18

 Yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmezseniz çok sevinirim. 🥹👉🏼👈🏼✨🖤


18: İKİ NAMLU TEK SİLAH


Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış biriydim buraya geldiğim ilk gün. Hiçbir şey getirmemiştim eski hayatımdan; senelerdir göğsümü alazlayan yangın dışında. Yanarak kül olmuştum, bu acıyı tatmıştım; ama yine de yakmaya gelmiştim. Yalnızca pişmanlıklarımı, kızgınlıklarımı ve haksızlıklarımı taşımıştım yanımda. 


Peki ama neden şu anda bir şeyleri kaybediyormuş gibi hissediyordum? 


Ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler ellerimden kayıp düşüyordu sanki; uzun zaman sonra yeniden kaybetme korkusunu yaşamak öylesine afallatıcıydı ki, düşürdüğüm şeyi eğilip de geri almayı akıl dahi edemiyordum.  


"Demre," Şaşkınlık kokan bir sesle kaşlarını çatarken, kapıyı sonuna kadar araladı. Önünde duran Beren'i kenara itekleyerek koridora çıkmış, hızlıca etrafa göz gezdirmişti. Kendisine yanlış bir zamanda denk gelmişim gibi, bastıramadığı bir telaş ve afallama bürümüştü hareketlerini. "Bu saatte ne işin var burada?" 


"Kız cimcime," Birden araya girerek çıkmaya hazırlanan kelimeleri ağzıma tıkan Beren, keyiften çınlayan bir sesle konuştu. Cümlelerinin altına gizlediği kışkırtıcı ton, duyulamayacak gibi değildi. "Tam en eğlenceli yerinde geldin sen de."


Hızlı bir manevrayla arkasını dönen Merih, onu kabaca odanın içine doğru iteklemiş, "Beren saçma sapan konuşma, üstünü giyin de evine git artık." diye tersleyerek, sertçe suratına kapatmıştı kapıyı.


Tekrar bana döndüğünde gözlerinde ince bir mahcubiyet vardı. İçinde tuttuğu nefesi yavaşça vererek, yumuşak bir tonla mırıldandı. "Neden bu saatte habersizce geldin?"


Gözlerimi kaçırdım. "Kusura bakma, yanında birisinin olabileceğini düşünemedim." Kendimi hiç olmamam gereken bir yerde duruyormuş gibi hissetmiştim. Üstelik göğüs kafesimi sarmış olan düş kırıklığını bir türlü içimden söküp atamamak, kendime olan öfkemi harlamıştı. 


Niçin onu başka bir kadınla bulmak beni bu kadar incitmişti? 


"Yok, düşündüğün gibi değil, yanımda birisi yok aslında," Sözlerinin anlamsız olduğunu fark ederek duraksadı. İlk defa tedirgin bir ton duymuştum bu sesten. Ne diyeceğini şaşırmış gibi durmadan sakallarıyla oynuyor, dalgın dalgın etrafa bakınıyordu. Sonra birden duraksadı, başını kaldırdı; dosdoğru gözlerimin içine baktı. "Beren'i az çok tanımışsındır, maalesef ki kendisi haneye tecavüzde bir numara. Malum, evin iki kapısı olduğu için nereden gireceğini de kestiremiyorsun."  


Bir anlık dalgınlıkla yaptığı gafı ne o fark etti, ne de ben. Zihnim öylesine gürültülüydü ki düşüncelerin furyaları birbirine karışıyordu. Duygularımın yoğunluğundan kendime odaklanamıyordum. 


"Neden bana açıklama yapıyorsun ki?" dedim, umursamazca. 


İçimde kopan fırtınalardan ufak bir esintiyi dahi dışarıya taşırmamış olmak, beni bile şaşırtmıştı. Gururumun, bu denli zayıflıklarımı maskeleyebildiğini görmek de keza ürkütücüydü. "Neden burada olduğu beni ilgilendirmiyor. Ayrıca evinin güvenliğiyle ilgili ciddi problemlerin var belli ki. Birileri girip rahatça odanda duş alabildiğine göre."  


Yine ket vuramamıştım dilime; sessizce kendime sövdüm. 


Usulca gözlerini boyayan anlamlı bir gülümsemenin dudaklarına da oturuşunu izlerken, kendime olan kızgınlığımda kavruldum. Ne olurdu sanki açıkça suratına laf çarpmasam? Kaşlarımı çatarak, bozguna uğramış bir hâlde kollarımı göğsüme doladım.  


"Odamda duş almadı ki, bu şekilde geldi," dedi, resmen gülerek. Az önceki tedirginliğinden hiçbir emare kalmamıştı; ellerini cebine sokarken, yavaşça bana sokuldu. Sesi hiç olmadığı kadar uysaldı. "Hasta birisinden bahsediyoruz sonuçta, çok sorgulamamak lazım. O değil de," Hafifçe kaşlarını çattı fakat hâlâ gülümsüyordu. Yalnızca bir adımlık mesafe kalmıştı aramızda. "Sen biraz kıskanmış olabilir misin?" 


Cesareti karşısında serseme dönerken, şaşkın şaşkın güldüm. O kadar ağır gelmişti ki bu itham, sanki biri suratıma küfür savurmuş gibi hissetmiştim. Kendimi savunabilme telaşıyla ne dediğimi bilmeden konuştum. "Senin gibi bir katilin neyini kıskanayım ben?" 


Gözlerinde gezinen gülümseme korkunç bir hızla yokluğa devrildi; keza dudaklarındaki de bulunduğu yere zar zor tutunabiliyormuş gibi titremişti. Zaten gülümseme gibi de durmuyordu; acıyı gölgelemek için kullanılan bir çabaya dönüşmüştü artık. 


Yaptığım patavatsızlık bir süreliğine ikimizi de susturdu. 


Çaresizce, onun da canımı yakmasını bekledim; kelimelerini bir bıçak gibi kullanarak beni yaralamasını istedim. Ancak bu şekilde onda açtığım yaraya kör kalabilirdim. Fakat hiç de beklediğim gibi olmadı. Aniden cebinden çıkardığı eli çenemin altına sürtündü; yaptığım gafla eğilmiş olan başımı hafifçe yukarıya kaldırmıştı. Dokunuşu nazik ama ısrarcıydı; beni kendisine bakmaya mecbur kılıyordu. 


"Sence de bazen çok ağır konuşmuyor musun bana?" diye fısıldadı. Artık gülümsemiyordu ancak kızgın da değildi. Birden dudaklarıma kayan gözleri, aynı anda mideme de bir sancı sapladı; fakat baş parmağını dudağıma sürttüğü anki kadar keskin değildi. Resmen kaskatı kesilmiştim, bastığım yerden ayrılamıyordum. "Yakışıyor mu hiç bu güzelim dudaklara bu çirkin laflar?"


Soluk almayı bile unutacak kadar kendimi unutmuşken zihnimde akseden güzelim kelimesi, ansızın tüylerimi ürperterek içine saplandığımız tüm büyüyü bozdu. Yakalarıma asılıp beni silkeleyen bir el gibiydi; içimde tahammülsüzlük dolu bir öfke kabartmıştı. Başka kimlere böyle hitap ediyordu? Besbelli diline pelesenk ettiği bir çapkınlıktı.


Hızla başımı geriye çekerek nobranca elini ittim. "Güzelim deme bana," Ani tepkime şaşırsa da sesini çıkarmadı. Yavaşça aramıza mesafeler sokarken, sessizliğiyle beni izledi. "Ayrıca durduk yere bana dokunmayı ve şöyle davranmayı da bırak. Rahatsız ediyorsun beni." 


Elini tekrar cebine sokarken, çizdiğim sınırın gerisine çekilircesine benden uzaklaştı. Muzipliği üflenen bir mum gibi karanlığa gömülürken, gözlerinde donuk bir ifade başkaldırmıştı. Artık vakur bir adam duruyordu karşımda. "Seni rahatsız ettiğimi bilmiyordum, ileri gittiysem kusura bakma." 


Rahatsız etmedin, hayır.  


"Bundan sonra dikkat ederim," Açıklama yapmak istemiştim ama artık beni dinlemeye pek hevesli durmuyordu. Henüz konuşamadan meselenin üstüne toprak atar gibi, sorduğu sorunun altına gömmüştü. "Neden gelmiştin?" 


Sanki bu ani soruyla burada olma sebebimi de suratıma çarpmıştı; derin bir uykudan uyanırcasına etrafıma bakındım. Aşağıda bizi bekleyen Uraz'ı hatırlamış, aniden telaşlanmıştım. "Uraz seninle konuşmak istedi. Şu anda aşağıda, bizi bekliyor." 


Birden tüm tavrı değişti; müthiş bir öfke parlamıştı gözlerinde. Ellerini cebinden çıkararak merdivenlere doğru eserken, "Ne işi var lan o lavuğun benim evimde?" diye çemkirmişti. 


Panikle peşine düşerek henüz basamakların ortasındayken kolunu yakaladım. Bir yandan da, "Merih lütfen sakin ol, sadece telefonu için gelmiş," diye fısıldayarak yatıştırmaya çalışıyordum. Bizi duymalarından çekinmiştim. 


"Bırak," Sertçe kolunu çekerek aramızdaki basamağı geri tırmanırken, resmen burnundan soluyordu. Önüne çıkan herkesi talan etmeye hazırlanan bir deprem dalgası gibiydi. "Ne geçiyordu aklından herifin tekini evime sokarken? Kapısız ahır mı burayı?" Derin bir nefes aldı; dudaklarını birbirine bastırmıştı. İşaret parmağını suratıma doğru sallarken, tehdit kokan bir sesle de mırıldandı. "Sonra konuşacağız seninle bu meseleyi."


Hışım gibi dönerek yürümeye başladı. Adeta kızgın bir demir gibiydi; tekrar durdurmaya korkmuş, sessizce arkasına düşmüştüm. Tek bir savunmam dahi yoktu. Yumruk yaptığı elinin kenarıyla oturma odasının kapısını sertçe itekleyince, Uraz'ı köşedeki kitaplığı incelerken bulduk. Ani gürültüyle irkilerek bize dönmüş, elinde tuttuğu kalın kitabı rafa geri koymak için uzanmıştı. 


"Çek lan elini eşyalarımdan," Hiçbir naziklik kaygısı olmayan Merih iki büyük adımda yanına ilişirken, ben de telaşla arkasından atıldım. Hâlâ yumruk suretinde duran elinden korkmuştum fakat yalnızca yakasına asılarak koltuğa fırlatmakla yetinmişti. "Kimse sana başkalarının eşyasına dokunmaman gerektiğini öğretmedi mi lan?"


Bu ani güçle koltukla birlikte geriye savrulan Uraz, sürtme sesi eşliğinde neye uğradığını şaşırmış bir hâlde bize baktı. İç tırmalayan gürültünün üstüne devrilen, "Terbiyesizleşme," ikazında, zedelenen gururunun izleri vardı. Hışımla ayağa kalkarak sünen kazağını çekiştirirken, kısa bir an gözlerini bana dokundurdu. Onun yanında değil de Merih'in yanında duruyor oluşum, besbelli keyfini daha da kaçırmıştı. Ancak yine de yerimden kımıldamadım; zira yanımdaki adamın ne yapacağını henüz hiç kestiremiyordum. 


"Hem neden bu kadar kızıyorsun ki? Sadece kitaplığı inceliyordum," Başıyla arkamızdaki ahşap kitaplığı gösteren Uraz, onda daha önce hiç duymadığım bir kışkırtmayla mırıldanıyordu. Apaçık hor görerek bakıyordu Merih'e. "Üstündeki yazı ne hikmetse bizim kitabevinde de vardı."


Tıpkı bir bıçak gibi kalbime korku saplandı.


Aniden bir yırtıcı gibi öne atılarak Uraz'ı yakalayan Merih, korkunç bir durgunlukla fısıldadı. "Safsata yapma bana, ne söyleyeceksen söyle," Bulaşıcı bir hastalığa dokunmuş gibi tiksintiyle itekleyince Uraz birkaç adım geriledi. Saçları dağılmış, alnına dökülmüştü. "Sonra da defol git evimden."


Kolundan tutarak geriye çekmeye çalışmış, "Merih, lütfen sakin ol," diyerek uyarmıştım fakat kimseye sesimi duyuramamıştım. Sanki yanlarında ben yokmuşum gibi yalnızca birbirlerine odaklanmışlardı. 


"Telefonumu geri vereceksin," Üstüne bastıra bastıra söylediği sözlerden sonra tekrar bana baktı. Hâlâ yabancı bir adamın yanında duruyor oluşumun hıncını çıkarmaya çalışıyordu sanki. "Telefonumu bu eşkıyaya kaptırdıktan sonra tekrar kamera kayıtlarını almak için dükkana gittim ama bil bakalım ne oldu? Hiçbirini bulamadım çünkü hepsi silinmişti."


Şaşırarak öne çıktım, tam aralarında durdum. Dosdoğru suratına bakıyordum. "Doğru mu bu?" 


Ne bakışlarıma karşılık bulabilmiştim ne de soruma yanıt alabilmiştim. "Artık istesen de telefonunu geri alamazsın," diyen Merih'in gözleri yalnızca onun üstündeydi. Beni bile rahatsız eden bir umursamazlıkla konuşuyordu. "İçindekilerle birlikte imha edildi. Unut telefonu."


"Şerefsiz seni!" Kurşun gibi savurduğu hakaret sanki gerçekten de tetiğe basmışçasına odadaki gerilimi hat safhaya çıkarmıştı. Artık soluduğumuz tüm havadaydı. "Aptal mıyım sanıyorsun? Mustafa abinin katilini bildiğin için örtbas etmeye çalışıyorsun. O gece sen de oradaydın. Nereden bileceğim? Belki de onu öldüren katil sendin."


Şok içinde Uraz'a dönerken, nefeslerim boğazıma dizildi. Haftalardır bir parazit gibi içimi kemiren kuşkuları başka bir ağızdan duymak resmen tokat etkisi yaratmıştı. Sağır kaldığım bir hakikatin kulağıma haykırılması gibiydi. 


Merih'in keyifsiz gülüşünü duyunca zihnimden sıyrıldım. "Sana ne yedirip içiriyorlar da böyle cesur konuşabiliyorsun?" 


Ağır ağır sokulduğunu görünce telaşla Uraz'ın önüne geçtim. Fakat bunun hiçbir etkisi olmamıştı; boyum ancak omzuna gelebildiği için gözü resmen beni görmüyordu. Yediği hakaretlerin öfkesiyle tüm kayışlarını bırakmış gibiydi; sanki karşısına çıkan herkesi amansızca elinde ufalayabilirdi. 


"Ağzından çıkanlara dikkat et. Burası senin çöplüğüne benzemez aslanım, her kafana estiğinde havlayamazsın." Yalnızca bir adımlık mesafe kalmıştı aralarında; onun da sebebi bendim. Öylesine hiddetliydi ki beni bile ezip geçecek gibiydi. Yaklaşmakta olan kıyameti sezerek ellerimi göğsüne koydum ve iteklemeye çalıştım fakat yapamadım. Yerinden kımıldamıyordu. Resmen taş kesmiş gibiydi; teni kaskatıydı. "Sonunun Mustafa abin gibi olmasını istemiyorsan, seni ilgilendirmeyen işlere burnunu sokma."


Birden tüm kanım çekildi. Göğsüne tutunan ellerim gücünü kaybeder gibi yavaşça aşağıya kayarken, gözlerime kara perdeler devrilmişti. Tehdit kokan sesi adeta midemi bulandırmıştı. 


Nasıl böyle bir şey söyleyebilirdi?


"Aşağılık herif!" Ansızın öfkeme teslim oldum; hışımla kalkan elim, saniyeler içinde havadaki gerginliği yardı. Keskin bir bıçak gibi sessizliği bileyen tokat, resmen kızgınlığımın gür bir sesi gibiydi. Tepemize yükselmiş ve orada öylece asılı kalmıştı.  


Yediği darbeyle başı yana düşen Merih, bir müddet hiç kımıldamadı. Dağınık saçları alnına devrilmiş; kaşları çatılmıştı. Dudakları hafifçe aralandı fakat tek bir kelime bile dışarıya çıkamadı; tenindeki sızıyı bastırmaya çalışır gibi dilini belli belirsiz yanağına sürtmüştü. 


Yavaşça doğruldu, derin bir soluk aldı. Donuk gözleri beni bulduğunda, kendisini zaptetmek için ne denli çabaladığına anbean tanık olmuştum. Birden kıyılarımdan çekilen öfke, gerisinde kor gibi bir pişmanlık bıraktı. Ne yapmıştım ben? Yaşlar ufak iğne misali gözlerime batarken, kanatmak istercesine dudağımı dişledim.


Nasıl vurabilmiştim ona?  


Attığım tokat gururuna isabet etmişti şüphesiz. Çetin bir kış gecesi kadar soğumuştu bakışları. Hayal kırıklığı esiyordu içlerinde. Defalarca kez dudaklarını araladı, bastırdı; araladı ve bastırdı. 


Nitekim yalnızca şunu söyledi. "Defolun gidin evimden."  


"Merih.." Dudaklarımdan yakarış dolu bir fısıltı döküldü ancak ona kendimi duyurabilmem olanaksızdı artık. Cayır cayır yanan avucumu ovuştururken, uzanıp eline tutunmamak için büyük bir mücadele veriyordum.


"Gidelim hadi Demre, gel," Birden kendimi kapıya doğru sürüklenirken buldum. Omzumun üstünden gözlerine bakmaya çalışmış fakat başaramamıştım. Evinden çıkmamızı dahi beklemeden, üzerine ışık düşen bir gölge gibi duvarın arkasında kaybolmuştu. 


Uyuşmuş bir şekilde, bileğimi tutan güçle bir yerlere sürüklenirken; tüm hiddetimin çıktığı yere, avucumun içine baktım. Daha önce hiç birisine tokat atmamıştım; hiç bu kadar öfkeme teslim olmamıştım. Vuruşumun bıraktığı sızıyı hâlâ tenimde hissedebiliyordum. Başının yana düşüşü gözlerimin önüne aksedince acıyla yutkundum.  


Yokuş yukarıya beni sürükleyen gücün bilincine vardığım an, sertçe elimi çektim. Benimle birlikte o da durdu, yüzüme baktı. Hâlâ üstünde tüten sinirle nefesini salmıştı. Ağzından çıkan beyaz duman, geceyle harmanlandı.


Birden kendi kendine söylenmeye başladı. "Daha fazlasını hak ediyordu o herif. Tek bir tokat az kalır ona." 


Sözleri kendimi daha berbat hissetmeme neden oldu. Ansızın külçe misali boğazıma oturan bir yumruyla dudağımı dişledim. Tıpkı annemi son kez yaraladığım o günkü gibi hissediyordum kendimi; hiç incitmek istemediğim birisinde açtığım her yara, sanki onu değil de beni kanatıyordu.


Ve yine kanıyordu.


Birbirine bastırdığım dudaklarımdan kesik bir hıçkırık taşınca başımı eğdim. Hâlâ avucumun içini ovalıyor, sızıyı dindirmeye çalışıyordum. Hiç umulmadık bir şekilde beni ağlarken bulan Uraz, ne yapacağını şaşırarak yanıma sokuldu. Hayretle eğilerek yüzümü görmeye çalışıyordu. 


Kendime çekerek küçülttüğüm omuzlarıma nazikçe tutunurken, "Demre, ne oldu? Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Sesindeki endişe öylesine ağırdı ki kendisini taşıyan soruyu adeta altında eziyordu. 


Elimin tersiyle yanaklarımı ıslatan yenilgileri silerken, derin bir soluk alarak kendimi yenmeye çalıştım. Uraz'ın karşısında ağladığım için utançla dolmuştum. Neler oluyordu bana? Anlayamıyordum, kendi düğümlerimi çözemiyordum. 


"İyiyim, sadece bir an sinirlerim bozuldu," Yavaşça geriye kaçılarak ellerinden sıyrıldım. Kollarımı kendime sararken, gözlerine kaçamak bir bakış fırlatmıştım. "Telefonun için üzgünüm. Almak için elimden geleni yaptım ama başaramadım." 


"Önemli değil, olan oldu artık," Uzanıp tekrar omzumu sıvazladı. Bu yüzden ağladığımı zannettiği anlayışlı gülümsemesinden belliydi. "Kendini üzme, ben yeni bir telefon aldım zaten. Hatta numaranı çoktan kaydettim, seni çaldırayım sen de kaydet." 


Ceketinin cebinden telefonunu çıkarışını izlerken dalgın dalgın mırıldandım. "Numaramı tekrar nasıl buldun?" 


Bu sefer kaçamak bir bakış fırlatma sırası ondaydı. "Ezberlemiştim."


Hiçbir karşılık vermedim; sessizce, telefonunu kurcalayışını izledim. Ekranını bana çevirerek Demre'm olarak kaydettiği numarayı çaldırışını gösterdi. Telefonumun evde olduğunu söyleyip, hızlıca konuyu değiştirmeye çalıştım; ismimi kaydetme şeklini görmezden gelmiştim. 


"Neden yazılımcı birisine ihtiyaç duymuşlar? Ne yapıyorsun burada tam olarak?" 


Telefonu kapatıp geri cebine atarken nefesini üfledi; sanki karmaşık bir konuya el atmaya hazırlanıyordu. "Aşağıya örgüte ait tüm bilgilerin toplandığı ve korunduğu bir sistem kurmuşlar. Ama sistemlerine saldırı oluyormuş, bilgi sızıntısı varmış. Siber güvenlik için buradayım kısaca."


Sesimi alçaltarak sordum; birilerine duyulmaktan çekinmiştim. "Aşağıya indin mi yani?" 


Yalnızca başını salladı. Yanıtlaması zor bir soru sormuştum belli ki. Meraklı bakışlarıma daha fazla dayanamayarak, "İlk defa bugün indim," diye açıklamaya başladı. O da sesini alçaltmıştı; neredeyse fısıldıyordu artık. "Sistem odası dışında hiçbir yere gitmeme izin vermediler. Ama karanlık ve uzun koridorları olan, soğuk bir yerdi."


Tekrar oraya inmiş gibi ürperişini izlerken, merakla sordum. "Nasıl bilgiler var peki odada? Hiç bir şey öğrenebildin mi?" 


Apaçık bir kaygıya bulanmıştı şimdi. Etrafı kolaçan ederken, bana doğru sokuldu. "Demre," derken, sesi taşıdığı tedirginlikle koyulaşmıştı. "Bana bir sözleşme imzalattılar, bilgi sızıntısını önlemek için. Onlarca maddesi olan değişik bir sözleşmeydi." 


Kaşlarımı çatarak ben de ona sokuldum. Aynı sözleşmeye benim de imza atmış olmam, tedirginliğinin bana da bulaşmasına yol açmıştı. "Nasıl yani? Ne gibi maddeler vardı mesela?"


"Yani, saçma sapan anlamsız maddeler," Hatırlamaya çalıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. "Eğer hoşlarına gitmeyen bir şey yaparsam başıma her şey gelebilir kısaca. Doktorlarına tedavi olmayı kabul ettiğim bir madde vardı mesela. Gerekirse beni tedavi için alıp bir yere bile kapatabilirlermiş."


Hayretle geriye kaçıldım. "Ne doktoru? Nereye kapatıyorlarmış?" 


"Bilmiyorum ama Merih denen adam haksız sayılmazdı," dediğinde huzursuzca kımıldandım. "Sonum Mustafa abi gibi olursa pek şaşırmam." 


Keyifsiz gülüşünü izlerken, içimdeki tüm umut solarak eridi. Çaresizce elimi alnıma dayarken, kısa bir anlığına gözlerimi yumdum. "Neden imzaladın böyle bir sözleşmeyi Uraz? Ya bir şeyler yolunda gitmezse? O zaman ne olacak?"


Gülüşü solarken, yerini ihtiyatlı bir sakinlik aldı. "Aynı şeyleri ben sana söylediğimde beni dinlemiş miydin? Dinlemedin, buraya geldin. O yüzden sen de boşuna kendini yorma, imzaladım işte." Gözlerimde her ne gördüyse biraz daha yatıştırma ihtiyacı hissetti. "Hem öyle aylarca sürecek bir iş de değil bu. Benim vaktim seninki gibi bol değil. Kanıt toplamak için kısıtlı bir sürem var." 


"Haftada kaç gün geleceksin buraya?"


"İki üç günde bir sanırım." dedi, gülümseyerek.


Terslercesine, "Niye gülüyorsun? Bunda gülünecek ne var?" diye sordum. Yeterince gergindim zaten; bir de üstüne sevinçli olduğunu görmek daha da sinirlerimi bozuyordu. Resmen ağlanacak hâlimize gülüyordu. 


"Artık seni daha sık görebileceğim, onu fark ettim." dedi, beni afallatan bir cüretkarlıkla. 


Kollarımı çözerek yanından geçtim, yürümeye başladım. "Canından olabileceğini de bir an önce fark edersin umarım." 


Hızla aramızdaki mesafeyi kapatıp bileğimi yakaladı. Durmaya zorlayarak kendisine çevirmişti beni. Ela gözlerinde sevimli bir merak vuku bulmuştu. "Hiç mi özlemedin beni?"


Yavaşça elimi çekerken, "Özledim tabii ama şu şartlarda görüşmek istemezdim seninle," diye mırıldandım. Sözüme devam edeceğim sırada arkadan yükselen tuhaf bir sürtme sesiyle dikkatim dağıldı. Hızla o tarafa döndüm. 


 Karanlık bir gölge gibi çalıların arasından Mercan'ın çıktığını görünce baştan aşağı kasıldım. Bir süredir orada saklandığı suratındaki cesur gülümseden belliydi; aldırışsızca önümüzden geçerken, gözlerini bir an olsun üstümüzden ayırmamıştı. 


"Ne çabuk kaynaşmışsınız, hayret." Sözlerini tıpkı bir mayın gibi yolumuza dizerek, hiç durmadan yürümeye devam etti. Sesindeki zorbalık sağır birisinin bile duyabileceği güçteydi. "Neyse ben bölmeyeyim sizi." 


Ağır ağır uzaklaşmasını izlerken, Uraz'a doğru, "Artık gitmem gerek, bundan sonra konuşacağımız zaman daha dikkatli olalım." diye fısıldadım. Zaten yeterince sıkıntıyla bezenmiştim; bir de Mercan'ın bana ilenmesiyle uğraşıyordum.


Korumacı bir tavırla, "Sana sataşıyor mu?" diye sorduğunda, yokuşa doğru dönmüştüm. 


Gelişigüzel bir şekilde, "Hayır kimse bana sataşmıyor, merak etme." demekle yetindim. Ardından arkamı döndüm ve gecenin içine doğru yürümeye koyuldum. Benden önce eve varmasına rağmen Mercan'ı yolun kenarında beklerken bulmuştum.


Kollarını kendisine dolarken, büyüklenerek suratıma bakıyordu. Açığımı yakalamış olmanın zafer parıltıları vardı gözlerinde. "Demek arkadaşını da soktun konağa, bir de kimsem yok diyordun. Seni çok hafife almışız biz. Meğer şeytan tüyü varmış sende."


Hiç durmadan önünden geçerek eve yürürken, ters bir bakış attım. "İstediğin herkese her şeyi anlatabilirsin, aynı şekilde ben de anlatırım." 


Kapıya varıp zili çaldığımda, hemen arkamdaydı. Kızgın soluklarını duyabiliyordum. Omzumun üstünden gözlerine baktım; içleri nefretle gölgelenmişti. Kendisine açıkça meydan okumamın onu daha çok kızıştırdığı belliydi. 


Bir süre sessizce bakışlarıma karşılık verdikten sonra zehirli bir yılan gibi tısladı. "Ben susacağım ama sen de susacaksın. Eder bir yerlerden konuştuğunu duyarsam, işte o zaman çirkinleşirim." 


Aniden kapı açılınca önüme döndüm; suratıma savurduğu tehditleri dışarıda bırakarak hızlıca içeriye girdim. Eşikte bizi karşılayan Aylin, eve sızdırdığımız yoğun gerginliği hiç hissetmeyerek neşeyle gülmüştü. 


"Nerede kaldınız?" Kapıyı örttükten hemen sonra, ifadesizce yanından geçip gitmeye yeltenen Mercan'ı kolundan yakaladı. Zar zor durdurarak serzenişte bulunmuştu. "Nereye gidiyorsun hemen? Harika bir gelişme oldu. Yarın Dilara'nın doğum gününü kutlamak için dışarıya çıkacağız!" 


Ancak arzuladığı tepkiyi alamamıştı. Gözleriyle beni yoklayınca gülümsedim; kaygılarımı baskılamak için çaba sarf ediyordum. Ama pek beceremiyordum. Hâlâ yüzeylerimde birtakım endişeler ve korkular yüzüyordu. 


"Ben gelmeyeceğim, hastayım biraz." diyerek hızlıca odasına çekilen Mercan, merdivenlerden inmekte olan Sude'yi alaylı alaylı güldürmüştü. Yanımıza gelirken hâlâ arkasından bakıyordu. Yüzünde küçümseyici bir buruşukluk vardı. 


"Yine neye sinirlenmiş bu?" Aylin'in omuzlarını silktiğini görünce tekrar güldü. "Menopoza giren kadın gerginliği var bunda. Neyse siz onu boş verin," Birden bana döndü, suratını saran heyecan tüm kötümser duyguları bertaraf etmişti. "Yarın lunaparka gideceğiz! Meral abladan izni koparabildik. Geçen gün yaşanan olaydan sonra biraz stres atmak istememizi haklı buldu." 


Koluma girerek basamakları tırmanmaya başlayınca ben de peşinden sürüklendim. Lunapark kelimesi adeta içimdeki karanlığı dağıtan bir huzme etkisi yaratmıştı. "Herkes bizim odada, hadi gel."


Sessizce arkasından giderek odaya girdiğimde, gerçekten de herkesin toplanmış olduğunu gördüm. Yatağın ucuna sinmiş, halının üstünde oturan Buket ve Aslı'yı fark edince gözlerimi kaçırdım. Son tartışmamızdan sonra ikisinden de çekinir olmuştum; bana karşı şüphe güttüklerini hissedebiliyordum. Ancak yaşadığım bu ufak tatsızlıklar yine de beni aşağıya inme kararımdan alıkoyamayacaktı. 


Odanın tam ortasında dikilen Dilara bizi görünce pürneşesiyle yanımıza koştu; biz bölmeden önce kızlara heyecanla bir şeyler anlattığı belliydi. Kolunu omzuma atarak ağırlığını bana verirken, kulağıma doğru, "Demo!" diye bağırmıştı. "Sen buraya geldiğinden beri şansımız yaver gidiyor. Yarın ikinci kez dışarıya çıkıyoruz. Bize şans getirdin resmen."


Sude de kolunu omzuma atarak üstümdeki yükü arttırırken, ikisinin arasında ezildim. İstemsizce gülmüş, kısa bir anlığına da olsa dertlerimi unutmuştum. "Sayende bizim cenabetlik seviyesi de azaldı."  


 Yatağın başlığına yaslanmış olan Sinem yanından kaptığı ufak yastığı Sude'nin kafasına fırlatırken, "Pis pis konuşma," diyerek çemkirmiş ama yine de kıkırdamıştı. Birbirine karışan gülüşler duvarlara sinerken, aşağıdan gürültülü bir vurma sesi yükseldi. Sessiz olun diyen bir tahammülsüzlüğü vardı bu vuruşların. 


Sude beni yanına, yatağın ucuna çekerken, "Mercan bugün formunda, yine şirretlik yapacak," diye mırıldanmıştı. 


"Son günlerde hiç olmadığı kadar agresif, neden acaba?" Dilara'nın merakla sorduğu soru, odadaki herkesi düşüncelere sürüklemişti. Bir süre sessizliği dinledik. 


Tek tek herkesin üstünde gözlerimi gezdirirken, benden başka birisinin bu sırrı bilip bilmediğini anlamaya çalışıyordum. Ancak kimsede bir belirti bulamamıştım. Belli ki talihsiz bir şekilde sırrı yalnızca bana bulaşmıştı. Ama en nihayetinde başkalarına da bulaşacaktı; çünkü bu konakta sır tek bir kişiye ait olmuyordu. 


"Yarın doğum gününmüş," diyerek konuyu değiştirdim. Gülümseyerek karşımda oturan Dilara'ya bakıyordum. "Az önce öğrendim."


"Evet, 17 Mart. Senin doğum günün ne zaman?" diye sordu, merakla. 


"Benim geçti, 21 Ekim'di." dediğim an, yanımda oturan Sude omzuyla beni dürttü. Ufak gözlerinde iri parıltılar vardı. 


"Seninkini seneye kutlayacağız o zaman." 


Yalnızca gülümsedim. Başıma gelecekleri ben de bilmiyordum; ama yine de o kadar vaktimin kalmadığını hissedebiliyordum. Artık kaderin bana layık gördüğü sona yaklaşmıştım. Son bedeli ödemeye hazırlanıyordum.


😔 


Beyaz taneler devriliyordu gökyüzünden. 


Loş bir karanlık çökmüştü etrafa. Ormanın tepesineyse beyaz bir yorgan örtülmüştü. İçinde işlenen tüm günahlar artık bu yorganın altına gizlenmişti. Hiçbir iz bırakılmamış, hiçbir leke kalmamıştı. Kimsenin konuşmaya kalkışmadığı, kelimelerin dokunamadığı ağır bir sırra dönüşmüştü.


Elimi havaya kaldırarak avucumun içine devrilen kar tanelerini seyrederken, yanımda birisinin varlığını sezdim. 


"Atkın çok tatlıymış," Yeryüzüne doğru raks eden karları yakalamaya çalışan Sude, bana yandan bir bakış atmıştı. Üzerinde kırmızı bir mont vardı. Saçlarını iki yandan sıkıca örmüştü. 


"Kardeşimindi." dedim, gülümseyerek boynumdaki sarı atkıyı düzeltirken. 


"Kardeşin mi vardı?" Şaşırarak bana döndü. İşaret parmağını suratıma doğru tutarken, gözlerini kısmıştı. "Bak, ne demiştim sana? Hicran'a benziyorsun, o da çok soru sorardı ama kendisinden hiç bahsetmezdi. Kardeşin olduğunu bile şu an öğreniyorum."


"Hiç sormadınız ki," Suçlamalarından savuşturur gibi dudaklarımı büzdüm. O kıza benzetilmek nedense kendimi rahatsız hissetmeme neden oluyordu. "Sorsaydınız anlatırdım, gizlemiyordum." 


Başını geriye attı, şimdi daha ciddiydi. "Ne oldu peki kardeşine?"


Yokuşu tırmanan siyah arabayı gördüm; tam da tahmin ettiğim gibi, bizi o götürecekti. "İntihar etti."


Dalgın dalgın ağzımdan çıkan sözler onu şaşkına uğratırken, ne demesi gerektiğini kestiremeyerek sustu. Zaten araba çoktan yokuşu çıkmış, davetkâr bir şekilde önümüzde durmuştu. Sude'nin filmli cama yansıyan hüzünlü suratını görünce geriye çekildim. Bana karşı duyduğu üzüntüden uzaklaşmak istercesine arabaya yürüdüm; tam bu esnada evden koşarak yanımıza gelen kızları fark ettim. 


Ece'nin heyecanla, "Öne ben oturacağım!" bağırışı tüm bahçede aksederken ben çoktan arkaya yönelmiştim. Yanına oturmak gibi bir düşüncem zaten yoktu; dünkü tokattan sonra suratına bakacak cesareti henüz kendimde bulamamıştım.


Yanımda taşıdığım soğukla arka koltuğa geçip tam ortaya oturduğumda, dikiz aynasından gözlerimiz birbirine değdi. Tıpkı ona vurduğum anki gibi donuk ve soğuktu. Üzerine siyah bir ceket, altına siyah bir pantolonu giymişti; bu hâliyle sıradan bir adam gibi duruyordu. Sessizliği çok gürültülüydü. Birden kızlar arabaya doluşunca, gözlerimiz birbirinden ayrıldı. 


"Demre biraz öne çık," Kucağıma çıkacak kadar dibime giren Sude beni sırtımdan itekleyince öne doğru kaykıldım. Neredeyse iki koltuğun arasına girmiştim. Yanından kaçmaya çalışırken kendimi yine yanında bulmuştum. "Üst üste bineceğiz mecbur. Aylin sen öne geç, iki kişi oturun." 


Merih kargaşayı kolaçan etmek için aniden arkasına dönünce bir karış ötesinde beni buldu. Nereye bakacağını unutmuş gibi gözlerini suratıma kenetleyince, cesareti karşısında baştan aşağı kasıldım. Etrafımızda bir sürü kişi var, bana öyle bakma. Ama suç biraz da bendeydi; tıpkı onun gibi ben de ona kenetlenmiştim. Gür kirpiklerin çevrelediği gözlerinde gezinirken karnıma usulca sıcak bir his doldu. Hiçbir şey göremeyen bir göz nasıl bu kadar güzel bakabilirdi dünyaya? Birden yanağındaki kızarıklığı fark edince, boğazıma bir yumru oturdu. 


"Aylin öne gel de bir an önce gidelim." Hızlıca önüne dönerek gözünü üstümden çekti. Sude ile atışan Aylin, Merih'in emrini duyunca itirazsızca dışarıya çıkıp ön koltuğa geçti. Arık bir yüzle yerini aldıktan sonra araba yola koyulabilmişti. 


Huzurla geçirdiğimiz dakikalar birdenbire Aylin'in, "Şu havaya fırlatan bir oyuncak var ya ona kesin binelim." demesiyle tepetaklak olmuştu. Her kafadan farklı bir itiraz yükselince müthiş bir uğultu patlak bulmuştu. 


"Ben hayatta binmem öyle şeylere," diyen Dilara, bu ses furyasının içinde tutunabilmek için bağırıyordu. Nitekim sıkıştığı yerden boğuk boğuk çıkıyordu cümleleri. "Kim neye binmek istiyorsa binsin." 


Baş ağrıtan bu gürültü, Merih'in duyurmak için çaba bile göstermediği keskin sesiyle birden baskılandı. "Kimse kafasına göre gezmeyecek. En az iki kişi olacaksınız. Demre ve bana eşlik etmek isteyen edebilir." 


Hışımla öne çıkan Sude beni kenara iteklemiş, Buket'in kucağına doğru bükülmeme neden olmuştu. "Neden Demre'yi peşinden sürüklüyorsun?" 


"Utanmadan soruyor musun bir de?" Yılan misali kıvrılan dağ yolunu olması gerekenden daha keskin bir manevrayla dönen Merih, hepimizin sola doğru savrulmasına sebep olmuştu. Tekrar o meşum günü yaşıyordu sanki; resmen öfkelenmişti. "Tekrar firar etmemesi için olabilir mi mesela?"


Ağır bir sessizlik oldu; kimse bu sessizliğin içine lafız atmaya istekli değildi. Kıvrıla kıvrıla indiğimiz dağ yolu boyunca da bizimle birlikte gelmişti. Cama çarpan minik karların suya evrilişini ve gerilerinde ıslak lekeler bırakışını izlerken, kendi içimde kaybolmuştum. 


Sanki yıllar geçmişti o günün üstünden; kalabalığın içinde savrulduğum o korku dolu anlar eskimiş bir hatırayı andırıyordu. Uraz'ı bir daha hiç göremeyeceğimi zannederken şu anda konakta çalışıyor oluşu, hâlâ düşündükçe beni afallatıyordu. Kimseyle bir bağ kurmamam gerektiğinin farkındaydım; ancak kendime mani olamıyordum. İstemsizce etrafımdaki insanları önemsiyor ve bir noktada da kaybetmekten korkuyordum. 


"Yanağına ne oldu, Merih abi?" 


Merakla yanındaki Merih'i inceleyen Ece'in sorduğu bu ani soru kalbimi tekletti. Arabanın içinde bir haraketlenme olmuş; herkes yanağına ne olduğunu görme çabasına girmişti. Yerinden kımıldamayan tek kişiyse bendim. İçten içe Ece'ye sövüyordum. 


"Önemli bir şey değil, traş yaparken tahriş oldu." Söylediği yalan kötü hissettirmişti beni. Kendimle yaptığım kavgada hırpalanırken, teninde bırakmış olduğum ize bakıyordum. Öylesine sert vurmuştum ki avucumun içindeki şişliği bile sezebiliyordum. Hâlâ inanamıyordum kendime.  


Neyse ki gerçeği örtbas etmek için kullandığı yalan başarılı olmuş, kimse tarafından sezilmemişti. Yolculuğun geri kalanındaysa bir daha hiç konuşmamıştı. Yalnızca arabanın içinde kopan curcunayı dinlemekle yetinmişti. 


Fuarın önüne vararak arabayı kenara park ettiğinde herkes kendisini dışarıya fırlattı. Dilara sanki yol boyunca hiç nefes alamamış gibi abartılı bir şekilde soluklanırken, Sude de ona katılmıştı. Ağrıyan sırtımı esneterek yanlarına gittim. 


"En azından siz arkanıza yaslanabildiniz, hiç sızlanmayın." 


Kolunu omzuma atan Sude, yarım ağız gülerek, "Onu bırak da tekrar ortadan kaybolup Merih abiyi kudurtman yok mu be Demo?" diyerek kulağımın içine doğru fısıldadı. 


Gülmeme rağmen kızgın bir sesle karşılık verdim. "Oldu, sonra benim başım yanıyor, sizin değil." Ağırlığının altından çıkmak için kolunu itekledim. Hep birlikte yürümeye başlamıştık; fuar kalabalığının içinden geçiyorduk. Yıldızsız geceyi adeta bir renk cümbüşü gibi aydınlatan dönme dolabın ışığı, mesafeye rağmen gözlerimizi kamaştırabiliyordu. Üstelik şehre inince kar da dinmişti; artık hiç yağmıyordu.  


Üstüme yüklediği ağırlıktan kurtulmaya çalışırken aniden beni öne doğru itekleyen Sude, "Merih abi tut, Demre yine kaçıyor!" diye bağırmış ve Merih'le ben hariç herkesi güldürmüştü. 


Elleri cebinde, tasasızca geceyi yaran Merih; bu basit şakaya yalnızca sönük bir bakış atmakla yetinmişti. Tavırlarında bizi aşağılayan bir ağırbaşlılık vardı. "Mümkünse daha az konuşmaya çalış, Sude."


Sude ona dilini çıkarıp önüne dönerken, artık lunaparkın girişine varmıştık. İkinci bir kapı gibi girişi tıkamış olan güruhu geçmek bile dakikalarımızı almıştı. Soğuğa rağmen etraf insan doluydu. Dört taraftan yükselen müzikler kalabalığın uğultusuyla harmanlanıyor; rengarenk ışıklandırmalarla da birleşince resmen baş döndürüyordu. 


Sonunda içeriye girebildiğimizde Merih'in bizi kenara sıkıştırmasıyla birbirimize sokulduk. "Kulağınızı dört açın şimdi," Arkamızdaki oyuncağın ışığı suratına vuruyor, tenini kırmızıya boyuyordu. Gözleri olduğundan daha da ürkütücüydü. Ya da belki bize aksettirmekten çekinmediği tehditkâr tavırlarından ötürü de böyle duruyor olabilirdi. Bilmiyordum. "Telefonlarınızın sesini açın, aradığım an cevap vereceksiniz. Oyuncağın tepesinde baş aşağı duruyor olsanız bile o telefonu yanıtlayacaksınız," Dalga geçtiğini düşünerek gülen Dilara, yediği hiddetli bakışlar karşısında dumura uğradı. Tedirgin tedirgin yanındaki Sude'ye bakındı. Fakat o da diğer kızlar gibi şaşkındı. "Lunapark alanının dışına adım atmak yok. Eğer bir terslik sezersem, direkt eve sepetlerim sizi. Ona göre." 


Kimse başını sallamak dışında yanıt verme gereksinimi duymamıştı. Önceki gezinin bedelini bu kadar katı kurallarla ödemeyi hiç beklemedikleri barizdi. Umulmadık bir sertlikti. Ben dahil herkes afallamıştı.


Üzerimizdeki etkisini arttırmak istercesine, tek tek hepimizin gözlerine dokunmuştu. "İki saat sonra geri döneceğiz. Buket ve Aslı'yı yanınızdan ayırmamaya çalışın. Şimdi, kim bizimle gelmek istiyor?"


Kimseden ses çıkmadı; kaşlarımı çatarak Sude'ye baktım fakat göz teması kuramadım. Aynı şekilde Dilara'ya da erişememiştim. Resmen benden başka her tarafa bakıyorlardı; suratlarındaki suçluluk duygusu sinirlerimin daha çok bozulmasına neden oldu. 


Beni tek başıma mı bırakacaklardı yani? 


Haksızlıktan öte bir şey değildi bu; herkes delicesine eğlenirken ben bir köşede Merih'in sigara tüttürmesini izleyecektim. Hiç benimle bir şeye binmeye hevesli gibi durmuyordu; etrafa attığı hoşnutsuz bakışlar bile bunun acı bir kanıtıydı. Zaten kendisini amansızca tokatlayan birisini memnun etme çabasına girmeyeceği de aşikardı. Oysaki bu benim ilk lunapark deneyimimdi; tüm gece heyecandan uyuyamamış, rüyamda bile oyuncakların arasında dolanıp durmuştum. 


"Tamam, dağılın öyleyse," diyerek, elleriyle sinek kovalar gibi kızları dağıtan Merih arkalarından nereye gittiklerine baktı. Anında kalabalığın içine nüfuz etmişler, heyecandan zıplaya zıplaya oyuncaklara koşuşturmuşlardı. Bir anlığına arkasına dönerek gözlerime bakan Sude, üzüntüyle dudaklarını büzdü. Nitekim iki uzun saat boyunca bu onları son görüşüm olmuştu.


Artık görünemez hâle gelen kızların üstünden gözünü çeken Merih, yavaşça bana döndü. Bana kendisini yabancı hissettiren buz gibi bir ifade vardı suratında. Tenine kızıl gölgeler düşüren ışığın altında, gözlerini üstümden ayırmayarak elini arka cebine attı; bir lahza belindeki silahın kabzası görünmüştü.


Çıkardığı sigara paketinin içinden bir tanesini kaparak dudaklarının arasına kıstırdı. Birkaç yakıştan sonra tütünün ucu alev alabilmişti; çakmağı geri cebine attı. Sanki ciğerlerine giren son nefes buymuş gibi derin bir soluk çekerken, gözleri hâlâ üstümdeydi. Resmen inadına konuşmuyordu; beni sessizliğiyle cezalandırıyordu.  


Daha fazla dayanamayarak, konuşan ilk kişi ben oldum. "Şimdi ne yapacağız?" 


"Bekleyeceğiz." dediğini duyduğum an, büsbütün yıkıldım. Onunsa keyfi yerindeydi. Yanıma gelerek arkamızdaki demir tırabzana yaslandı. Tek elini pantolonun cebine sıkıştırırken, usul usul sigarasını içmeye koyulmuştu. Kırmızı ışık artık sırtına vuruyordu. 


"Neden bekliyoruz ki?" Sesimi duyurabilmek için yanına sokulmuştum. O etrafı izlerken, ben beklentiyle suratına bakıyordum. "Biz de bir tanesine binelim, bence eğlenceli olur."


Uzunca düşünerek söylediğim sözler, yandan attığı fersiz bakışlarla tüm anlamını yitirmişti. Hıncını böyle mi çıkarıyordu benden? Daralarak boynumdaki atkıyı çözdüm; gözlerimi kamaştıran oyuncaklara bakınıyordum. Bu kadar da talihsiz olamazsın kızım. İki saat boyunca öylece bekleme düşüncesi adeta içimdeki tüm neşeyi söndürmüştü. 


Merih'in birden kaşlarını çatarak kalabalıkta bir yere kilitlendiğini fark edince, merakla ben de o tarafa bakındım. Ama birbiri içine karışan insan yığınından başka bir şey görememiştim. "Ne oldu? Nereye bakıyorsun?"


Kaşlarını gevşetmeden geri arkasına yaslanırken, yalnızca, "Birisini gördüğümü zannettim." demekle yetinmiş, başka açıklama yapmamıştı. Omuzlarımı silkerek, etrafı incelemeye devam ettim.  


Saatler gibi hissettiren dakikaların sonunda tekrar sessizliği böldüm; hayranlıkla, tepemizde yükselen dönme dolabı izliyordum. "Buna binelim mi? Aşırı keyifli duruyor," Hiçbir tepki alamamıştım; suratıma bile bakmamıştı. Sesimdeki heyecan titriyor olsa da şansımı denemeye devam ettim. "Düşünsene, bütün İzmir ayaklarımızın altında olacak. Hayal bile edemiyorum ben." 


Sessizlik.


Gözlerimi yumarak ciğerlerimdeki tüm nefesi üfledim; aynı anda içimdeki heyecan da dışarıya taşmış, beni bırakıp terk etmişti. Sırtımı tıpkı onun gibi tırabzanlara yaslarken tepemizde dönen ürkütücü oyuncağı seyretmeye başladım. Gökyüzüne doğru savrulan insanların attığı tiz çığlıklar, resmen geceyi ortadan ikiye yarıyordu. 


Aniden havaya fırlayan ayakkabıyı görünce, şaşkınlık içinde zıplayarak kendi kendime güldüm. "Baksana, ayakkabısı ayağından çıktı!" 


Ne baktı ne de bir tepki gösterdi. Bitirdiği sigarayı yere atarak sertçe çiğnerken beni duymazdan geldi. Birden sabrımın tükendiğini hissettim. 


"Ya Merih," Uzanıp cebindeki elini dışarı çıkardım, iki elimle sımsıkı kavradım. Önce eline ardından bana baktı; dokunuşumdan rahatsız olmuş gibi kaşlarını çatmıştı. Nitekim elini çekmeye çalıştı; fakat bırakmadım. "Hayatımda ilk kez lunaparka geliyorum ben. En azından bir tanesine bineyim, ne olur. Bir daha kim bilir ne zaman gelebilirim buraya."  


Umursamazca, "Gelirsin elbet." dedikten sonra tekrar elini çekmeye yeltendi. Ama bırakmamış, daha sıkı tutunmuştum. Sanki azalan vaktimi sezmiştim o an; böyle bir yere bir daha gelemeyeceğimi hissetmiştim.


"Gelemem işte," Elini çekiştirerek bana bakması için zorladım. Sesimi duyurabilmek için suratına doğru uzanmıştım. Tütünle karışık kokusunu soluyabiliyordum. "Sen değil miydin bana bir adım atarsan ben sana üç adım atarım diyen? İşte, bir adım atıyorum sana. Sen de bana at."


Kaşlarındaki çatıklık gevşedi ama gitmedi; şimdi yalnızca şaşkınlık izleri barındırıyordu. Söylediklerimi nasıl yorumladığını bilmiyordum fakat bu kadar cüretkâr bir şey duymayı beklemediğini anlamıştım. Şaşkın şaşkın gülünce dişleri gözükmüştü. Koyu bir alayın bulaştığı gözleri, bir karış ötesinde duran suratımda dolanıyordu. 


İçten içe benimle alay mı ediyordu?  


Bilmiyordum ama en azından ilgisini çekmeyi başarmıştım. Bedenini bana çevirerek omzunu tırabzana yaslarken, artık ellerimden kurtulmaya kalkışmıyordu. "Sırf şu oyuncaklara binmek için söylediğin laflara bak. Benden rahatsız olduğunu sanıyordum." 


Yavaşça elini bıraktım. Tekrar yanağındaki kızarıklığı görmüş, utançla dolmuştum. "Senden o kadar da rahatsız olmuyorum, kızgınlıkla söylediğim bir laftı. Ağzımdan kaçtı."


"Demek öyle," Düşünceli düşünceli önüne dönerken ellerini geri cebine soktu. Hâlâ mesafeli ve soğuktu ama en azından konuşuyordu. "Sadece bir hakkın var. Hangisine harcayacaksın?" 


Sevinçle zıplayarak ellerimi çırptım. Aniden kendimi kaybetmiştim. "Buna binmek istiyorum!" Bağırarak dönme dolabı gösterdim; ardından kalabalığa doğru koştum. Fakat sadece üç adım atabilmiştim.


"Hop, dur bakalım orada," Parmakları belimi kavrarken, uyguladığı azıcık güçle bile olduğum yere mıhlanmıştım. Vazgeçtiğini söylemesinden korkarak suratına baktım. "Sakin sakin gidiyoruz yavrum, sakin sakin." 


Elini sırtıma kaydırarak beni yönlendirdi. Kalabalığı yarıyor, önümüze düşenleri elinin tersiyle kenara itekliyordu. Biletimizi alıp sıranın arkasına geçtiğimizde içim kıpır kıpırdı; kalbim heyecanla kasılıyordu. Durmadan başımı ani bir hareketle geriye atıyor ve arkamda dikilen Merih'in göğsüne çarpıyordum; ama yine de en tepedeki kabinlere bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. 


Oraya kadar çıkacak mıyız gerçekten?  


Etrafa bakınarak kızların şu anda nerede olduklarını düşündüm. Belki de onlar da dönme dolaba binmişti. Belki de karşılaşacaktık. Bu tatlı tesadüfün ihtimaliyle kendi kendime gülümsedim. Merih beklemekten sıkılarak bir sigara daha yaktığında, sonunda sıra bize geldi; heyecanla binmeye yeltenirken gişe görevlisi tarafından durduruldum. 


"Sigarayla binmek yasak." 


Merih'in adama attığı bakıştan dikleneceğini sezerek hızla geri döndüm. Uzanıp dudaklarındaki zehiri kapmış, yere atarak ayağımın ucuyla ezmiştim. Engel olamayacağı kadar çevik davranmıştım.  


Görevliye içtenlikle gülümsedim; ardından neye uğradığını şaşıran Merih'i de peşimden sürükleyerek kabine bindim. 


"Ne içtin sen buraya gelmeden önce?" İri cüssesiyle karşıma otururken kapı üstümüze kapanmış, yavaşça hareket etmeye başlamıştık. Oyuncak kabine sokulmuş devasa bir adam gibi duruyordu. Neredeyse tavana değecekti başı; iki kişilik yere ancak sığabilmişti. Ama rahatsız duruşuna rağmen söylenmeye devam ediyordu. "Bir cesaret gelmiş sana." 


 Sataşmalarına sağır kalarak pencereden aşağıya baktım. Ağır ağır yeryüzünden ayrılıyorduk. Şimdiden bile ufacık kalmıştı tüm insanlar; oradan oraya koşuşturan karıncaları andırıyorlardı. Oturağın üstünde kayarak öteki pencereden bakmaya başladım. Kendi heyecanımda kaybolduğum esnada üstümde hissettiğim ağır bakışlarla duraksadım. Gerçekten de beni izlerken bulmuştum onu. Aniden dudaklarına kıstırdığı sigarayı görünce hayretle öne atıldım. 


Çakmağı yakamadan durdurmuştum. "Ya ne yapıyorsun Merih? İki dakika içmesen ölür müsün?"


"Ne iki dakikası yavrum?" O konuştukça aşağı yukarı inen sigara, sesinin boğuk boğuk çıkmasına yol açıyordu. Ancak buna rağmen yavrum kelimesi kulaklarımda çınlamıştı. "Yarım saat buradayız."


"Yarım saat mi?" Hayretle etrafa bakındım. Devasa büyüklükteki bu eğlence aracının, tam bir turunu gerçekten de yarım saatte mi tamamladığını anlamaya çalışıyordum. Bu kadar uzun süre onunla küçücük bir kabinde yalnız kalacağımı hiç düşünmemiştim.  


Çakmağın sesini duyunca tekrar uzanarak durdurdum. Onun bana keyifsizce, benim de ona öfkeyle baktığım kısa bir an yaşamıştık. "Ufacık yerde sigara mı içilir ya? Dumandan ölürüz burada. Kaldır şunu, inince içersin."


Gözlerini üstümden ayırmadan sigarayı sertçe ağzından aldı; çakmakla birlikte cebine sıkıştırdı. Sonra birden ayağa kalktı, eğik bir hâlde attığı büyük bir adımla kendisini yanıma bıraktı. İri cüssesinin altında ezilmemek için atar topar kenara kaçıldım; resmen iki büklüm olmuştum. Tek tarafa binen ağırlıkla birlikte kabin birden tekinsizce sallandı.  


Panikleyerek pencereye tutundum. "Ne yapıyorsun? Tüm dengesini bozdun! Ağırlığın eşit dağılması lazım, böyle olmaz." 


Tasasızca kolunu arkamdan geçirirken, beni sıkıştırmaktan hiç çekinmeyerek yayvanca kuruldu. Rahatça bana doğru ayırdığı bacağını sertçe dizimle iteklesem de hiçbir etkisi olmadı. O kadar daraltmıştı ki alanımızı göğsüne yaslanmaktan başka çare bırakmamıştı bana. Fakat yine de sızlanamamıştım çünkü üşümüştüm. Hafif hafif titriyordum. Gökyüzüne tırmandıkça artan soğukluk bedeninden yayılan sıcaklıkla baskılanmış, resmen merhem gibi hissettirmişti. 


"Sakinleş, keyfini çıkarmaya bak." 


Hırçın bir bakış attım. "Üst üste otururken mi keyfini çıkaracağız?"


Uzaklara bakarken düşünceli düşünceli dudaklarını büzdü. "Fena fikir değilmiş aslında." 


Öfkeyle dirseğimi karnına vurdum. "Merih! Hiç komik değil."  


Yüzünü buruşturup vurduğum yeri ovalarken, içine içine konuşur gibi, "Sen beni darp etmeyi iyice alışkanlık hâline getirdin." dedi. Sanki yediği tokadı anımsamıştı; yine tadı kaçmıştı. 


Sertçe nefesimi üflerken, gözlerimi kaçırdım. Yavaşça altımızda yükselen şehrin silüetine baktım bir süre. Çıkmak üzere olan cümlenin kıvranışını yaşıyordum. Söyle ve kurtul. Suratına bakmaktan kaçınmıştım. "Dün olanlar için özür dilerim. Söylediğin şey beni çok sinirlendirdi, bir an kendimi kaybettim. Hiç benlik bir hareket değildi, daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım."


Kulağıma doğru eğildi; gülmüştü ama neşeden yoksun bir sesti bu. "Hani hep derler ya," Mühim bir meseleden bahsediyormuş gibi ciddileşmişti. Kulağıma doğru konuşmayı sürdürürken, kör gözlerle altımızdaki şehri izliyordum. Zihnimin algılayabildiği tek olgu, onun yanıbaşımdaki varlığıydı. "Evliliğinizi kapalı kapılar ardında yaşayın, aranızdaki sıkıntıları üçüncü kişilere yansıtmayın diye," 


Lafı nereye bağlayacağını düşünürken yavaşça kaşlarımı çattım. Israrla ona bakmamaya çalışıyordum; çünkü yüzünü istemeyeceğim kadar yakınımda bulacağımın farkındaydım. "Kapalı bir kapının ardında bana o tokadı atmış olsaydın eğer, belki bu kadar canımı yakmazdı. Turgut'tan yediğim dayak bile daha tatlıydı, kitapçı kız."


İnce ince yaptığı serzeniş, içimi parçalamıştı. Bir şeyler söylemek istedim ama söyleyemedim. Sessizce yuttuğum kelimelerin pişmanlık dolu tadı dilime yayılmıştı. Demek pişmanlık böyle bir şeydi. 


Sözlerine kattığı muzip vurgularla yükümü hafifletmeye çalıştı. Mahcubiyetimin ağırlığını o da sezmişti sanki. "Bu evliliğe üç kişi fazla. O yüzden kapat şu kapıyı önce, sonra bana ne yapacaksan yap." 


Kendimi tutamadım; gülerek ona döndüm. "Ne saçmalıyorsun ya?" 


Benden ona bulaşmış gibi, o da gülmüştü. Gözlerinde ufak yıldızlar parlıyordu. "Ben de bilmiyorum, artık nasıl nevrimi döndürdüysen bilmeden evlilik teklifi bile etmiş olabilirim sana."


Artık üşümüyordum; aksine sıcaklamıştım. Resmen gözlerinin içinde kaybolmuştum; başka bir yere bakamıyordum. Gülümseyişi o kadar güzeldi ki her seferinde beni afallatıyor, şaşırtıyordu. "Senin nevrin dönmeye dünden razı bence, benim bir suçum yok yani." 


"O da bir ihtimal tabii, o da bir ihtimal," diye fısıldadı. Gülümsemesi biraz daha yayılmıştı dudaklarına. Birden uzandı, parmağının ucuyla tenimin kıyısındaki ince tutamı itekledi; dokunuşu varla yok arasıydı, yumuşacıktı. Ansızın ciğerlerim sıkıştı; başımı başka tarafa çevirmek istedim ancak yapamadım. Gözleri usulca tenimde gezinirken, resmen kaskatı kesilmiştim. Nefes alamıyordum.  


"Saçlarını salmak sana çok yakışıyor, daha sık salsana." 


Kelimelere uzanamıyordum; çünkü panik hâlindeydim. Gözlerinin dudaklarıma kaydığını fark ettiğim an, zihnimin şalteri atmıştı; tüm düşünceler karanlığa hapsolmuştu. Korkunç bir suskunluğa tutsaktım artık. Aramızdaki uçurum öylesine azalmıştı ki içimizden birinin yapacağı çabasız bir manevrayla tamamen sıfırlanabilirdi. Fakat ne o yapıyordu bu manevrayı, ne de ben. Onda telaş yoktu; bende cesaret. 


Soluklarımız birbirine karışırken, yavaşça kaşlarını çattı. Zor bir kararın eşiğinde sıkışıp kalmıştı sanki. Sonra birden gözlerini gözlerime yükseltti; her ne gördüyse, kaşları gevşemişti. "İstemediğin hiçbir şeyi yapmam sana. Durmamı istiyorsan söylemen yeterli. Bir daha adım atmam, dururum."


Durma.


Göğsüm sıkıştı. "Dur." 


Çelimsiz fısıltım kabini inleten bir gürültü gibiydi. Merih hızla geriye çekilerek doğruldu, karşımızdaki pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Hafifçe toparlanmıştı; artık bedenlerimiz birbirine yaslanmıyordu. İçimi ısıtan sıcaklığını bile geri çekmişti üstümden. 


Elini cebine atıp sigarasını çıkarırken, "İşte buna yakılır." diye mırıldandı. Tütünün ucuna dayadığı ufak alevi izlerken, bu sefer karşı koymamıştım. Çakmağı geri cebine sokup, derin bir soluk çekti içine. Sertçe üflediği duman karşı pencereye çarpmış, etrafa dağılarak tüm kabine yayılmıştı. 


Gözlerimi kıvrık kirpiklerinden ayırarak soluma döndüm ve doğup büyüdüğüm şehrin sokaklarını izlemeye koyuldum. Durmalıydı, durmalıydık. Aramızda ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu fakat her neyse o, burada durmalıydı artık. Biz indikten sonra da burada kalmalıydı. 


Yavaşça yutkunurken, içimdeki yangının alazlarını boğazımda hissetim. 


Eski ben istediği kadar dağılamazdı; çünkü toparlaması gereken bir kardeşi vardı. Sırf bu yüzden, içindeki yangınlara teslim olamazdı. İstediği kadar yanamazdı. Ama artık farklıydı; dağıldığı yerden toparlamam gereken kimsem yoktu. Artık acı yalnızca bana aitti. İstediğim kadar yangınlarımda yanabilir; külleşene kadar kendimi yakabilirdim.


Acıyı sesimden ayıklamakla uğraşmayarak, sessizliğimizi böldüm. Sanki o an bölmesem, sonsuza dek aramıza örülecek gibiydi. "İzmir'de mi büyüdün sen de?" 


Sakin sakin sigarasıyla birlikte tükenirken, yanıtlamak için acele etmedi. O da benim gibi şehri izliyordu. "Evet, çocukluğum Çeşme'de geçti."


Çocukluğunun yattığı odanın kapısını bana açmış olmasına şaşırarak, merakla sordum. Ben ona dönmüş olsam da o karşıya bakmayı sürdürüyordu. "Ailen de burada mı yaşıyor?"


Gittikçe ufalan zehirden derin bir nefes daha çekince elmacık kemikleri belirginleşmişti. Kaşlarında düşünceli bir çatıklık vardı. Sanki sorduğum sorular onu geçmişin bir paresine sürüklemişti. "Evet, hepsi burada yaşıyor."


"Kardeşin mi var?" Karanlık bir odayı andıran hayatına çelimsiz de olsa bir ışık tutabilmek, heyecanlandırmıştı beni. 


Kısaca, "Bir abla, bir erkek kardeş." dedi. 


Şaşırmıştım; bir süre sessizce düşündüm. "Öyleyse kaybedecek şeyleri olan birisin. Buna rağmen neden böyle tehlikeli bir iş yapıyorsun?" 


Uzun zaman sonra tekrar gözlerime baktı. Dakikalar önceki adam gitmiş, bambaşka biri gelmişti sanki. Gözlerindeki yıldızlar kaymıştı; artık yalnızca zifiri bir gece kalmıştı geriye. "Sen neden yapıyorsun?" 


"Benim kaybedecek hiçbir şeyim yok." dedim, kollarımı kendime dolarken.


Artık yeryüzüne geri inmiş, neredeyse turu tamamlamıştık. Bitiş noktasına vardığımızda öne doğru kaykılarak küçülen sigarayı ayağıyla ezmişti. Omzunun üstünden bana baktı; kelimelerinin arasından dumanlar sızıyordu. "Herkesin kaybetmekten korktuğu bir şey vardır. Konağa gelirken kaybetmekten korkmuyor muydun?"


Sorunun çarpıcılığıyla sarsılırken, yanıtlamaya fırsatım olmadı. Açılan kapıdan dışarıya çıkarak kabinden indi. Hızlıca peşinden gittim, kendimi temiz havanın kollarına attım. Bizden sonra içeriye giren iki kadının öksüre öksüre söylendiğini işitmiştim. Eğilerek kendi üstümü kokladım; her yerime sinen kokuyu alınca da yüzümü buruşturdum. 


Ne olurdu sanki iki dakika kendisini tutsaydı?  


Önden yürüyen Merih'i sessiz bakışlarımla kınarken, gözüme kenarda duran pamuk şeker arabası ilişti. Adımlarımı hızlandırarak ona yetişmeye çalışırken, "Merih, pamuk şeker alalım mı?" diye sordum. 


Ancak tam bu esnada yanımdan geçerek omzuma çarpan iri bir adamla sendeledim. Sinirle doğrulmuş, arkasından söylenmeye hazırlanmıştım. Nitekim yapamadım. Merih'in arkasına sokulan adamın kolunu tutarak onu durdurduğunu görmüştüm; ama tuhaf bir şekilde Merih hiç kımıldamamış, adama dönmemişti. Yalnızca olduğu yerde kalmıştı. 


Merakla birkaç adım öne çıkınca, adamın elinde tuttuğu çakı gözüme ilişti. Korkuyla ellerimi ağzıma örterken, ne yapacağımı bilemeyerek etrafa bakındım. Büyük bir curcunanın tam ortasındaydık; yanımızdan geçen insanlar yahut etrafımızda koşuşturan çocuklar, ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Bağırsam bile sesimi duyurabileceğim meçhuldü; çünkü zaten dört bir yanımız çığlıklarla doluydu. 


Merih'in yavaşça yüzünü adama döndüğünü görünce birkaç adım daha öne çıktım. Dudakları kımıldıyordu; aralarında bir konuşma geçtiği belliydi. Yanlarına sokulduğumu fark edince gözleri birden beni buldu. Olduğum yere çakıldım. Tek bir kelime dahi etmemişti; yalnızca koyu bir bakıştan ibaretti. 


Sakın yaklaşma. 


Merih'in bakışlarını takip eden adamın aniden yeşil gözleri beni buldu. Orta yaşlardaydı; şakaklarındaki saçları kırçıllaşmıştı. Gözleri iriydi; içine aldığı duygular da keza büyüktü. Dudağının kenarı yukarı kıvrılırken, Merih'e bir şeyler söyledi. 


Ardından bana doğru, "Sessizce buraya gel, sakın bir taşkınlık yapayım deme küçük hanım." dedi. Emrine uyarak henüz bir adım atmışken, Merih'in öfkeli hırlayışıyla duraksadım. Hiç olmadığı kadar saldırgandı bakışları. 


"Kımıldama."


Adam elindeki bıçağı sertçe karnına bastırınca yanağının seğirdiğini gördüm. Hızla öne atılarak yanına vardım. "Dur, tamam, geliyorum." 


Telaş rüzgarımı suratına yiyen Merih hiddetle gözlerini yumarak nefesini üfledi. Ama tuhaf bir şekilde göğsündeki şişlik daha da artmıştı. Her an bir küfür savrulabilirmiş gibi dudaklarını birbirine bastırmıştı. 


"Etraf çocuklarla dolu, şerefsiz herif," Birden yakasına asılarak adamı kendisine çekince bıçak ikisinin arasında sıkıştı; artık görünmüyordu. Korkuyla nefesimi tuttum. "Bula bula burayı mı buldun saçmalayacak?"  


"Düş önüme, çıkalım öyleyse şuradan." Sıkılı bir çeneden çıkan bu sözler, Merih'i yerinden kımıldatamamıştı. 


"Kız burada kalacak." dediği an itiraz etmeye kalkıştım. Ama adam benden önce davranmıştı. Tahammülsüzce gülerken, bana yandan bir bakış fırlattı. Dudağının kenarı karşısındakilerden tiksiniyormuş gibi yukarıya kıvrılmıştı. 


"Bırakalım da hemen birilerini mi çağırsın?" Hınçla koluna asılarak Merih'i döndürmeye yeltendi ancak gücü yetersiz kalmıştı. Bıçağın etine biraz daha saplandığı bir anlığına buruşan yüzünden belliydi; dayanamayarak öne çıktım. Ürkütücü bir cesaretle adamın bıçağı tutan eline tutunmuştum. 


"Yeter dur, sizinle geleceğim," Merih aniden kolumu kavrayarak beni geriye itekledi ve zorla adamın elini bıraktırdı. Burgu gibi delen gözlerini suratıma dikmişti; müthiş bir öfkeyle kuşanmıştı. Ona umursamadan tekrar öne çıktım; sadece adamın gözlerine bakıyordum artık. "Etrafımız insanlarla dolu. Çıkalım buradan, sizinle geleceğim."


Adam tekrar Merih'i itekleyince bu sefer durmadı, bizimle beraber çıkışa doğru yürüdü. Neşe furyasıyla dolu eğlencenin içinden geçerek lunaparkın dışına çıktık; artık tek tük insanın dahi uğramadığı, fuarın tekinsiz bir kıyısına çekilmiştik. Devasa ağaçların uzandığı, toprak bir yoldaydık. Oyuncakların ışığını kesen gür saçlı ağaçlar, etrafımıza loş bir karanlığın devşirmesine neden olmuştu. Artık atılan çığlıklar boğuk boğuktu.


"Uzun zaman oldu devrem," Merih'i sertçe sırtından itip kendisinden uzaklaştıran adam keyifsizce gülmüştü. "Yoksa Alageyik mi demeliydim?" 


"Kes lan sesini!" Birden öne atılarak yumruğunu adamın suratına indiren Merih, insafsız bir dalga gibi üzerine çökmüştü. Yediği ağır darbeyle geriye savrulan adam, elindeki bıçağı yere düşürdü. 


Korkuyla ağzımı örterken, Merih'in yerdeki bıçağı kapıp ağaçların arasına fırlatışını izliyordum. Kontrolünü kaybetmiş gibiydi; resmen gözü hiçbir şey görmüyordu. Benim orada durduğumu bile unutmuştu. 


"Yıllar geçti lan üstünden," Sendeleyerek ayağa kalkan adamın üstüne yürürken, öfkeyle bağırdı. Alev alevdi ağzından çıkan her kelime. "Hâlâ neyin peşindesin sen? Düş yakamdan yoksa ölümün benim elimden olacak." 


"Öldür lan, öldür! Yaşıyor muyum sanki ben?" Dudaklarına akan kanı elinin tersiyle silen adam, böğürürcesine suratına doğru haykırmıştı. Öylesine suçlayıcı bir sesti ki bu; beni ürkütmüş, yerimde sıçratmıştı. Aralarında her ne husumet yaşandıysa, öldüresiye bir nefret doğurduğu aşikardı.


Tam bu esnada karşı yolda beliren birkaç karartıyla adam o tarafa döndü. Elini kaldırmış, birilerine işaret yapmıştı. "Aylardır şu ânı bekliyorum. Sonunda, bu gece intikam gecesi. Artık hiçbir şey seni benim elimden alamaz, Merih Karahan."


Üzerimize doğru gelen üç adam bir anlığına Merih'in dikkatini dağıtınca, adam aniden atılarak tüm gücüyle karnına vurdu. Yediği darbeyle sarsılınca da üzerine çullanmış, kendisiyle birlikte onu da yere devirmişti. Artık Merih'in tepesindeydi; ardı arkası kesilmeyen yumrukları amansızca suratına indiriyordu. 


"Hayır!" Attığım çığlık geceyi inletirken, sert bir cismin yuvarlanarak birkaç adım ötemdeki otların arasında savrulduğunu duydum. Tökezleyerek, soluk soluğa yanına varmıştım. 


Silahtı bu. Merih'in silahı düşmüştü.


Hiç düşünmeden elime aldım ve gölgelerin arasından sıyrıldım. Ellerim bu tehlike saçan ağırlığın altında titrese de ayaklarım beni afallatan bir sağlamlıkla zemine tutundu; sesim tedirginlikten çok uzaktı. Yalnızca saf bir öfke taşıyordu. "Çekilin geriye, hiç acımam sıkarım!" 


Suratlarına doğrulttuğum silah hepsini şaşırtırken, Merih çoktan tepesindeki adamı savuşturmuş ve hışımla ayağa kalkmıştı. Dudağı kanıyordu; saçları dağılmıştı. Herkesi durduran bağırışım, onu da afallatmıştı. Çenesindeki kanı silerken, hayretle elimde tuttuğum tabancaya bakıyordu. Ansızın üstündeki hafifliği sezmiş, emin olmak için hızlıca belini yoklamıştı. 


"Oyuncak değil elindeki, aptal kız," Cesur bir adımla öne çıkan adam, aniden namlunun suratını hedef almasıyla tekrar duraksamıştı. Artık biraz daha temkinliydi. Bu yabancı kızda gerçekten tetiğe basacak yürek bulunuyor mu çözmeye çalışıyor gibiydi. Fakat yine de kızgın kızgın tıslamayı sürdürdü. "Otur kenara, büyüklerin işine karışma." 


Sinirli sinirli güldüm. "Bugüne kadar başıma ne geldiyse büyüklerin işine karışmadığım için geldi zaten," Tek tek adamların hepsinde gözlerimi gezdirdim. Yaşadığım panik avuç içlerimi terletmişti; silah her an elimden kayıp düşecek gibiydi. Ama buna rağmen sesim şaşırtıcı bir şekilde tok çıkabiliyordu. "Ayrıca evet, elimdeki oyuncak değil. O yüzden ona göre davranın." 


Merih gözlerini üstümden ayırmadan hızlıca yanıma sokulunca kokusu suratıma çarptı. Korkularım bir nebze de olsa yatışmıştı. Bu ağır yükü elimden alarak beni hafifletmesini beklerken, birden arkama geçti ve güçlü bir kavrayışla silahı bırakmamı imkansız kıldı. Adeta elimin üstüne kapanmıştı eli. Şimdi ikimizin de parmağı tetiğin ucundaydı.


Titrettiğim silahı ürkütücü bir sağlamlıkla havaya kaldırarak dikleştirdi; namlunun ucu artık dosdoğru hedefin alnını bulmuştu. Elini karnımın üstüne bastırarak beni göğsüne yaslarken, kurnaz fısıltısı kulağıma sürtündü. "Korkmadan yavrum, korkmadan. Benimlesin."


İçimdeki korkuyu söndüren kor gibi bir his, parmağımın ucundaki tetiği dahi unutturdu bana. Sanki tenimde gezinen kaygıların hepsi, karnımdaki güçlü elin altında toplanmış ve benden sökülüp alınmıştı. Adeta hafiflemiştim; sanki bir insanın suratına silah doğrultan ben değildim. 


Yalnızca bazen arkamı dönebileceğim bir adamdı bu; fakat ben ona tüm sırtımı yaslamıştım. Artık onunla birlikte olduğum anlarda nüks eden bu meşum sıcaklığın nedenini de anlamıştım. 


Altı uzun yılın sonunda ilk kez, kaybetmekten korktuğum bir şey bulmuştum. 


𓄅


Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-