucuna dönünce, siyahlar içindeki iki adamın kollarından sürükleyerek bana doğru geldiklerini gördüm. Korkuyla birkaç adım gerilemiştim; fakat adamların gözü ne beni ne de etrafında olup bitenleri görüyordu. Telaşla kadını bir yerlere götürmekle uğraşıyorlardı. "Bırakın da aşağıya atayım kendimi. Mermilerden biri bana saplansın da kurtulayım. Bırakın dedim!"
Bu acı yakarışları uzaklardan gelen gümbürtüler bastırınca bir anlığına dikkatim dağıldı. Neler oluyordu? Dışardan haykırışlar geliyordu; sanki küçük bir kıyamet kopuyordu.
"Lütfen karşı koymayın, aşağıda daha güvende olacaksınız!" Adamın bağırışı üzerine tekrar onlara döndüm. Sürükleyerek kütüphane kapısına yanaştırdıkları Ceren'i tüm ısrarlarına rağmen içeriye sokarak kapıyı arkalarından örtmüşlerdi. Adamın son sözleri çarpılan kapının rüzgarıyla birlikte bana doğru savrulmuştu. "Bize verilen emirler bu şekilde."
Birden nefeslerim kesildi; şaşkınlıkla kütüphaneye doğru atıldım. Kapının önünde durmuş, kulpuna uzanmıştım; fakat gürültüleri duyunca kendime gelerek birkaç adım geriledim.
Aşağıya inen diğer kapı kütüphanenin içindeydi!
Yaşadığım afallamayla kendimi içeriye atmama ramak kalmıştı. Ancak yapamayacağımı biliyordum; bu yüzden toparlanarak geriye çekildim. Nitekim üzerinde düşünmeye fırsat bulamamıştım.
Aniden patlayan silah sesleriyle hızla merdivenlere doğru koştum; korkuyla basamaklara çökmüş, ellerimi başıma örtmüştüm. Neler oluyordu? Daha önce hiç silah sesi duymamıştım. Acaba yanılıyor olabilir miydim?
Koridordan yükselen tiz bir çığlıkla ayağa kalktım. Kızlardan birini bulabileceğimi düşünerek aceleyle aşağıya inmiş ve yanılmamıştım; Ece derin bir paniğin içine saplanmış bir hâlde mutfağa doğru koşuşturuyordu. İçeriye girmeden saniyeler önce beni fark edince, telaşla elini salladı.
"Demre buraya gel, koş!"
Dediğini yaparak son iki basamağı atladım; ancak henüz birkaç adım atabilmişken adeta bir bomba gibi patlayan gümbürtüyle birlikte yere kapaklandım. Girişin yanındaki pencere aldığı darbeyle tuzla buz olarak aniden dört bir yana savruldu. Kırıntı hâline gelen cam parçaları yağmur misali üzerime devrilirken, iki büklüm olarak hızla kendi içime kapandım. Ece çığlıklar içinde kendini mutfağa atmış, çoktan kapıyı arkasından çarparak kapatmıştı.
Korkuyla titreyerek doğrulduğumda, pencerenin yokluğuyla içeriye esen sert ayazlar yerlerdeki cam kırıntılarını da beraberinde sürüklüyordu. Dışardan gelen bağrışlar artık çok daha belirgindi. Durmadan patlayan silah sesleri resmen kulaklarımı tıkıyor, her atışla birlikte kalbimi tekletiyordu. Mutfaktaki ağlayışlar eşliğinde sendeleyerek ayağa kalktım ve pencerenin yanındaki duvara doğru koştum.
Kendime saklanacak güvenli bir yer ararken rüzgarların evin içine taşıdığı korku dolu bir iniltiyle olduğum yere çakıldım. Bahçeden sürüklenen bu aşina ses, patlayan silahların arasında çelimsiz kalan bir yardım çağrısı gibiydi.
"Kubi ölmek istemiyor. Kubi kavga sevmiyor."
Yaşadığım korku kalbimi yerinden söküp atmıştı sanki. Pencere pervazına sokularak, panikle bahçeye bakındım. Aşağıdan koşan siyahlar içindeki adamlar, ellerinde tuttukları silahlarla dört bir yana dağılıyordu. Etrafa müthiş bir panik hâli hakimdi. Birbirine karışan haykırışlar konağın üstüne korkunç bir uğultunun çökmesine neden olmuştu.
"Kubi, neredesin?" Aniden patlayan üç el ateşle ürkerek geriye çekilmiştim. Bir süre soluklanıp tekrar pervaza yaklaşınca mutfak kapısının karşısındaki çalılıkların arasında bir hareketlilik sezdim. Kalbim korkuyla kasıldı. "Kubi, sakın kımıldama!"
Oradaydı, çalıların arasına çökmüştü. Elleriyle zemine tutunarak yola çıkıyordu; başı eğikti, gözleri telaşla yerlerde dolanıyordu. Silahlı bir çatışmanın ortasında olmasaydı, kaybettiği bir eşyayı yerde arayan çaresiz bir çocuğu andırabilirdi. Fakat şu anda tepesinde uçuşan kör mermilerle hiç de masum bir görüntü doğurmuyordu. Üstelik sesimi de duymuyordu.
"Kubi bekle orada, geliyorum!"
Pencereden uzaklaştım ve cam parçalarını eze eze kapıya yanaştım. Yavaşça aralayıp etrafı kolaçan ettikten sonra derin bir nefes aldım; eğilerek bahçeye çıkmış, ufak ağaçların arkasından koşmaya başlamıştım. Duvara tutunarak köşeye vardığımda yokuşun tepesinde vuku bulan kargaşayı fark ettim.
Turgut elinde tuttuğu silahla kenarına sindiği arabadan etrafa ateş açarken, attığı öfkeli bağırışlarla da ayyuka yükseliyordu. "Oğlumun kanı yerde kaldı lan, oğlumun kanı yerde kaldı! Evladıma karşılık evladını alacağım. Almadan giden en adi şerefsizdir!"
"Kubi insan gömmeyi sevmiyor. Artık kimseyi öldürmeyin."
Kubi'nin kendi kendine söylenerek çam ağaçlarının arasından yokuşa doğru emeklediğini görünce dikkatim dağıldı. "Kubi, dur!" Panikle atılarak ileriye koştum. Saniyeler içinde yanına varmış, tüm gücümle üstüne kapanmıştım. Ağırlığımın altında ezilerek yere çökünce kollarımla başını siper aldım. Her gümbürtüyle birlikte ben irkiliyordum, o da sarsılıyordu. Birbirine karışan korku dolu sayıklamaları artık boğuk boğuktu.
Defalarca kez yerinden kaldırmaya çalışsam da başarılı olamamıştım. Savunmasız bir hâlde bahçenin ortasına kapandığımız bu kısacık sürede, birden beni yerimden sıçratan hiddetli bir kükreyiş yükseldi. "Demre!"
Başımı kaldırarak sesin geldiği yönü aradım. Gözlerimiz kesiştiği an kıyılarıma vuran bir dalga gibi içimi büyük bir ferahlık kapladı. Fakat çok uzun sürmedi bu; suratındaki çıldırmış ifadeyi fark edince yoğun bir korkuya kapıldım. Arkamızdaki çam ağacının gölgesindeydi; kendisine bulduğu bir açıklıktan yokuşa ateş açıyordu. Gözü dönmüş, dizginlerini tamamen bırakmış gibiydi.
"Ne yapıyorsun ya sen orada?" Elinde tuttuğu silah ve üzerine geçirdiği acımasızlıkla, önüne çıkan herkesi mermiye dizebilirmiş gibi duruyordu. Korkunç bir soğukkanlılıkla doluydu.
Yakınlarda patlayan bir silahla kısa bir anlığına dikkati dağıldı; ağıza alınmayacak kadar ağır bir küfür savurmuş, çalıların arasına soktuğu silahıyla da birkaç el ateş etmişti.
Korkuyla titreyen Kubi'nin omuzlarına var gücümle asıldım ancak yine yerinden kımıldatamadım. "Kubi lütfen kalk, kenara çekilmemiz lazım."
"Sikeceğim şimdi Kubi'ni de seni de!"
Hiddetle savurduğu küfür resmen bir mermi gibi üstümüze inerken, iki büyük adımda yanımızda belirdi. Öfkesi bizi hırpalamaya hazırlanan görünmez bir el gibi yakamıza asılmıştı. Haşin bir şekilde kolundan tuttuğu Kubi'yi yerden aldığı bir ufak bir taş misali birden kenara fırlattı. Neye uğradığını şaşıran çocuk korkuyla ağacın altına sinmiş, öylece kalakalmıştı.
Sıkılı dişlerinin arasından taşan, "Kalk şurdan çabuk!" emri, resmen hırçın bir yırtıcının hırlamasını andırıyordu. Can havliyle koluma asılarak beni peşinden sürükledi; Kubi'nin birkaç metre ötesindeki ağacın dibine vardığımızda beni hızla yere oturttu. Tek diziyle zemine tutunmuştu. Kavrayışı çok sert, tavırları çok hoyrattı.
Sırtımı ağacın derisine yaslayarak soluklarımı yatıştırmaya çalıştım; hızla inip kalkan göğsüm, dalgalı denizde mahsur kalmış ufak bir tekneyi andırıyordu.
"Canına mı susadın lan sen?" Mengene gibi tenimi saran parmaklarını biraz bile olsun gevşetmemişti. Baştan aşağı siyaha bürünmüştü; etrafına yaydığı tehlike bile kapkaranlık bir his aksettiriyordu. Elinde tuttuğu silahla gerçekten de ölüm saçabilecek bir katili andırıyordu.
Beni kendime getirmek ister gibi silkeleyince korkuyla gözlerine baktım. Bu çıplak duygunun hedefi hâline gelmiş olmak bir anlığına onu afallatırken, öfkesi biraz da olsa dinebilmişti. Ne kadar korktuğumu fark ederek umarsızca nefesini üfledi. Sonra birden yanağımdaki kırmızı lekeyi yakaladı gözü.
İki eliyle başımı kavrayarak yüzümü kendisine çevirirken, kaşlarının ucu neredeyse birbirine değecek denli yaklaşmıştı. Hâlâ elinde tuttuğu silahın soğuk metali tenimin üstüne kapanmıştı. "Yüzüne ne oldu? Neden kanıyor? Elin de kanıyor."
Şaşırarak ellerimi havaya kaldırınca tenimdeki kırmızı lekeleri gördüm. Hızla açıklamaya çalışınca kelimelerim üst üste bindi; fakat o beni anlamıştı. "Boya oldu, kan değil bu. Boya bulaştırdım, iyiyim ben."
Apaçık bir sitemle, "Neden çatışmanın ortasına atıyorsun kendini?" diye çemkirdi. Parmaklarını gevşetmiş, yüzümü serbest bırakmıştı. Hâlâ burnundan soluyordu; her iki saniyede bir etrafa bakınıyor, sonra tekrar gözlerime iniyordu. "Ya mermilerden biri isabet etseydi, o zaman ne yapacaktın? Kafayı mı yedin yavrum sen?"
"Yavrum mu?" Etrafımızdaki hengâmeye rağmen fısıltımı yakalamış, tahammülsüzce karşılık vermişti. Mümkünmüş gibi soluduğu öfke katlanarak büyüyordu.
"Onca sözün arasından buna mı takıldın? Yok, sen gerçekten adama kafayı yedirtirsin."
Ağacın gövdesinden geriye uzanarak, tüm dikkatiyle bir yere kilitlendi. Tek gözüne rağmen kusursuzca radarına aldığı hedefine doğru aniden iki el ateş açınca korkuyla yerimde sıçradım. Ellerimi uğuldayan kulaklarıma bastırırken, sımsıkı gözlerimi yumdum.
Sonra birden Kubi'yi hatırlayarak doğruldum. "Kubi nasıl?" Hiç kımıldamadan olduğu yere kapanmış bir hâlde durduğunu görmüştüm. Ancak rahatlamaya fırsat bulamadım.
Sertçe kolumu yakalayıp beni geri çekince sırtım ağaça çarptı. "Başlarım şimdi Kubi'ye, yerinde dur iki dakika."
Tam bu esnada gürültülü bir çarpma sesi duyuldu; gazına köklenen arabanın kükreyişi doldurmuştu her yeri. Birkaç el daha ateş atıldıktan sonra toprak zeminde dönen tekerleklerin gürültüsü yükseldi. Ardından her şey sessizliğe gömüldü. Tüm kargaşa dinmiş, savrulan tüm küfürler havada asılı kalmıştı.
Merih aniden ayağa kalkmaya yeltenince iki elle koluna asıldım; kaskatı kesilmişti kasları, adeta taş gibiydi. "Dur, gitme. Belki hâlâ oradadırlar."
"Yavrum bırak da bir bakayım, sabaha kadar burada mı bekleyeceğiz?" Dikkatini dağıtan bir kızgınlıkla söylenerek, kolayca ellerimden sıyrıldı. Sımsıkı tuttuğu silahıyla, bastığı zemini çiğneyerek çam ağaçlarının arkasından gözden kaybolmuştu. Diğer adamlarla yaptığı hararetli konuşma bahçenin her tarafında yankılanırken, kısık iniltileri duyunca ilgim o tarafa kaydı.
"Kubi ölmek istemiyor. Kubi kavga sevmiyor."
Hızla emekleyerek yanına vardım. Omuzlarına asılmış, kapandığı zeminden onu kaldırmaya çalışmıştım. "Kubi merak etme, kavga bitti artık. Hiçbir şey yok, ölmeyeceksin. Kimse ölmeyecek. Hadi kalk, suratını bir göreyim."
Dalından kopmak üzere olan bir yaprak gibi zangır zangır titriyordu; uyguladığım güce daha fazla karşı koyamayarak başını kaldırdı. Gözlerimiz birbirine değince gülümsedim; hafifçe o da gülümsedi. Sanki suratımda bulduğu bu iyimser duygu kendisini güvende hissetmesine sebep olmuş gibi biraz daha doğrulabilmişti. Ama hâlâ kendi kendine söylenmeye devam ediyordu.
"Kubi artık insan gömmek istemiyor. Kimse ölmesin."
Aynı söylemleri az önce de duyduğumu anımsayarak kaşlarımı çattım. Göz teması kurmaktan kaçındığını bilmeme rağmen başını çevirdiği tarafa doğru eğilerek bana bakması için sıkıştırdım. "Kimi gömdün ki? Kubi, bana bak, kimi gömdün?"
"Üstlerine menekşeler ektim," Dudaklarındaki gülümseme yok olmuş, uçları aşağıya doğru kıvrılmıştı. Her an ağlayacak gibi bir hâli vardı. Telaşla ellerini ovuştururken, gözlerini ben hariç her köşeye dokunduruyordu. "Menekşe ekmeyi sevmiyorum, ekerken ağlıyorum."
Mezarına menekşeler ektiler.
Ceren'in atölyesinde bulduğum tuval zihnimin aşınmış duvarlarına yansıyınca tüylerim ürperdi. Geriye doğru çekilerek göz teması kurabilme çabamdan vazgeçtim. Birileri bu bahçeye gömülmüş, nerede oldukları anlaşılması için de mezarlarına menekşeler ekilmişti.
Çiçek ekmeyi çok severim ama menekşeler hariç, onları ekerken ağlıyorum.
Karşımdaki çocuğun haftalar önce benimle tanışırken sarf ettiği sözler tekrar zihnimin yüzeyine süzülürken, fark ettiğim detayla birlikte nutkum tutuldu. Gerçekten de ona gömdürüyorlardı cesetleri. Gerçekten de kimisi susuyor, kimisi de gömüyordu. Ben cinayete susan taraftaydım; o ise cinayeti gömen taraftaydı.
"Kimsede bir şey yok değil mi?"
Ansızın arkamızdan yükselen sesle irkildik. Tıpkı bir gölge gibi sessizce yanımıza sokulmuş, varlığını bize hiç sezdirmemeyi başarmıştı. Koyu gözlerine bakarken boğazıma bir yumru oturdu. Sanki tamamen bu yaşam tarzı için eğitilmişti; sağlam bir dayanak gibi tutunduğu silahından büründüğü soğukkanlılığa kadar, şahsiyetine yamalanmış olan tüm yaftalamaları üstünde taşıyordu. Hiçbir zaman inkar etmeyecekti.
O da öldüren taraftaydı.
Sadece bazen arkamı dönebileceğim bir adamdı o. Peki ama neden hâlâ içimde bu hakikati inkâr etmek isteyen bir taraf vardı? Tüm parçalar kusursuzca birbiriyle harmanlanıyordu. Artık inkar edecek bir yanı kalmamıştı. Her şey apaçıktı. O öldürendi, ben sineye çekendim; yanımızdaki çocuksa işlenen günahları toprağın altına gömendi.
Kusursuz bir cinayetti.
Aniden midemin tekrar kavrulduğunu hissedince yüzümü ekşiterek, iki elle karnıma sarıldım. Şimdi olmazdı, hiç sırası değildi; burada onun gözü önünde kusamazdım.
Birden yanıma çökerek rüzgara bulanan kokusuyla nevrimi döndürdü. Üzerimdeki etkisine sinirlenmiş, içten içe kendime sövmüştüm. "İyi misin? Karnına bir şey mi oldu?"
"Bir şeyim yok, iyiyim," dedim, yavaşça ayağa kalkarak Kubi'yi de yerden kaldırırken. Üstümü silkelediğim sırada birden duraksayarak Merih'e döndüm. "Uraz nerede? Ona bir şey oldu mu?"
Kapıldığım telaşı ifadesizce izleyerek, "Gitti çoktan ama merak etme, yarın yine kavuşacaksınız birbirinize." dedi. Ardından işi olduğuna dair bir şeyler söyleyerek, sormak üzere olduğum soruları savuştururcasına yanımızdan ayrıldı. Vurdumduymaz bir tavırla uzaklaşırken silahı beline kıstırışını izledim. Tıpkı kendisi gibi siyahlara bürünmüş birkaç adamın arasına karışmış, konuşmaya başlamıştı. Mesafeye rağmen sesini seçebilmek mümkündü.
Resmen kördüğüm olmuştu duygularım; ne yaparsam yapayım çözemiyordum. Kendi hislerimi anlamlandıramıyordum. Neden ısrarla yanılmak istiyordum? Niçin onun kötü bir insan olduğuna inanmak istemiyordum?
Birden üzerindeki kesintisiz bakışlarımı hissederek gözlerimin içine baktı; kendisini izlerken yakalandığım için utanmış, hızla başımı başka tarafa çevirmiştim. Ağırlığını üzerimde hissetsem de bakışlarına tekrar karşılık vermekten kaçındım.
"Kubi'nin işi yarım kaldı, işini bitirmesi gerek." Aniden dönerek bostana doğru yürümeye koyulan Kubi dikkatimi dağıtmıştı.
Arkasından, "Ne işi bu hâlde?" diye seslenerek gitmeye yeltenirken birisinin yanıma gelmesiyle duraksadım. Birden koluma asılan Sude, beni kendisine çevirdi. Taşıdığı korku, boğmak istercesine dalga dalga suratıma çarpmıştı.
"Demre, bir şeyin var mı? İyi misin?"
"Hayır, iyiyim merak etme," Kollarını tutarak hızlıca üstünü kolaçan ettim. "Sen de iyisin, değil mi?
Başını sallayarak onayladı. Saçları dağılmış, gömleğinin uçları dışarı taşmıştı. Üzerinde yaşadığı korkunun izlerini bulmak mümkündü. "Turgut peşine bir düzine adam takmış, intikamını almaya gelmiş. Meral abla gönderdi beni, diğer kızları bakmam için."
Annesine niçin böyle hitap ettiğini daha sonra ona sormak için aklımın bir kenarına not ederken, zihnimdeki düşüncelerin aksine bambaşka bir şey söyledim. "Ece mutfaktaydı en son, gidip bakalım ne durumda."
Birlikte aceleyle mutfağın arka kapısına koşarken benden önce vararak içeriye girmişti. Gerçekten de Ece'yi duvarın kenarına sinmiş, beklerken bulmuştuk. Bizi görünce rahatlama ve korku karışımı bir duygu patlamasıyla yanımıza koştu. Kendisini Sude'nin boynuna atmış, sımsıkı sarılmıştı.
"Çok korktum!" Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı. Birden panikleyerek geri kaçıldı. "Diğerleri ne hâlde? Birisine bir şey oldu mu?"
"Hayır, herkes iyi. Sadece iki koruma yaralanmış ama ciddi bir durum yokmuş."
Duyduklarıyla rahatlayan Ece bir anda beni gördü. Hızlıca Sude'yi bırakıp yanıma gelirken yoğun bir mahcubiyet başkaldırmıştı yüzünde. "Demre, iyi misin? Sana yardım edemedim o panikle, kusura bakma."
"Önemli değil, çok normal bu," Gülümseyerek elini sıktım. Sude de yanımıza yanaşmış, destek olmaya çalışır gibi koluma girmişti. "Hem böylece Kubi'yi gördüm, ona yardım ettim."
Sude kolumdan çıkarak hafifçe geriye çekilirken, hayretle vereceğim tepkiyi ölçüyordu. "Sakın bana çatışmanın ortasına daldığını söyleme."
"Öyle oldu ama," Hınçla kolumu çimdikleyince acıyla inledim. Söylenmelerini zar zor da olsa susturabilmiştim. "Dursana lafımı birtireyim önce. Merih ikimizi de korudu, bir şey olmadı yani."
Birlikte karanlığın çöktüğü bahçeye çıkarken haşlamayı sürdürüyordu beni. "Ama olabilirdi, Demre. Nasıl böyle düşüncesizce hareket edebildin? İnanamıyorum sana gerçekten."
Eve girene kadar yatıştırmakla uğraşmış fakat başaramamıştım. Diğer kızların toplandığı oturma odasına girdiğimizde ancak dikkati dağılmış, söylenmeyi unutmuştu. Halının tam ortasına, diğerlerinin yanına oturduğumuzda içerdeki uğultu da giderek arttı; artık her kafadan farklı bir ses çıkıyor, resmen tepemizde büyük bir gürültü öbeği biriktiriyordu.
Sude'nin alevli bir sesle, "Demre manyağı sırf Kubi'yi korumak için kendisini çatışmanın ortasına atmış, inanabiliyor musunuz?" dediği esnada eşikte beliren Meral abla, tüm seslerin kesilmesine önayak olmuştu. Şaşkın gözler benim üzerimden ona çevrilirken, odaya gergin bir suskunluk girmişti.
"Doğru mu bu, Demre?" diye sorduğunda, sesinde bariz bir kınama vardı. Sessizce başımı salladığımı görünce tasvip etmeyen birisi gibi dudaklarını bükmüştü. "Bir daha böyle bir şey yapmanı yasaklıyorum. Bu konuda çok ciddiyim." Gözlerini belermiş, kaşlarını kaldırmıştı; buyruğuna girdiğimden emin olmaya çalışır gibi bakıyordu. Boyun eğerek onayladığımı görünce, gözlerini benden ayırarak kızların üstünde gezdirdi. Arkasından içeriye giren Mercan da yanımıza gelmiş, sessizce aramıza oturmuştu. "Böyle durumlarda hemen kendinizi güvenli bir yere kapatacaksınız. Kimseyi kimsenin peşinden koşuştururken duymak istemiyorum. Anlaşıldı mı?" Derin bir soluk içine çekerek avucunu alnına yasladı. Hiç olmadığı kadar yorgun gözüküyordu. Sanki yaşanan bu korku dolu dakikalar ondan birkaç yaş alıp götürmüş gibiydi. "Şimdi herkes odalarına dağılsın. Gürültü istemiyorum. Yarınki toplantı iptal edilmiş olsa da," Aniden yoğun bir düş kırılığıyla doldum. Karşımda oturan Buket ve Aslı'yla gürültülü bir bakışma yaşanmıştı aramızda. "Etrafı temizlemek zaman alacak. O yüzden erken uyuyun, sakın curcuna yapmayın."
Yaşananlar üzerinde yeterince konuşamamanın verdiği hayal kırıklığıyla herkes odalarına çekilirken, Dilara vedalaşır gibi kolumu sıkmıştı. Meral abla hepimizin yataklarına yerleştiğinden emin olana kadar etrafta dolanmayı sürdürmüş, başka odalara kaçmamızı adeta olanaksız kılmıştı.
"Diktatör gibi kadın valla," diye fısıldayarak yorganının altına giren Sude, kelimelerine yüklediği abartılı vurgularla beni güldürmüştü. Karanlığın içinden yüzünü seçemesem de silüetinin bana baktığını görebiliyordum. "Ne olurdu sanki biraz durum analizi yapsaydık? Neyse artık yarınki kahvaltıya kaldı tüm dedikodular."
Yorganın altından ona doğru dönünce yaylardan çıkan gürültüyle sessizliği baskılamıştım. Kısa bir süre sonra tekrar tahtına oturan sessizlik, ben söze girene kadar hâkimiyetini sağlayabilmişti.
"Sude, bir şey soracağım sana," Beni teşvik edercesine meraklı bir ses çıkardı. Kolumu yastığımla başımın arasına kıstırırken, çekingen bir şekilde mırıldandım. Yanlış anlaşılma korkusuyla dolmuştum. "Hiç daha önce bir erkek sana yavrum dedi mi?"
"Ne?" Birden kıkırdamaya başladı. Sesinin gitgide yükselmesi üzerine sertçe uyararak susmasını söylemek zorunda kalmıştım. Karanlıkta olduğumuza içten içe şükrediyordum; utancımdan kıpkırmızı kesildiğime emindim. Kulaklarım adeta alev almıştı.
Kızgın kızgın, "Eğer böyle güleceksen bir daha soru sormayacağım," dediğimi duyduğu an yatıştırma çabasına kapıldı. Gülüşleri dinse de sesinde pür bir neşe kalmıştı.
"Tamam tamam," Duraksayıp boğazını temizledi; artık çok daha ciddiydi. "Ama bir dakika. Kim sana yavrum dedi, sen önce onu söyle?"
"Kimin dediğini ne yapacaksın? Tanımıyorsun sen, eski bir olay bu." Söylediğim yalanın ne denli inandırıcı olduğunu anlamak için beklerken resmen kaskatı kesilmiştim. Nitekim karşılık verdiğinde rahatlamış ve gevşeyebilmiştim.
"Her kim dediyse seni sahiplendiği besbelli," Bir an duraksadı; duyduğu merak yoğun bir şekilde hissedilebiliyordu artık. "Eski sevgilin miydi yoksa?"
Hayretle yüzüstü döndüm, gözlerimi tavana diktim. "Hayır tabii ki, ne sevgilisi? Arkadaşımdı sadece."
"Bayağı anaç bir arkadaşmış öyleyse, seni yavrusu olarak bellediğine göre." İmalarla dalgalanan sesi sinirlerimi bozmuş olsa da gülmüştüm.
"Hiç erkek arkadaşım olmadığı için ayrımını yapamıyorum," Tereddütle duraksamış, zihnimdeki kelimeleri bir araya getirebilmek adına kısa bir süre beklemiştim. Yanlış bir şey söyleyip, yakalanmaktan korkuyordum. "Sadece örnek olması için soruyorum. Mesela Merih abi veya Oğuz abi size laf arasında güzelim diye hitap ediyor mu? Yakınsınız ya, o yüzden soruyorum."
"Güzelim mi?" Şaşkın şaşkın güldü; ancak bu sefer kısa sürmüştü. Sesinde bariz bir yadırgama vardı. "Yakınız ama düşüncesi bile tuhaf. Hiç bize öyle seslendiklerini duymadım. Zaten yavrum hiç demezler, hayal de edemiyorum bunu. Merih abi bazen bize takılmak için çirkinler diye sesleniyor. O kadar."
Karnıma sıcak bir his doluşurken, dudaklarıma belli belirsiz bir gülümseme yerleşti. Karanlığın içinden tavanı seyrettiğim kısa bir sessizliğin sonunda, yalnızca, "Anladım, tamam." diyerek konuyu kapatmıştım. Bir müddet daha kim olduğunu sorgulasa da benden bir yanıt alamayacağını anlayarak suskunlaşmıştı. Birkaç dakika sonra da uykuya teslim olmuş, beni de peşinden sürüklemişti.
Ertesi gün çatışmadan geriye kalan izleri temizlemekle uğraşmış, tüm kalıntıları yok edebilmek için saatlerce çalışmıştık. Her tarafa saçılmış olan cam kırıntılarını süpürme işi bile akşama kadar sürmüştü. Bütün gün suratım asık dolanmıştım çünkü toplantı gecesi aşağıya inme fırsatını kaçırmış olmayı bir türlü sindirememiştim. Şimdi bir hafta daha beklemek zorundaydım; üstelik zamanın yavaşlığını düşündükçe içime sıkıntılar basıyordu.
Mesai bitiminde kendi köşelerimize çekildiğimiz esnada henüz fazla dinlenemeden, Dilara'nın elime tutuşturduğu devasa çöp poşetiyle birlikte bahçeye çıkarılmıştım.
Peşimden sürüklediğim çöpü adeta bir ceset gibi konteynerin içine fırlatırken gözüme ilişen dış kapıyla birlikte duraksadım. Elinde tuttuğu çantasıyla konaktan ayrılan kişi, Uraz'dan başkası değildi. Kimse yoktu yanında, yalnızdı. Başı hafifçe önüne eğikti; dalgın ve düşünceli bir hâli vardı. Heyecanla orada dikildiğim süre boyunca beni fark edebilmesi uzun zaman almıştı.
Gözlerimiz kesişince aniden suratındaki tüm duygular dağıldı. Yerini özlemle karışık sevinç almıştı. Hiç düşünmeden yanıma doğru yürüdüğünü görünce kaşlarımı kaldırdım. Sessiz uyarımı fark ederek olduğu yerde durmuştu. Endişeyle etrafta göz gezdirip bostanın olduğu tarafı işaret ettim ve hızlı hızlı yürümeye başladım.
Birkaç saniye içinde karşıma geçtiğinde dudaklarında geniş bir gülümseme vardı. Hiç değişmemişti; saçlarındaki ufak bukleler alnına dökülüyor, gözlerinde hâlâ sevimli bir parlaklık dalgalanıyordu. "Demre, seni çok özledim. Nasılsın, iyi misin?"
Sessiz olmasını işaret ederek, etrafı kolaçan ettim. Kendimi diken üstünde gibi hissediyordum. "İyiyim de senin burada ne işin var? Onu açıklayacak mısın?"
Bendeki endişe ona da aksedince, dönüp gözlerini bahçede gezdirdi. Tekrar gözlerime baktığında artık gülümsemiyordu. "Yazılım mühendisi olarak geldim buraya. Sistemlerinde bir hata varmış, Mustafa abinin bağlantılarını kullanarak kendimi içeriye sokturmayı başardım."
Öfkeyle fısıldadım. "Neden yaptın böyle bir şey? Ne gerek vardı buna?"
"Biraz araştırma yaptıktan sonra haklı olduğunu anladım, Demre," Hafifçe bana doğru eğilerek, sesini olabildiğince alçalttı. Suratında ürkütücü bir ciddiyet vardı. "Gerçekten de Mustafa abinin katilleri burada olabilir," Karşı çıkmaya hazırlandığımı görünce ısrarla lafına devam etti. "En azından ona bu kadarını borçlu olduğumu düşünüyorum. Mezarında rahat yatmasını sağlayacağım."
Sustum, hiçbir karşılık veremedim. Gözlerindeki kararlılık bana saygı duymaktan başka çare bırakmıyordu. Tıpkı Merih'in de söylediği gibi, karşımdaki otuz yaşında bir adamdı; istesem de karşı koyamazdım aldığı kararlara. Fakat yine de tüm huzurum kaçmıştı. Yalnızca bir ay kadar sürede konakta yaşayanların neredeyse hepsini tanımıştım. Onun bu gibi insanlarla savaşarak ömrünü örselemesi isteyeceğim son şey bile değildi.
Birden, "Nerede o adam?" diye sorunca zihnimdeki kargaşadan sıyrıldım. Kaşlarımı çatmış, ne dediğini anlamayarak suratına bakmıştım. "O gün kafedeki adamı diyorum. Yarım kalmış bir hesabımız var onunla."
"Uraz, lütfen bir taşkınlık yapma yine rica ediyorum," Tahammülsüz sesimi işitince kaşlarını çattı. Sanki suçsuz olmasına rağmen ısrarla yatıştırılmaya çalışılan tarafın kendisi olması, gururuna dokunmuştu.
"Seninle alakalı bir durum yok, Demre. Telefonumu alıp gideceğim sadece," Geriye doğru çekilerek beklentiyle suratıma baktı. İyimser hâlinden eser kalmamıştı artık; üstelik biraz da mesafeli duruyordu şimdi. Apaçık yabancı bir adamı ona karşı savunuyor olmam tadını kaçırmıştı. "Nerede bulabilirim söyleyecek misin, yoksa gidip kendim mi bulayım? Telefonumu çalan o ama taşkınlık yapan benim. Çok enteresan bir durum."
Sertçe nefesimi üfleyerek yanından geçtim, yokuş aşağıya yürümeye başladım. İstemeye istemeye serzenişine hak vermiştim; düşününce gerçekten de taşkınlığı yapanın o olmadığı besbelliydi. Daha fazla bu tatsız meseleyle uğraşmak istemediğim için aradan çekilmeye karar vermiştim.
Tepkili bir sessizlikle akşam serinliğinin içinden müştemilata doğru yürürken, arkamdan geldiğini duyabiliyordum. Ufak patikayı geçerek kırmızı saksıdan aldığım anahtarla kapıyı açtım, ardından geri yerine koydum. İçeriye girmeden önce zile basmış, geldiğimi haber vermeye çalışmıştım. Nitekim hiçbir hareketlilik olmamıştı evde.
"Burada olduğuna emin misin?"
Arkamdan girerek etrafa bakınmaya başlayınca, keyifsizce oturma odasını gösterdim. Merih'e önce kendim haber vermek istemiştim; ansızın evine gelen bu davetsiz misafirden hiç hazzetmeyeceğine emindim çünkü. "Sen burada bekle, ben seslenip geliyorum."
Birkaç adım öne çıkarak peşimden gelmeye yeltendi. "Neden bekleyeyim ki? Her neredeyse hemen hesabını soracağım."
Aniden sinirlenerek kaba bir şekilde, "Bekle diyorum işte, Uraz," diye çıkıştım. Sesimi dengeli tutabilmek için üstün bir çaba sarf ediyordum. Zaten burada olmamız yeterince gerginliğe sebep olacakken bir de peşimden kapısına onu sürüklemek, yangına körükle gitmekten farksızdı. "Telefonumu alacağım dedin, tamam dedim. Dışarda birisinin sizi görüp duymayacağına inansam, asla bu eve sokmazdım seni. En azından burada sessizce halledin diye soktum seni içeriye. Şu anda bile hata yaptığımın farkındayım, hatamın bedelini de ben ödeyeceğim sen değil."
"Ne bedeli ödeyeceksin?" Sinirlenmiş, asabi bir şekilde başını sallamıştı. Alnına çarpan bukleler hafifçe kenara çekilmişti. "Kim sana bedel ödetiyor, o adam mı?"
"O kısmı seni ilgilendirmiyor." Birkaç adım yaklaşarak aramızdaki mesafeyi azalttım. Artık fısıldıyordum. "Sana telefonunu alacağıma dair söz vermiştim ama alamadım. Sırf mahcup hissettiğim için seni buraya getirdim, bir daha böyle bir şey olmayacak. O yüzden insanca konuşun, insanca halledin meselenizi. Şimdi gidip Merih'e sesleneceğim, sen de burada oturup bizi bekleyeceksin."
Hışımla arkamı dönüp merdiveni tırmanmaya başladım. Elimle şakaklarımı ovuştururken, kapısının önüne gelmiştim. Derin bir soluk aldım ve kendimi olabilecek her türlü senaryoya hazırlamaya çalıştım. Sonunda cesaretimi toplayabildiğimde, kapıyı üç kez tıklamıştım.
Hafifçe geriye çekilerek beklemeye başladım; kollarımı kendime dolamıştım. Ansızın içerden yükselen tiz bir kahkahayla kaşlarımı çattım. Sesin karşı odadan geldiğini zannederek oraya baktım; fakat ışıkları sönüktü, içerde kimse yoktu.
Birden kapı açılınca önüme döndüm. Kaşlarımdaki çatıklık yavaşça gevşerken, suratımdaki tüm duygular dağılan bir sis gibi yok olup gitti. Üzerindeki bornozla kapıya yaslanan Beren, dudaklarına yerleştirdiği mağrur bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Saçları duştan henüz çıkmış gibi ıslaktı; uçlarındaki damlaların yere çarpışı, aramızdaki tek gürültüydü.
"Merih nerede?" Sesimin çıkmadığını fark ederek boğazımı temizledim ancak sorumu tekrarlamaya vakit bulamamıştım.
"Kim gelmiş, güzelim?"
Aniden kapı geriye doğru savrulunca, üstündeki siyah atletiyle eşikte Merih belirdi. Saçları dağınıktı, suratında az önceki gülüşünden izler kalmıştı. Karşısında beni bulmayı beklemediği apaçıktı; şaşırmış, kaşlarını çatmıştı.
Yavaşça bir adım geriledim. Sanki zihnim körelmişti; hiçbir düşünce içinde yer edinemiyor, bir türlü zihnime tutunamıyordu. Niçin orada olduğumu dahi unutmuştum o an. Adeta ahmak gibi hissediyordum kendimi. Çünkü canım yanıyordu; acının daha önce hiç dokunamadığı yerlerim yanıyordu.
𓄅
Yorumlar
Yorum Gönder