19
19: KATİLİN GÖZYAŞLARI
Eskiden sırf daha iyisine sahip olma arzumu köreltmekten korktuğum için alışmaktan kaçardım. Bir süre sonraysa daha iyisine sahip olamayacağımı anlamıştım. Ama şu anda sadece korkuyordum; zira kendimi uzun zaman sonra ilk kez güvende hissetmiştim ve bu hissi benimsemekten korkuyordum.
Bugüne gelene kadar sırtımı kimseye yaslamamıştım. Kimsenin varlığına alışmamıştım; keza kimsenin bana hissettirdiği duygulara da alışmamıştım. Bugünden sonra da alışamazdım.
Bir intikam ateşi yakmıştım; onunla birlikte yanmayı bile göze almıştım. İçime su serpen duygular, yalnızca yaktığım ateşin alazlarını söndürürdü. Yangına sebep olmak istiyorsam diri kalmalıydım; sırtımı sadece içimdeki öfkeye yaslamalıydım.
İşte bu yüzden durmalıydım.
Kendi hislerimden rahatsızlık duyarak, silahla elinin arasında sıkışmış olan elimi çekip kurtarmaya çalıştım. Uzaklaşmak, bende uyandırdığı duygulardan kaçmak istemiştim. "Merih, daha fazla tutamayacağım."
Bırakmama müsaade ederek, silahın tüm hâkimiyetini kendi üstüne aldı. Belimdeki elini çekmiş, beni arkadaki ağaçlara doğru iteklemişti. "Tamam, sen uzakta dur."
Sıcaklığından sıyrılarak gölgelerin soğukluğuna sığındım. Sırtımı kalın bir ağacın gövdesine yaslarken, tabancanın elimde bırakmış olduğu hissiyatla savaşıyordum. Hiç kımıldamadan namlunun hizasında dikilen adamların üstünde gözlerimi gezdirirken, kendimi bulunduğum ândan çok uzağa savruluyormuş gibi hissettim. Başka bir yerin ve başka bir zamanın kıyısında takılı kalmıştım.
Dalgın dalgın ellerime baktım.
Bir gün ben de kana bulayabilir miydim ellerimi? Bir gün ben de onlar gibi olabilir miydim? Gerçekten de yaktığım intikam ateşinde kavrulacak kadar vazgeçmiş miydim kendimden?
"Küçük hanım," Derinlerde süzüldüğüm zihnimin içine atılan sert bir taşı andırıyordu bu ses. Diplerime yuvarlanmış, korkularıma devrilmişti. Başımı kaldırmadan, adamın gözlerine baktım. "Yanında durduğun adamın kim olduğundan hiç haberin var mı senin? Suratımıza silah doğrultan bu cesaretin nereden geldiğini hiç düşündün mü? Benzemeye çalıştığı eşkıyalardan değil bu adam."
Sessizliği bir kalkan gibi önüme serdim. Çünkü söyleyecek tek bir lafım bile yoktu. Ağacın derisine tutunarak duruşumu düzeltirken, birkaç adım ötemde dikilen Merih'i izliyordum.
Yıldızsız bir gece gibi tepemize çöken bu şaşırtıcı soru, onu kışkırtmak için tek başına bile yetebilecek güçteydi. Tedbirli bir yavaşlıkla elini ceketinin iç cebine sokuşunu izlerken, korkuyla yutkundum.
Silahının şarjörü boş.
"Bence artık susma vakti, Kaan," Sesinde hiçbir kızgınlık olmayan Merih, ürkütücü bir çeviklikle silahın şarjörünü değiştirirken sakin sakin konuşmayı sürdürdü. Boş olanı nereye gittiğini umursamayarak kenara fırlatmıştı. Tekrar silahını suratlarına doğrulttuğunda duruşu dimdikti. Hiçbir tereddüt ve korku taşımıyordu. "Hatta biraz geç kaldın sanki. Sence de öyle değil mi?"
Adam birden güldü, sinirle başını sağa sola sallarken gözlerini Merih'ten ayırmıyordu. Karşısındaki pervasızlık onu hayrete düşürmüştü şüphesiz. Etrafındakiler ustalıkla değiştirilen şarjöre anbean tanık olmanın gerginliğiyle birkaç adım gerilerken, o kılını dahi kımıldatmamıştı. Ama emniyet kilidinin açıldığını gördükleri kadar belirgin değildi bu uzaklaşma.
Artık geriye yalnızca merhametsiz, ufak bir dokunuş kalmıştı. Duruşunda ve bakışlarında bunu görmek mümkündü; tetiğe basacaktı.
Bir an, sadece kısa bir an, yanına gidip onu durdurmayı düşündüm. Fakat yapmadım; bana ait olmayan bir savaşa girmeyecektim. Benim kavgam değildi bu, onundu. Nedenleri de sonuçları da sadece ona aitti.
"Yeterince sustum zaten," Adamın kısılan gözleri yoğun bir nefretle renklenmişti. Derin bir soluk alıp hiddetle bağırmaya başlasa bile, uzaklardan gelen çığlıklarla baskılanıyordu sesi. "Bana yapılan haksızlığı herkes duyacak, herkes bilecek. Bu adam var ya bu adam," Eliyle onu gösterirken gözleri beni buldu; sözleriyle birilerini ikna etme çabasına kapılmıştı. Hareketleri o kadar keskindi ki resmen bir bıçak gibi havayı yarıyordu. "Bu adam sadece eline tutuşturulan senaryoyu oynuyor..."
Ama sözünü tamamlayamadı. Aniden patlayan tek el silah sesi, kulakları parçalayan bir gümbürtüden farksızdı.
Korkuyla yere çökerek ellerimi başıma siper ettim. Kalın bir fanusun içine çekilmiştim sanki. Adeta tüm seslere sağırlaşmıştım; adamın attığı ızdırap dolu çığlıklar bile kilometrelerce uzaktan geliyordu artık. Her şey boğuk boğuktu.
Ayağına yediği mermiyle yerde kıvranan adamı izlerken, diğerlerinin koşarak geceye karıştığını dahi fark edemedim. Hepsi gitmiş, gerilerinde korku dışında bir iz bırakmamışlardı.
Merih, elinde tuttuğu silahla resmen bir cellat gibi yanına sokulurken gözlerimi ondan ayıramıyordum. Umursamazca adamın üzerine eğilerek söylediği sözlerle acısını harlarken, yalnızca sessizlik içinde izledim. Öfkesini duyamasam da apaçık görebiliyordum. Adamın bacağından akan koyu kan ay ışığı altında parlıyor, adeta bir yılan gibi kıvrılarak yol boyunca uzanıyordu.
Suratını örten cani duygular, zihnime dağlanan kızgın bir demir gibiydi. Korkunç bir kâbusun içine düşmüşüm gibi hissettirmişti. Sebep olduğu tahribata sırtını dönerek bana doğru yürümeye başladığında, silahını beline kıstırmakla uğraşıyordu. Hiçbir pişmanlık veya acıma yoktu çehresinde.
Hatta hâlinden memnundu; yaşamayı hakettiği kaderi birisinin eline tutuşturmuş gururlu kimse gibiydi.
"Gitmemiz gerek." Yanıma çökerek kollarımı kavradı. Hızla suratımda gezinen gözler, telaşa kapılacak bir iz bulamamış ve üstümden geri çekilmişti. Ayağa kalkmam için destek olarak beni ağaçların arasına doğru yürüttü.
Omzumun üstünden yerde kıvranan adama, ardından ona baktım. Soğukkanlılıkla geçtiğimiz ağaçların arasından, karanlığın üstünde devşirdiği gölgeleri andırarak tekrar yola çıktık. Artık acı dolu yakarışlar yoktu; lunaparktan yükselen neşe furyasının altında ezilip gitmişti hepsi. Yeniden ardıma baktım fakat ağaçlardan başka bir şey göremedim.
"Neden yaptın bunu?" Duymaktan korktuğu bir yanıta hazırlanan birisinin tedirginliği vardı sesimde. Sakin olmaya çalışıyordum ama nefes nefeseydim. Hâlâ uğulduyordu kulaklarım. "Ne söylemesinden korkuyordun da hiç düşünmeden adamı vurdun?"
Ama sorularımı kâle almadı; suçlamalarıma karşı kendisini savunma gereksinimi bile duymamıştı. Sımsıkı kavradığı bileğimle beni yönlendirmeyi sürdürüyor, bir yandan da hızlı hızlı etrafına bakınarak çıkış yolunu arıyordu.
"Neden Alageyik dedi o adam sana? Yoksa kod adı gibi bir şey mi bu?"
Sanki ağzımdan çıkan her lafız önüne geçerek görünmez bir duvar örmüş gibi, aniden toslarcasına durdu. Elimi bırakarak bana döndüğünde dudaklarından beyaz bir duman taşmıştı. Gözleri kapkaraydı; cani duygularından geriye kalan izler hâlâ suratında geziniyordu. Yediği darbelerin acısı dudağının kenarında toplanmıştı; çenesine kuruyan kanın lekesi vardı.
"Az önceki adam neden bu acıyı yaşadı, biliyor musun?" Duraksadı ama bu karşılık bulmak için değil, tepkimi görmek içindi. Kelimelerinin arasına sıkıştırdığı vurgulara bile ikaz gizlemişti. "Görmemesi gerekeni gördü, söylememesi gerekeni söyledi," Ufak bir adımla aramızdaki mesafeyi aştı. Geriye çekilmek istesem de bu bariz yenilgiyi ona sunmamayı başardım. "Ve sormaması gerekeni sordu."
Yanıtını almışsındır umarım, dercesine hafifçe kaşlarını kaldırdı.
Sanki benimle dönme dolaba binen adam gitmiş, yerine başkası gelmişti. Bu gibi anlarda yüzeye çıkan karanlık tarafı, tüm aydınlıklarıyla çatışarak hepsini söndürüyordu. Gözlerindeki tezatlık kişiliğinde de vardı. Beyaza yakın bir duruluk, siyaha yakın bir koyuluk. Ama bu koyuluk öylesine azametliydi ki körlüğünün maviliğini bile karartabiliyordu. Kendisini gerçek şahsiyetine teslim ediyordu.
Zaten gerçek olan buydu; gerçek olan bu bakıştı, bu duruştu.
"Ben sana hiçbir şey sormayacağım, sen de bana sormayacaksın. Bu lafını hatırlıyor musun? O günden beri hiçbir şeyini sorgulamıyorum senin," dediğinde, sesinde ince bir suçlayıcılık yakalamıştım. Merasimden önce yaşadığımız ormandaki tartışmayı bana hatırlatınca, suratına çarptığım öfkeli sözler kulaklarımda çınladı. "Birbirimize hiçbir şey sormayacağımıza dair anlaşmıştık seninle. Sakın az önceki yanıtı tekrar vermek zorunda kalacağım sorular sorma bana." Ürkütücü bir yalvarış vuku bulmuştu gözlerinde. Ürkütücüydü; çünkü ne kadar ileri gidebileceğini kendisi dahi bilmiyordu. "Lütfen, beni buna zorlama."
Yavaşça yutkundum. Neydi yuttuğum, ben de bilmiyordum; ama ağır bir şeydi, içime oturmuştu. "Daha az önce, dönme dolapta..." Tekrar yutkundum; yerinden hiç kalkmayacakmış gibi yeniden bir şeyler oturmuştu içime. "Öpmeye çalıştığın bir kızı, şimdi vurmakla mı tehdit ediyorsun?"
Sanki o ânı dile getirerek aramızda yaşananları o ufak kabinden tutup çekmiş ve şu anda bulunduğumuz yere, önümüze sermiştim. Belki kelimelere atfetmediğimiz müddetçe unutması daha kolay olacaktı; ama artık çok geçti, dile getirilmişti.
Başını hafifçe geriye atarak bana tepeden bakarken, bariz bir huzursuzlukla kuşanmıştı. Acı çeken biri gibi bakıyordu artık; ağzından çıkan her lafız benimle birlikte onun da canını yakıyordu sanki. Bir an için, kısacık bir an için, tekrar aydınlığına kavuştuğunu zannettim. Ama hayır, hâlâ karanlığının içindeydi ve bu durumdan da memnundu. Çünkü zaten oraya aitti.
"Lunaparkta oynadığın basit bir eğlence oyunu değil bu, Demre," Defalarca kez iki yana salladı başını. Söylediği her söz, aramıza çizilen sınırın üstünden bir kez daha geçiyordu. "Vurulmak başına gelebilecek en masum şey. Konağa girdiğin gün kendini nasıl bir oyuna dahil ettiğini unutma. Başkalarına karşı yaptığın her hamle oyunun akışını da etkiler. Unutma, herkes kazanmak için oynuyor sadece sen değil."
Bir süre gözlerindeki koyuluğa baktım sessizce. "Eğer dur dememiş olsaydım, yine de bu konuşmayı yapar mıydın bana?"
Sağlam bir kararlılıkla mırıldandı. "Hiçbir şey bunu değiştiremezdi. Herkesin durması gereken bir yer vardır. Senin de burasıymış demek. Şimdi durma sırası sende."
Böylece ikimiz de nerede durmamız gerektiğini anlamış olduk.
Tıpkı benim gibi, onun da sırlarını içine gömdüğü kilitli bir odası vardı ve anahtarını kimseye kaptırmamak için herkesi karşısına alabilecek kararlılıktaydı. Tıpkı benim gibi, o da bir oyunun içerisindeydi ve bir şekilde yaptığımız hamleler birbiriyle çakışıyordu. Oyunun tüm akışını değiştiriyordu.
Derin bir nefes alarak kendimi duygulardan arındırmaya çalıştım. Ellerimi teslim olur gibi kaldırıp indirmiştim; olabildiğince aldırışsız gözükmeye çabalıyordum. "Tamam, dediğin gibi olsun. Bir daha hayatınla ilgili sorular sormayacağım. Alageyik adını da unutacağım."
Derinlere gizlemiş olsam da sesimdeki alayı yakaladı. Kısa bir an çenesini sıktı; yaşadığı gerginlik yanağının seğirmesine yol açmıştı. "Unutacağın şeyleri sesli dile getirmesen iyi kızsın aslında."
Sönük bir şekilde güldüm. Tekrar gözlerini bulduğumda, artık duygularımdan tamamen arınmıştım. Sanki tekrar amacımı hatırlamış, yeniden içinde dirilmiştim. "Öyleyse bu nezaketimin karşılığını almak istiyorum."
Şaşırmıştı ancak gülüşüyle bunu gemledi. "Nezaketinin karşılığını mı?"
"Hayatına saygı duyma nezaketimin karşılığında," dedim, omuzlarımı silkerek. Her ne kadar aldırışsız gözükmeye çabalasam da içimde hâlâ bir ağırlık vardı. Bana kendimi zayıf hissettiriyordu. Ağzımdan çıkan kelimeleri bana güçsüz duyuruyordu.
"Benim nezaketimin karşılığı ne olacak peki? Uzun bir zamandır yaptıklarını sorgulamıyorum." Hafifçe tek kaşını kaldırdı. Kedinin fareyle oynaması gibi bir keyif sarmıştı suratını. Ancak buna rağmen aramızdaki uçurumları aşmaya kalkışmıyordu. Gerçekten de durmuştu.
"Sen de karşılığını alabilirsin," dedim, tereddütle. En son ona bu teklifi sunduğumda beni ata binmeye zorlayarak ormanın derinliklerine terk ettiğinin farkındaydım. "İstediğin bir şeyi yapabilirim. Ama önce ben isteyeceğim."
Devam etmemi söyler gibi başını salladı. İlgiyle ne diyeceğimi bekliyordu; kaşlarını çatmış, gözlerini kısmıştı.
"Silah kullanmayı öğret bana."
Gözlerindeki kısıklık gitti ama kaşları hâlâ çatıktı. Bir süre tepkisiz kalmayı tercih etti. Bu cesur talebin kendisinden olası götürülerini hesaplamaya çalışıyor gibi duruyordu. Amacımı anlamak için uğraştığı apaçıktı.
Nitekim amacım basitti.
Kendimi savunmayı öğrenmek zorundaydım. Bir gün namlunun ucunda gerçekten de durduğu yeri hak eden birisini bulabilirdim ve o silahı tutan el bana ait olabilirdi. Bu yüzden böyle ağır bir yükü nasıl taşıyacağımı öğrenmek zorundaydım. En nihayetinde bende kalıcı bir iz bırakacak olsa bile.
"Tamam, öğreteceğim." dedi, gölgeli bir sesle. Amacımı anlayamamış olmanın bir boğukluğu vardı. Ama üzerine fazla düşünmedi; tekrar yürümeye başlayarak beni de peşine takmıştı. Artık sadece etrafa bakınıyordu. "Tutuşun fena sayılmaz, hızlı yol katedecek gibi duruyorsun. Hemen yarın akşam başlayabiliriz."
"Olur, tamam." Birlikte tek tük insanın yürüdüğü yoldan geçerek çıkışa vardık. Merih bu esnada kızları aramış, hemen arabanın yanına gelmelerini söylemişti.
Onun duvar dibinde sigarasını tüttürdüğü benimse zihnimin sokaklarında yürüdüğüm dakikaların sonunda yolun karşısında kızlar belirdi. Gülüşmelerinin taşıdığı neşe, resmen karanlık geceye ışık tutuyordu. Koşarak yanıma ilk varan Sude, koluma asılarak beni hafifçe sarstı.
"Siz neler yaptınız? Eğlenceli geçti mi bari?" Benden ayırdığı gözleri Merih'i bulunca birden kaşları çatıldı. Korkuyla ona yaklaşırken yanında getirdiği tüm neşe eriyip gitmişti. "Suratına ne oldu ya? Kavga mı ettin sen?"
Elinin tersiyle çenesindeki kanı silmeye çalışan Merih, önemsiz bir meseleden bahsediyormuş gibi mırıldandı. "Bir şey yok, merak etme. Ufak bir yara sadece."
Ancak bu geçiştirme Sude için yeteri kadar güçlü değildi. Kaşlarını çatarak bana baktı. "O kadar salak değiliz herhalde. Bildiğin dayak yemişsin işte. Neden anlatmıyorsunuz?"
Diğer kızlar da yanımıza gelince ortamdaki gerilim gitgide katlanarak büyüdü. Merih'in üstündeki kan lekelerini gören herkesten farklı bir ses çıkmaya başlamış ve ateşe atılan odun misali gerginliğin içine devrilmeye koyulmuştu.
"Sarhoş adamın biri bana laf attı," Birden tüm uğultu kesildi; tüm gözler beni buldu. Merih kaşlarını havaya kaldırırken dudaklarına gizlemeye bile yeltenmediği bir tebessüm yerleştirmişti. Biraz daha hünerlerini göster dercesine bakıyordu şimdi. Gözlerimi ondan kaçırarak, teker teker kızlara baktım. "Öyle olunca ufak bir gerginlik yaşandı. Ama sorun yok, merak etmeyin."
Söylediğim yalan herkesi yatıştırdı; tek biri hariç. Yanımıza geldiğinden beri ağzını bıçak açmayan Dilara, sonuna kadar çattığı kaşlarıyla bir bana bir Merih'e bakıyordu. Daha önce onda hiç görmediğim bir ketumluluğa bürünmüştü. Duruşundan, sessizliğine kadar soğukluk akıyordu. Sanki kutlaması yapılan kendisi değilmiş gibiydi.
Üstelik bu hâli eve gidene kadar sürdü.
Tüm yol boyunca sessizliğiyle birlikte oturmuş, benden tarafa hiç bakmamıştı. Sorunun ne olduğunu anlayamasam da yeteri kadar düşünecek vakti bulamadım. Yarım saat boyunca korku tüneli anılarını anlatarak arabanın içinde müthiş bir furyaya sebep olan Sude, aniden durularak bana döndü.
"Sahi siz ne yaptınız cidden?" Oturduğu yerde öne doğru eğilince bizi biraz daha sıkıştırdı. Merih'in koltuğuna yaslanarak kendime yer açmaya çalışırken, sessizliğimi kordum. "İki saat boyunca hiçbir oyuncağa binmediniz mi yoksa? Düşüncesi bile korkunç."
Teselli etmek istercesine sırtımı sıvazlayınca güldüm. Ama fazla uzun sürmedi bu; çünkü Dilara'nın beklenmedik sorusuyla soluklarım üst üste binmişti.
"Bir ara atlıkarıncada sizi gördüğümü zannettim," Sesinde kuşkulu bir tını vardı ancak neşeli denebilecek bir tonun altına gizlenmişti. Kulak kesilmedikçe fark edilmiyordu. Üstelik ısrarla benimle göz teması kurmaktan çekiniyordu. "Ufak bir at arabasına yan yana binmişlerdi. Ama sonra siz olmadığınızı anladım çünkü öpüşüyorlardı."
Aniden tıkanarak öksürmeye başladım. Utançla dolmuştum. Elimle ağzımı örterken, söylenen sözleri çıkardığım gürültüyle ezmek istercesine defalarca kez öksürüp aksırdım. Doğru mu duymuştum? Merih kısa bir anlığına arabanın hâkimiyetini kaybetmiş, çevik bir manevrayla tekrar şeritlerin içine girmişti.
Bu kısa anın gazabına uğrayarak hafifçe sola doğru savrulmamız üzerine, "Kedi gördüğümü zannettim." diyerek açıklamaya çalışmıştı. Artık iki elle tutunmuştu direksiyona.
Dikiz aynasından gözlerimiz kesişince hızla başımı başka tarafa çevirdim. Tıpkı urgan misali boğazıma bir sıcaklık sarılmıştı.
"Sen de diyecek laf mı bu şimdi?" Gülerek arabadaki şaşkınlığı dağıtmaya çalışan Sude, yanında oturan Dilara'ya ölçülü bakışlar fırlatıyordu. Sonra birden döndü, konuyu değiştirerek üstüme çöken tonlarca yükteki ağırlığı kaldırdı.
"Her neyse, bugün çok eğlenceliydi." Tasdikleyici mırıldanmalar yükseldi herkesten. Artık konağın taht misali tepesine oturduğu dağı tırmanmış, evin girişine varmıştık. Merih arabayı içeriye sokarak müştemilatın önünde durunca, herkes kendisini dışarıya attı.
Artık kar yağmıyordu. Yalnızca insanın tenini kemiren keskin bir soğuk volta atıyordu etrafta. Ağıt havası hâlâ kara bir bulut gibi konağın üstünde geziniyordu. Tüm perdeler çekiliydi, tüm ışıklar sönüktü. Alışılmışın dışı bir ölgünlük vardı.
Ece'nin arkadan yükselen, "Her şey için teşekkürler, Merih abi." sözleri bize doğru savrulurken kızlarla birlikte eve giriyorduk. Ardıma bakmaktan, onunla tekrar göz teması kurmaktan kaçınmıştım. Hâlâ Dilara'nın neden böyle bir şey söylediğini çözmeye çalışıyordum. Bizi dönme dolaptayken görmüş olma ihtimalini düşündükçe tüylerim ürperiyordu.
"Ne oluyor?" Sude'nin endişeli fısıltısını işitince kendi iç sesimi bastırarak dışarıya kulak kabarttım. Arkamızdan yetişen Ece kapıyı yavaşça örtünce içerden yükselen gürültüler daha da belirginleşti.
Bir an herkes durdu; aniden nüks eden kaygı adeta bir öbek gibi tepemizde birikmişti.
"Birileri tartışıyor." Sude hızla salona doğru yürüyünce uzun bir kuyruk gibi biz de peşinden sürüklendik. Yavaşça aralık duran kapıyı itekleyip merakla eşiğe sokulduğumuzda, kimsenin görmeyi ummadığı sarsıcı bir manzarayla karşılaştık. Kızların lunaparktan eve kadar yanında getirdiği neşenin kırıntıları etrafa saçılmış, tam anlamıyla yok olmuştu.
Mercan dizlerinin üstüne çökmüş, kesik hıçkırıklarla ağlıyordu; ince bedeni yaşadığı acıyı taşımakta zorlanır gibi sarsılıyordu. Izdırap dolu bir ifade vardı suratında. Yalvarırcasına, her an üzerine devrilecekmiş gibi duran kadına bakıyordu.
"Delirtmek mi istiyorsun kızım sen beni?" Gerçekten de çıldırmış gibi çıkan Meral ablanın sesi odadaki herkesi titretirken, müthiş bir korku yayıldı içime. Biliyordu, öğrenmişti. Mercan'ın titreyerek karnına sarılan ellerini görünce kısa bir an gözlerimi yumdum. "Nasıl böyle bir şey yapabildin? On yıldır benimlesin, bir an bile şüphe duymadım senden. Bir an bile başımı eğdirmedin bana. Ama nasıl..." Yüzünü buruşturarak geriye kaçıldı; suratını her an onu ağlatabilecek kadar güçlü bir düş kırıklığı sarmalamıştı. "Nasıl yüzümü kara çıkarırsın, nasıl? Aklım almıyor, Mercan."
Bu sarsıcı hesaplaşmayı bölebilecek cesareti gösterebilen tek kişi, kendi kanından biri olmuştu. Sude tereddütlü birkaç adım atarken, korku dolu fısıltısı duyuldu. "Anne, ne oluyor burada?"
Ateş saçan gözleri ansızın bizi bulunca, yanımda duran Aylin'in yavaşça gerilediğini sezdim. Mercan'ın anlamsız sayıklamalarıyla harmanlanan sessizlik, hiç olmadığı kadar can yakıcıydı.
"Başka kim biliyordu?" Tıslar gibi dudaklarından çıkan fısıltı herkesin şaşkın şaşkın birbirine bakmasına sebep olmuştu. Kimseden bir tepki alamayınca aniden tüm sabrını kaybederek hiddetle bağırdı. "Başka kim biliyordu hamile olduğunu?"
Sude dehşet içinde açılan ağzını örttü. Tüm bedenler donmuştu; hiçbiri kımıldamıyordu. Tek bir soluk sesi dahi duyulmuyordu. Odadaki tek hareketlilik, ne olduğunu anlamak için kıvranan Buket ve Aslı'ya aitti. Ne olduğunu anladıkları an, onlar da bu azametli tutukluğa hapsolmuş gibi donup kalmışlardı.
"Kimse, kimse bilmiyordu! Sadece ben biliyordum."
Bizden bir yanıt alamayınca ayaklarına kapanmış olan kıza geri döndü. Böylesine ağır bir sırrı yalnızca onun taşımış olması, Meral ablayı daha da sinirlendirmiş gibiydi. Hareketleri yavaşlamış, sesi ağırlaşmıştı. Acımasız bir ihtiyatla kuşanmıştı şimdi.
"Aldıracaksın o bebeği."
"Hayır!" Bütün ev, aniden bağırışlar içinde kadının bacaklarına sarılan Mercan'ın yakarışlarıyla sarsıldı. Durmadan başını sallıyor, hıçkırıklarının arasından taşan kelimelerin anlaşılması için de adeta kıvranıyordu. Muazzam bir perişanlıkla boyanmış acı dolu bir tabloydu. "Lütfen, yalvarırım acı ona Meral abla. Ne olur almayın onu benden. İlk kez bir ailem oldu benim, izin verin bana bu mutluluğu tadayım. Lütfen, yalvarırım, lütfen!"
Böylesine hazin bir karara dokunmaktan çekinen Sude, korkuyla geriye kaçıldı. Herkes gibi o da irileşmiş gözlerle annesinin hiddetini izliyordu. Meral abla bacaklarına sarılan kolları kavrayarak haşince kendisinden koparınca, Ece hızla arkasını dönerek uzaklaştı. Daha fazla dayanamayacakmış gibi odayı terk etmişti.
"Ne ailesi kurmaktan bahsediyorsun sen? Aptal!" Mengene gibi kollarından tutarak üzerine eğildi. Kendisine getirmeye çalışıyormuş gibi hoyratça sarsıyordu kızı. "Herifin tekinden peydahladığın bebekle seni burada yaşatırlar mı sanıyorsun? Kendini de bebekle birlikte toprağın altına mı gömeceksin? Aklını başına al!" Sımsıkı yumruk yaptığı elini kapı tıklatır gibi hınçla kızın kafasına vurunca yalvarışların arasına kesik iniltiler karıştı. "Karnındaki bebek artık bir ölü, o kadar! Bitti!"
"Yeter!" Soluklarıma batan acıya daha fazla direnemeyerek öne atıldım. Hızla aralarına girmiş, kızı bırakması için geriye doğru iteklemiştim. Mercan'ı henüz düşmeden yakaladım; hızla yanına çökmüştüm. "Sakinleş biraz, Meral abla. Kızı ne kadar perişan ettiğini görmüyor musun?"
"Ben mi perişan ediyorum?" Karşısında birisinin durması sinirini daha çok harlamış gibi resmen her yerinden alev saçıyordu. Kelimeleri bile bu alevlerden alazlana alazlana çıkıyordu dudaklarından. "Kendi kendisini perişan eden o. Rezil rüsva eden o. Konağın işleyişinden haberi bile olmayan, iki aylık bir çaylaksın sen. Bir de utanmadan karşıma geçip bana sakinleşmemi mi söylüyorsun?"
"Benim kim olduğumun ne önemi var? Hiçbir işleyiş bu muameleyi haklı çıkaramaz," Mercan'ın sarsılan çelimsiz bedenini bırakarak ayağa kalktım. Dosdoğru gözlerinin içine bakıyordum. Tıpkı onun gibi, ben de soluk soluğa kalmıştım. "Muhakkak başka bir yolu, çaresi vardır. Siz de onun yaşındayken hamile kalmadınız mı? Nasıl ondan böyle bir şey yapmasını bekleyebiliyorsunuz? Siz bile kendi çocuğunuzu öldürmediniz."
Konuşmamın sonlarına doğru gitgide hararetlenen sesim, aniden suratıma inen sert bir tokatla büsbütün söndürüldü. Tamamen susturuldu. Başım yana devrilirken, saçlarım suratımdaki enkazı örtmek istercesine önüme döküldü. Perde misali çekilmiş, acımı ardına gizlemişti.
Aniden içe çekilen hayret dolu solukların arasından sıyrılarak yanımıza gelen Sude, cesaretini tekrar toplamış gibiydi. "Anne! Ne yapıyorsun?"
Fakat ne duyuyordu onu ne de görüyordu. Başımı kaldırarak doğrulduğumda gözlerini kendi üstümde bulmuştum. Titreyen bir elle saçımı kenara atışımı izledikten hemen sonra, derin bir nefes alarak fısıldadı.
"Asla ama asla..." Ağzından çıkan her kelimeyle birlikte duraksıyor, suratıma doğrulttuğu işaret parmağını tehditkâr bir sertlikte indirip kaldırıyordu. Gözlerindeki nefreti yakalayınca buruk bir şekilde gülümsedim. Başarmıştım. "Benim yaşadıklarımı onun yaşamasına müsaade etmem. Bu doğmamış bir bebeği öldürmemi gerektirecek olsa bile. Sen," Hırsla parmağını hâlâ kapının eşiğinde dikilen kızların üstüne çevirdi. "Ve siz, hepiniz çeneninizi kapalı tutacaksınız. Eğer bu konu hakkında bir yerde konuştuğunuzu duyarsam veya görürsem gözünüzün yaşına bakmam. Bu meseleyi sadece Mercan'la biz halledeceğiz. Kimse hiçbir şey duymadı ve hiçbir şey bilmiyor. Anlaşıldı mı?"
Etrafındaki tüm başların salladığını görünce, ağlamaları şiddetlenen Mercan'a döndü. Kısa bir an hiddetle ona baktıktan sonra tekrar gözlerini bize çevirdi. "Şimdi herkes odasına."
Sude'nin bileğimi sürtünen elindeki soğukluğu hissedince irkildim. Karnına tutunarak yalvaran Mercan'dan gözlerimi zar zor ayırıp önüme döndüm; bileğimi çeken güçle odadan dışarıya sürüklenmiştim.
Bu onu son görüşümüz olmuştu.
Tıpkı çil yavrusu gibi etrafa dağılan kızlar, gerilerinde korku dolu bir sükunet terk etmişti. Tortu gibi eve çöken bu korkunun içinden geçerek yukarıya çıkarken, buz kesmiş elimi yanağımdaki yangının üstüne örttüm. Cayır cayır yanıyordum; sanki vücudumdaki tüm alevler orada toplanmıştı.
Odaya girdiğimiz gibi kendimi pencerenin yanına attım, hızlıca araladım; boynumdaki atkıyı söküp yatağa fırlatmıştım. Aniden üstüme devrilen soğuk bir dalga, altında kalan bedenimi baştan aşağıya titretti. Pervaza tutunarak, karanlığını kuşanmış olan konağa baktım. "Soğuk için kusura bakma, biraz havaya ihtiyacım var."
Arkamdaki varlığını sezsem de dönüp bakmadım. Gözlerimi karşımdaki kütüphanenin devasa pencerelerine kenetlemiştim. İçindeki karanlığı delmek istercesine, gözümü dahi kırpmadan oraya bakıyordum.
"Sorun değil, bana da iyi geldi," Kendisini yatağa attığını duydum. Elleriyle yüzünü örtmüş gibi sesi artık boğuk boğuk geliyordu. "İnanamıyorum olanlara. Annemi hiç bu kadar kontrolsüz görmemiştim." Duraksadı, tekrar konuştuğunda sesi artık daha belirgindi. Ellerini suratından çekmişti. "Onun adına senden özür dilerim. Attığı tokatı savunmuyorum ama neden böyle tepki verdiğini de anlayabiliyorum."
Yavaşça geceyi içime çektim. Ne kadar üşürsem üşüyeyim yangınlarım sönmeyecek gibiydi. Konağın kimse tarafından çiğnenemeyen insafsızlık dolu ilkeleri, tahtında oturan adama karşı beslediğim hiddeti daha da büyütüyordu.
"Annem beni doğurdu, haklısın ama böyle bir karar aldığı için hayatını ona zindan ettiler. Belki de beni doğurduğuna pişman olmuştur," Ellerimi pervazdan çekmeden, omzumun üstünden ona baktım. Sırtını duvara yaslamış, kollarını dizine dayamıştı. Dalgın dalgın karşısındaki boş duvara bakıyordu. "Karnı burnundayken bile it gibi çalıştırdılar, sadece artık yemeklerle beslediler. Hepsini biliyorum çünkü Belkıs'ın neden bizden bu kadar nefret ettiğini anlayabilmem ve karşılık vermemem için, henüz çocukken bana her şeyi anlatmak zorunda kalmıştı. Mercan'ın da bu zorlukları yaşamasından korkuyor."
Merakla geriye kaçılarak pencereden uzaklaştım. Yatağının ucuna ilişirken gözlerimi ondan ayırmıyordum. Ancak o bana bakmıyordu. "Bu kadar zorlanıyorken neden işi bırakıp gitmedi?"
İçtenlikle gülümseyince gözleri kısıldı. Bir anlık bana baktıktan sonra tekrar karşısındaki duvara döndü. "Gidemedi çünkü babam izin vermedi. Başka bir yerde yaşaması yasaktı, özgürlüğü onun elindeydi."
Kaşlarımı çatarken, oturuşumu düzelterek tüm bedenimle ona döndüm. "Baban mı? Yoksa o da konakta mı çalışıyordu?"
"Konakta çalışmıyor." Söylemeye hazırlandığı hakikatin bende sebep olduğu tahribata tanık olmak istemiyormuş gibi, ısrarla gözlerime bakmaktan kaçınıyordu. Nitekim dudaklarından yalnızca iki kelime dökülmüştü. Ama paragraflar dolusu anlamlar taşıyorlardı. "Konağın sahibi. Tan Şahoğlu benim öz babam."
Damarlarımdaki tüm kan çekildi.
Yavaşça önüme döndüm, karşımdaki duvara diktim gözlerimi. Zihnimden ve bedenimden sökülüp koparılmıştım sanki; usulca kollarıma ve bacaklarıma yayılan bir uyuşukluk hissettim. Aniden gözüme az önce gelişigüzel yatağıma fırlattığım sarı atkı ilişti. Kardeşimi benden alan, hayatımı tepetaklak eden adamın öz kızı yalnızca bir kol kadar ötemdeydi. Uzansam tutabileceğim kadar yakınımdaydı. Benimle aynı odayı, benimle aynı sofrayı paylaşıyordu. Kötü ânımda beni teselli ediyordu; iyi anımda benimle birlikte gülüyordu. Bu konaktaki en yakınımdı belki; ama Şahoğlu'ydu. Damarlarında Şahoğlu kanı akıyordu.
Kâbus görüyor olmalıyım.
Çünkü gerçek olamayacak kadar can yakıcıydı. Ama bu kadar yakmamalıydı; buraya geldiğim ilk gün kimseyle bir bağ kurmayacağıma dair kendime söz vermiştim. Buraya birilerini sevmek ve bu sevgiyi içselleştirmek için gelmemiştim. O yüzden bu kadar acıtmaması gerekiyordu. Onun da onlardan biri oluşu bu kadar canımı yakmamalıydı.
"Annemle Belkıs yakın arkadaşlarmış aslında," Gitgide derinleşen sessizliği geri sığlaştırabilmek için tekrar söze girmişti. Ama ben kendimde yüzüne bakacak isteği bulamamıştım. Sesi bile çok uzağımda kalmıştı artık. "Babamla aşk yaşamaya başlayınca ve ondan hamile kalınca işin rengi tamamen değişmiş tabii. Ne kadar konaktan yollamaya çalışsa da babam izin vermemiş, yanında tutmak istemiş. Belkıs'ın eziyetlerine katlanmaktan başka çaresi yokmuş annemin. Sırf düşük yapsın diye ilaç bile vermişler, her şeyi yapmışlar."
Hiçbir karşılık vermediğimi görünce konuşmasına devam etti. Bakışlarının ağırlığı sırtıma binmişti; niçin ona bakmıyor oluşumu içten içe sorguladığını hissetmek bile mümkündü.
"Böyle anlatınca Tan Şahoğlu evladı olarak beni sahiplenmiş gibi duruyor ama hiç de öyle değil. Annemle aralarındaki ilişki temizlikçi ile patrona döneli çok oldu. Bizi ailesi olarak görmüyor, asıl ailesi konağında yaşattıkları. Müştemilata hapsettikleri değil. Biz sadece temizlikçisiyiz."
"O zaman sen," Saçlarımın yüzümü örtüyor oluşu içimi rahatlatmıştı çünkü şu anda beni görmesi isteyeceğim son şeydi. Kendimi hiç olmadığım kadar savunmasız hissetmiştim. "O zaman sen Emre ve Zeren'in öz kardeşi oluyorsun. Hatta Şebnem'in de öyle. Hepiniz kardeşsiniz yani."
Sesimdeki hayal kırıklığı söylenilenlerden geriye kalan tek şey olmuştu. Fark etmemesi olanaksızdı; nitekim fark etmişti. Öne kaykılarak yanıma gelirken, uzanıp elimi tuttu. Niçin bu denli bozguna uğradığımı anlamamış olmasına rağmen anlayışla karşılamıştı. Elimi kucağına çekerken, yüzüne bakmam için beni zorladı.
"Onlar benim kardeşim falan değil," Ağır bir ithamla suçlanan birisi gibi kendisini aklama ihtiyacıyla dolmuştu. Belki de ötekileşmekten, onlara benzemekten korkuyordu. Sesine telkin dolu gölgeler devrilmişti çünkü. "Hiçbir zaman kendimi Şahoğlu gibi hissetmedim zaten, emin ol. Benim öz kardeşlerim bu evde yaşıyor, orada değil."
Yalnızca gülümsemekle yetindim. Yavaşça gözlerimi indirmiş, birbirine karışmış olan ellerimize kenetlemiştim. Bu geceyi ömrüm boyunca unutamayacağımın farkındaydım. Çünkü bir gün onu da bu oyunun içinde, karşımda bulacağımı anlamıştım.
💔
İçeriye birinin girdiğini fark edene kadar yerdeki kırmızı lekeleri silmeye devam ettim. Zeren'in odasındaydım, dizlerimin üstüne çökmüştüm. Bariz bir şekilde kokusu burnuma geliyor olsa bile bunun kan değil, boya lekesi olduğuna kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ellerimin arasında ezilmiş olan bezi kenara atarken, alnımdaki teri kolumun kenarıyla sildim.
Tam bu esnada onu fark ettim. Bir eli kapıdaydı, eşikte dikiliyordu.
"Dilara?" Kaşlarımı çatarak ayağa kalkarken, bacaklarımın uyuştuğunu fark ederek yüzümü buruşturdum. Kim bilir ne zamandır bu lekelerle cebelleşiyordum. "Bir şey mi oldu?"
Dünden beri muhafaza ettiği donuk ifadeyle, "Merih abi seni bahçede bekliyormuş, gelip söylememi istedi," dedi. Ardından kapıyı aralık bırakarak yanımdan ayrıldı.
Henüz bana söylediği şeyi idrak edemeden, apar topar peşine düşerek koridora çıktım. "Bekle, dur."
Ayaklarını yere sürerek durdu, derin bir nefes alarak bana döndü. Olacağını tahmin ettiği bir konuşmaya kendisini çoktan hazırlamış gibiydi. "Ne oldu? Önemli değilse, çok işim var."
Bana karşı takındığı soğuk tavır tekrar afallatsa da çabuk toparlandım. Aramızdaki mesafeyi kapatıp tam karşısında durmuştum. "Bir şey mi oldu? Dünden beri moralin bozuk gibi."
Omuzlarını silkti. Gitmeye yeltenmişti. "Bir şey olmadı."
Hızla kolunu tutarak durdurdum. Gözlerinde karşılaştığım ifadeyle elimi geri çekmiştim. Artık bir sorun olduğuna neredeyse emindim. "Anladım, o zaman benimle alakalı. Yoksa fark etmeden seni kıracak bir şey mi yaptım?"
Kollarını kendisine dolarken, kaşlarını çatmıştı. Bir süre hiç kımıldamadan gözlerini suratıma dikti. Sonra birden suçlayıcı bir tonla mırıldandı. "Dün akşam sizi gördüm, Demre."
Karnıma keskin bir korku saplandı. Fakat sakin kalmayı başardım. "Anlamadım, neyi gördün?"
İnanamıyormuş gibi güldü; düşüncelerini toparlamaya çalışırken, gözlerini etrafta gezdirdi. Artık kızgınlığını göstermekten çekinmiyordu. "Merih abiyle seni gördüm. Dönme dolaptaydınız, öpüşüyordunuz. Neden salağa yatıyorsun şu anda?"
Dehşet içinde ellerimi kaldırarak sessiz olmasını söyledim. Koridorun ucuna bakmış, kimseyi göremeyince biraz da olsa rahatlamıştım. "Saçmalama, ne öpüşmesi ya? Yanlış görmüşsün. Tabii ki öyle bir şey olmadı." Açık yakalayabilmek umuduyla tepkilerimi izlediğini fark edince, şaşkınlığım daha da kabardı. "Bunun için mi bana soğuk davranıyordun? Hem de doğru olmayan bir şey için. Gelip bana sorabilirdin."
Sesini alçaltarak iyice yanıma sokuldu. Gözleri çakmak çakmaktı. "Ben ne gördüğümü gayet iyi biliyorum, Demre. Senden böyle bir şey hiç beklemezdim. Sadece iki aydır buradasın ve nasıl becerdin hiç bilmiyorum ama Merih abinin kanına girmişsin resmen. Garip olan da bu zaten, o asla böyle biri değildir. Senin de böyle bir kız olduğunu hiç düşünmezdim."
"Anlayamadım, nasıl bir kız?" Yaptığı vurgu beynime kan sıçramasına sebep olmuştu. Beni neyle itham ettiğinin gayet farkındaydı; ama buna rağmen hiç pişman gibi durmuyordu.
"Ne demek istediğimi gayet iyi anladın," Hafifçe geriye kaçıldı. Aramıza uçurumlar sokma amacındaydı sanki. "Buraya gelme niyetini sorgulamaya başladım artık." Lafını bölmeye kalkıştım ama müsaade etmedi. Hafifçe sesini yükseltip geri alçaltarak baskınlığını kurmuştu. "Dün olanları sen de gördün. Her ne kadar şaşırmış olsam da yine de Mercan'dan bunu beklerdim. Ama senden böyle bir şey beklemezdim."
"Bak ne gördüğünü bilmiyorum ama çok yanlış görmüşsün, düşündüğün gibi bir şey olmadı," Öfkemi dizginlemek için çırpınıyordum resmen. Duygularıma kapılıp her şeyi daha kötü bir hâle sokmaktan korkuyordum. "Mecburen dönme dolaba birlikte bindik. Aramızda hiçbir şey yok. Olsaydı da bunu sizden gizlemezdim."
Alayla gülünce tüm umutlarım yıkıldı. "Bizden gizlediğin birçok şey olduğuna neredeyse eminim artık. Dün hepimiz korkudan ne yapacağımızı şaşırmışken sen çok sakindin, sanki zaten her şeyi biliyordun. Üstüne üstlük bir de Meral ablayı geçmişiyle vurmaya kalkıştın," Tekrar araya girmeye yeltendim ancak yine izin vermedi. O konuştukça omuzlarım biraz daha çöküyordu. "Biraz düşününce fark ettim ki aslında herkes hakkında bir şeyler biliyorsun. Ama kimse senin hakkında doğru düzgün bir şey bilmiyor. Sence de çok tuhaf değil mi bu?"
"Hayır öyle değil, çok yanlış anlamışsın her şeyi..." Birden sustum.
Peş peşe sıraladığı çıkarımlar beni hayrete düşürmüştü; ne diyeceğimi şaşırmıştım. Nasıl bir karşılık verebilirdim ki buna? Adeta yapbozun kayıp parçalarını arayıp bulur gibi beni tamamlamaya uğraşıyordu. En ürkütücü tarafıysa, tüm parçalarımı bulup birleştirdiğinde neyle karşılaşacağını benim bile tahmin edemiyor oluşumdu.
"Madem her şeyi yanlış anladığımı düşünüyorsun," Birkaç adım geriledi, cümlesini tamamladıktan sonra hızlıca uzaklaşmıştı. "O zaman samimiyetine tekrar inandır beni. Ya da hiç uğraşma, yoluna bak. Tercih tamamen senin."
"Dilara, lütfen böyle yapma," Yavaşlayarak omzunun üstünden bana baktı. "Buradaki tek yakın arkadaşım Sude ve sensin. Sizden başka güvendiğim kimse yok. Lütfen böyle yapma."
"Bana onu çok hatırlatıyorsun, biliyor musun?" Aniden kaşlarını çatarak gözlerini yere indirdi. Zihninin derinlerine gömülmüş bir hatırayı kazıp çıkarmakla uğraşıyordu sanki. Sonra birden aradığı ânı bularak, tekrar gözlerime yükseldi. "Hicran da aynısını söylemişti. Ama söylediği her şey yalan çıktı. Bir kere o hataya düştüm, bu sefer o kadar kolay düşmeyeceğim. Böyle bir yerde herkese güvenemezsin. Ben de kendimi korumak zorundayım sonuçta."
Daha fazla konuşmayı uzatma gereksinimi duymayarak hızlıca uzaklaştı ve duvarın arkasında kayboldu. Merdivenleri inişini dinlerken bir süre yerimden hiç kımıldamadım.
Belki de böylesi daha iyiydi. Gerçekten de bir gün bana karşı duydukları güven elbet sarsılacaktı; o gün gelip çattığında gözlerinde acı bir hayal kırıklığı değil, koyu bir nefret bulmak istiyordum. Nefretle baş edebilirdim fakat düş kırıklığını kaldıramazdım, altında ezilirdim.
Dalgın dalgın odaya geri dönecekken birden kütüphanenin kapısı aralandı. Eşikte beliren Ceren, beni görür görmez gülümseyerek elini salladı. Kapıyı arkasından örtüp koşar adımlarla yanıma geldi; keskin bir ilaç kokusu rüzgarıyla birlikte suratıma çarpmıştı.
Aralık kapıdan içeriyi kolaçan etti. Yüzündeki çöküklüğe tezat düşen bir heyecanı vardı. "Benim odamı mı temizliyordun?"
Üstündeki paçavraları görmezden gelerek odasına girdim. Arkamdan geldiğini duyabiliyordum. "Evet, şimdi gidecektim. İşim bitti. Siz nasılsınız? Geçen gün iki adam sizi bir yere sürüklüyordu."
Kırmızılaşmış bezi yerden alarak kovanın içindeki kızıl suya attım. Zemindeki lekelerden hiç iz kalmamıştı. Etraftaki yayıntıları toplarken beni izledi.
"Ah, onlar mı?" Her gün yaşadığı basit bir rutinden bahsediyormuş gibi aldırışsızdı. "Evet, eniştem Beren'i öldürmeye gelmiş. O yüzden beni de korumaya çalışıyorlardı."
Her ne kadar artık kanıksamış olsam da hastalığının marazi yansımalarını gördükçe şaşırmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Ancak her zaman olduğu gibi, yine de kayıtsız kaldım.
"Yerdeki boya lekelerini görünce kan zannettim. Size bir şey olduğunu düşündüm." Artık geriye hiçbir emarenin kalmadığı zemini gösterdim. Tüm temizlik malzemelerini toplamış, kovayla birlikte elime alarak kapıya yönelmiştim.
"Kan lekesiydi zaten onlar," dedi, gülümseyerek. Kolunu sıyırmış, henüz kabuk bağlayamayacak kadar taze olan kesikleri meydana çıkarmıştı. Üst üste iki farklı kesik vardı; diğerlerinin eski olduğu belliydi. Kahverengi leke hâlini almışlardı. "Ama aynı zamanda boyaydı da. Doğru düşünmüşsün."
Duyduklarım beni rahatsız hissettirse de konuşmayı sürdürdüm. "Kanınızı boya olarak mı kullanıyorsunuz gerçekten?"
Bu soru kendisine de abes gelmiş gibi kıkırdadı. Benden önce odadan çıkmış, eliyle gelmemi işaret etmişti. "Gel, göstereyim. İstediğim kırmızı tonu ancak bu şekilde tutturabiliyorum, ne yapayım?"
Ayaklarım geri gide gide peşine düştüm. Atölyesine girip kapıyı sonuna kadar açık bırakmış, hevesli bir serinkanlılıkla şövalyenin arkasına geçmişti. Gururla eserine baktıktan sonra bana döndü. "Görmek ister misin?"
"Hayır," Henüz süzgeçten geçirmeye fırsat bulamadan dışarıya fırlayan bu keskin cevap şaşırmasına neden olumuştu. Hızlıca toparlamaya çalıştım; hâlâ içeriye girmemiştim, kapının girişinde dikiliyordum. "Sergilenecek eserlerinizin hepsini gördüm zaten. Bu da sürpriz olsun."
"Merih de aynısını söyledi, ne tuhaf," Eğilip yerdeki boya kutusunun içinden bir şey aldı, çevik bir hızla cebine koydu. Sesinde sevimli bir neşe vardı. "Sürpriz çok seviyorsunuz belli ki."
İsmini onun ağzından duymak odasında karşılaştığımız ânı tekrar hatırlamama sebep olmuştu. Birden tüylerim dikeldi. "Tıpkı Beren gibi, onun da sürprizleri sevdiğine şüphe yok," Merakla tek kaşını kaldırınca birden ona benzemişti; sanki karşımda o değil de Beren vardı. "Geçen gün onu Merih'in odasında buldum, bana da sürpriz oldu."
Başını sallayarak güldü. "Beren'in sürprizleri hep en şaşırtıcısı oluyor. Zamanla alışırsın."
İkisini aynı odada bulmama hiç şaşırmamış olması biraz sinirlerimi bozmuştu. Sesimin koridora taşmasını önlemek için birkaç adım atarak odanın içine girdim. Yaklaştığımı görünce o da bana doğru birkaç adım attı; bir eli hep cebinde duruyordu.
"Peki aralarındaki ilişki tam olarak ne?" Kendi sesimden bu kadar cesur bir soru duymak huzursuz hissettirmişti beni. Niçin böyle bir soru sormuştum ki? Hastalığına güvendiğim için bu kadar korkusuzca davranabilmiştim; Beren'in bu konuşmadan haberi olmayacağına inanıyordum. Çünkü gerçekten de farklı insanlarla konuştuğumu düşünüyordum.
"Beren'in konakta elde edemediği tek erkek o," Birkaç adım daha atarak tam karşımda durdu. Sırlarını önüme seriyor olmak onu hiç rahatsız etmişe benzemiyordu; aksine bariz bir keyif alıyordu. "Bu yüzden hırs yapmış durumda. Ama Merih'in ona acıdığına eminim. Çünkü ufak bir çocuğu yatıştırır gibi davranıyor ona," Kendisinden bu şekilde bahsetmesi içimi burkmuştu. Farkında olmadan bastırdığı gizli arzularıydı bunlar. "Beş senedir konakta yaşıyor, sayısız kez korumuştur bizi. Tıpkı Beren gibi, Zeren de ondan gördüğü bu merhameti aşk zannetti, o kadar."
"Peki ya siz? Merhametle aşkı karıştırdınız mı hiç?" Gözüme kenarda duran Hicran'ın portresi ilişmişti.
"Ben hiç aşık olmadım, o yüzden bilemem."
"Onlar da aşık olmadı zaten," Kenara sıkıştırmam üzerine bariz bir şekilde huzursuzluğu arttı. "Merhameti aşk sandılar sadece."
O kadar uzun süre gözünü bile kırpmadan suratıma baktı ki bir lahzadan sonra ürkütücü olmaya başlamıştı. Amacımı anlamaya çalıştığı apaçıktı; ancak neyse ki bu sessizlik daha fazla yaşamamıştı. "Ben merhamet de görmedim, o yüzden bilemem."
Birden aramızdaki mesafeyi kapatarak yanıma sokuldu. Öyle ki nefesinin sıcaklığı tenime sürtünüyordu. İçimde muazzam bir geriye kaçılma isteği kabarsa da olduğum yerde durdum. Kolayca korkuya atfedilebilecek bir şekilde karşısında gerilemek istememiştim.
"Ben aradığım tüm duyguları bu atölyede zaten bulabiliyorum," Ansızın cebindeki elini çıkarıp henüz ben ne olduğunu anlayamadan sımsıkı tuttuğu ufak bıçağı elimin üstüne batırdı. "Bu yüzden eserlerimde gerçekliğe önem veririm."
İrkilerek elimi bıçağın altından çekince kucağımda duran deterjanlar yere düştü. Çıkan gürültüye acı dolu iniltim karışmıştı. Ceren hızla geriye kaçılarak şövalyeye doğru yürüdü; ince bir yol gibi bıçağın üstüne akan kanı ziyan etmemek için durmadan eğip büküyordu. Suratında zafer nidasını andıran bir gülümseme vardı.
Büyük bir ağacın dalları gibi elimin üstüne yayılan kanı silerken, öfkeyle mırıldandım. "Neden yaptınız bunu?"
Yerden aldığı portremi şövalyenin üstüne yerleştirirken, bir yandan da elindeki bıçağı düz tutmakla uğraşıyordu. Gözleri resmen beni görmüyordu; artık alacağını almış gibiydi. "Az önce odada aklıma dahice bir fikir geldi. Suratındaki kan lekesini gerçekten senin kanından yapmaya karar verdim. Mükemmel bir son dokunuş olacak."
Dilimin ucuna kadar varan, "Manyaksın sen." cümlesini zar zor durdurmuş, üstün bir çabayla ancak yutabilmiştim. Yerdeki malzemeleri geri alıp öfkeyle odayı terk ettim. Koridor boyunca beni uğurlayan sevinçli sayıklamalar sinirlerimi daha da alt üst etmişti.
Aşağıya inip elimdeki malzemeleri kilere bırakırken bile sakinleşebilmiş değildim. Kendi kendime söylenerek mutfağa girdiğimde, Dilara ve Sinem'i masaya oturmuş sohbet ederken bulmuştum. Yanımda getirdiğim sessizlik içerdeki gülüşmeleri de susturmuştu. Dilara'nın beni görmesiyle suratındaki neşe solarken, Sinem tatlı bir tebessümle bana bakmayı sürdürüyordu.
Lavaboya yanaşıp elimi suyun altına tutunca tenimden kayıp giden kanı fark etmişti. Kaşlarını çatarak geriye kaykılırken, daha iyi görmeye çalışıyordu. "Elin mi kanıyor?"
Bu soru üzerine Dilara da oturduğu yerde dönmüş, bana bakmıştı. Ancak yine de suskunluğunu koruyordu. Elimi sudan çekerek musluğu sertçe kapattım ve kenardan aldığım peçeteyi tenime bastırdım. "Önemli değil, sürttüm sadece."
"Yara bandı yapıştıralım istersen." Ayağa kalkıp karşıdaki dolabın kapağını açtı. Bir süre kurcaladıktan sonra ufak bir yara bandıyla yanıma sokulmuştu.
İtinayla açıp kesiğin üstüne denk getirmekle uğraşırken, hâlâ yerinde oturan Dilara tekrar dönerek gözlerimin içine bakmıştı. "Merih abiyle görüştün mü? Bahçede seni bekliyor demiştim."
Birden panikleyerek geriye kaçıldım. "Unuttum onu!"
Ani tepkimle irkilen Sinem yara bandını bırakmak zorunda kaldı; tüm çabaları boşa çıkmış, yamuk bir şekilde tenime yapışmıştı. Telaşla mutfağın arka kapısına koşuşumu izlerken, geri masaya oturmuştu.
Tam çıkacağım esnada bana seslendi. Elim kapının kulpunda, ona döndüm. "Demre, dün yaptığın hareket çok cesurcaydı. Kolay kolay hiçbirimizin yapamayacağı bir şeydi."
Bir anlığına gözüm yanında oturan Dilara'ya kayınca bakışlarımız kesişti; ancak hızla başını çevirmiş, başka bir şeyle ilgilenmeye başlamıştı. Gürültülü bir sessizlikle oturmayı sürdürüyordu. Zar zor gülümseyerek tekrar Sinem'e döndüm. Aramızda örülen gerginliği hiç sezmediği belliydi; anlayışlı bir sesle sözünü devam ettiriyordu.
"Daha iki aydır buradasın, konağın işleyişine alışamaman çok normal," O bunları söylerken içime kalın bir sis çöktü ve beni umutsuzluğa boğdu. Çünkü bu işleyişe hiçbir zaman alışamayacağımı biliyordum. "Meral ablaya da çok kızmazsın umarım. Eminim ki onun için de zor bir geceydi. Ama yine de her şeye rağmen, Mercan için yaptığın şey çok cesurcaydı."
Hüzünlü bir gülümseme oturdu dudaklarıma. Suratıma nefretle bakan gözler birden zihnimi aydınlatmış; aynı anda beni de karanlığın içine iteklemişti. "Bazı cesaretlerin tek sebebi aptallık. Bu da öyle bir cesaretti. Ama yine de böyle düşündüğün için teşekkür ederim."
Uzun bir süre kendisini zorla herkese dinletecek ağır bir suskunluk arkamda bırakarak, yanlarından ayrıldım. Gerçekten de aptallıktı dün olanlar; ancak kendime pek de kızamıyordum. Yediğim tokat, beni hazin bir gerçekle tanışmaya götüren ani bir itki gibiydi. Sırf onun sayesinde iki aydır kiminle uyuduğumu öğrenmiştim.
Akşam güneşinin biraz da olsa kırdığı soğuk ayazların altında yürürken Merih'i görebilmek umuduyla etrafa bakınıyordum. Ancak bulamıyordum, hiçbir iz yoktu. Belki de daha fazla bekleyemeyip, sinirle çekip gitmişti.
"Nasıl unuttum ya?" Kendime kıza kıza çam ağaçlarının arasından geçtim. Bostanın olduğu tarafa doğru yürürken birtakım gülüşmeler duymuştum. Hiç düşünmeden patikadan ayrılarak sola doğru saptım.
"Sana diyorum bak sigara sağlığa zararlı, çok zararlı," Köşeyi dönünce barakayı andıran ufak bir evin önüne çıktım. Etrafını çevreleyen ağaçların altına gizlenmiş, derme çatma bir yerdi burası. Dört tarafı çiçeklerle bezenmişti. "Kubi hiç sigara içmedi, çok zararlı çünkü."
"Kubi bana bak," Evin önündeki plastik sandalyelere oturmuşlardı. İkisinin de suratında tatlı bir gülümseme vardı. Merih öne doğru eğilip Kubi'yi ensesinden kavrayarak hafifçe sallayınca, dudaklarına kıstırdığı sigaradan ufak bir kül devrildi. "Bakıyorum da ağzın iyi laf yapıyor senin. Büyüdün de yargı mı dağıtıyorsun Merih abine?"
Kubi'nin yerde gezinen gözleri birden beni bulunca suratındaki gülümseme iyice genişledi. Hevesle oturduğu yerde sıçrayarak bana el salladı. Merih de bana dönmüş, yavaşça arkasına yaslanmıştı.
"Demre evime gelmiş," Sarmaşıkların yorgan misali üstünü örttüğü evi göstererek ayağa kalktı. Heyecanla sağa sola birkaç adım attı, ardından topallayarak bana doğru geldi. "İlk defa biri evime geliyor, tabii Merih dışında. Merih her akşam saat dokuzda uğrar, bana meyve getirir. Bazen dokuz çeyrekte de uğrar ama o zamanlar yorgun olur."
Peş peşe sıraladığı sesli düşünceleri duyunca istemsizce güldüm. Dokunmaktan kaçınarak beni sandalyeye doğru götürmeye çalışıyor, durmadan elleriyle önümdeki toprak yolu gösteriyordu.
"Tamam oğlum sakin ol," Gülerek onu yatıştırmaya çalışan Merih, gitgide küçülen tütünü yere atarak ayağıyla çiğnedi. Dudaklarında dumanın izleri kalmıştı; o konuştukça taşıyordu. "Korkutup kaçıracaksın şimdi kızı."
"Hayır, korkma." dedi panikleyerek.
"Bilseydim daha önce gelirdim," Gülümseyerek, benimle göz teması kurmaktan kaçınan Kubi'ye baktım. "Evinin burada olduğunu bilmiyordum. Ağaçlardan hiç gözükmüyor."
"Ben diktim ağaçları," Beni sandalyeye oturttuktan sonra büyük zafer kazanmış biri edasıyla nefesini üfledi. Suratında sevimli bir merak vardı; yeşil gözleri dört bir tarafa dokunuyordu. "Ağaç dikmeyi çok severim ben. Sen de sever misin?"
"Hiç dikmedim, bir gün beraber dikebiliriz." Arkama yaslanarak gözlerimi etrafta gezdirdim; birkaç adım ötemizde kenara istiflenmiş mor menekşeleri görünce dudaklarımdaki gülümseme titredi. Çenemle onları gösterdim. "Menekşe mi ekeceksin?"
Birden onun da dudaklarındaki gülümseme soldu; birbirine kenetlediği elleri hafifçe düşmüş, suratı asılmıştı. Sessizce kekelemeye başladı. "Dün gece bana gelip söyledi..."
Ancak henüz o sözünü tamamlayamadan Merih devralmış, hızlıca geçiştirmişti konuyu.
"Biz artık gitsek iyi olur," Birden ayaklanınca ben de oturduğum yerden kalktım. Bana tepeden bir bakış atıp Kubi'ye döndü. "Hava kararmadan önce halletmemiz gereken bir iş var. Sonra tekrar uğrarız sana."
"Sonra tekrar uğrayın bana." Gideceğimizi duyunca suratı düşmüştü; endişeyle ellerini sıvazlıyordu şimdi. Merih uzanıp saçını karıştırınca gülümsemişti. Gözleri her zamanki gibi yerdeydi.
"Muhakkak geleceğim Kubi, merak etme," dedikten sonra, patikaya çıkan Merih'in peşine düştüm. Kısa bir an için gözlerim kenarda bekleyen menekşelere değmişti. Çam ağaçlarının ardından kaybolurken, Kubi'nin hâlâ durduğu yerden bize el salladığını görmüştüm.
Adımlarına yetişmeye çalışırken, "Kubi kimden bahsediyordu?" diye sordum.
Ağaçların suratına devrilen gölgesi altında bana karanlık bir bakış fırlattı. Tekrar önüne döndüğünde biraz daha hızlanmıştı adımları. "Ben de bilmiyorum."
Nedense yalan söylemediğini, onun da neler döndüğünü bilmediğini sezmiştim. Ancak benim aksime o Kubi'nin cümlesini kendi içinde tamamlayabilmişti. Konakta olan biten her şeye hakim olduğuna şüphem yoktu hiç. İçimde zihnine girmek gibi gülünç bir istek kabartmıştı bu düşünce.
"Ormanda atış yapacaksın," dediğini duyunca dikkatim dağıldı. Eliyle gösterdiği yere, yan yana park edilmiş olan golf arabalarına baktım. "Hava kararmadan biraz çalışsak iyi olur."
Yanından geçtiğimiz ahıra bakarak, "Karan'a binsek yine olmaz mı?" diye sordum. Her ne kadar güvenimi zedelemiş olsa da atla bütünleşmenin verdiği o hissiyatı tekrar yaşamak istemiştim. Sanki rüzgara karşı son sürat savrulsam, tüm dertlerim benimle birlikte uçup gidecekmiş gibiydi. O kadar ağırdım ki hafiflemek istiyordum.
Şaşırarak durmuş, önce ahıra sonra bana bakmıştı. Böyle bir teklif duymayı beklemediği açıktı. "Benimle ata mı binmek istiyorsun?"
Bu şekilde anlaşılması biraz rahatsızlık verici olsa da başka çaremin olmadığını biliyordum. Umursamaz gözükmeye çalışarak omuzlarımı silktim. "Sürmeyi bilseydim tek başıma binerdim. Ama sana mecburum maalesef ki."
Birden gülümseyince üstündeki tüm kasvet dağıldı. "Ne güzel söyledin öyle."
Gözlerindeki parıltıyı görmezden gelerek, "Binecek miyiz?" diye sordum. Konuyu değiştirmek istemiştim.
Başını davetkâr bir manevrayla oynatarak önden yürümeye başladı. Suratında silik bir gülümseme vardı. Birlikte ahıra girerken böyle bir istekte bulunduğum için çoktan pişman olmuştum.
Ancak kapının eşiğine gözüm takılınca tüm duygularım dağıldı. Hicran'ın kendisini astığı yer burası mıydı? Peki gerçekten kendisini asmış mıydı? Yıllar önce izbe bir otel odasında tanık olduğum o cinayeti düşündükçe tüm gerçekler yalan; tüm yalanlarsa gerçek suretinde görünüyordu. Tüm bu kargaşanın içinde hakikati bulabilmek neredeyse olanaksızdı.
"Ne oldu?" Kapı eşiğinde dikildiğimi fark edince duraksayarak yanıma geri geldi. Suratının bir kısmına gölge düşmüş, yalnızca kör gözünü açıkta bırakmıştı. Hiçbir şey görememesine rağmen her şeyi görebiliyormuş gibi bakıyordu.
"Dalmışım, bir şey yok," Yanından geçerek ahırın içine girdim. Karan'ın kapısının önünde durdum; merakla bize bakan atı izlemeye başladım. Kollarımı kendime dolamış, durmadan vücudumu saran ürpertiyi savuşturma çabasına kapılmıştım.
"Hicran'ı öğrenmişsin," deyince şaşırarak ona baktım. Zihnimdeki düşünceleri kendi eliyle koymuş kadar kolay yakalıyor oluşunun ürkütücü bir yanı vardı.
Karan'ın yuvasına yaklaşmış, sevilme arzusuyla başını uzatan atı nazikçe okşamaya başlamıştı. Yüzüne düşen kömür karası saçları arkaya iteklerken, yandan bir bakış attı. "Kardeşinin de intihar ettiğini söylemiştin. Bu yüzden mi etkilendin?"
Gerçekten de etkilenmiş olmamı anlaması sinir bozucuydu. Sanki elinde tuttuğu açık bir kitaptım onun için; istediği gibi okuyabiliyordu beni. "Cemre hakkında konuşmak istemiyorum."
"Cemre..." Kendi kendine mırıldandı. "İsimleriniz uyumluymuş."
Hiçbir karşılık vermedim. Karan'ı yularından tutup dışarıya çıkarırken kenarda durup sessizce izledim. Eyerini düzeltip kontrol etmiş, binmeye hazır olduğunu anlayınca da bana dönmüştü. Hınzır bir parıltı bulaşmıştı yine gözlerine.
"Başka kardeşin var mı?" diye sordu, sıradan bir sohbetin içindeymiş gibi. Eliyle eyerin üstüne iki kez vurarak beni yanına davet etmişti.
Yavaşça karşısına geçerken, "Soru sorarak anlaşmamızı bozuyorsun," diye mırıldandım. Başımı hafifçe geriye atmış, dosdoğru gözlerinin içine bakmıştım. "Madem soracaksın, o zaman ben de sorarım."
"Müsaadenle," Ellerini bana doğru uzattı ama durdu; dokunmak için iznimi bekliyordu. Tıpkı önceki gibi atla arasına girerek, tereddütlü bir yavaşlıkla omuzlarına tutundum. Gözlerimi göğsüne dikmiştim; bu kadar yakınken suratına bakmak istememiştim. Elleri belimi kavrayıp yalnızca bir saniye içinde beni Karan'ın sırtına bindirince panikle eyere tutundum. Üstüne binen yükle sağa sola kımıldayan at, gitmeye hazır olduğunu belli eder gibi kişnemişti.
"Sadece bir soru cevaplayacaksak," Ellerimin üstüne tutunarak kendisini yukarıya çekti ve çevik bir manevrayla arkamdaki yerini aldı. Göğsü sırtıma çarpmış, kokusu kafes misali etrafımı kuşatmıştı.
Yine tek bir beden olmuştuk.
İki yanımdan uzanmış, adeta kollarının arasına hapsetmişti beni; üstelik kasten yaptığını düşündürtecek kadar yayvan bir şekilde oturuyordu. Nitekim sırtımı ona yaslamaktan başka çare bırakmamıştı bana.
Kayışı elinin etrafında bir tur döndürerek yumruğunun içine hapsederken, bir yandan da sakin sakin konuşmayı sürdürüyordu. "Dikkatli seçmek lazım o tek soruyu."
"Tamam, anlaştık," dedim, kendimden emin bir tavırla. Ondan bir cevap alabilme fikri çok cezbedici gelmişti çünkü. Karşılığında kendimden bir açık verecektim, evet; fakat ısrarla kilitli tuttuğu odanın ufak bir aralıktan dahi olsa içini görebilecektim. "Ama sorumu dürüstçe cevaplayacaksın."
Karan'ı ahırın dışına doğru çevirirken, utana sıkıla sırtımı göğsüne yasladım. Kendimi ondan uzak tutmaya çabalamak neredeyse imkansızdı. Ancak yine de bacaklarımızın birbirine sürttüğü her an suratımı kaplayan alevleri söndüremiyordum. Resmen diri diri yanıyordum.
"Emin ol, bu konakta en dürüst davrandığım kişi sensin."
Derinlerden gelen sesi, sanki bu çıplak itirafın fazla duyulmasından kaçınıyormuş gibi olabildiğince kısık çıkmıştı. Nedense böylesine bir çekingenliği sezmek, daha fazla utanç duymama sebep olmuştu.
"Ben o dürüstlüğünü hiç hissedemedim ne hikmetse," diye mırıldandım. İçime kaçmış gibiydi sesim ama onun yine de beni duyduğuna emindim.
"Ne zaman sana yalan söylediğimi gördün?" diye sordu, bariz bir serzenişle. Karan'ı ağaçların arasına sokmuş, aheste aheste toprak yoldan yürütmeye başlamıştı. Akşam güneşi dalların arasından süzülerek arada bir yüzüme vuruyor, gözlerimizi kamaştırıyordu.
"Yalan söylemiyorsun belki ama doğruyu gizliyorsun."
"Nasıl bir doğru duymak istiyorsun benden?" diye sordu, düz bir sesle.
Başımı geriye atarak yüzüne baktım; tüm ilgisi yoldaydı. Kaşları çatık değildi fakat ciddi bir ifade kol geziyordu suratında. "Tek soru hakkımı kullanmam için beni tuzağa mı düşürmeye çalışıyorsun?"
Birden gülünce tüm ciddiyeti dağıldı, tuzla buz oldu. Göğsü titremiş, içten gülüşü kulaklarıma dolmuştu. Bakışlarını bana indirince hızla önüme döndüm; bu kadar yakından bakamazdım gözlerine. Onun kadar cesur değildim.
"Bana hem bir cevap, hem de bir söz borçlusun," dedi gülerek. Golf sahasına girmek üzereydik artık. İlerden havlama sesi duyunca siyah bir leke gibi görünen Kabza'nın bize doğru koştuğunu gördüm. "Ben sözümü tutuyorum, sana ders veriyorum. Sen de sözünü tutacaksın."
"Ne yapmamı istiyorsun?" diye sordum merakla.
Ketum bir tavırla, "Zamanı gelince isteyeceğim." demekle yetinmişti.
İyice meraklanmış olsam da üstelemedim. "O hâlde ben soru hakkımı kullanıyorum. Gizli bir telefondan görüştüğün kişi kim?"
Tekrar güldü ama bu seferki gergindi; hatta biraz da sinirliydi. Bu kadar kuralsız oynayacağımı düşünmemiş gibiydi. Her türlü soruyu yanıtlama sözü verdiği için şimdiden pişman olduğunu hissedebilmek bile mümkündü.
"Başka soru sor." derken hiçbir itiraz kabul etmeyeceği apaçıktı. Sesindeki kızgınlığı duymak, bana kaşlarımı çattırdı.
"Hani dürüst olacaktın?" diyerek çıkıştım, yoğun bir sitemle. Dirseğimle hafifçe karnına vurmuştum. Nitekim hiçbir tepki vermemiş, irkilmemişti bile. "Haksızlık yapıyorsun. Ben de cevaplamam o zaman."
Kayışlara asılarak atı yönlendirdi; ayağıyla dürterek hızlanmasını sağlamıştı. Birden sesi kulağıma sürtünce tüylerim ürperdi. "Seni biraz sakinleştirelim mi? Ne dersin?"
Henüz bir karşılık veremeden öne doğru sıçrayan Karan, günün son ışıkları altında kararan golf sahası boyunca koşmaya başladı. Panikleyerek koluna tutundum; istemsizce ona doğru sokulmuştum. Suratıma vuran ayazlar eşliğinde, kısacık bile olsa kendime tüm sıkıntılarımı unutacak bir soluklanma anı tanıdım.
Başımı omzuna yaslarken gözlerimi yumdum. Kısacık bir an bile olsa, her türlü tehlikeden beni koruyabilecekmiş hissi veren bu güçlü kollarına teslim ettim kendimi. Üstünden aylar geçse bile, içini varlığımızla birlikte doldurduğumuz bu huzurlu ânı her şeye rağmen hatırlayacağımı biliyordum. Her şeye rağmen hatırlayacaktım.
Sonunda yavaşladığımızda gözlerimi araladım. Sanki tüm ânın büyüsü ellerimden kayıp gitmiş, gerçeklik bir tokat gibi suratıma inmişti. Merih ormanın derinliklerine fazla girmeden kıyısında durunca, Karan hevesle ağaç diplerindeki otları kemirmeye koyuldu. Hızlıca aşağıya atlayarak toprakla buluştuğunda tok bir gürültü çıktı.
"Burada çalışabiliriz." Ellerini bana doğru uzatınca hiç düşünmeden omuzlarına tutundum, beni indirmesine müsaade ettim. Ağaçların arasındaki açıklıktan konak rahatlıkla gözüyordu. Kabza'nın uzaklardan bize doğru koşturan karartısı zar zor seçilebiliyordu.
"Bugün sadece nasıl tutacağını göstereceğim," dediğini duyunca ona döndüm. Loş bir aydınlığın içine devrilmiş iri bir gölgeyi andırıyordu; her zamanki gibi baştan aşağı simsiyahtı. Elini beline atarak silahını çıkarırken, gözlerini üstümden hiç ayırmıyordu. "Boş silahla çalışacağız bugün. Böyle gel."
Yanına sokularak önünde durdum. Silahı başından tutarak bana çevirdi; cesaret verircesine bakıyordu suratıma. Benden çok o hevesli gibiydi.
"Duruş çok önemli," Yavaşça arkama geçerek iki elle omuzlarımı kavramış, hafifçe geriye doğru çekmişti. Dokunuşuyla birlikte kalbim tekledi; ellerindeki gücü hissedememek adeta imkansızdı. "Omuzların dik olmalı, kendinden emin durmalısın. Tereddüte ve korkuya gerek yok," dedi, kulağıma doğru eğilerek. Ellerini üstümden çekmeden öne uzanmış, kolumu havaya kaldırmam için beni teşvik etmişti. Karşımdaki kalın gövdeli ağacı nişan almamı sağlamıştı. "Kimi hedef alacağını biliyorsun, amacını biliyorsun. Tereddüt etme, elindeki güçten korkma."
Taşıdığı ağırlığın altında ezilir gibi elimin titrediğini fark edince, yumuşacık bir tonla mırıldandı. "Korkmadan yavrum, korkmadan."
"Peki ya silah geri teperse ne yapacağım?"
Yavaşça önüme geçerek gözlerimin içine baktı. Sanki kendi dünyasına ait karanlık bir sırrı benimle paylaşıyormuş gibi kasvete bulanmıştı. Artık gerçekten de belinde silah taşıyabilecek bir adam edasıyla bakıyor, konuşuyor ve anlatıyordu.
"Öteki elinle de kavrayarak kendine destek olabilirsin," Diğer elimi alarak, tabancayı tutan parmaklarımın üstüne yerleştirmişti. Artık silah ellerimin arasında daha sağlam duruyordu. "Ayakların yere sağlam basıyor, duruşun dik. Silahın hâkimiyeti sende. Artık emniyet kilidini açabilirsin. Geriye yalnızca tetiğe basmak kalıyor."
Parmağımın ucuyla ufak kolu aşağıya indirerek kilidini açtım. Namlunun ucu dosdoğru önümde duran Merih'e uzanıyordu; göğsünden yalnızca birkaç santim ötedeydi. Ellerimi bırakarak tüm hâkimiyeti bana teslim ettikten sonra usulca bir adım geriledi fakat menzilimden çekilmedi. Hafifçe kıstığı gözleri adeta suratıma kenetlenmişti.
Zihninden nelerin geçtiğini sorgulatacak kadar yoğun bir ifadeyle bakıyordu gözlerime. Gitgide ormanın üstünü örten karanlığa müthiş bir hızla uyum sağlamıştı. Yine tüm aydınlık tarafları sönmüştü. Gecenin çökmesiyle birlikte tüm günahlarını ortaya sermeye hazırlanıyordu sanki. Gerçek yüzünün başkaları tarafından görünmesi onu hiç korkutmuyordu.
"Belirledin mi hedefini?" diye sordu, kışkırtıcı bir tonla. Mermi geçirmez bir beden gibi cesurca namlumun ucunda duruyordu hâlâ. Gözlerindeki gülümseme kurnazlıkla harmanlanmıştı.
"Evet," diye fısıldadım, elimdeki silahı daha sıkı kavrayarak. "Çoktan belirledim."
"Güzel," dedi, yavaşça başını sallarken. Dudaklarındaki gülümseme iyice genişlemişti. "O hâlde bas tetiğe."
Parmağımı tetiğin üstüne sürttüm. Kalbim öylesine ağırlaşmıştı ki neredeyse hiç atmıyordu. Sanki her şeyim durmuştu; damarlarımda akan kan bile yavaşlamış gibiydi. Bedenimdeki tüm hissiyat parmağımın ucunda toplanmıştı. Yapacağım ufacık bir baskıyla birlikte tarumar olacaktı.
Sahi, benim hedefim kimdi? Bir gün hedefim o olursa, yine de tetiğe basabilecek miydim? Çünkü benim asıl hedefim, ölümle tanışmama sebep olan herkesti. Bu konakta yaşayan herkes, bir gün namlumun ucunda durabilecek kadar şüpheye sahipti. Günahkar olamayacak kadar masum, masum olamayacak kadar da günahkarlardı.
Çağlayan bir ırmak misali zihnimde akan onlarca düşünce ve kaygıyı işitmişti sanki; anlayışla gülümsedi. Fısıltısı tüm ormanı inleten bir gürültüydü adeta. "Korkmadan kitapçı kız, korkmadan."
Ama korkuyordum. Bir gün namlunun ucunda onu bulmaktan korkuyordum. Tetiğe basmak zorunda kalmaktan korkuyordum. Kazandığımı zannederken, kaybetmekten korkuyordum. Günahkar olanı bulduğumu sanıp, masum olanı vurmaktan korkuyordum.
Onu kaybetmekten korkuyordum.
Hızla gözlerimi yumarak kendimi susturmaya çalıştım. Aniden zihnimin kıyılarına öfke dalgaları vurmuş, yüzeylerime kazıdığım tüm düşünceleri sürükleyerek derinliklerine götürmüştü.
Belki o günahkarların arasında değildi; ama masum olanların arasında hiç değildi. Bu düşünceler zehirliydi; yalnızca beni zehirlerdi. Keza yapmak zorunda olduğum hamleleri bile bana unuttururdu.
Hızla gözlerimi açtım ve hiç düşünmeden tetiğe bastım. Kısa bir klik sesiyle birlikte şarjördeki boşluğun gürültüsü aramızdaki sessizliğin içine devrildi. Ağır bir yük taşımış gibi birden kollarımı indirerek namluyu ondan uzaklaştırdım.
Gülümsemesini bozmadan yanıma gelirken, "Bugünlük bu kadar yeter, hava da karardı zaten." dedi. İçi boş bile olsa, az önce kalbinin üstü hedef alınmamış gibi tasasız ve sakindi. Uzanıp silahı elimden alırken gözlerini gözlerimden çekmedi. "Merak ettim doğrusu içinde mermi varken kimi hedef alacağını."
Hiçbir karşılık vermedim; zaten veremezdim. Silahı geri beline kıstırıp ortadan kaldırınca içimi bir ferahlık kaplamıştı. Serin havaya rağmen oluk oluk terlediğimi hissedebiliyordum. Bu kadar zayıf olamazdım. Bir gün o silahı elimde taşıyabilmek istiyorsam daha sağlam durmak zorundaydım.
"Gidelim hadi, ayarlayabilirsem yarın tekrar geliriz." Sakin sakin kenarda otlanan Karan'a doğru yürüyünce ben de arkasından gittim. Bu sefer iznimi beklemeden ellerini belime koymuş, beni atın tepesine oturtmuştu. Kendisi de hızla binerek tekrar arkamdaki yerini aldığında, onun da tıpkı benim gibi kaskatı kesildiğini anladım.
Nitekim yol boyunca benimle hiç konuşmaya çalışmamıştı.
Ürkütücü bir hızla geceyi yararak ahıra vardığımızda hiç olmadığım kadar huzursuz hissediyordum kendimi. Yarım kalmış bir konuşmanın gerginliğini taşıyordum sanki üstümde; bir şeyler söylemek istiyordum fakat tam olarak ne istediğimi ben bile bilmiyordum.
Merih kayışlara asılarak Karan'ı durdurduğunda yuvasının tam önüne gelmiştik. Aniden içinde tuttuğu nefesi üfleyince sırtımı yasladığım göğsün yavaşça sönüşüne tanık oldum. Sessizliğin içinden geçerek kendisini aşağıya bırakmış, ardından beni de tutarak yanına indirmişti.
Duygusuz bir durgunluk vardı üstünde; düşüncelerini anlayabilmek artık olanaksızdı. Karan'ı usulca yuvasına sokup kapısını kilitlerken, sessizliğimi de yanıma alarak karanlığın içinden onu izledim. Yularını çıkarmış, sırtındaki eyeri söküp tahta korkuluğun üstüne atmıştı. Şefkatle atın başını okşayıp saçlarını da düzelttikten sonra ancak işini bitirmişti.
Ellerini silkeleyerek bana doğru yürüdüğü esnada arkadan yükselen tuhaf bir sesle ikimiz de o tarafa döndük. Kaşlarımı çatmış, daha iyi görebilmek için gözlerimi kısmıştım. Ahırın öteki ucunda beliren karartıların kim olduğunu anlamaya çalışırken, birdenbire güçlü bir el dudaklarımın üstüne kapandı.
Henüz hiçbir tepki veremeden, kendimi karanlığın en yoğun olduğu ıssız bir köşeye çekilirken buldum.
"Şşşt!" Kulağımın kıyısına sürtünen nefesi birden tüylerimi ürpertti. Koluyla belimi kavrayarak beni boylu boyunca kendisine yaslamış, başımı kuvvetlice omzuna bastırmıştı. Ne yapıyordu? Bilinçsizce üstümde uyguladığı güç beni afallatmış, adeta ayaklarımı yerden kesmişti. "Sakın ses çıkarma."
Şaşırmış olsam da yaptığı ikazı ciddiye alarak sessizliğe gömüldüm. Çünkü ilk kez, onu tanıdığım günden beri ilk kez, korktuğunu hissetmiştim. Bu da demekti ki sorgulanamayacak kadar gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştık.
Hızla inip kalkan göğsüyle birlikte kasılan kalbim, bu ani vuruşlarla resmen tenimin altını yumrukluyordu. Neler oluyordu? Birbirini itekleyen karartılara bakarken, ne olduğunu anlayabilmek için çırpınıyordum. Fakat birden ikisi de yere devrilmiş ve görüş açımızdan çıkmıştı. Geriye yalnızca gürültüleri kalmıştı.
"Lütfen dur, halledebiliriz bunu," Sessizliği yararak bize kadar uzanan çaresizliğin fısıltısı, aniden gözlerime kara perdelerin devrilmesine neden oldu. Korkuyla Merih'in koluna tutununca beni kendisine daha çok bastırdı. "Ben senin çocuğunun annesiyim, bana bunu yapamazsın. Sen onlar gibi acımasız değilsin. Lütfen merhamet et bize Oğuz, lütfen."
İç parçalayan çelimsiz ağlayışlar ansızın kesildi; yerini tuhaf, kan donduran bir gürültü aldı. Boğuluyordu. Karnındaki bebekle birlikte boğuluyordu.
Aniden ruhumdaki tüm yaşam çekilince ayaklarım zemine tutunamadı; düşeceğimi sezen Merih beni daha sıkı kavramıştı. Beni ayakta tutan tek gücün kendisi olduğunu o da sezmiş gibiydi. Yaşadığımız ânın dehşetiyle sarsılırken, dakikalarca yaşama tutunma çabalarını ve zar zor atabildiği boğuk çığlıklarını dinlemek zorunda kalmıştık.
Nefesleri hâlâ kulağımdaydı; yanağını başımın kenarına yaslamıştı. Onun için de katlanılması zor bir ândı, belliydi; aldığı kesik soluklardan kolaylıkla anlaşılabiliyordu.
Ancak yine de sakindi. Bense adeta mengene gibi bedenimi saran kollardan kurtulmak, onun yanına koşmak istiyordum; hâlâ onu ve karnındaki yaşamı koruyabilirdim. İki hayatın acımasızca söndürülmesine mani olabilirdim. Bu gecenin birilerine tabut olmasını durdurabilirdim. Yapabilirdim. Fakat yapamıyordum; öylesine güçlüydü ki resmen beni kendisine kenetlemişti. Ne beni bırakacaktı; ne de onu kurtaracaktı.
Beni hayatım boyunca zihnimde yankılanacak olan acaba sorusuna mahkum edecekti. Acaba o gece onları kurtarabilir miydim? Acaba katili durdursaydım yaşayabilirler miydi? Sırf onun yüzünden, hayatım boyunca kendimi bu acabalarla cezalandıracaktım.
Eziyet dolu saniyelerin sonunda tüm sesler kesildi. Artık can çekişmiyorlardı. Ruhlarının kokusu usulca etrafa siniyordu. Katilin pişmanlık dolu ağlayışlarına karışan gürültüler, ölümün peşinden gelen sessizliği gücendirecek kadar uzun sürdü. Bir şeyler çekildi, gıcırdadı, sonra tekrar çekildi; ardından yavaşça gökyüzüne yükseldi.
Artık cinayet bitmişti. Mercan'ın ruhsuz bedeni, ay ışığı altında usul usul sallanıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder