20

 20: İNTİKAM ŞAHI


Azalıyordum. 


Ruhumdan, duygularımdan, kendimden azalıyordum. 


Uzun zamandır benimle yaşayan bir şeyler, benden koparılıp alınıyordu. Ruhum küçülüyordu; birkaç beden ufak geliyordu üstüme, içlerimde kayboluyordu. Duygularım eski renklerini kaybediyorlardı; soluyor, ağarıyorlardı.


Sanki yine, içinde yıllarımı çürüttüğüm o basık otel odasındaydım. Üzerinde acelenin izleri bulunan, yarım bırakılmış bir sofranın başındaydım; sakince oturuyordum. 


Sessizce kenarda asılı duran montunu üzerine giyiyor, sarı atkısını boynuna doluyordu. Çantasını sırtına geçirip gitmeye hazırlanırken, birden ona seslenince duraksıyordu. 


Parlak kırmızı elmayı cebimden çıkararak ona uzatıyordum. "Yanına al bunu, acıktığın zaman yersin." diyordum. 


Bir süre ifadesizce elmaya bakıyordu. Geriye sayılı nefeslerinin kaldığını bilmeden soluğunu sertçe burnundan üflüyordu. Elmayı elimden alıyor, ardından tek kelime etmeden çıkıp gidiyordu. 


Birkaç saat sonra tekrar görüyordum onu; gökyüzüne yükselebilmek için çırpınan ufak bir kuş gibi sallanıyordu.


Sanki yine, hayatımdaki dağınıklığı yoluna soktuğuna inandığım o kitabevindeydim. 


Yaşlı adamın ziyaretinden sonra bariz bir şekilde huzursuzlaşıyordu. Durmadan ellerini ovuşturuyor, kaygılı gözlerini her köşeye dokunduruyordu. Şehrin üstüne karanlık çekiliyordu; o kasanın önünde faturalarla ilgilenirken ben dikkatini dağıtmamak için, sessizce kitabevinden ayrılıyordum.


Birkaç saat sonra tekrar görüyordum onu; gökyüzüne yükselebilmek için çırpınan bir kuş gibi sallanıyordu. 


Onları da böyle öldürdüler. 


Bu çarpıcı düşünce zihnimi doldururken, gözlerimin önündeki kara perdeler yavaşça aralanmıştı. Tüm vücudumu mengene gibi saran kolların arasında geriye çekilirken, gökyüzünde sallanan zayıf bedeni tekrar gördüm. 


Geride hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı; bırakıldığı yalnızlığın içinde tabutuna uzanmış gibi duruyordu. 


Boğazıma kadar tırmanan bir şeyler daha fazla kendimi dizginlememe müsaade etmedi; hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Dudaklarımdaki elini çekmeden, beni cinayetin dört bir yana sinmiş olan kokusundan uzaklaştırmaya çalıştı.


Hışımla çırpınarak kollarını kendimden itekledim. Başta bırakmaktan kaçındı fakat sonra ne kadar paniklediğimi anlayarak, soluklanabilmem için kollarını gevşetti. 


Dudaklarımdan kalkan yükle birlikte, "Belki hâlâ kurtarabiliriz onu!" diye yakardım. 


Hızla ileriye doğru atılmış, kollarının arasından sıyrılmıştım. Ancak onun gibi bir adamın karşısında hiçbir şansım yoktu; insanı ürkütecek kadar güçlü ve çevikti. Henüz cesede koşamadan beni tekrar yakalamış, birden ayaklarımı yerden kesmişti. 


"Demre, saçmalama!" Sesi alçak çıkıyor olsa da üstünde taşıdığı hiddet adeta bağırıyordu. "Çoktan öldü. Parmak izini mi bırakmak istiyorsun etrafa? Hiçbir şey yapamayız artık."


Ağlayarak, "Ama yapabilirdik!" diye bağırdım. 


Ahırdan uzaklaşarak iri ağaçlarla örtülü bir patikaya girdiğimizde tekrar kollarından sıyrıldım. Tüm gücümle çırpınmış, bırakması için etrafa tekmeler savurmuştum. Sendeleyerek aramıza mesafeler soktum, ardından hışımla ona döndüm. Dosdoğru gözlerinin içine bakıyordum artık. 


"Kurtarabilirdin onu!" Kesik kesik çıkan kelimeler hıçkırımlarımın arasında boğuluyordu. Ancak o beni yine de anlıyordu, biliyordum. Öyle ki suratına çarptığım öfke adeta sabrını sınıyordu. "Neden kurtarmadın? Ben yapamazdım belki ama sen yapabilirdin, Merih. Onu kurtarmayarak bu korkunç cinayete resmen ortak oldun." Sesim titredi; dudaklarımdan acı bir hıçkırık taştı. "Beni de ortak ettin. Korkunç bir durum bu. Neden beni de ortak ettin? Neden bırakmadın beni?" 


Öfkeyle üzerine yürüyüp göğsünden ittim. Gücümün onu geriletmesine izin verirken huzursuzca nefesini üfledi; beyaz bir duman geceye karışmıştı. Fakat yine de suskundu; öfkemin altında tepkisizdi. Vicdanımın kanattığı her yaranın acısını ondan çıkarttım. Elimin uzanabildiği her yerine vurdum, çekiştirdim, var gücümle hırpaladım.


Sonra birden nefret ettim.


Ölümü bu kadar çabuk kanıksamasından nefret ettim; koyu bakışlarından, soğukkanlı tavırlarından nefret ettim. Beni de bu ağır suçun bir parçası yapmaya zorladığı için ondan nefret ettim. 


"Neden susuyorsun Allah'ın belası?" diye fısıldadım. O kadar büyük bir hayal kırıklığıyla tıkanmıştım ki sesim bile dışarı çıkmakta zorlanıyordu. "Bir şey söylesene. Senden nefret etmemem için bir şeyler söylesene."


Tekrar itekleyince birkaç adım gerileyerek durdu. Başından beri takındığı soğukkanlılık ortadan ikiye çatlayan bir cam gibi yarılarak, altındaki acıyı açığa çıkardı. Yaşadığım ızdırabın yansımaları artık onun da gözlerindeydi; kendisini açıklamak istiyormuş ancak yapamıyormuş gibi umarsızca bakıyordu.


Nasıl onun gibi yenilmez bir adam bu denli çaresiz bakabilirdi?


"Kurtaramazdım, Demre," dedi, af dileyen biri gibi neredeyse yalvarırcasına. Kendisi de yükümün altına girmeye çalışıyordu sanki. "Sen de kurtaramazdın. Anlamıyor musun? Başından beri ölüydü artık o, kimse kurtaramazdı." 


"Ne demek kimse kurtaramazdı?" İleriye atılarak yanına sokuldum; iki elle yakasına asılmıştım. Yine yaşlar nüfuz etmişti gözlerime; boğazımda kavurucu bir pişmanlık vardı. "Hamileydi o Merih, sen de biliyorsun. Karnında başka bir can taşıyordu. Nasıl bu kadar vicdansız olabiliyorsunuz?" Ellerimdeki tüm güç çekildi, bacaklarım daha fazla yükümü taşıyamadı. "Kardeşimi de böyle öldürdüler!" 


Düşeceğimi anlayınca hızla kollarımı kavradı; şimdi ikimizde yerdeydik, dizlerimiz birbirine değiyordu. Başımı eğmiş hıçkırarak ağlarken, iki eliyle yüzümü kavradı ve yavaşça yukarıya kaldırdı. Beni gözlerine bakmaya mecbur bırakmıştı. 


"Demre, bir tanem, bana bak," Artık o da fısıldıyordu. Sanki bu kadar bariz bir şekilde duygularını kabuklarından sıyırmışken, başkası tarafından duyulmaktan çekiniyordu. "İstesen de bu sonu değiştiremezdin. Ne sen o kadar güçlüsün ne de ben. Elimizden hiçbir şey gelmezdi. Eğer ufacık bir umut bile görseydim, yemin ederim kurtarırdım." 


İçten içe haklı oluşunu kendime yediremedim. Nasıl hiçbir umut olamazdı? Nasıl hiç kimsenin gücü yetemezdi buna? Bu kadar zahmetsiz olmamalıydı öldürülmek. Düşündükçe nasıl bir cehennem çukuruna yuvarlandığımı daha iyi anlıyordum. Etrafımı sarmış olan bu kötülükten sağ çıkmanın ne kadar zor olduğunu fark etmiştim. 


"Polis..." dedim, kendi kendime mırıldanarak. Kör gözlerle bakıyordum etrafa. Artık gitgide hamlelerin acımasızlaştığı bu kan dolu oyunu bozmanın tek bir yolu vardı; o da her şeyi ihbar etmekti. Kulağa çok doğru gelen bir fikirdi bu. "Polisi arayacağım ben. Her şeyi anlatacağım. Tüm bu saçmalıklara son vereceğim artık."


Kendi zihnime ektiğim bu cazip fikirle ayağa kalkmaya yeltenince beni geri yere bastırarak soğuk toprağın üstüne oturttu. Uyguladığı güçle öne doğru savrulmuş, bacağına tutunmuştum. Korku ve öfke karışımı bir duygu silsilesiyle suratına baktım. 


"Saçmalama," dediğinde, içimdeki öfke korkuyu biraz daha baskılamayı başarmıştı. Onun da bu fikre sinirlendiği belliydi; kaşlarını çatmıştı, sesi hiç olmadığı kadar haşindi. 


"Dayanamıyorum artık, Merih," Uzaklaşmaya çalıştım ancak müsaade etmedi; parmakları yüzümü kavrarken, gözlerinin içine bakmaya zorladı. Sessizce, kendimle verdiğim kavgayı izliyordu. "Bu suçluluk duygusuyla yaşayamıyorum. Neden böyle olmak zorunda? Daha kaç kişi ölecek? Dayanacak gücüm kalmadı artık." 


Derin bir soluk aldı; alevlenmiş olsa bile sakince telkin edebiliyordu. "Buraya bir amaç uğruna gelmedin mi sen? Aptal değilim ben Demre, her şeyi görebiliyorum. Eğer şimdi polise gidersen, o amacı hiçbir zaman gerçekleştiremezsin. Böyle bir noktada mantığınla hareket et, duygularınla değil." 


Resmen bir tokat etkisi yaratmıştı bu sözler. Çünkü haklıydı; tanık olduğum bu acımasız an bana her şeyi unutturmuş, adeta düşünme yetimi köreltmişti. Duygularım öylesine yüzeye çıkmıştı ki derinlerde boğulan mantığıma erişemez olmuştum. 


Eğer ihbar edersem, amacımı da ihbar etmiş olacaktım.


Yanaklarıma uzanan sıcak yaşlar, Merih'in yüzümü kavrayan parmaklarına devriliyordu. Ağlamaktan kısılmış bir sesle fısıldadım. Sanki ona değil de vicdanıma fısıldıyordum. "Görmezden mi geleceğim sırf bu amaç için?" 


"Görmezden gelmeyeceğiz," dedi, beni afallatan yumuşak bir tonla. Parmaklarını tenime sürtüyor, nazikçe yaşları siliyordu. Sanki bu tonun beni ne kadar kolay yatıştabildiğinin kendisi de farkındaydı. "Sadece zamanın gelmesini bekleyeceğiz, bir tanem. Doğru zamanı bekleyeceğiz." 


Acıyla gözlerimi yumdum; duygularımı yenebilmek için kendime zaman tanıdım. Bugüne kadar pek çok ölüm görmüştüm; çok daha acı tecrübeler yaşamıştım. Fakat şimdi, hiç olmadığım kadar yakınlaşmıştım sona. Duygularıma kapılıp tüm çabalarımın boşa gitmesine izin veremezdim. Bu yola çıkarken fedakarlıklar yapacağımı; şahsiyetimden ödün vereceğimi zaten biliyordum. Bu susan ben olamazdım belki; ama olmak zorundaydım. 


Konuşan bir dilsiz olmak zorundaydım.


"Tamam," dedim, birçok yenilgiyi, pişmanlığı ve acıyı içinde barındıran bir kabullenişle. Merih hafifler gibi göğsüne sıkışmış olan nefesi bırakırken, şefkatle yanağımı okşadı. Ardından ayağa kalkmam için destek oldu; tekrar telaşa bulanmıştı hareketleri. 


"Şimdi buradan direkt eve gidiyorsun, başka hiçbir yere uğramıyorsun, tamam mı?" 


Şaşırarak ona baktım. Kırılan camını onarmış gibiydi; artık yine soğukkanlılıkla doluydu. Yine o karanlık ketumluluğuna bürünmüştü. "Sen ne yapacaksın?" 


Elini sırtıma koyarak beni müştemilata doğru uzanan karanlık patikaya yönlendirdi. "Halletmem gereken işler var. Sen dediğimi yap, burayı bana bırak. Arkana bile bakmadan direkt eve git. Kimseyle konuşma, kimseye bir şey anlatma. Buradaki tek tanık benim, sen hiçbir şey görmedin. Anlaşıldı mı?" 


Kaşlarını kaldırarak gözlerini belertti. Karanlığın içinde parlayan iki ay parçası gibi duruyordu bakışları. O kadar baskıcıydı ki bana onaylamaktan başka çare sunmuyordu. Gönülsüzce başımı sallarken, "Tamam, anladım." demekle yetindim.


Usulca elinin tersiyle yanağımı okşayarak yaşların izlerini silerken, istemsizce ürperdim. Dokunuşu o kadar nahifti ki hassas bir yerlere değmişti; tekrar ağlama isteği kabartmıştı içimde. Yaşları durdurabilmek için yanağımın içini dişledim. Gözlerine daha fazla tutunamamış, göğsüne inmiştim. 


Tıpkı dokunuşu gibi yumuşak bir sesle fısıldadı. "Hadi, git artık."                             


Ölüme bu kadar yakın durmaya daha fazla katlanamayarak arkamı döndüm ve aceleyle geceye karıştım. Tıpkı dediği gibi ardıma bile bakmamış; ağlamamak için kendimle cebelleşerek hızlı hızlı eve yürümüştüm. Yalnızca birkaç dakika içinde kapının önüne varmıştım. 


Yavaşça içeriye süzülerek kapıyı arkamdan örttüm. Bir süre elimi çekmeden, gözlerimi yumarak öylece bekledim. İçimdeki ağlama isteğini bastırmaya çalışıyordum. Bu şekilde kızların karşısına çıkamazdım; toparlanmak zorundaydım. 


"Demre?" 


İrkilerek arkama döndüm. Elinde tuttuğu içeceklerle Sinem mutfak kapısının eşiğinde dikiliyordu. Gidecekken beni görmüş de duraksamış gibiydi. "Ne yapıyorsun orada? Hadi gel, oturuyoruz hep birlikte." 


Hızla başımı salladım; normal çıktığına inandığım bir sesle mırıldanmıştım. "Tamam, geliyorum hemen tamam." 


Gülümseyerek önüme düşünce ben de peşine takıldım. Kısık gülüşmelerin yükseldiği salona girdiğimizde, bir süre eşikte duraksadım. Mercan hariç herkes buradaydı; dağınık bir hâlde koltuklara oturmuşlardı. Dün yaşanan gerginliğin kalıntıları hâlâ odanın içinde dolanıyor olsa da ince bir neşeyle baskılanmıştı. Aylin ve Ece gülerek birbiriyle atışıyor; Aslı ve Buket'se kendi aralarında konuşuyorlardı. 


Dilara ve Sude koltuğun ucuna oturmuştu; yabancı birisiyle karşılaşmışçasına, sessizce bana bakıyorlardı. İkisinde de donuk bir ifade vardı. Merakla Sude'nin yanına doğru gidecekken aniden gözlerinde yakaladığım çıplak bir kuşkuyla duraksadım. 


Biliyordu, ona da söylemişti.    


İçimi tıpkı bir sarmaşık gibi keder sardı; yavaşça yönümü değiştirdim. Başımı önüme eğerek içeriye girdim. Herkesten uzak, sakin bir köşeye çekilmiştim. Kalbimden damarlarıma zerk edilen korku ve paniğe rağmen, sakince oturabilmeyi başardım. 


Kızların ben yokmuşum gibi davrandığı uzun dakikaların sonunda birdenbire eşikte beliren Meral abla tüm ilgiyi üstünde toplamıştı. 


İçeriyi tarayan kısık gözleri beni bulunca, "Demre, rica etsem odama gelir misin?" demiş, bütün ilgiyi kendisinden benim üstüme fırlatmıştı. Rica kisvesi altında sunulan açık bir emirdi bu. Meraklı bakışların altında ezilerek, ağır bir yük kaldırıyormuşçasına yavaşça ayaklandım. 


Sessizliğin içinden geçmiş, odasına yönelen Meral ablanın peşine düşmüştüm. Ben çıktıktan sonra yükselen fısıltılar odaya sığamayarak koridora kadar taşmıştı. 


"Gel lütfen, şöyle geç," Davetkâr bir şekilde aralık tuttuğu kapıyı ben odaya girdikten sonra usulca örttü. Keskin bir kahve kokusu raks ediyordu içerde. Pencerenin kenarı minik kaktüslerle bezenmişti. Daha önce orada olduğunu hiç fark etmediğim ufak bir çerçeve asılıydı duvarda; kızlarla birlikte bahçede çekildiği bir fotoğrafla doldurulmuştu içi.


Hepsi gülüyordu. Ama artık aralarından bir kişi daha eksilmişti. 


Gösterdiği yere, koltuğun kenarına ilişerek dalgın dalgın ona baktım. Zihnimdeki hazin düşünceyi bertaraf etmiş ancak buna rağmen ürpermiştim. Hâlâ konağın bir yerlerinde bulunmayı bekleyen bir cesetin olduğu gerçeği, düşündükçe beni sarsmaya devam edecekti. Acaba Merih ne yapıyordu? Hâlâ cesedin yanında olabilir miydi? Sanki şefkatli dokunuşları hâlâ yanağımdaydı; beni teskin ediyordu. Nasıl bir katil bu kadar şefkatli olabilirdi? 


"Lafı uzatmak istemiyorum," dediğinde istemsizce irkildim. Farkında olmadan o kadar zihnimin derinlerinde boğuluyordum ki birisi beni yakamdan tutup yüzeye çıkardığında, istemsizce korkuyordum. "Bana söylemeyecek miydin?"


Yoksa biliyor muydu?


Endişeyle parmaklarımı birbirine kenetledim. Gözlerimi bile kırpmadan suratına bakıyordum. Kendi sesimi duyunca şaşırdım; resmen kekeliyordum. "Anlamadım, neyi?"


Arkasını yaslanarak tıpkı benim gibi parmaklarını birbirine kenetledi; fakat onunki bir güç gösterisiydi resmen. Benimkiyse kendime tutunma çabasıydı sadece. Çünkü tutunabileceğim başka bir dayanak kalmamıştı artık. 


Boğazını temizleyerek sesindeki kırıklıklardan arındı. Dünkü tahribatın aksine, şimdi kırmaktan çekinircesine konuşuyordu. "Cuma günü toplantıda Buket yerine aşağıya sen inecekmişsin, kızlar söyledi. Beren Hanım bu şekilde emretmiş onlara. Bunu bana söylemeyi düşünmüyor muydun?"      


Başka bir meseleden bahsediyor olmasına rağmen rahatlayamamıştım. O kadar kendi dertlerime kapılmış bir hâldeydim ki aşağıya ineceğim gerçeğini dahi unutmuştum. Ne tepki vereceğimi bilemeyerek bir süre sustum; tam anlamıyla afallamış, düşüncelerimi duymasından korkarak gözlerimi kaçırmıştım.


Sessizliği bölecek cesaretimin olmadığını anlayarak koltuğun üstünden bana doğru eğildi. Artık fısıldıyordu ve yalnızca şefkatle doluydu. "Demre, lütfen gözlerimin içine bak."


Bakmadım; çünkü bakamadım. 


O kadar tarumar edilmiştim ki içimde devrilmeyen yalnızca tek bir yer kalmıştı; gözlerine baktığım an, beni ayakta tutan bu son dayanağımın da devrilmesinden korkmuştum. Büsbütün yıkılmaktan korkmuştum. 


"Seninle açık konuşacağım," dedi, bir an olsun gözlerini suratımdan ayırmayarak. Kelimelerini itinayla seçtiği, üstlerine yüklediği anlamlardan dahi anlaşılabiliyordu. Ne dediğini çok iyi bilen bir vurgusu vardı. "Buraya sadece temizlik yapmak için gelmediğini biliyorum," Gözlerimi ellerime indirdim. Kalbimin boğazımda atışını hissedebiliyordum. "Tan'ın seni konağa sırf bu sebepten almadığını da biliyorum. Asıl sebebin ne olduğunu henüz bulabilmiş değilim ama bildiğim bir şey varsa, o da bir gün kendine zarar verecek olman. Sana bu kavgayı önceden yapmış birisi olarak söylüyorum, bu bizim gibi insanların kazanabileceği adil bir kavga değil. Çünkü denk değiliz, olamayız da. Bunları söylememdeki tek amaç seni korumak, Demre." 


Bir süre duraksadı; sanki söylenmesi zor bir yere gelmişti. 


"Dünkü tepkim için kızmakta haklısın, sana o şekilde vurmamam gerekirdi," Yavaşça geriye kaçılarak tekrar arkasına yaslandı. Düşüncelerle koyulaşmıştı sesi. "Mercan'a bir şey olmasından ne kadar korktuğumu tahmin bile edemezsin. Sırf bu korku yüzünden kendimi kaybettim, ne yaptığımın farkında değildim." 


Sanki bu sözler zar zor sakladığım duygularımı benden koparıp almış, uzaklara savurmuştu. Daha fazla kendimi tutamamıştım. Derinlerimden kopup gelen acı, kesik hıçkırıklar eşliğinde taşmaya başlamıştı. Gerçekleri anlatamamanın ızdırabını çekiyordum; çünkü ona korktuğu şeyin başına geldiğini asla söyleyemezdim. 


"Demre?" Şaşırarak yanıma doğru kayarken elini sırtıma koydu. Dokunuşuyla birlikte kendimi daha çok küçülüyormuş gibi hissetmiş, ellerimle yüzümü örtmüştüm. "Yoksa kızdığım için mi ağlıyorsun? Aşağıya inmeni istemememin tek sebebi sana zarar geleceğinden korkuyor olmam. Başka bir sebebi yok."                    


Hiçbir karşılık alamayacağını anlayınca sözüne devam etti. İyice yanıma sokulmuş, parmaklarımın arasından yüzümü görebilmek için öne doğru eğilmişti. "Geçmişte bir çalışanımı koruyamadım ve acı bir şekilde kaybettim. Böyle bir tecrübeyi tekrar yaşamak istemediğim için sizi korumaya çalışıyorum. Korktuğum için kızıyorum." 


Aniden ayağa kalkarak ondan uzaklaştım. Daha fazla tahammül edemeyecektim bu konuşmaya; vicdanımdan kaçmak, kendimden kurtulmak istiyordum. 


Sertçe yüzümdeki yaşları silerek ona döndüm. Durmadan burnumu çekiyor, sözümü tamamlamakta zorlanıyordum. "Ne demek istediğinizi anladım, Meral Hanım. Ama ağlamamın sebebi siz değilsiniz, sadece hassas bir günümdeyim," Duydukları onu şaşırtsa da sessizliğini koruyarak sözümü bitirmeme izin verdi. "Uyarılarınızı dikkate alacağım. Şimdi izninizle, çok yorgunum, erken yatmak istiyorum." 


Hiçbir karşılık vermeden, müsaade eder gibi eliyle kapıyı gösterdi. Arkamda gürültülü bir sessizlik bırakarak odayı terk ederken, bakışlarının ağırlığını sırtımda hissetmiştim. Ne zaman ki yukarıya çıkıp üstümü değiştirdim ve yorganın altına sığındım; ancak o zaman gevşeyerek biraz da olsa rahatlayabildim. 


Nitekim o gece hiç uyuyamadım. 


Birisi omzuma dokunduğunda bitmek bilmeyen kâbusların elinde ufalanıyordum. Kardeşimi kurtarmaya çalışmaktan kan ter içinde kaldığım kasvetli bir rüyadan sıyrılarak, sonunda gözlerimi açtım. Bir süre kör gözlerle karanlığın içine bakındım. 


Sonra onu gördüm; ufak bir karartı gibi yatağının ucuna oturmuş, beni izliyordu. Sessizliği o kadar yalındı ki güçlendirmek için süslemesine gerek dahi yoktu. Çabasız, sade ve zaten yeterince can yakıcıydı. 


Kupkuru bir boğazla yattığım yerden doğrulurken pencereden dışarıya baktım. Yavaş yavaş ağaran tan, işlenen günahları açığa çıkarmaya hazırlanıyordu. Tıpkı dışarıya olduğu gibi, içeriye de kan donduran bir sükunet hakimdi. Tek bir yaşam belirtisi dahi yoktu.


Ölümü andıran bu durgunluğun içinde bir süre ikimiz de kımıldamadan birbirimize baktık. Suratını seçemesem de üzüntüsünü görebiliyordum. Düşük omuzlarından, kucağında kenetlediği ellerine kadar tepeden tırnağa çaresizliğin timsaliydi.


"Mercan kendisini asarak intihar etmiş." dedi, bu hazin hakikati tek bir nefese sığdırıp beni şaşırtırken. "Merih abi bu sabah ahırda bulmuş. Birkaç saat sonra da gömmüşler." 


Bir tepki vermem gerektiğini biliyordum ancak yapamıyordum. Defalarca kez dudaklarımı araladım, kapattım; araladım, kapattım. İlk defa duyuyormuş gibi davranmak zorundaydım fakat bir türlü kelimelere uzanamıyordum. 


"Aklım almıyor," diyerek beni içinde boğulduğum kelimesizliğin yükünden bir nebze de olsa kurtardı. Renksiz ve tekdüze bir sesle, benden ziyade kendisiyle konuşuyordu. "Hamileydi bu kız, bebeğini yaşatmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Neden bir gece aniden kendisini asmaya karar verdi? Niye yaptı bunu kendine?"


Karanlığın kıyısında durarak gözlerine baktım. Beni pişman edebilecek bir şey söyledim. "Belki de o yapmadı."


Sessizlik birden tüm yalınlığını yitirdi. Artık çok çalkantılıydı, çok karışıktı.


"Ne ima ediyorsun?" diye sordu, şaşkınlığını gizlemeden. 


"Bebeğin duyulması büyük bir sıkıntı doğuracaktı, bunu hepimiz biliyoruz," Olabildiğince belirsiz konuşmaya çalışsam da konaktaki eli kanlı insanları herkese teşhir etme arzusuyla dolmuştum. Kendimi çok zor dizginliyordum tüm bu kirli sırları önüne sermemek için. "Birileri bu sorunu kökünden çözmek istemiş olabilir. Birden fazla kişinin bildiği sır, artık sır değildir. Başkalarına yayıldığını biliyorlar."


Kısa bir sessizliğin ardından duymayı hiç beklemediğim bir soru sordu. Yeterince belirsiz konuşmamıştım belli ki.   


"Neden ölümüne hiç şaşırmadın?" Sesi o kadar yorgun çıkmıştı ki üstüne yüklenen kuşkuları bile taşıyamıyor gibiydi. Sanki bana karşı şüpheler besliyor olmak onu yıpratmış, aynı zamanda yormuştu. "Dilara'nın düşüncesini haksız çıkarmak için en azından biraz çabalayamaz mısın? Lütfen Demre birazcık çabala." 


Artık sona yaklaşmıştık; arkadaşlığımızın kıyısına varmıştık. Ne kaybettiğimin farkındaydım ancak yine de kendimden hiç ummadığım bir sertlikle karşılık vermiştim. "Neyi haksız çıkarmamı istiyorsun benden?" 


"Hicran'dan bir farkın olmadığını." 


Ciğerlerime sıkışmış olan nefesleri üfleyerek başımı eğdim. Bir süre sessizliğe yaslanmış, soluklanmaya çalışmıştım. Değer verdiğim bir insanın kalbini kırmak beni de kırıyordu; fakat başından beri kendimi hazırladığım fedakarlıklar da zaten tam olarak bu noktada başlıyordu. 


Yoluma devam edebilmek için bir şeyleri feda etmeliydim.


"İstesem de haksız çıkaramam sizi," Bir an elleriyle yüzünü örtüp tekrar bana baktı. Ağır ağır zemine dökülmeye başlayan sarı huzmeler, ikimizin de çehresini aydınlatıyordu. Artık tüm acılar gün yüzüne çıkıyordu. "Hicran neyin peşindeydi, size ne yalanlar söyledi hiç bilmiyorum ama ben kimseye bir güven borçlu değilim. Hakkımdaki ne düşüneceğin sana kalmış, hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, üzgünüm." 


Bu tatsız konuşmayı bitirmek istercesine yavaşça ayağa kalktı. Ağır ağır kapıya doğru yürürken, "Mutfak çalışacak ama biz bugün boşuz, ne yapmak istiyorsan yapabilirsin." demişti. Sessizce odadan çıkışını izlerken omuzlarım biraz daha çöktü. Kendimi geri yatağa atarak, kör gözlerle tavanı izledim. İçimde ağlama isteği yoktu; ama hissi vardı. 


Ağır bir yük gibi yataktan kalkıp kendimi soğuk suyun altına soktum. Üstünden yıllar geçmiş gibi hissettiren o meşum geceye ait, Turgut'tan geriye kalan çürükler ve morluklar hâlâ tenimdeydi. Kimisi koyu bir tonda morarmıştı; kimisi acının en yoğun olduğu yerleri belli edercesine çiğ bir tonda sararmıştı. 


Sırf bir eser uğruna kanımdan alınan fırça darbesinin izi de hâlâ elimdeydi. İnce bir yol gibi ikiye yarılmış olan derim, suyun altında kızıl bir hare misali parıldıyordu. Uzun bir süre benimle kalacak gibiydi. 


Hafifleyeceğimi sanarak girdiğim duştan ağırlaşarak çıkmıştım. Kendimle baş başa kaldığım zamanlar her şeyi daha da zorlaştırıyordu; çıkışını bir türlü bulamadığım bir labirent gibi zihnimin içinde koşuşturup duruyordum. Resmen kendime hapsoluyordum. 


Bu yüzden ilgimi başka bir şeylere vermeye, zihnimi meşgul etmeye karar vermiş; bir yere yetişir gibi çabucak hazırlanarak kendimi evden dışarıya atmıştım. Nemli saçlarıma dolanan ayazların altında üşüye üşüye bahçenin aşağısına doğru yürüdüm. İstemsizce ahırın olduğu tarafa doğru sürüklenirken, kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz hissetmiştim. 


Cinayet mahaline geri dönen bir katil gibiydim.


Birden olduğum yere çakıldım. Neler düşünüyordum böyle? İnatla elimde tuttuğum pişmanlık kırbacını kendi sırtıma indirdiğim sürece, bu yaralardan kurtulamazdım. Onlar tenimde yara açıyordu belki ama en azından bir gün iyileşebilirdi; bense kendi ruhumu yaralıyordum ve kabuk bağlanamayacak izler bırakıyordum.


Uzaklardan yükselen boğuk bir hıçkırıkla ansızın dikkatim dağıldı. Merakla ağaçların arkasına doğru yürüyerek köşeyi dönünce onunla karşılaştım. Ufak bir çocuk gibi yere çökmüştü, duvar misali etrafına ördüğü menekşeleri önündeki tümseğe yerleştiriyordu. Yutmaya çalıştığı acı dolu hıçkırıkları içimde bir yerleri kararttı.  


Burdaydı, buraya gömmüşlerdi.       


Üstüne yükledikleri bu ağır sorumluluğun altında ezildiği her hâlinden belliydi; resmen bir başına, vicdanının içinde kıvranıyordu. Sesini çıkaramayacak kadar güçsüzdü; yasını sessizce yaşayamayacak kadar da güçlüydü. 


Görüşüm buğulanırken, kanatmak istercesine dudağımı dişledim. Önce ne yapacağımı kestiremeyerek bir süre dikildim; ancak sonra dayanamamış, arkasından usulca sokulmuştum. Yanına, dizlerimin üstüne çöktüğümde varlığımı sezerek bana baktı; kısa bir anlığına gözlerimiz birbirine dokununca birden ağlayışı daha da şiddetlendi. Başını eğerek burnunu çekti. 


Boğuk bir sesle, "Bu sefer ben ekmek istiyorum menekşeleri," dedim. Onu bu yükten kurtarmak istemiştim. Bir kereliğine bile olsa ellerini kirletmesine mani olmak istemiştim. "Lütfen izin ver ben yapayım bu sefer." 


"Olmaz, ben yapacağım," dedi, ondan hiç beklemediğim bir metanetle. Artık kaderine boyun eğmiş gibi bir hâli vardı. Ağlamaktan kısılmış bir sesle fısıldamıştı. "Demre'nin elleri kirlenmemeli. Kubi sevdiği insanların kirlenmesine izin vermez. Merih'e de izin vermiyor. Kubi'nin elleri zaten kirli, o yapar."


Yanağıma devrilen sıcak yaşları elimin tersiyle silerken bir süre sustum, konuşmadım; sesime geri kavuşabilmek için bekliyordum. Usulca yanından aldığı menekşelerle mezarı süslerken, sessizce onu izledim. Sonuncusunu da aralarına ekip yavaşça geriye kaykıldı, dizlerine tutundu. Yorgunluk kokan bir nefes vermişti.


"Kubi," dediğim an, hafifçe başını bana doğru çevirdi fakat gözlerini toprağın üstünden ayırmamıştı. "Bir gün emekli olup bu konaktan ayrılacağım. Ufak bir bahçesi olan güzel, huzurlu bir yerde yaşayacağım. Üstelik içine hiç menekşe ekilmeyen bir bahçe olacak orası," Sesim titreyince bir süre duraksadım. Boğazıma kadar tırmanan hıçkırığı yutarak, geldiği yere geri göndermiştim. "Bir gün sen de benimle o bahçede yaşamak ister misin? Buradakinden çok daha güzel bir evin olur. Hem her şeyi yapabilirsin, istediğin gibi ekip biçebilirsin. Eminim ki cennet gibi bir yere dönüştürürsün bahçemizi."


Dudaklarına ufak bir gülümseme yerleşti. Fakat yine de yaşlar devrilmeye devam ediyordu yanağına. "Demre benimle birlikte mi yaşamak istiyor?"


Gülümseyerek başımı salladım. Bir gün elbet gidecektim buradan ve onun gibi temiz birisini böyle bir kirin içine terk etmek istemiyordum. Onu da bu cehennemden çekip kurtarmak istiyordum. "Evet, seninle birlikte yaşamak istiyorum. Sen benim arkadaşımsın çünkü."


"Ama Kubi yaşaması zor biridir," dedi, düşünceli bir sesle. Sonra başkalarından işittiği azarları sıralamaya başladı. "Topal biridir yavaş yürür, hep geç kalır. Bazen geç anlar, bir soruyu iki kez sorar. Bir de bazen çok konuşur, baş ağrıtır. Yine de yaşamak istiyor musun?"


"Bunların hiçbiri sorun değil ve evet, yine de yaşamak istiyorum seninle," Yüzüne doğru eğildim, sır verir gibi fısıldadım. "Hem senin gibi harika bir bahçıvanı elimden kaçıramam." 


Birden gülünce gözleri kısıldı. Ama sonra aklına bir şey gelmiş gibi doğruldu, bana döndü. Yine de göz teması kurmaktan kaçınıyordu. "Merih ne olacak peki? Onu burada bırakamayız. Bizimle birlikte yaşasın o da, olmaz mı?"


Böyle bir şeyin imkansızlığını biliyor olsam bile, ihtimalini düşünmek dahi kalbimi hızlandırmaya yetmişti. Fakat çok kısa sürmüştü bu heyecan; çünkü üstüne devrilen buruk bir hüzünle gölgelenmişti. 


Yine de hevesini kırmaktan çekindim ve istemeye istemeye tatlı bir yalan söyledim. "Olur, neden olmasın? O da bizimle birlikte yaşar." 


Memun bir gülümsemeyle ayağa kalkınca ben de ayaklandım; dizlerimdeki toprağı silkelerken birden gözüm elinde tuttuğu pembe kumaşa takıldı. "O ne öyle, Kubi?" 


Elimle gösterince bana doğru kaldırdı. Ufak, çiçekli bir patikti bu. Pembe bir bebek patiğiydi. 


"Diğer tekini bulamadım, cebinden sadece bu çıktı," Tekrar ağlayacakmış gibi yüzünü buruşturdu ancak kendisini tutabilmişti. Gürültüyle burnunu çekip patiği yumruğunun içine hapsetti. "Kubi onların eşyalarına saygı duyuyor, hepsini koruyor. Bunu da ölene kadar koruyacak."


Sahiplenici tavrı canımı yakmıştı. "Yani üstlerinden çıkan eşyaları saklıyor musun?"


"Evet, Kubi hepsini saklıyor."


Heyecan ve korkuyla karışık bir duygu karmaşası içinde yanına yaklaştım. İsteğimi tuhaf karşılamasından ürkmüştüm. Ama yine de sormaya kararlıydım. "Eşyaları bana da gösterir misin? Merak ettim." 


Yerde duran çapayı alıp topallayarak evine doğru yürürken, "Gösteririm tabii," demişti. Hızlıca peşine düştüm ve onunla birlikte dar patikaya girdim. Ne bulacağımı ben de bilmiyordum fakat yine de Hicran'dan kalanları görmek istemiştim. Belki de durmadan ona benzemekle yaftalandığım için istemsizce kendimi ona yakın hissetmeye başlamıştım. Ama inkar edemezdim. Onun gibi bir son yaşamaktan korkuyordum.


"Demre ilk defa evime girecek," Kendi kendine mırıldanarak barakayı andıran evine doğru yürüdü. İhtiyar bir evdi fakat gür bir saç gibi üstünden dökülen sarmaşıkların altına gizlenmişti. Merih'le birlikte oturduğumuz sandalyeler hâlâ bıraktığımız yerdeydi. Üstüne ufak çiçeklerin çizildiği kapıyı açarken, omzunun üstünden bana baktı. "Demre ne sever? Ne ikram etmeli?" 


Gülümseyerek arkasından içeriye girerken, "Ne istersen, fark etmez," demiştim. Basık, küçük bir yerdi burası; ancak ufak dokunuşlarla yontulmuş, sevimli bir hâle getirilmişti. Şaşırtıcı bir düzen hâkimdi; eşyaların hepsi çok nizamiydi. 


Her taraf çiçeklerle bezenmişti; yeşilin binbir farklı tonunu bulmak mümkündü. Birbiriyle harmanlanmış olan çiçek kokusu içeri atılan ilk adımda dahi sezilebiliyordu. Tıpkı bizim evdeki gibi duvarda ufak bir mantar pano duruyordu ve üstüne yapılması gereken günlük program asılmıştı.   


İplere dizilerek tavandan sarkan kuru lavantalara doğru uzandım ve çelimsiz kokusunu içime çektim. "İnanamıyorum, resmen burayı da bahçeye çevirmişsin Kubi. Evin çok güzel." 


"Rahat etmelisin, istediğin yere oturabilirsin." Kaçamak bakışlar atarak tam karşıda duran üçlü koltuğu gösterdi. Mutfakla oturma odası birleşikti; birinin lavaboya, diğerinin yatak odasına açıldığı belli olan iki kapı bulunuyordu. Onların da üstü renkli çiçeklerle donatılmıştı. 


Gösterdiği yere otururken titiz dokunuşlarla iki bardak çıkarışını, ardından dolaptan aldığı sarı içeceği dikkatle bunlara dolduruşunu izledim. "Kendim yaptım bu limonatayı, bahçedeki limonları topladım."


"On parmağımda on marifet var desene," dedim gülerek. 


Gözüme hareket eden bir şey ilişmiş, beni ayağa kaldırmıştı. Girişin tam karşısında, komodinin üstünde başka birisi daha yaşıyordu; dört tarafını sarmış olan bitkilerden ötürü hiç belli bile olmuyordu. Neşeli sesim birden tüm evi doldurmuştu. "Su kaplumbağası mı besliyorsun?"


Saksıdan kopardığı naneyi yıkayıp limonatanın içine atarken suratında geniş bir gülümseme vardı. Sanki çok sevdiği bir arkadaşını birisine takdim ediyordu. "Evet, Çiçek'le tanışmanı çok isterim."


"Çok tatlı bir isim koymuşsun." Yanıma gelerek bana doğru uzattığı bardağı aldım. Sessizce ufak dünyasında yaşayan yavru kaplumbağadan gözlerimi ayırarak ona döndüm. Limonatadan küçük bir yudum almıştım. "Bunun tarifini çalmam lazım, mükemmel olmuş çünkü." 


Koltuğa gidip ucuna oturunca o da yanıma geldi; ancak oturmamış, bardağını sehpaya bırakmıştı. Topallayarak kapılardan birisini açtı ve kısa bir süreliğine gözden kayboldu. Geri döndüğünde kolunun altında ufak bir kutu taşıyordu. Yanıma gelerek yavaşça oturdu; kutuyu aramıza bıraktı. 


"Hepsini koruyorum." Kapağını açmış, cebinden çıkardığı pembe patiği diğerlerinin üstüne bırakmıştı. Ardından sakince arkasına yaslandı ve eline aldığı limonatasını yudumlamaya başladı.


Yalnızca birkaç parça eşya vardı. Birbirleriyle olan uyumsuzlukları, aralarına katılan pembe patikle birlikte biraz daha artmıştı. Bir adet kırmızı cüzdan, yırtık bir fiş, yaldızlı bir yüzük, naneli bir sakız ve son olarak pembe bir patik. Hepsi bu kadardı; başka hiçbir şey yoktu. Yavaşça üstünde geyik sureti olan altın yüzüğe uzandım. Her detayını resmen zihnime kazımış olsam da sanki ilk defa görüyormuşçasına sessizce inceledim. Belli ki yoldaşlardan birisini öldürmüş ve bahçenin bir köşesine gömmüşlerdi. İçerden yahut dışardan olmasının bir önemi yoktu; şüphesiz ters düştükleri herkesi katlediyorlardı.  


Kurtulmak istercesine yüzüğü kutunun içine geri bırakınca tok bir gürültü çıkmıştı. Bende uyandırdığı geçmişin tesirinden sıyrılmaya çalışır gibi ürperdim.    


"Kubi," Meraklı sesim, onu limonata içmekten alıkoydu. Başını hafifçe bana doğru çevirmişti; gözleri kutunun üstündeydi. "Geçen sene intihar eden temizlikçi bir kız vardı, ismi Hicran'dı..."


"Konakta kimse intihar etmez." diyerek sözümü kesti. 


"Evet doğru, haklısın," Derin bir nefes aldım, iki elle kutuya tutunmuştum. "Peki şu anda ona ait bir eşya var mı bu kutuda?" 


Hızla başını aşağı yukarı salladı. Umutla suratına bakarken, aldırışsızca sorumu yanıtlamıştı. Tüm ilgisi limonatadaydı. "Sadece cüzdan onun." 


Yavaşça kırmızı cüzdanı elime aldım. Fermuarını açıp huzursuzca ceplerini kurcalarken, tam olarak ne bulmayı umduğumu bile bilmiyordum. Belki de sırf bu yüzden, defalarca kez katlanmış olan kalın bir kağıdın arka cebe sıkıştırıldığını fark ettiğimde kısa bir an duraksamıştım. Sertçe içinden çekip çıkarırken, kaşlarımı çattım. Yoğun bir merakla dolmuştum. 


Cüzdanı kucağıma bırakıp hızlıca kağıdı açtım. Fakat bunun aslında bir kağıt olmadığını anlamıştım; geçen yılların ağarttığı eski bir fotoğraf tutuyordum. Bir süre, bu kareyi dolduran iki mutlu çehreyi inceledim. Gerçek olamazdı, imkansızdı. 


Hicran ile orta yaşlarda bir adamın birbirine sarılarak kameraya doğru gülümsediği, tatlı bir andan ibaret olabilirdi bu. Ama değildi. Bu sadece ölen bir kızdan geriye kalan hüzünlü bir hatıra olabilirdi. 


Ama değildi.


Birden arkasına kazınmış olan el yazısını sezinlemiş gibi, hızla fotoğrafı ters çevirdim. Yalnızca iki kelimeden ibaretti. Fakat soluklarımı kesmek için yeterli bir güçteydi. 


Babam ve ben, 2015.  


Fotoğraftaki adamdan gözlerimi ayıramayarak gömleğimin yakasını açmaya çalıştım ancak yapamadım. Zangır zangır titriyordum; hiçbir şeyi tutamıyordu ellerim. Sanki metrelerce derinlikteki bir suya batırılmıştım; resmen boğuluyordum. 


Bu oydu, altı sene önce beni ölümle tanıştıran o adamdı. 


Ölümüne tanık olmanın bedelini ağır bir şekilde ödemek zorunda kaldığım adamdı. Hayatımı altüst edendi. Birden elimden düşünce fotoğraf, panikleyerek yerden geri aldım. 


Yıllarca kâbuslarımı süslemiş olan bu suratı unutabilmem mümkün bile değildi. Yabancı olamayacak kadar tanıdık; tanıdık olamayacak kadar da yabancıydı. Ölümüyle birlikte kardeşimi de peşinden sürükleyen kişiydi. Zorla elime tutuşturduğu yüzükle beni buralara kadar sürükleyen adamdı. Parmaklarımın arasındaki fotoğraf yaşadığım dehşeti sergilercesine, benimle birlikte sarsıldı.


Hicran'ın babasıydı o adam. Altı sene önce amcamın otelinde katledilen adam onun babasıydı. O yüzden konağa girmişti. Yürüdüğüm yolda gerçekten de onun ayak izleri vardı. Aynı gecede, ikimiz de sevdiğimiz birini kaybetmiştik. 


Babasının intikamını almak için buraya gelmişti. 


"Demre iyi mi?" 


Aniden irkilerek ona döndüm. Nerede olduğumu unutmuştum sanki; şaşkın şaşkın etrafa bakındım. Zihnim sekteye uğramış gibiydi; ızdıraplı bir zamanın ve mekanın içine savrulmuştum.


"Kubi, sana bir şey soracağım," Tüm bedenimle ona doğru dönünce kaşlarını çattı. Çoktan limonatasını bitirmişti; elinde boş bir bardak tutuyordu. "Bu adamın kim olduğunu biliyor musun? Hicran'ın yanında duruyor. Daha önce hiç gördün mü bu adamı?" 


Suratına doğrulttuğum fotoğrafı çekingen bir tavırla alarak dikkatlice inceledi. Dudaklarını büzmüş, kısa bir anlığına gözlerini yummuştu. "Kubi'nin hafızası iyidir. Bu adamı da hatırlıyor ama sadece birazcık hatırlıyor çünkü çok az gördü."               


Nefes nefese, "Lütfen söyle, ne hatırlıyorsun?" diye sordum.                   


Bendeki panik ona da aksetmiş gibi huzursuzlaşmıştı. "Toplantılara katılan bir yoldaştı ama yoldaşlara ihanet etmişti. Kaçmıştı ama birkaç gün sonra yakalanmıştı. Kubi sadece bu kadarını hatırlıyor."


Zihnime o âna ait lahzalar yansırken, tüylerim ürperdi. Adamın yaşama arzusuyla dolu yakarışları hâlâ kulaklarımda çınlayabiliyordu. Aralık kalan dudaklarımdan, "Peki onu kimin yakaladığını biliyor musun?" sorusu dökülünce tekrar ürperdim. Sanki bana ait değildi dudaklarımdan çıkan bu ses; öylesine soğuk ve nefret doluydu ki beni bile ürkütmüştü.


Fotoğrafı yavaşça kutunun içine geri bırakırken dalgın dalgın mırıldandı. "Eli kirli bir adam o. Kubi o adamı hiç sevmiyor."


Çaresizce fısıldadım. "Kim o Kubi, kim o adam? Kim?" 


Aniden yumruklanan kapının sesiyle ikimiz de panikleyerek sıçradık. Korkuyla ayağa kalkan Kubi, topallaya topallaya kapıya doğru koşmuştu. Hızlıca cüzdanı kutunun içine bırakıp kapağını örterken, aniden çıkan gümbürtüyle tekrar sıçradım. Kutu ellerimin arasından kaymış, yere düşerek içindekileri koltuğun altına fırlatmıştı. 


"Sana sesleniyorum lan deminden beri, duymuyor musun?" Öfkeli bir dalga gibi evin içine vurarak Kubi'nin yakasına asılan Oğuz, acımasızca onu geriye iteklemiş ve komodinin üstüne çarpmıştı. Gürültüyle yere devrilen akvaryum, içindeki kaplumbağayla birlikte tüm suyu zemine püskürtmüştü. 


O kadar hiddet doluydu ki henüz oradaki varlığımı bile fark edememişti. İki eliyle boğazını sıkarak Kubi'yi hoyratça sarsınca ağlamaklı, acı dolu bir inilti yükseldi. "Neden o kadar meydanda duruyor bu, it oğlu it? Ben sana arkaya gömeceksin demedim mi? Ama ben biliyorum, kasten yapıyorsun sen bunları. Kendince cezalandırmaya çalışıyorsun beni. O özürlü beyninden ancak iki düşünce geçebiliyor onları da kurnazlığa harca tabii. Yerler mi lan bu numaraları?" 


Hızla yerdeki eşyaları koltuğun altına itekleyerek ayağa kalktım. Tek solukta yanlarına doğru koşmuş, öfkeyle aralarına girmiştim. "Ne yapıyorsun ya sen? Kendine gel, hayvan herif!"


Aniden beni karşısında bulmanın şokuyla ellerini çözen Oğuz, Kubi'yi bırakarak geriye kaçıldı. Gözlerinde marazi parıltılar oynaşıyordu; üstü başı darmadağınıktı. Suratında ürkütücü bir çöküklük vardı. Sanki sadece birkaç günde on yıl yaşlanmış gibiydi. 


Adeta hırlar gibi, "Ne işin var lan senin burada?" diye fısıldadı. Hızlıca etrafı kolaçan etmiş, yerdeki kutuyu fark edemeden tekrar bana dönmüştü. 


"Seni hiç alakadar etmez bu," Ağlamaklı sesler çıkararak nefes almaya çabalayan Kubi'yi omuzlarından tutarken, öfkeyle ona bakıyordum. O kadar sinirlenmiştim ki damarlarımdaki kanın ısındığını hissedebiliyordum. "Defol git buradan Oğuz, güç gösterini başka yerde yap." 


Hayretle karışık bir sinirle güldü. "Biliyor musun? Hiç ama hiç havamda değilim bugün, emin ol beni kışkırtmak istemezsin."


"Ne tesadüf, ben de hiç havamda değilim bugün." dedim korkusuzca. Hışımla dudaklarını araladı fakat öfkesini kusmaya fırsat bulamadı. Aniden ellerimin arasından sıyrılan Kubi, kendisini yere atarak acıyla bağırmış ve tehditlerle dolu bu tatsız konuşmayı bölmüştü.


"Çiçek yere düşmüş!" Dizlerinin üstüne çökerek, korkuyla halının üstünde yürümeye çalışan kaplumbağaya uzanmaya çalışıyordu. Zemin cam kırıklarıyla dolmuştu. "Kaplumbağamın evine zarar verdin!"


"Sikeyim kaplumbağanı da evini de!" 


Kükreyişi duvarları inletirken, birden uzanarak ağır ağır uzaklaşamaya çalışan hayvanı ayağının altında gaddarca çiğnedi. Tüm gürültüleri bastırabilecek güçte bir çıtırdama yükselmişti. Acı bir duraksama oldu. 


"Hayır!" Attığım çığlık Kubi'nin yakarışlarına karışırken tüm gücümle göğsüne vurdum. Gözlerime yaşlar oturmuş, görüşümü bulanıklaştırmıştı. Maruz kaldığı güçle birkaç adım sendelemiş olsa da çabuk toparlandı. "Vicdansız herif! Neden yaptın bunu? Hayvanın ne suçu vardı?"


"Öldürmem için suçu olmasına gerek yok. Sana beni kışkırtma demiştim." Kibir kokan sesi midemi bulandırmıştı. Bir insan nasıl bu kadar cani olabilirdi? Kubi'nin keder dolu sayıklamaları göğsümü dağlıyor, adeta tüm öfkemi harlıyordu.


"Öldürmen için suçu olmasına gerek yok, öyle mi?" İznim olmadan yanaklarıma devrilen yaşları elimin tersiyle sildim. Tuhaf bir tiksintiyle dolmuştum; resmen onun yaptıkları yüzünden, insan olan yerlerim utanmıştı. "Yoksa çocuğunun annesini öldürürken de kendini böyle mi teselli ettin? Bir de hiç utanmadan ölüsünün başında ağladın." Birden kaşlarındaki çatıklık gitti; dudakları hayretle aralık kalmıştı. "Ne haysiyetsiz bir adammışsın sen be!"


"Seni küçük orospu!" Henüz sözümü bitiremeden iki elle boğazıma sarılarak beni arkamdaki duvara çarptı. Omurgam boyunca akan acı gözlerimi karartırken, hırslı nefesleri tenime sürtündü. 


Parmaklarını sıkarak soluklarımın boğazımdan geçmesine mani olmuştu; kıvranarak elinden kurtulmaya çalışsam da bırakmadı. Korkunç bir güce ve tecrübeye sahipti. 


"Sende bir haltlar olduğu başından beri belliydi zaten," Hınçla suratıma doğru sokuldu; gözlerini belertmişti, resmen çıldırmış gibi bakıyordu. "Nasıl yalanlarla girdiysen artık buraya, deli cesareti falan olması lazım sende. Annesi hayatta olan birisine göre sence de fazla cesur değil misin?" Korkuya bulanan suratımı görünce çarpık bir şekilde güldü. Can çekişir gibi çıkardığım acı dolu sesler Kubi'nin ağlayışlarına karışıyor, evde muazzam bir dehşet havası doğuruyordu. "Kendi çocuğunu bile öldürebilen bir adam elin ailesine neler yapar, hiç düşündün mü?" 


"Yapma." demek istedim ancak sesim çıkmadı.


Panikle çırpınarak bu korkunç gazaptan kurtulmaya çalıştım. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı çünkü; ciğerlerim nefessizlikten yanıyordu. Gözlerimin önünde kara lekeler uçuşmaya başlamıştı.


Böyle mi bitecekti? Sona bile varamadan, böyle mi ölecektim? 


"O lafları söyleyen dilini koparıp sana yedirmemek için kendimi o kadar zor tutuyorum ki şu anda," Gerçekten de zorlanıyormuş gibi sıkıntılı bir soluk çekmişti burnundan. Öylesine derindi ki bu soluk, nefes alma açlığımı kamçılamıştı. Fakat karşı koyacak bir durumda değildim; çünkü artık bütün gücüm tükenmişti. 


Cemre de böyle mi hissetmişti?           


Zihnimde yankılanan bu soruyla birlikte aniden bütün direnişimi yitirdim. Yenilerek gözlerimi yumdum; kendimi acının kollarına teslim etmiştim. Daha fazla bu kirle mücadele edemeyecektim; nitekim boğazıma kadar batmıştım. Lütfen bir an önce bitsin bu eziyet. Bir an önce bu ızdıraplı hayattan kurtulmak, kardeşime kavuşarak yalnızlığımı dindirmek istiyordum. Madem buraya kadardı; öyleyse ölümle son bir defa daha tanışmaya hazırdım.


"Seni de gömeceğim!" 


Tüm evi bu kin dolu haykırış inletirken üstüne beklenmedik, tok bir gümbürtü devrilmişti. Başına yediği darbeyle acı içinde yakaran Oğuz, küfürler savurarak geriye yalpaladı. Tenimi çiğneyen parmaklar gevşeyince öğürerek dizlerimin üstüne düştüm. Birbirine değen nefeslerimin acısıyla kendi içime kapanmış, iki büklüm olmuştum. 


"Canına mı susadın lan sen?" Oğuz'un hırs dolu haykırışını işitince panikleyerek ayağa kalkmaya çalıştım. Kubi'ye zarar vermesinden korkmuştum. Fakat hiç ummadığım bir manzarayla karşılaştım. 


Dehşet içinde, "Kubi?" diye fısıldadım. Ancak kendimi ona duyuramadım; saldırmak için avına kilitlenmiş bir yırtıcıdan hiçbir farkı yoktu. Öylesine nutkum tutulmuş ki acılarıma karşı hissizleşmiştim.    


"Sakın Kubi'yi hafife alayım deme. Sadece öldürmekle olmuyor, senin arkanda bıraktığın leşleri temizleyen benim, Kubi," Sımsıkı tuttuğu çapayı karşısındaki kanlı surata doğrultmuştu; üstelik daha önce onda hiç görmediğim bir kararlılıkla dosdoğru gözlerinin içine bakıyordu. Omuzları dimdikti; bacaklarıysa sapasağlamdı. Sanki hayatı boyunca hiç topallamamış birisi gibiydi. "Öyle bir temizlerim ki seni leşini bile bulamazlar."


"Ne..." Hayretle bana ardından ona bakan Oğuz, ne tepki vereceğini şaşırmıştı. Alnındaki yarığın acısı durmadan suratının seğirmesine sebep oluyordu. "Ne saçmalıyorsun sen?"   


"Eğer bir daha buraya adımını atarsan," Ne kekeliyordu ne de duraksıyordu. Hissettiği yoğun acı içinden başka bir insan çıkarmıştı sanki. Dumura uğramış olan Oğuz bir yandan kolunu oluk oluk kanayan alnına bastırırken, bir yandan da karşısındaki yabancıyı kolaçan ediyordu. "Eğer bir daha sevdiklerime zarar verirsen seni parçalara ayırır bahçenin dört bir yanına gömerim. Çiçeklerime gübre olursun." 


Korkunç bir sessizlik dirildi evde. Kendimi parçalarcasına öksürerek bu sessizliği dağıtan ilk kişi ben oldum. Öylesine canım yanıyordu ki sanki hâlâ boğazlanıyordum. Ne kadar derin nefes alırsam alayım bir türlü yatışmıyordum. 


Duyduklarına inanamayan Oğuz ani bir cesaretle, "Kimi tehdit ediyorsun lan sen?" demeye yeltenmiş; fakat suratına doğru savrulan çapanın korkusuyla yalpalayarak kendisini evden dışarıya fırlatmıştı. Parmağını bize doğru sallayıp aceleyle yola dönmüştü. Apar topar uzaklaşırken gerisinde tehdit dolu sövgüler bırakmayı da ihmal etmiyordu. 


Kubi sertçe kapıyı itip çarpınca tüm bu ses furyası aniden kesiliverdi. Hâlâ elinde tuttuğu çapayı bırakmadan sırtını kapıya yasladı ve düşercesine yere kaydı. Gürültülü bir nefes bırakmış, aniden başını önüne eğerek ağlamaya başlamıştı. 


"Kubi..." diye fısıldadım; boğazımdan geçen her kelime canımı yakıyordu. Ellerimin üstünde emekleyerek hızlıca yanına kaydım. Çekingen bir şekilde, iki eliyle sımsıkı tutunduğu çapaya uzandım. Kendisine ağır gelen bu yükü ondan almak istemiştim. "Kubi, artık güvendeyiz. Bırakabilirsin." 


Başını iki yana sallayınca saçları önüne döküldü; kalın bir perde misali yüzünü örtmüştü. "Kubi hiçbir zaman güvende değil. Konakta yaşayan kimse güvende değil. Kaplumbağalar bile güvende değil." 


Hâlâ ezildiği yerde duran hayvanı görünce yaşlar gözlerime nüfuz etti. Oğuz'un zihnime hükmeden öfkesi, durmadan ürpermeme neden oluyordu. Annemi biliyor. Boğazımı ovalayarak derin derin nefesler aldım. Sakin kalmalıydım, paniklememeliydim; ancak yapamıyordum. Çıldırmış gibi bakan iri gözlerini düşündükçe zemin etrafımda dönmeye başlıyordu. Neredeyse ölüyordum. Kendisini yeni bir cinayete ikna etme çabasını gözlerinde görmüştüm; resmen beni öldürmeyi makul bulduğu o âna tanık olmuştum. 


Her şeyden öte, annemin yaşadığını biliyordu. Ne yapacaktım? Nasıl koruyacaktım onu?


Kubi'nin ağlayışları içimdeki paniği daha da kabartırken, elimi cebime attım ve hızla telefonumu çıkardım. Titreye titreye kilidini açtım, ardından arama kayıtlarına girdim. Yalnızca iki farklı numaranın bulunduğu ekranı aşağıya doğru kaydırdım. Uraz'la buluşabilmek için kaçtığım o meşum geceye kadar inmiştim; defalarca kez aramasına rağmen cevapsız bıraktığım numaranın tam üstündeydim. Hâlâ kaydetmemiştim onu.  


Bir süre kararsızca havada bekleyen parmağım, sonunda sertçe numaranın üstüne dokundu. Derin bir soluk alarak telefonu kulağıma ucuna tuttum. 


Henüz ilk çalış bitmeden açıldı. 


Merak kokan sesi yükseldi. "Demre, sen misin?"


"Merih," Bir an durdum. Sesini duymak, zar zor bastırdığım bir şeylerin korkunç bir hızla tekrar boğazıma kadar yükselişini tetiklemişti sanki. Birden ağlamak istedim. "Lütfen yanıma gel."


Bir hareketlenme oldu. Nitekim yalnızca şunları sordu. "Nerdesin? Bir yerine bir şey mi oldu?"


"Kubi'yle birlikteyim," Sertçe gözlerimdeki yaşı sildim. Sesim o kadar kısık çıkıyordu ki beni duymayacağından korkmuştum. Ama sanki konuşamasam bile o yine de beni duyabilirmiş gibiydi. "Kubi'nin evindeyim." 


"İki dakikaya oradayım." dedikten sonra kapattı. 


Telefonu yavaşça geri cebime koydum. Hâlâ başı eğik bir şekilde duran Kubi'nin kolunu sıvazlarken usulca mırıldandım. "Merih birazdan burada olacak, artık korkmamıza gerek yok." 


Yavaşça ayağa kalkarak yerdeki cam kırıklarını bir kenara iteklemeye koyuldum. Henüz yarısını toparlayabilmişken birden kapı tıklatıldı. Kubi hızla kapının koluna asılırken, çapadan destek alarak ayağa kalktı. Yeniden topallamaya başlamıştı. 


Kapının aralanmasıyla rüzgar gibi içeriye esen Merih, telaşla etrafta göz gezdirerek sonunda benim üzerimde durdu. Kavganın odadaki izlerini buldukça kaşları biraz daha çatılıyordu. 


Telef edilmiş hayvandan gözlerini ayırarak Kubi'nin hâlâ elinde tuttuğu çapada duraksadı. "Ne oldu burada?"


Ağır bir yük gibi yerden kalkarak elimdeki cam kırıklarını geri bıraktım. Aniden göğsümde şahlanan yoğun bir korkuyla kendimi tutamadım; durmam gereken yeri unutmuştum. 


Ansızın yanına koşarak kollarımı beline sardım. Hızla başımı göğsüne yaslayarak, kendi içime doğru kapandım. Tüm bedenimle ona çarpmış olmama rağmen bu ani gücü üstlenmiş; bir adım dahi gerilememişti. Fakat yine de şaşırmış ve afallamıştı; böyle bir şey beklemediği baştan aşağıya kasılmasından belliydi.


"Merih lütfen Oğuz'un anneme zarar vermesine izin verme," Hıçkırıklarımın arasından taşan yalvarışlar onu daha çok afallattı. Havada asılı kalan kollarını sıkıca etrafıma sararken, elini başımın üstüne koymuştu. "Onu öldürmekle tehdit ediyor beni. Ne yapacağımı bilmiyorum. Annemin hiçbir şeyden haberi yok, burada olduğumu bile bilmiyor. Ya bir zarar verirse ona? Lütfen böyle bi şey olmasına izin verme."


"Dur bir dakika," Birden kollarını gevşeterek arkasına doğru uzandı; sımsıkı birbirine tutunan ellerimi kavramış, nazikçe ayırarak beni kendisinden uzaklaştırmıştı. Yüzümü tutarak hafifçe başını eğdi; merakla gözlerimin içine bakmaya çalışıyordu. "Tüm bunları Oğuz mu yaptı yani?"


Topallayarak arkalara doğru uzaklaşan Kubi'ye baktım bir an; yavaşça başımı sallamıştım. Yanağıma devrilen yaşları görünce kaşlarındaki çatıklık gevşedi. Doğrularak geriye kaçıldı; kısa bir an gözlerini yummuş ve nefesini üflemişti. Omzularımdan tutarak yavaşça beni koltuğa yönlendirmek isteyince karşı koymadım. 


"Tamam, önce bir sakin olun. İkiniz de şöyle oturun," Kaplumbağasının başında içini çeken Kubi'yi de alarak çabucak yanıma oturttu. Ardından tam karşımıza, sehpanın ucuna ilişti. Hafifçe öne eğildiği için, birkaç düğme aralanmış olan gömleği göğsündeki yara izlerini açığa çıkarmıştı. "Şimdi sakince bana olanları baştan anlat, Demre. Seni dinliyorum." 


Baştan sona her şeyi anlattım. Kaplumbağanın ezildiği kısımda yeniden ağlamaya başlayan Kubi'yi yatıştırabilmek için bir süre ara vermek zorunda kalmıştım. Artık sonuna geldiğimde, Merih'in suratındaki öfke de gitgide her yerini istila etmişti.


"Yani," diyerek söze girdiğinde, sesinde ürkütücü bir sakinlik vardı. Altında kargaşalar yatan bir sakinlikti. "Yani sen şimdi diyorsun ki, Oğuz ciddi ciddi boğarak seni öldürmeye çalıştı. Öyle mi?" 


Başımı salladığımı görünce aniden ayaklandı. Hiddetle burnundan solumuştu. "Belasını arıyor belli ki, ben bir bulup eline vereyim."


Korkuyla ileriye atılarak koluna yapıştım. Henüz bir adım atabilmişken durdurmuştum. "Merih, lütfen bekle. Onu bu şekilde kışkırtmak hiçbir işe yaramayacak. Annemin yerini bildiği için yaptığımız her şey onu tehlikeye atabilir."


Tepeden, ters bir bakış fırlattı bana. Nitekim sözlerim onu ikna etmiş ve sakinleştirmişti. Kalkışının aksine yavaşça geri otururken gözlerini üstümden ayırmadı. "Ailenden başka kimler yaşıyor?"      


Kızgındı ama bunun söylediğim yalandan ötürü mü yoksa birisine yakalanmamdan dolayı mı olduğunu anlayamamıştım. Her iki durumda da kızgınlığını haksız bulamıyordum. Çünkü ben de kendime karşı öfkeliydim; sevdiğim birisinin zarar görme ihtimali darmadağın ediyordu beni.


"Annemden başka kimse yaşamıyor," dedim, gözlerimi kaçırarak. Birisiyle onun hakkında konuşmak kendimi huzursuz hissettirmişti. "Kardeşim de babam da öldü. Ama annemle de görüşmüyoruz, kendi ailesi var."


"Sizi kim büyüttü?" diye sordu birden, zekasını alt edemeyeceğimi bana gösterir gibi. Bakışları çok koyuydu; hiç olmadığı kadar da ciddiydi.


Sözlerime yalan bulaştırıp bulaştırmamakta kararsız kalmıştım; her ne kadar amcama karşı bir sadakat beslemesem de, hiçbir suçu olmayan masum birisini böyle bir pisliğin içine sokamazdım. Annemi bulabilen biri, biraz araştırma yapsa amcamı da kolaylıkla bulabilirdi. Onun da başı derde girebilirdi. Amcama da uzanmasına göz yumamazdım.


İtiraf etmenin ağırlığını taşıyan kısık bir sesle, "Amcam." karşılığını verdim. Gözlerine bakmaktan kaçındığımı fark ederek dirseklerini dizine yasladı ve bana doğru sokuldu. Artık istesem de ondan kaçamayacağım bir şekilde köşeye kıstırmıştı beni. Yalnızca iki karış ötemdeydi.


"Amcanın evinde mi yaşıyordunuz?" 


"Evinde değil, bizi evine almıyordu," Tedirgin bir şekilde gözlerinin arasında gidip gelirken, karanlığın yavaşça içlerine çöküşünü izliyordum. "Otelinin bir odasında yaşıyorduk." 


Birden kaşları çatıldı. Hızlıca etrafta gezdirdiği gözleri tekrar suratımda duraksamıştı. "Cemre bu otelde mi intihar etti?"


Sorduğu soru tüylerimi dikeltti. Beklenmedik bir anda kardeşimin ismini duymak içimdeki tüm iyimser tarafları söndürmüştü. Yalnızca başımı sallamakla yetindim. 


Fakat o sönüşümü fark edememişti; peş peşe sıralamaya devam ediyordu sorularını. "Ne zaman oldu bu olay? Hangi yıl?"                                        

"Neden soruyorsun bunları?" Artık amacını anlayamıyordum.


Birden derin bir uykudan uyanır gibi geriye kaçıldı, yavaşça doğruldu. Sessizce yanımızda oturan Kubi'ye bakmış, sonra tekrar bana dönmüştü. Artık hiçbir merak barındırmıyordu; şaşırtıcı bir hızla hayatıma dair tüm ilgisini yitirmişti.


"Merak sadece," dedi, geçiştirerek. Ardından sehpanın üstünden kalkarak yürümeye yeltendi ancak ayağının kutuya çarpmasıyla birlikte duraksadı. Tok bir gürültü doğdu. Kubi kutuyu görür görmez yere doğru eğilmişti. 


"Düşmüşler!" Kutuyu alıp sehpaya koydu. Ardından dizlerinin üstüne çökerek koltuğun altına bakınmaya başladı. 


"Yanlışlıkla devirdim, bulmana yardım edeyim." Hızlıca dizlerimin üstüne çöküp eşyaları aramaya koyuldum. Merih ne bulmaya çalıştığımızı anlayamamış olsa da, o da durduğu yerden etrafa bakınmaya başlamıştı.


Hepsini koltuğun altına iteklediğimi zannederek yere eğilecekken, birden duvarın kenarına sıralanmış olan büyük saksılar gözüme takıldı. Altın yüzük aralarına yuvarlanmış, adeta kendisini gizlemişti.


Ansızın cazip bir fikrin etkisine kapıldım. 


Bir an dönüp Kubi'ye baktım; hâlâ başı yere yaslıydı, koltuğun altındakilere uzanmaya çalışıyordu. Merih'in sırtı bana dönüktü; ellerini gevşekçe beline koymuş, halının üstündeki kaplumbağa ölüsüne bakıyordu. 


Hiç düşünmeden yüzüğü saksıların arasından kaptım ve aceleyle pantolonumun cebine sıkıştırdım. Tam bu esnada telaşla doğrulmuş, başımı kaldırmıştım. 


Aniden gözlerimiz kesişti. 


Korkuyla duraksadım; kaskatı bir hâlde beni izliyordu. Amacımı sorgular gibi, hafifçe kaşlarını çatıp gevşetti. Her türlü duyguyu bulabilmek mümkündü gözlerinde; kuşku, merak, şaşkınlık ama en çok da kızgınlık. 


Fakat hepsine rağmen susmuştu, tek kelime dahi etmemişti. 


Kubi bütün eşyaları bulup, kutuya geri doldururken, "Yüzüğü kaybettim galiba." diyerek mırıldandı. Kaygılı kaygılı başını kaşıyordu. 


Merih'le istemsizce tekrar göz göze gelince hızla başımı başka tarafa çevirdim. Hayatımda ilk defa bana ait olmayan bir eşyayı izinsiz almıştım ve karakterimden böylesine ödün verdiğim bir anda ona yakalanmış olmak, beni tepeden tırnağa utanca boğmuştu. Üstelik beni ele vermemesi kendimi daha da suçlu hissettirmişti. 


Aferin bana, hırsız olmadığım kalmıştı.         


"Annen konusuyla ilgileneceğime emin olabilirsin," Konuyu değiştirmesi içimde minnet uyandırsa da hâlâ utanç doluydum. Çekingen bir şekilde gözlerine baktım; ama onu benim aksime çok daha aldırışsız buldum. Önemsiz bir detaymış gibi gerisine atmış, asıl meseleye odaklanmıştı. "Ama yine de sağı solu belli olmayan birisidir Oğuz. Özellikle şu günlerde daha da dengesizleşti. Olabildiğince denk gelmemeye çalış," Suratımdaki endişeyi görünce, üstüne bastıra bastıra ekledi. "Merak etme, annene hiçbir şey olmayacak. Normal hayatına devam edecek."


Yavaşça ona doğru döndüm. Teskin edilme arzusuyla, gözlerinin içine baktım. "Sana güvenebilir miyim?"  


Yanıtlamadan önce duraksadı. Kısacık bir duraksamaydı belki fakat şüpheyi içine sızdırabilecek güçteydi . "Evet, güvenebilirsin." 


Derin bir nefes alarak başımı salladım. Yavaşça kapıya doğru yürüdüm. "Uzun zamandır ortalıkta görünmüyorum, Meral abla merak etmiştir. Tekrar uğrarım buraya, geldiğin için teşekkürler. Sen de kendine dikkat et, Kubi." 


Evden ayrılarak, aceleci adımlarla uzaklaştım. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalışırken, konağa doğru uzanan dar patikaya girmiştim. Sonra birden duraksadım, sımsıkı gözlerimi yumdum. Cebimdeki yüzüğün ağırlığı altında, acıyla boynumu ovuşturdum.


Kardeşimi de böyle öldürmüşlerdi; ona da aynı acıyı, aynı kıvranışları yaşatmışlardı. Belki boğazını sıkan elleri hiçbir zaman bulamayacaktım fakat ölüm emrini veren kişinin yakınlarımda olduğuna emindim. Yalnızca onu değil, pis işlerini yaptırarak gölgesine sığındığı tüm katillerini alaşağı edecektim; toprağın altına gömdükleri tüm günahları gerekirse tırnaklarımla kaza kaza çıkaracaktım.       


Birden telefonum çalınca irkildim. Gözlerimi açarak hızla cebimden çıkardım. Uraz'ın aradığını görünce bir süre duraksadıktan sonra yanıtladım. Sesimin düzgün çıkabilmesi için birkaç sefer boğazımı temizlemiştim. 


Telaşlı bir ses yükseldi. "Demre?"


"Bir şey mi oldu, Uraz?" 


Kısa bir durgunluk oldu. "Görüşmemiz gerek, sana anlatacaklarım var. Akşam beşte benimle bostanın orada buluşabilir misin?"


Hiç düşünmeden, "Peki tamam, saat beşte bostanın orada olacağım." dedim. Buraya gelişi belki de başta hiç istemediğim bir durumdu. Fakat konağa ait olmayan tek kişi de oydu ve bu ona olan güvenimi daha da köklü bir hâle getiriyordu. En azından onlardan olmayan biri vardı yanımda. 


Telefonu kapatıp geri cebime sıkıştırdım. Ardından ağır ağır tıpkı bir ihtiyar gibi konağa doğru yürüdüm. Bütün günü matem havası içinde geçirmiştim. Bende olduğu gibi, kızların da üstünde ağır bir kaybın suskunluğu vardı. Üst üste yaşanılan şok edici olaylar tüm çalışanları dumura uğratmış, herkesi kendi kabuğuna çekilmeye itmişti. Keza Meral abla da tüm gün ortalıkta görünmemişti; belli ki herkes gibi, o da yasını bir başına tutuyordu. 


İki senedir aynı yerde yaşanan bu beklenmedik intiharlar ahırı uğursuz bir hâle getirmişti. Güvenlik görevlileri bile gün içerisinde olay mahalline gidiyor, kendi aralarında bir şeyler fısıldaşıp gerçekdışı çıkarımlar yapıyorlardı. Zira sonucundan daha çok nedeniyle ilgileniyorlardı. 


Dilara ve Sude'nin bana karşı takındığı sessizlik, zaman geçtikçe daha gürültülü bir hâl almıştı. Aralarında benim hakkımda konuştukları ve bu konuşmalarla bana karşı olan şüphelerini körükledikleri de aşikardı. Gün içerisinde defalarca kez karşılaşmış olmamıza rağmen aramızdan tek kelime dahi geçmemişti. Ne benimle aynı odada duruyorlardı ne de iki saniyeden fazla yüzüme bakıyorlardı. Adeta bir yabancıya denk gelir gibi davranıyorlardı.            


Akşama doğru Uraz'la buluşmak için sessizce mutfaktan bahçeye çıkarken, tezgahı silen Ece'nin, "Yarın sergi var, ona hazırlık yapacağız bir de," diyen sesini işittim. Ancak devamını duymaya çalışmamış, hızlı adımlarla dar patikaya girmiştim. Birilerine görünmekten çekinmiştim; üzerime yeterince şüphe toplamışken bir de yenilerini eklemek istemiyordum. Hemen konuşacak ve oyalanmadan eve geri dönecektim.


Patikadan çıkarak bostanın olduğu açıklığa vardığımda, Kubi'nin evine doğru uzanan yolun başında birden Merih'i buldum. Yavaşlayarak durdum. 


Ayaklarına dolanan devasa köpeği seviyordu; henüz benim varlığımı fark etmemişti. Suratında içten bir gülümseme vardı; usulca üstümüze çöken karanlığı savuşturabilecek güçlü bir huzme gibiydi. 


Zıplaya zıplaya yüzünü yalamaya çalışan Kabza, birden beni sezinleyerek dönünce Merih de doğruldu. Gözlerimiz kesiştiği an dudaklarındaki gülümseme küçüldü, gitgide soldu. Belki de annem hakkında söylediğim yalan, onun da bana olan şüphelerini artmıştı. Sebebi her neyse, böylesine güzel bir şeyi soldurduğum için bana kendimi suçlu hissettirmişti.


"Kubi nasıl?" diye sordum, aramızdaki tuhaflığı örtbas etmek istercesine. Yeterince sıkıntım vardı ancak onun sebep oldukları her zaman bana kendisini en çok hissettirenler oluyordu.


Durumu kabullenen biri gibi omuzlarını silkerek, "Biraz daha iyi." dedi. Kabza bana doğru koşmuş, hızlıca üstümü kokladıktan sonra onun yanına geri dönmüştü. Merih gitmeye hazırlanarak patikaya yöneldi ve ucunda durdu. Gözlerini üstüme dikmişti. "Yanına mı uğrayacaktın?"


Ketum bir şekilde, "Henüz değil, birisiyle görüşeceğim." dedim. Verdiğim yanıt ona kaşlarını çattırmıştı fakat eşelemeye fırsat bulamadı; az önce girdiğim yoldan adımlar yükselmişti. Birisi aceleyle bize doğru yaklaşıyordu.  


Aniden köşeyi dönen Uraz'ın telaşlı çehresini görünce, kısaca açıklama yapmak için tekrar Merih'e döndüm. Fakat yoktu; bir anda kaybolmuştu. Üstelik köpek de onunla birlikte gitmişti. 


"Neye bakıyorsun?" diye sordu, merakla karanlığın içini kolaçan ederken. 


"Köpek geçti, ona bakıyordum." Ona dönerek kollarımı kendime sardım; hiç olmadığım kadar huzursuzdum. Çünkü eğer Merih'i doğru tanıdıysam, şu anda bizi dinlediğine adım kadar emindim. Üstelik sırtımda o keskin bakışlarının ağırlığını bile hissedebiliyordum. "Ne tuhaf, sanki bu köpekler de insan dinliyor gibi."


Sesimdeki kinayeleri fark etmeyerek güldü. Ama gergin bir gülüştü bu; zaten hemen kesmiş, umduğumdan da hızlı bir şekilde konuya girmişti. "Demre, bugün yine aşağıdaydım. Örgütle ilgili önemli bilgiler edindim."


Telaşla susturmaya çalışarak, "Başka bir yerde mi konuşsak? Burası pek güvenilir gelmedi bana." diye mırıldandım. Fakat onu ikna edemedim. 


"Fazla vaktim yok şu anda," Kolumu tutarak yanından geçmeme engel oldu. Beni tekrar karşısına çekmişti. Ürkek ve telaşlı bir hâli vardı. "Dur, bekle. Bahçenin yukarısında başkaları dolanıyor. Hemen anlatayım, sonra gideceğim."


İtiraz etmeye kalkıştım ama beni duymuyordu; aceleyle konuşmasını sürdürdü ve beni çaresiz bıraktı. "Buldum Demre, örgütün nasıl bir amaca hizmet ettiğini sonunda buldum." 


Birisinin bizi izlediği gerçeğini büsbütün unutarak, merakla kaşlarımı çattım. "Ne yapıyorlarmış?" 


"Kitap satıyorlarmış." 


"Ne?" Dalga mı geçtiğini anlamaya çalıştım. Ancak hiç olmadığı kadar ciddiydi, hatta biraz da panik hâlindeydi. Durmadan üst üste biniyordu ağzından çıkan kelimeler. 


"Müzayedeyle eski ve değerli kitapları satıyorlar ama asıl amaç bu değil, bu şekilde kara para aklıyorlar. Henüz bu yasadışı meblağların kaynağını öğrenemedim. Ama meşru gözükecek şekilde maskeliyorlar parayı," Arkasına dönerek etrafı kolaçan etti, ardından tekrar bana döndü. "Mustafa abinin rolü de burada devreye giriyordu. Tarihi kitapları o temin ediyordu. Her ay düzenli ödeme almasının sebebi de buydu. Sonra her ne olduysa bir şekilde anlaşmazlık yaşadılar ve sorunu kökünden halletmeyi seçtiler."


"Yani tüm o insanların toplantıya katılma amacı bu muymuş?" Ormanda yaptıkları merasimi ve maskeleriyle katılan onlarca insanı anımsamıştım. Resmen adak sunar gibi geyik avı izlemeye gelmişlerdi. "Peki bu geyik avlama olayı ne? Neden böyle bir şey yapıyorlar?" 


Aynı soruyu kendisi de yanıtlamaya çalışmış gibiydi. "Evini bile geyik kafalarıyla donatmış. Bence sadece başlarındaki adamın fantezisinden ibaret bir eylem bu. Yoldaşlık'a girmek isteyenler önce sadakat sınavına tâbi tutuluyor. Eğer belli bir geyik avlamayı başarıp getirebilirlerse, kendilerini kanıtlamış oluyorlar," Bir an durdu, kendisi bile inanamıyormuş gibi güldü. "Aşağıda ne gördüğüme asla inanamayacaksın. Kocaman bir oda dolusu dondurulmuş geyik sürüsü var, Demre. Hepsi de çok eşsiz türler. Bildiğin yasadışı bir koleksiyon bu!"


"Gerçek mi bu?" Hayretle gözlerimi büyüttüm. Basit bir fanteziden ibaret olamayacak kadar absürt bir durumdu bu. "Düşüncesi bile rahatsız edici. Hiç normal değil bu insanlar."


Ama en nihayetinde mantıklıydı da. Bu yüzden çocuklarına ve torunlarına kendi ormanında geyik avlatmaya çalışmıştı. Şanlı bir topluluğa sokmaya hazırlanıyormuş gibi merasimler düzenlemişti. Bu yüzden yoldaşların hepsi bu mühim ânı izlemeye davet ediliyordu.


"Bir şey daha var," dediğinde merakla gözlerine baktım. Kendimi her türlü ürpertici gerçeğe hazırlamaya çalışıyordum. "Altı sene önce birisinin hatası yüzünden soruşturma açılmış, hatta polis baskın yapmış konağa." 


Sözünü kestim. "Kimin hatası yüzünden?" 


"Yoldaşlık'tan bir adam sanırım," Detayları hatırlamaya çalışıyormuş gibi kaşlarını çatmıştı. "Parayı aklamadan piyasaya sokmaya çalışmış. Yüksek bir meblağ olduğu için dikkat çekmiş herhalde. Düzenli olarak buradan pahalı kitaplar aldığı ortaya çıkınca da soruşturma başlatılmış ama hiçbir şey bulamamışlar."


"Nasıl bulamamışlar?" Hayal kırıklığıyla dolmuştum.


"Bilmiyorum ama zaten bütün kayıtlar silinmiş," dedi omuzlarını silkerek.


"Altı sene önce mi demiştin?" diye sorunca, başını salladı. Gözlerimin önüne gelen yaşlı adam, bana yeniden o geceki korkuyu tattırmıştı. Hayatının bağışlanması için verdiği acı mücadele hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. 


Altı sene önceki o hatayı yapan adam Hicran'ın babasıydı. 


Yavaş yavaş tüm parçalar yerine oturuyordu. Sırf onun yaptığı hata yüzünden Şahoğlu'na soruşturma açılmıştı; oteldeyken öldürülmesinin sebebi de bu olmalıydı. Canını kurtarmak için kaçıp bizim otele saklanmıştı fakat en nihayetinde yine de yakalanmıştı. 


Bense alınan bir intikama tanık olmaktan başka suçu bulunmayan talihsiz bir çocuktum. Birden gözlerimin kıyısına yaşlar vurdu. Tek suçum yanlış bir zamanda, yanlış bir yerde olmaktı; bana durduğum yerin bedelini en ağır şekilde ödetmişlerdi. 


"Demre, iyi misin?" Yumuşak sesini duyunca ona baktım. Gözlerimden taşan yaşları hızlıca elimin tersiyle silmiştim. Önünde ağlayarak onu endişelendirdiğim için kendime kızdım. "Dün burada biri intihar etmiş, diğer çalışanlar konuşurken duydum. Yakın mıydınız o kızla?" 


Yavaşça başımı iki yana salladım. Kendimde kelimeleri kullanacak gücü bulamamıştım. Sessizliğim onu daha da kaygılandırırken, nazikçe kollarımı tuttu. Usulca bana doğru sokulmuştu.


"Burası seni çok kötü etkiliyor, Demre," Ela gözleri irileşmiş, yoğun bir endişeyle kuşanmıştı. Neredeyse fısıldarcasına telkin ediyordu artık. "Gözlerimin önünde eriyorsun resmen. Bırakalım de, bırakayım. Seni bu cehennemden çıkarıp kurtarayım. Sadece bırakalım demen yeterli. Hâlâ geç değil, Demre. Lütfen her şeyden önce kendini düşün. Sırf intikam alabilmek için hayatını heba etme."


"Hayır, bırakmayacağım," dedim, sertçe. Hiçbir itiraz duymak istemiyordum. Aylardır konakta yaşıyordum ve bu zorlu yaşantıya kolayca devrilmek için katlanmamıştım. "Sonuna kadar gideceğim. Artık beni geri döndürmeye çalışmaktan vazgeç, Uraz. Bu kadar yolu boşuna yürümedim. İki gün sonra ben de aşağıya ineceğim, bunca şey öğrenmişken artık geri adım atamam. Zaten yeterince heba edilmiş bir hayatım var. Sen bırakacaksan bırak."


"Sensiz asla bırakmam," Kollarımı tutan parmakları sıkılaştı birden. Artık onun da sesi sert çıkıyordu. İyice hararetlenmişti. "Aşağıya inip ne yapacaksın? Kendini sadece tehlikeye atacaksın. Örgüt hakkında bir şeyler öğrensek de alaşağı etmek için yeterli değil bunlar. Yılların örgütü bu, bizim gibi kimler devirmek istemiştir bu zamana kadar. Hiçbir kanıt da yok elimizde. Bırak bu işi, gidelim buralardan. Benimle gel, kendimize yeni bir hayat kuralım." 


Yalvarışı sıcak nefesiyle birlikte suratıma çarpınca geriye kaçılmak istedim. Ancak bırakmadı; mengene gibi tutmaya devam ediyordu beni. Olumlu bir yanıt alamadıkça da bırakmayacak gibiydi. Bakışlarında dikte edici bir şey vardı; sırf bu ısrarı sekteye uğratmamak adına gözünü bile kırpmıyordu.  


"Yeter artık, Uraz," Tahammülsüzce silkelenmeye çalıştım. Durmadan amacımı azımsayarak bana aynı telkinleri yapıyor oluşu epey sinir bozucuydu artık. "Böyle şeyler duymak istemiyorum senden. Daha kaç defa söylemek zorundayım? Bir amaç uğruna buradayım ben. Hem niye bensiz gidemeyesin ki? Madem istemiyorsun burada durmak, o zaman git kendine temiz bir hayat kur..."


Ama serzenişimi tamamlayadım. Ansızın suratımı kavrayarak dudaklarını sertçe dudaklarımın üstüne bastırınca çıkmak üzere olan tüm kelimeleri bana yutturdu. Sanki her şey durmuştu.


Dehşet içindeydim; resmen donakalmıştım. Birden dudaklarımdaki inatçı baskıyı hissedince umarsızca çırpınmaya başladım. Titreyen ellerimi göğsüne koyarak sertçe yumruklamış, tüm gücümle kendimden iteklemiştim.


Arkaya doğru sendeleyerek hızla beni bıraktı; gözlerinde karşılık bulamamış olmanın kırgınlığı vardı. Tıpkı benim gibi, o da nefes nefeseydi. 


Tiksinti dolu bir öfkeyle dudaklarımdaki ıslaklığı silerken savsak adımlarla geriledim, uzaklaşmaya çalıştım. Ellerimi durduramıyordum; sanki ne kadar silersem sileyim bıraktığı his bir türlü gitmiyordu. Hançere benzer bir bulantı saplanmıştı mideme; koşarak buradan kaçmak, bulduğum ilk suyla tenimde kalan izi yok etmek istemiştim. 


"Nasıl..." Şok içindeydim sanki; ne düşüneceğimi, ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. "Nasıl böyle bir şey yapabilirsin?"


"Lan şerefsiz!" 


İkimizi de korkutan bu ani kükreyiş resmen bir gümbürtü gibi bahçeye düşmüştü. Hışımla yanımdan eserek rüzgarıyla beni sendeleten Merih yalnızca bir saniye içinde Uraz'ın yanına varmış; korkunç bir hiddetle yumruğunu suratına indirmişti. Yediği darbeyle yere yuvarlanan Uraz burnunu tutarak acı içinde bağırdı.   


"Ben daha dokunmadan iki kez düşünürken, sen nasıl..." Öfkeden konuşamayarak sorusunu yüklemsiz bıraktı. 


İki büyük adımda yanına varmış, üzerine çıkarak yakasına asılmıştı. Ardı arkası kesilmeyen öldürücü yumruklarını suratına indirirken adeta çıldırmış gibiydi. Saniyeler içinde kana bulamıştı suratını. Beyaz bir tuvale sıçrayan kırmızı bir boya gibiydi; vahşet dolu bir tabloydu. 


Uraz karşı bile koyamıyordu üstündeki adama; yarı baygın biri gibi iki yanına devrilmişti elleri. Yediği darbelerle birlikte cansız bir uzuv misali sarsılıyordu.   


"Merih!" Kendi ayaklarıma takılarak korkuyla ileri atıldım. Yanlarına çökerek iki elle koluna asılmış, üstünden indirmeye çalışmıştım. Ama yapamıyordum; o kadar güçlüydü ki dokunuşumu bile hissettiremiyordum ona. Tüm kontrolünü kaybetmişti gibiydi.


Öldürecekti.        


"Merih, yeter!" Kendimi ona duyurabilmek için attığım çığlık, geceyi ikiye yardı. "Dur artık!"


Silkeleyerek yakasını bıraktı, ardından soluk soluğa geriye doğruldu. Ağır hareketlerle ayağa kalkarken gözlerini üstüme dikti. Saçları dağılmış; elleri kana bulanmıştı. Öyle bir bakış vardı ki gözlerinde, beni çaresizlik içinde titretmişti.   


"Bir tek ben miyim dur diyebildiğin?" Hiddetin ve hayal kırıklığının verdiği müthiş bir çatışma vardı sesinde. O kadar somuttu ki bu iki duygu, resmen ete kemiğe bürünmüştü; üçüncü bir varlık gibi aramızda dikiliyordu. 


"Merih, hayır..." Kendimi açıklama çabama sırtını dönerek bir lahzada gecenin içine karıştı. Gerisinde terk ettiği öfke tepemizde dalgalanmayı sürdürüyordu. 


"Demre, iyi misin?" Arkadan koşarak yanıma gelen Sinem, telaşla dibime çöktü. Yüzüstü dönerek yere kan kusan Uraz'a korku dolu bir bakış atmış, ardından tekrar bana dönmüştü. Aniden beliren iki güvenlik görevlisi kollarından tutup onu oturturken, Sinem'in de beni yerden kaldırmasına izin verdim. 


"Çığlıklar duyunca koşarak buraya geldik, iyi misin?" 


Yalnızca başımı sallamakla yetindim. Çünkü arkada, ağaçların kıyısında dikilen Sude'yle göz göze gelmiştim. Yoğun şaşkınlığının bile bastıramadığı şüphe adeta tüm çıplaklığıyla suratındaydı. Bizi haklı çıkarmaya devam et, dercesine tuhaf bir hırsla bakıyordu.  


Kolunun kenarıyla burnundan akan kanı durdurmaya çalışan Uraz, nefes nefese suratıma baktı. Her an bir şey söyleyecekmiş gibi kararsız bir aralık vardı dudaklarında. Ancak ben sırtımı dönerek uzaklaşınca susmak zorunda kaldı. Suratına dahi bakmadan Sude'nin yanından geçtim ve yokuşu tırmanmaya başladım. 


Dakikalar içinde evin önündeydim; kimseyle konuşmadan yukarıya çıktım. Yaptığım ilk şey koşar adımlarla kendimi lavaboya atmak olmuştu; defalarca kez suratımı yıkayarak, tiksintiyle dudaklarımı ovuşturdum. 


Fakat ne yaparsam yapayım dudaklarımda bıraktığı histen kendimi kurtaramıyordum. Yüzümü ellerinin arasına hapsederek zorla üzerime eğilişi gözlerimin önünden bir türlü gitmiyordu. Ona karşı duyduğum güven öylesine zedelenmişti ki her nasıl oluyorsa beraberinde midemi de bulandırıyordu bu. 


Musluğu sertçe kapatıp yüzümü kuruladım. Ardından kendimi geri odaya attım. Cebimden çıkardığım yüzüğü hızlıca yastığımın altına sıkıştırmıştım. Hiç oyalanmadan üstümdekilerden kurtuldum; aşağıdan yükselen birtakım sesler duyunca acele etmeye başlamıştım. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Bir şeyleri açıklayabilecek hâlde değildim. 


Çabucak ışığı kapatarak yorganın altına girerken birisinin merdivenleri tırmandığını duydum. Hemen sonra odanın kapısı aralandı ve içeriye çelimsiz bir huzme döküldü. Sude, ses çıkarmamaya gayret göstererek usulca içeriye süzülmüştü. Bu kadar kısa bir sürede uyumadığım aşikar olmasına rağmen çabamı boşa çıkarmamıştı; konuşmaya yeltenmemiş ve sessizliğini de yanına alarak kendi yatağına girmişti. 


Sorulamayan soruların ağırlığı ikinci bir yorgan gibi üstümüze çökerken, bir pare de olsa bize uyku bahşetmeyecek olan bu uğursuz gecenin derinliklerinde, saatlerce yuvarlandık durduk.  


💔 


İki yanımdan yükselen beyaz boynuzlar ardımdaki zifiri karanlığı delerek, dallanıp budaklanıyordu. Gözlerimde çekingen, ketum bir bakış vardı. Fazla yaklaşma uyarısı yapan; ama aynı zamanda da yaklaşırsan çok şey görürsün diyebilen çarpıcı bir bakıştı bu. Gözümden akan ufak yaş kederden çok yenilgi simgeliyor gibiydi. Yanağımdaki kanın cılız kokusunu aldığım her nefesin içinde hissetmek mümkündü. 


Gerçek bir kan kokusuydu çünkü.                                

"Beğendin mi bari kendini?" Enseme çarpan fısıltısı ürpermeme neden oldu. Hafifçe kaçılmamı gülerek izlerken, elindeki şampanyadan ufak bir yudum aldı. Alkolün kokusu tuvallerden çıkan kurumuş kanla karışıyor, havada rahatsız edici bir harman doğuruyordu. 


"Kim satın aldı peki?" diye sordum, meraktan yoksun bir sesle. Sorusunu yanıtsız bırakma cesaretini göstermiştim. Temizlik yaparken müzayedeyi kaçırdığım için kimin hangi eseri seçtiğini görememiştim. 


"Şuradaki beyaz saçlı yaşlı adam satın aldı seni," diye fısıldadı kulağıma doğru, başıyla arkamızdaki bir yeri göstermişti. Omzumun üstünden o tarafa baktım; elinde tuttuğu kadehle, baştan aşağıya kahverengi bir takıma kuşanmış şık bir adam duruyordu. Yanındaki kızıl saçlı bir kadınla sohbet ediyor, attığı gür kahkahalarla da tüm bahçeyi inletiyordu. 


Konağın kapısından yalnızca birkaç adım ötedeydik. Zengin görünümlü bir avuç insanın sakin nezihliği hâkimdi etrafa. Rahatsız etmeyen bir uğultu vardı. Turgut'un davetsizce yaptığı uygunsuz ziyaretten sonra konaktaki önlemler sıkılaşmış, evin her köşesine heykelleri andıran ızbandut gibi adamlar kondurulmuştu. Ara sıra kulaklarına dokunarak iletişim kurmak dışında, hiç kımıldamadan öylece dikiliyorlardı. 


Arada bir ellerinde tuttuğu tepsilerle beliren Dilara ile Sinem, ufak masalardaki boş bardakları toplayıp çabucak mutfağa geri dönüyorlardı. Tüm eserler şövalyelere yerleştirilerek nizami bir biçimde bahçeye sıralanmıştı. Kan kokusu kafes misali etrafımızı kuşatmış, herkesi de içine hapsetmişti. Alınan tüm soluklara nüfuz ediyordu. Fakat ben hariç kimse bu kokudan rahatsızlık duyuyormuş gibi durmuyordu.


Yanımızdaki kanlı elleri fark ederek, "Onu kim aldı?" diye sordum. Hevesli hevesli tuvaldeki ellerini kana buladığı ânı anımsamıştım.


"Babam." Keyifsizce güldü.   


"Peki o da mı sizin kanınız?" Bu sefer karşımızda duran kasvetli tabloyu gösterdim. Yavru bir geyiğin kanlar içinde yerde uzandığı, rahatsız edici eserlerinden yalnızca biriydi. İnceledikçe aslında zihninde ne kadar saplantılı bir kısmın olduğunu gösteriyordu bana.


Gülerek omuzlarını silkti. "Onu bizim manyak Ceren'e sor, şekerim." 


Yan gözle suratına baktım. Tuhaf bir sinirle dolmuştum; ölüm kokan kanlı bir kavganın ortasında onun durup da hiçbir sorun yokmuşçasına tiyatrosunu oynayabiliyor oluşu, büsbütün sabrımı sınıyordu artık. "Sizin ona ulaşmanız benden daha kolay, siz sorun en iyisi." 


Tam şampanyasından içecekken duraksadı, yavaşça kırmızı dudaklarından geri uzaklaştırdı. Tıpkı ruju ve ojeleri gibi, üstünde de kan kırmızısı bir elbise vardı; adeta eserleriyle uyum içerisindeydi. Verdiğim cesur karşılık sonucu hafifçe kaşlarını kaldırmıştı; gözleri hızlıca suratımı turluyordu. Bir tepki vermeden önce herhangi bir kötümser duygu yakalamak istiyor gibiydi. 


"Birileri gergin galiba," diye mırıldandı, sır paylaşan biri edasıyla bana doğru eğilerek. Pervasızlığımı görmezden gelmeye karar vermişti. "Senden de mi kan aldı yoksa?" 


Keyifsizce gülerek başımı başka tarafa çevirdim. Dünden beri Merih'i hiçbir yerde görememiştim; fakat onun aksine telefonum yalnızca Uraz'dan gelen cevapsız çağrılar ve uzun mesajlarla dolmuştu. Neyin beni daha çok rahatsız ettiğine karar veremiyordum. Uraz'la öpüşürken beni görmesi mi yoksa çekip gitmeden önce suratıma çarptığı o soru mu? Her iki olgu da zihnime aksettikçe tüylerimi ürpertiyordu.


Sıkıntılı bir şekilde boynumdaki fuları düzelttim. Sabah uyandığımda çürümüş tenimde bulduğum parmakların izini, kimin olduğunu bilmediğim askıdaki ince bir fularla gizlemeye çalışmıştım. Ancak kimse görmüyor olsa da; yaptığım her ani manevrayla sızlayarak varlığını bana hatırlatmayı sürdürüyordu.  


"Havada küslük kokusu var." Ninni söyler gibi fısıldayınca, gözlerini takip ederek nereye baktığını anlamaya çalıştım. Aniden Dilara'yla göz göze gelmiştim. 


Bakışları çok agresifti. Bir köşeye çekilmiş dakikalardır yanımdaki kadınla ne konuşuyor olabileceğimi sorguluyordu; apaçık belliydi, içten içe davranışlarımı yargılıyordu.


Umursamazca başka tarafa döndüm. Aniden konaktan çıkarak misafirlerin arasına karışan ve gürültülü esprilerle etrafındakileri eğlendirmeye koyulan Emre'ye odaklanmıştım. "Abiniz yoldaşlarla kaynaşmaya özen gösteriyor belli ki, bu gidişle sizi geride bırakır. İsterseniz siz de bir boy gösterin."


"Yoldaşlarmış... En yakın zamanda hepsi geberir umarım." Onun da gözleri kardeşinin üstündeydi. Kemikli parmaklarının arasında ezilen kadeh, her an parçalara ayrılabilecekmiş gibiydi. Emre'nin cambazlık yapar gibi oradan oraya savurduğu nükteler resmen bir neşe furyasına sebep olmuştu.    


Birden ilgisini bana yönelterek, "Sana istediğini verdim," diye mırıldandı. 


Kaşlarımı kaldırarak, tekrar mavi gözlerine baktım. Artık yalnızca bir adım ötemde duruyordu; tüm bedeniyle bana dönmüştü. Tuhaf bir açgözlülük vardı bakışlarında. "Yarın benim sayemde gizlice toplantıya katılabileceksin, sana istediğini verdim. Peki sen bana ne vereceksin?" 


Yavaşça ben de ona döndüm. Artık dosdoğru birbirimize bakıyorduk. "Size kanımı verdim, benim sayemde son dokunuşu yapabildiniz. Yeterli değil mi?"


"Kanını alan ben değildim, Ceren'di." diyerek kayıtsızca geçiştirmeye kalkıştı. 


Ama sertçe sözünü kestim. "Hayır, sizdiniz." 


"Öyle mi?" Kaşlarını çatıp gevşetti; sertçe nefesini vererek hayret dolu bir gürültü çıkarmıştı. Başından beri konuşmamızı etkisi altına alan hararetin asıl nedenini anlamaya çalışıyor gibiydi. Fakat henüz o lafına devam edemeden, başka bir kurnaz ton araya girdi. Ansızın hiç olmadığı kadar kabarmıştı gerginlik.  


"Bölüyorsam kusuruma bakmayın hanımlar," Şaşırarak geriye kaçıldım; Beren de birkaç adım gerilemiş, aramıza mesafe sokmuştu. 


Dimdik yere bastığı bastonuyla, aşılması zor bir engel gibi karşımızda dikilen yaşlı adama doğru döndüm. Ne zamandır burada duruyordu? Konuşmalarımızı duymuş olabilir miydi? Dinlemese de elbet duyabileceğini biliyordum.  


Yavaşça benden kızına doğru kayan gri gözlerinde herhangi bir duygu yakalamak için uğraşıyordum. "Benim gibi yaşlı bir adam için hava epey soğuk. Bana içeriye kadar eşlik eder misin?" 


Bana bakıyordu. Gözlerini dahi kırpmadan bana kenetlenmişti. Beren'in de böyle bir istem duymayı beklemediği, benimle babası arasında mekik dokuyan şaşkın bakışlarından okunuyordu. Fakat yine de konuşmaya cesaret edememişti. Keza hiç kımıldamıyordu da; sanki yanımızdaki varlığını silikleştirmeye çabalıyordu. 


İtaatkâr bir tutumla hafifçe başımı eğdim. Ama boğazıma kadar endişeye batmıştım. "Tabii, siz nasıl isterseniz efendim."


Ağır adımlarını izleyerek sergi alanından çıktım ve konağın sonuna kadar aralık duran kapısına doğru yürüdüm. Eşikte dikilen iki siyahlı adamın arasından geçerek içeriye girdim.


Yukarıya çıkacağımızı zannederken beni şaşırtarak sola doğru sapmıştı. Yere vurduğu bastonuyla sözsüz bir şekilde bana peşinden gitmemi emrediyor gibiydi. Sessiz bir gölge misali arkasına düşerek kilerin yanındaki kapıya, Zeren'in doktoruyla seanslarını gerçekleştirdiği odaya yöneldim.


Yavaşça kapıyı açarak kenara çekildi ve davetkâr bir gülümsemeyle beni yanına, içeriye çağırdı. Geniş ve ferah bir odaydı burası; göz yormayacak kadar az eşyayla doldurulmuştu. Her odada olduğu gibi, burada da devasa bir kitaplık bulunuyordu. 


Ormanı sergileyen pencerenin önüne birbirine bakacak şekilde iki deri koltuk yerleştirilmişti. Ortalarında büyük mermer bir sehpa; bu sehpanın üzerindeyse ihtişamlı bir satranç seti duruyordu. Köşesine devrilen güneşin saçlarıyla kristal bir parça gibi parıldıyordu taşlar. Birileri tarafından oynanmayı bekliyor gibi itinayla dizilmişlerdi.


"Lütfen, rahatına bak." Koltuklardan birisini gösterince, sessizce oraya yöneldim. Yavaşça elimi pantolonumun cebine sokmuş, yüzüğü yumruğumun içine hapsetmiştim.


Ben gergince otururken, o tasasızca odanın diğer köşesine konulmuş altın renkli gramofona doğru yürümüştü. Bastonuna gereksinim duymayarak kenara yasladı. Kendi kendine bir ritim mırıldanırken pikapın yanına yerleştirilmiş olan plakları kurcalamaya başlamıştı. Sırt sırta dayanmış parçaları sayfa çevirir gibi parmaklarıyla iteklerken, yanında biri yokmuşçasına aldırışsızdı. 


Sonunda aradığını bularak, kısa bir zafer sesi çıkardı. Aralarından çekip aldığı plağı kabından sıyırıp itinayla yerine yerleştirdi. Üzerindeki tozlara eğilip titizlikle birkaç sefer üfledi. Nazikçe tuttuğu iğneyi sonunda plağın üstüne bırakınca, odayı nahif bir piyano ezgisi doldurmuştu. 


Yaşından beklenmedik bir çeviklikle topuklarının üstünde dönüp ellerini iki yana açtı. Başını hafifçe geriye atmış, usulca çalan sonatın içinde süzülüyormuş gibi gözlerini yummuştu. Zarifçe kımıldattığı parmakları sanki görünmez bir piyanonun üstünde dans ediyordu.


Sonra birden uykudan uyanırcasına gözlerini açtı, ellerini indirdi. Memnun bir gülümsemeyle tekli koltuğa yürüdü. "Frédéric Chopin," dedi, ağır ağır karşıma otururken. "Nocturne, Opus 9 No 2." Leziz bir yemek tattıktan sonra mest olmuş birisini andırıyordu. "En sevdiğim parçadır. Fırtına öncesi sessizliği değil, direkt fırtınanın kendisini yaşatıyor sanki. Tutup öteye fırlatıyor seni. Sence de öyle değil mi, küçüğüm?"


Sessiz kalmayı tercih etmiştim. Kucağımda birbirine kenetlediğim ellerim, içinde taşıdığı ağır yükle adeta birkaç dakika içinde terlemişti. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilmiyordum; karşımdaki adamın hamleleri öylesine azametliydi ki herhangi bir şeye yeltenmeden önce beni iki kez düşündürüyordu. Beni oyunlarıyla baş edemeyeceğime inandıran bir hilekârdı.


"Benimle bir şey mi konuşmak istemiştiniz?" diye sordum, masum bir edayla. Elimden geldiğince afallamış bakmaya çalışıyordum suratına.


"Kızımla yakınlaşmışsınız, sana yaptığı onca şeyden sonra," dedi, her şeyin farkındaymış gibi ketumca gülümseyerek. Koltuğa yasladığı parmaklarıyla ritim tutuyor, ufak darbeleriyle müziğe uyum sağlıyordu. "Eserlerinde seni kullanacak kadar hem de." 


Gülümsemeye çalıştım. "Affedici biriyimdir. Kendisiyle sonradan iyi anlaştık."   


"Bir şeyler üzerine anlaştığınıza şüphe yok zaten," Alnındaki kırışıklıkları gösterip yok edecek bir hızla yüzünü buruşturmuştu. "Bizim gibi affediciler azaldı artık, ne büyük kayıp. Affetmek erdemlinin, kin gütmek aptalın işidir. Etraf intikam alarak affedebileceğini zanneden erdemli aptallarla dolu maalesef," Oturduğu koltukta öne kaykılırken, birden aramızdaki taşlara uzandı. Beklenmedik bir hızla konunun derinliğini azaltmıştı. "Hadi satranç oyna benimle, sadece bir el."


İntikam alarak affedebileceğini zanneden erdemli bir aptal.


Şaşırmış olsam da teklifini reddetmedim; çünkü amacının basit bir oyundan ibaret olmadığını anlamıştım. Önündeki taşlarla ilgilenirken, gözlerimi üstünden çekmeden yavaşça avucumdaki yüzüğü işaret parmağıma taktım. Kalbim ağır ağır boğazıma tırmanmıştı. Hissettiğim korku nabız gibi tenimin altını yumrukluyordu.


"Bilir misin satranç oynamayı?" dedi, kısaca bana baktıktan sonra tekrar önüne dönerken. Siyah piyonlardan birini almış, bir kare yukarıya oynatmıştı. 


"Küçükken kardeşimle oynardık," dedim, tıpkı onun yaptığı gibi beyaz piyonumu bir kare yukarıya kaydırırken. Yüzüksüz elimi kullanmıştım; doğru ânı bekliyordum. "Pek iyi olduğum söylenemez. Ama kime saldıracağını bildikten sonra, gerisi pek önemli değil bence."


İlginç bir argüman sunmuşum gibi kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büzdü. Gözleri satranç tahtasının üstündeydi. Keyifli keyifli hamlesini düşünüyordu. "Kardeşine de böyle mi öğretmiştin satrancı?" Hayıflanarak başını iki yana salladı. "Zavallı kız, neden düşmanını tanıyamadığı şimdi anlaşıldı."


Birden tüylerim dikeldi; kalbim duracak kadar yavaşlamıştı. Kardeşimin intihar etmediğini biliyordu. Başka bir piyon daha oynayıp arkasına yaslanan adam, pişkin pişkin gözlerini üstüme kenetledi. Kanayan bir yarama parmak bastığının o da farkındaydı. Dudağının kenarında, içimde tiksinti uyandıran bir gülümseme duruyordu. 


Oynadığı şey satranç değildi, bendim; adeta parmağında oynatarak eğleniyordu benimle. 


"İlginç olan da bu zaten, onun hiç düşmanı yoktu," dedim, sakince. Yüzüklü elimi kullanarak, tıpkı bir sur gibi şahın önünde duran piyonları kenarlara doğru itekledim. Şahın önünü açtım. Ancak oyunun bozulması onun hiç umrunda değildi; gözleri yalnızca parmağımdaki yüzüğe kilitlenmişti. Artık gülümsemiyordu. "Ama ben o değilim. Ben düşmanımı da tanıyorum, kime saldıracağımı da biliyorum. Oyunu kurallarına göre oynamayı çoktan bıraktım ben. Siz hâlâ öyle mi oynuyorsunuz?" 


Parmağımdaki yüzüğü çıkarıp savunmasızca duran şahın boynuna geçirdim. Daha önce hiç bu kadar şiddetli bir intikam arzusuyla kuşanmamıştım; resmen ikinci bir ten gibi sarmalamıştı beni.


"Şah," Yüzüğün ağırlığıyla birlikte devrilen taş tok bir gürültü çıkardı. Ancak odadaki gerginliğe tezat bir zarafetle çalmayı sürdüren parça, bu gürültüyü kolaylıkla yutmuştu. "Ve mat." 


Birden öne kayılarak elimi havada yakaladı; etin ete çarpma sesi duyulmuştu. Bu ani saldırıyla irkilsem de kaçmaya yeltenmedim. İhtiyarlığını bana unutturan muazzam bir güçle bileğimi çiğnerken, içtenlikle gülümsedi. 


"Benimle oyun oynadığını kim söyledi sana?" Sertçe beni kendisine çekince öne doğru kaydım, düşmemek için hızla sehpayı kavradım. Artık aramızda yalnızca bir karışlık mesafe kalmıştı. Tıpkı bir yılanı andıran öfkesini, sanki beni sokup öldürebilmesi için tenimin üstüne salmıştı. "Sana benim rakibim olduğunu düşündüren ne? Ben oyunu düzerim, sonra piyonlarımı bir bir üstüne dizerim," O kadar hızlı bir atakla bileğimi bırakıp saçımı kavramıştı ki bana elinden kaçacak olanak dahi tanımamıştı. Acımasızca başımı satranç tahtasına çarpınca tüm taşlar devrildi, gümbürtüyle yere yuvarlandı. Kırılan bir tanesi alnıma batmıştı. İnlememek için acıyla dudağımı dişledim. "Rakiplerim oynar, ben sadece izlerim. Senin gibi bir velet benim oyunumda ancak piyon olabilir. Hamle yaptığını zanneden aptal bir piyon."             


Üzerime eğilerek suratıma döktüğü sivri kelimeler, başımı bastırışından daha çok canımı yakmıştı. Azımsanmak ve küçük görülmek, resmen bugüne kadar gösterdiğim tüm çabaların hiçe sayılmasından farksızdı. Nefesini suratımdan çekerek geriye kaçıldı; sonunda başımı bırakmıştı. 


Hızlıca kendimi geri koltuğa attım. Satranç tahtasına kırmızı lekeler bulaşmıştı. Soluk soluğa şakağımdan yanağıma süzülen kanı silerken, saldırgan bir tavırla karşımdaki adama baktım. Kendimi güçsüz hissetmek aynı zamanda güvenimi de zedelemişti. Kanıma karışan öfkeyi kızıştırmıştı.


"İntikam alma hırsını takdir ediyorum. Ama bir büyüğün olarak sana nasihat vermeme müsaade et," İhtiyatla nefes aldı. "Çinlilerin çok sevdiğim bir atasözü var, beni hep düşündürür bu söz," dedi birden. Artık tüm kartları açmış, apaçık önümüze sermişti; üstü kapalı sözcükleri resmen dilinden defetmişti. Gri gözleri burgu gibi tenimi delerken, sükunet içinde mırıldandı. "İntikam alacaksan, iki mezar kaz." 


Ama ben zaten kendi mezarımı çoktan kazmıştım. Önce intikamımı gömecektim, en son da kendimi.  


Hınçla lafını bölerek, mırıldandım. "Eğer intikam almamı istemiyorsan neden içeriye soktun beni?"


"O kadar zavallıydın ki," Parçanın ritmine uyarak keyifle söylediği bu sözler, acınası hâlimi anlatmak için bestelenmiş bir serenat gibiydi. Hâlâ odanın içinde raks etmeyi sürdüren bu müzikten tüm ruhumla nefret ettirmişti. "Sana biraz umut vermek istedim. Umut herkesin hakkıdır, en çok da kaybedenlerin."


Dağılan satranç taşlarının arasından birkaçını seçmeye koyuldu. Bir yandan da dostane bir sohbet yapıyormuşuz gibi, renkli bir sesle konuşmaya devam ediyordu. "Neler yapabileceğini merak etmiştim ama dürüst olmak gerekirse, büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Daha çok eğlenmeyi beklerdim. Fakat hata bende, aptal bir kız çocuğundan ne yapmasını bekliyordum ki zaten?"


"Her şeyi bekle benden," O kadar yoğun duygular içindeydim ki nefretimin tadı adeta damağıma geliyordu. "Örtbas ettiğiniz bütün suçları ortaya dökeceğim. Paranızı aklamak için sattığınız o kitaplara gömeceğim sizi. Sen de örgütün de, yıllar sonra hücrende okuduğun bir gazete kupüründen ibaret olacaksınız. Öldürdüğünüz onlarca insanın intikamını söke söke alacağım hepinizden."


Başını geriye atarak tok bir kahkaha patlattı. Zevkten mest olmuş gibi bir hâli vardı; gözlerinin içi kamaşmıştı. "İşte şimdi biraz etkilendim." Dizine yaslanarak öne eğildi. Eliyle yaklaşmamı söylemişti fakat yerimden kımıldamadım. "Gel hadi, sana işine yarayacak bir taktik öğreteyim. Bakarsın, yakında kullanmak zorunda kalırsın." 


Elinin tersiyle sertçe tahtanın kenarına yığılmış olan taşları yere itti. Zemine çarpan taşlar parçalanarak etrafa saçılmıştı. Ancak umrunda bile değildi; kan lekeleriyle kirlenmiş olan tahtada geriye yalnızca altı adet taş bırakmıştı. Sadece altı hamle.


"Boğmaca Matı'nı duymuş muydun hiç? En sevdiğim yöntemdir boğmak," Başını kımıldatmadan gözlerini bana kaldırdı. Kışkırtıcı bir vurgu yapmış olmasına rağmen benden yanıt almayı beklemediği aşikardı. Dudaklarına heyecanlı bir sırıtış yayılmıştı. Tek tek kanlı taşları benim tarafımdaki köşeye dizmeye başladı. Parmaklarının ucu kan olmuştu. "İki piyon, bir kale, bir at, son olarak vezir ve şah. İyi izlemeni öneririm çünkü bu senin oyunun. Senin acınası sonun." 


Gözümü dahi kırpmadan bakışlarına karşılık verdim. Yavaşça benden ayrılarak, ilgisini önündeki oyuna verdi. Beyaz şahı köşeye koyup, önünü iki piyonla örttü. Kaleyi de aynı hizaya, biraz öteye yerleştirmişti. Siyah atı piyonların yanına; siyah veziriyse tahtanın tam ortasına bıraktı.           


"Şah," diye fısıldadı, oyunun başladığını belirtircesine. Atın köşeye sıkıştırdığı şahı bir kare yana kaydırmıştı. Kendi kurduğu oyunu, kendi oynuyordu. "Sana seni nasıl boğacağımı anlatıyorum, kulaklarını dört aç." 


Ortada duran siyah veziri, beyaz şahın yanına sürükleyince tahtanın üstünde kanlı bir şerit bıraktı. Ezbere bildiği bir hamleyi yapıyordu; nitekim gözleri hep benim üstümdeydi. "Bir adamımı feda ederim, böylece bedelimi öderim," Beyaz kaleyi yana kaydırarak, kendi vezirini devirdi ve bahsettiği bedeli ödedi. Artık tamamen beyaz taşlarla kuşanmıştım fakat kendi köşeme sıkışmıştım. Kaçacak hiçbir yerim kalmamıştı. "Seninle öyle bir oynarım ki etrafına yerleştirdiğim herkesi kendi tarafında zannedersin. Oysaki kapana kısılırsın. Seni ben boğacağım küçüğüm; ama intihar eden sen olacaksın."


Gözlerini üstümden çekmeyerek yavaşça ayağa kalktı. Tasasız adımlarla yanıma sokuldu. Parmaklarındaki kanı yalamış, sanki lezzetli bir yemek bulaşmışçasına diliyle temizlemişti. Boğazıma sarılmaya hazırlanan heybetli bir cellat gibi tepemde dikildi.


Korkunun gözlerime vurduğu yaşlar yanaklarıma devrilirken, titrediğimi fark etmemesi için çenemi sıktım. Çaresizlikten nefes almayı unutmuştum. Oturduğum yere öylesine sinmiştim ki elini çeneme dokundurduğunda bile kımıldayamamıştım. Zorla başımı yukarıya kaldırarak dosdoğru gözlerine baktırdı.   


Başıyla zarif bir hareket yaptı; kapana sıkışmış duran beyaz şahı göstermişti. Üzerinde kanım vardı. "Kendini bu ölüm üçgeninden kurtarmanın tek bir yolu var. Yaşamak için kimi azat edeceksin?"


Sertçe çenemi itince başım yana düştü. Gülümseyerek arkasını döndü, bastonunu bıraktığı yerden aldı ve tatlı tatlı şarkı mırıldanarak odadan ayrıldı. Benden uzaklaşmasıyla birlikte dakikalardır boğazıma dizdiğim nefesleri sonunda bıraktım. 


Sanki zelzeleler yaşıyordum; adeta zangır zangır titriyordum.  


Ellerimle yüzümü örttüm, bir süre soluklandım. Yürüyebileceğime inanana kadar koltuktan kalkmaya çalışmamıştım. Zira bacaklarımın beni taşıyamayacağına emindim.


Apaçık bir itiraftı bu. Resmen gözlerimin içine bakmış ve böbürlenen bir gülümsemeyle bana en sevdiği yöntemden bahsetmişti. Her şeyi biliyordu; kim olduğumu ve neden burada olduğumu, hepsini biliyordu. Gözlerimin içine baka baka kardeşimin ölümüne dahi dokundurma yapabilmişti. 


Birden müthiş bir hiddet kabardı içimde. Elime gelen her şeyi kırıp dökmek, yakıp yırtmak istedim. Koltuğun kenarına tutunarak sakinleşmeye çalıştım. Kendi duvarlarıma sığamıyordum; kendimden dışarıya çıkmak ve tüm bunlardan uzaklaşarak soluklanmak istiyordum. 


Ama yapamazdım. Artık hiçbir hakikatten kaçamazdım. Unutamayacak kadar yaşamış, rahatça yaşayamayacak kadar da görmüştüm. Ne yürüyebiliyordum ne de durabiliyordum. Vicdanımın ve hıncımın arasında bir yerde, ezeli bir arafta sıkışıp kalmıştım.


"İyi misin, cimcime?" 


İrkilerek arkamı döndüm. Sanki zihnimin dışından bir ses duymak beni silkelemiş; olduğum yere geri döndürmüştü. Kolumdan tutarak gerçekliğin içine fırlatmıştı. Afallayarak önümdeki dağınıklığa baktım. Yüzük nereye gitmişti? Hiçbir yerde yoktu; belli ki yanında götürmüştü.             


"Burada bazı hesaplaşmalar yaşanmış görüyorum ki," Topuklularından çıkan tok gürültüyle yavaşça odanın içine süzüldü. Bitmek üzere olan bir kadeh tutuyordu. Parçalanmış taşların üstüne basarak nahoş bir çıtırdamaya sebep olmuştu. "En azından bu oda sadece benim travmalarımı barındırmıyor artık."


Titreyerek ayağa kalktım. Engin bir denizi andıran mavi gözleri alnımdaki yaranın üstünde takılı kaldı. Kinayelerle dolu bir sesle, "Ne ironik bir durum, tam anlamıyla çizdiğim portreye benzemişsin." demişti.  


Kulaklarım uğulduyordu; karşımdaki kadının söylediği her söz birkaç duvar öteden geliyordu sanki. Zihnimin ardında rahatsız edici bir uğultu vardı. Taşların üstünden geçerek odanın tam ortasında durdum. Nefeslerimdeki gürültüyü dindirmiş, kulak kabartmıştım. Birkaç adım ötemde duran Beren kaşlarını çatarak beni süzdü. Amacımı anlamaya çalıştı fakat başaramadı.  


"Bölmek hiç istemem ama travmanı başka bir yerde yenmeye ne dersin..." Hızla elimi kaldırarak onu susturdum. Şaşırarak önce aramızda yükselen ele, ardından suratımdaki ciddiyete baktı. Nitekim ikazımı dikkate almış, susmuştu.


Gerçekten de duvarların ötesinden gelen sesler vardı; uğultu zihnimin ardında değildi. İstemeyeceğim kadar yakınımdaydı. 


Hışımla odadan çıkınca topukluların gürültüsü de peşimden yankılandı. Ancak ben henüz dokunamadan kilerin kapısı sertçe açıldı; yaklaşan tehlikeyi çoktan sezmişlerdi. Karanlığın içinde beliren Sude ve Dilara'nın tanıdık çehresi, içime cam kırıklarını andıran bir his serpmişti. Yakalanmış olmanın utancı vardı ikisinde de. 


"Bak sen şu sürprize," Arkamdan gelen Beren'in hayret dolu gülüşü duyuldu. Mahcubiyetle başlarını eğmiş olan kızlara doğru sokulmuştu. "Nasıl bir evse bu, her deliğinden farklı bir sıçan çıkıyor."


Onu duymazdan gelerek, öfkeyle mırıldandım. "Rahatça duyabildiniz mi bari her şeyi?"  


Dilara utancını taşımayı başarıp başını kaldıramazken, Sude telaşla gözlerime yükseldi. Açıklama yapma arzusuyla umarsızca dudaklarını aralamıştı fakat konuşmaya fırsat bulamadı. Beren ansızın topuklarının üstünden bana doğru dönmüş, aramıza girmişti. 


Şaşkınlığın koyulttuğu bir öfke hâkimdi gözlerinde. "Bekle bir dakika, burayı bildiğine göre sen de zamanında beni dinliyordun. Yani sen de kullanıyordun burayı. Ne yapayım şimdi ben sizi? Kaç parçaya ayırayım?" 


Başımı iki yana sallayarak güldüm. Sesindeki vurgudan gözlerindeki kurnazlığa kadar resmen babasının kızıydı. Kısa bir anlığına, arkadan endişeyle bana bakan Sude'nin gözlerine dokundum. Bu zamana kadar görememiştim belki; ama aynı bakışlar onda da vardı. O da babasının kızıydı.


Gözlerimi kaçırarak tekrar karşımdaki kadına döndüm. Daha fazla gerginliği göğüsleyebilecek bir bünye bulamıyordum kendimde. Şahoğullarına doymuştum bugün; bir süre etrafımda görmek istemiyordum. "Emin ol, az önce yaşadığım olay korku eşiğimi epey bir yükseltti. Şu anda hiç böyle konular konuşabilecek durumda değilim. Daha sonra tekrar deneriz."


Konuşmasına müsaade etmeyerek arkamı döndüm, hızlıca kendimi konaktan dışarıya attım. Rüzgar gibi eserek sergi alanına girdiğimde, onu benim portremi izlerken bulmuştum. Saçları dağınıktı; suratında dinç bir ifade vardı. Diğer adamların aksine bu sefer takım elbise giymemişti. Siyah pantolonunun üstüne boğazlı, bordo bir kazak geçirmişti sadece. Cebine sıkıştırdığı elleriyle belindeki silahı göstermekten hiç çekinmiyor; resmen kendisini sergiliyordu. Tasasız ve ilgisizdi. Tıpkı tablonun içinden çıkarak ete kemiğe bürünmüş bir şaheser gibiydi.


Daha fazla durma Merih, yanıma gel. 


Portremden ayrılan gözleri birden beni bulunca kalbim tekledi. Suratımdaki dağınıklığı anında fark etmiş, kaşlarını çatmıştı. Fakat bariz hiçbir tepki veremedi, öylece olduğu yerde dikilmeyi sürdürdü. Ne oluyor dercesine gözünü kırpmış olsa da görmezden gelerek önüme dönmüştüm. 


Böyle bir durumda ona açıklama yapamayacağımı biliyordum. Etraf örgütün insanlarıyla doluydu; üzerimde dolanan onlarca göz vardı. Bu yüzden ardıma bile bakmadan müştemilata yürümek zorunda kaldım. İçimde peşimden gelmesini arzulayan ve yetişebilmesi için bana adımlarımı yavaşlatan bir taraf olsa da arkamdan gelmemişti. 


Yüzümdeki yaraya pansuman yapmak için eve girdiğim esnada birisinin bana seslenmesiyle durdum. Ayakkabılarımı çıkarmış, içeriye henüz adım atmıştım. Eşikte durarak arkamı döndüm. 


"Bekle bir dakika," Yanlış kişi peşimden gelmişti. Sude nefes nefese müştemilata doğru koşarken, seslenişini duymazdan gelerek geri önüme döndüm. Yorgun argın merdivenleri çıkmaya başladığımda, o da hışımla içeriye daldı. Neredeyse suratına çarpmak üzere olan kapıyı zar zor durdurabilmişti. "Neden duymazdan geliyorsun beni? Bekle dedim!" 


Basamakların tepesinde durarak gönülsüz bir yavaşlıkla ona döndüm. Bıkkın bir nefes vermiş, tükenen sabrımı duyurabilmek istemiştim. Ancak o esnada çektiğim ruhsal ve bedensel sancıları görmek, onu durdurmaya yetecek kadar etkili olamamıştı. Merdivenlerin ucuna kadar gelmiş, birkaç tedirgin adım atarak tırmanmıştı. Fakat daha fazla yaklaşmadı, aşağıda kaldı.  


Gözlerini üstümden ayırmadan sertçe sitem etti. "Neydi oradaki konuşmalar öyle? Ne zamandır Tan Şahoğlu'yla aranızda böyle bir ilişki var?"


Sinirli sinirli güldüm. "Kızı olarak mı soruyorsun bunu, yoksa temizlikçisi olarak mı?"


Kaşlarını çatarak yüzünü ekşitti. Hınçla bir basamak daha çıkmıştı. "Ne oluyor sana böyle? Ne bu sert tavırlar?" Sesinde hayal kırıklığı duymak içimdeki ufak bir kıyıyı sızlattı. "Zeren gibi konuşuyorsun resmen, onunla takıla takıla iyice ona benzedin."


Acımasızca, "İstesem de senin kadar benzeyemem, senin kardeşin ne de olsa benim değil." diyerek arkamı döndüm ve basamakları tırmanmaya kaldığım yerden devam ettim. Hakaret vurgusuyla söylediğim sözler onu bir süre olduğu yere mıhlamış, peşimden gelmesine mani olmuştu. 


Nitekim ben odaya girdikten birkaç saniye sonra o da arkamdan öfkeyle geldi. Sertçe kapıyı çarpıp kapatınca ters bir bakış atmıştım. Zaten başımda ince bir zonklama vardı, bir de sırf öfke gösterisi için çıkarılan yersiz gürültülere katlanamayacaktım.


"Ne istiyorsunuz benden ya?" diye bağırdım birden. Umarsızca ellerimi iki yana açıp indirdim. Üstüme gelinmesinden o kadar bunalmıştım ki artık saklanacak hiçbir yer bulamıyordum. Kendimden bile kaçamıyordum. "Madem benden şüpheleniyorsunuz, arkadaşlığımızı devam ettiremiyorsunuz, öyleyse neden ısrarla karşıma çıkıp duruyorsunuz?" 


"Çünkü hâlâ sana inanmak istiyoruz, Demre." Sesini yükselterek beni susturdu. Çileden çıkmış gibi bir hâli vardı. Kendisi de ne hissedeceğine karar veremiyordu; aniden alevlenerek sinirleniyor, sonra birden sönerek hüzünleniyordu. "Ama az önce duyduklarımız resmen tüm şüphelerimizi haklı çıkardı. Bir şeyler peşindesin, bizim gibi sıradan bir temizlikçi değilsin sen. Ama hiçbir şey anlatmıyorsun."


Hiddetle sözünü kestim. "Belki sorsaydınız anlatırdım."  


"Sorsak gerçekten anlatır mıydın?" 


"Deneseydin beraber öğrenmiş olurduk." Geriye kaçılarak üstümdeki kazağı çıkardım. Gömleğimin ilk üç düğmesini açsam da boynumdaki fuları çözmedim. 


"Bana sırtını dönme, Demre," Kolumu tutarak beni kendisine çevirmeye yeltendi. Sertçe silkelenerek elini ittim. Bozulmuş olsa da ısrarını sürdürdü. "Gözlerimin içine bakarak konuş benimle. Şimdi soruyorum işte, kimsin sen? Neden buradasın?"


Gerçekten de kimdim? Hayatını telef etmiş yirmi dört yıllık bir yaşamdan ibarettim ben. Bu yılların kaçı gerçekten bana aitti? Kardeşi için yaşamaya çalışan bir ablaydım önce, sonra yıllarca verdiği kaybı sineye çekmeye çalışan bir kız olmuştum; en sonundaysa intikam hırsını dindirmeye çalışan bir temizlikçiye dönüşmüştüm. 


Ben hep, bana yapılanları yaşamıştım; hiçbir zaman hayatımın dizginlerini kendi elimde tutamamıştım. Ya başkası için yaşamıştım; ya da başkası yüzünden yaşamıştım. 


"Neden susuyorsun? Konuşsana," Agresif bir şekilde üzerime doğru yürüdü. Bağırışı resmen odanın duvarlarını arşınlamıştı. "Soruyorum işte, anlat hadi. Neden buradasın? Bu kadar mı zor dürüstçe anlatmak? Kimin için intikam alıyorsun?"


"Kardeşim için!" Sertçe iterek kendimden uzaklaştırdım onu. Yaşadığı şaşkınlığa takılırcasına yalpaladı. Gözleri içine sığamayan bir şokla irileşmişti. "Kardeşimin intikamı için buradayım, anladın mı? Cemre intihar falan etmedi, boğularak öldürüldü. Senin baban benim kardeşimi öldürdü."


"Ne?" İnanamıyormuş gibi etrafına bakındı. Sanki gerçeği başka bir yerde bulmaya çalışıyordu. Sonra birden inkar dolu bir çabayla tekrar gözlerime döndü. "Nereden biliyorsun onun yaptığını?"


Yoğun bir alayla güldüm. "Az önce dikkatli dinleyemedin sanırım konuşmamızı. Baban resmen gözlerimin içine baka baka itiraf etti."


Odadan çıkmaya yeltenince hızla yanıma sokularak tekrar koluma tutundu. Kokusu rüzgarıyla birlikte suratıma çarpmıştı. Çok tanıdıktı ancak bir o kadar da yabancıydı. 


"Ne yapacaksın peki?" Adeta korkarak sormuştu bunu. Sesi alçalmış, kelimeleri ufalmıştı. "İzin ver ben de yardım edeyim sana. Belki bir yanlış anlaşılma vardır." 


Hayretle bir karış ötemdeki gözlere baktım. O kadar nutkum tutulmuştu ki kelimeler dilime küsmüştü. "Yanlış anlaşılma falan yok," Hınçla kolumu kendime çektim ve kıskacından kurtuldum. Ne duymayı beklemiştim ki? Bozguna uğrayarak başımı iki yana salladım. "Senin yardımına ihtiyacım yok, bu benim kavgam. Kimsenin benim yüzümden zarar görmesine izin vermeyeceğim. O yüzden lütfen, rica ediyorum senden, yolumdan çekil."


Tekrar gidecekken bir kez daha durdurdu. Artık yalvararak bakıyordu suratıma. "Ne olur Demre, böyle yapma. Akıllı davran. Elinde doğru düzgün bir kanıt bile yok. Boyundan büyük bir işe kalkışıyorsun. Masum insanları da bu işe karıştırma. Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur!"


Aniden uzanıp yakasını kavradım. Tahammülsüzlüğe takılmış, derin bir öfke çukuruna düşmüştüm. Durup da suçlular üzerinden yaptığı masumiyet edebiyatını dinleyecek değildim.


Hiç haksızlığa uğramamış birisi zaten adaleti aramak istemezdi. Arasa bile gerçeğini bulamazdı.


"Masum olan insanlar çoktan öldü, Sude. Asıl sen akıllı davran," Elimden kurtulmaya çalıştı ama bırakmadım. İnsafsızca sarsarak silkeledim. "Yanlış tarafa bakıyorsun, bu tarafa dön. Gerçekleri gör artık. Senin baban kendi torununun ölümüne bile göz yumabilen güç manyağı bir adam. Oturduğu tahttan insanları yöneten hasta bir katil."


Tekrar çırpındı, beni geriye iteklemeye çalıştı. Parmakları boynuma takılmış, farkında olmadan fuları gevşetmişti. Birden donup kaldı; kıyıya vuran bir dalganın her şeyi silip götürmesi gibi, tüm mücadelesi dinmişti.


"Boynuna ne oldu böyle?" diye sordu, soluksuz kalarak.


Fuları çözmek için uzanan eline nobranca vurarak kendimden uzaklaştırdım. Aniden nüks eden acıyla yanağı seğirdi. "Masum sandığın o insanlar yaptı."                 


"Ne oluyor burada? Sesiniz aşağıya kadar geliyor." Koridorun ucundan beliren Meral abla, kaşlarını çatarak bize doğru yaklaştı. Baştan aşağıya simsiyahtı. Suratı çökmüştü; gözleri kızarmıştı. Hâlâ verdiği kaybın acısını yanında taşıyordu.


Sude'ye döndüm, tiksintiyle yakasını bıraktım. Gözlerine vuran korku dolu yaşları izlerken, buz gibi bir tonla mırıldandım. Bana bile yabancı gelen bir ses çıkmıştı dudaklarımdan. "Bir şey yok, kızına bazı gerçekleri öğretiyordum sadece." 


Koridora çıkarak yanından geçtim; fakat gitmeme izin vermedi. Pençe gibi kolumu kavrayarak beni zemine çiviledi. Verdiği buyruğu suratıma doğru üflercesine fısıldamıştı. "Ne gibi gerçekler bunlar? İzin ver, ben de öğreneyim."


Tıpkı kızını andıran çekik gözlerine baktım. Yavaşça kolumdaki elin ince bileğini kavradım. Sıkılı dişlerimin arasından fısıldarken, kelepçeyi andıran tutuşundan kurtuldum. "Öğrenmene gerek yok, eminim ki sen zaten biliyorsun."


Kelimelerimi terk eden saygı ithamları aniden ağır bir suskunluk doğurmuştu.


Çatık kaşları gevşerken çelimsiz bir şaşkınlık sardı çehresini. Kendisini karşıma alıyor oluşum apaçık afallatmıştı onu. Bir karşılık vermek isteyen dudakları aralanmıştı; fakat bende dinleyecek şevk kalmamıştı. Zira artık bir önemi de yoktu.


Yanından geçerek hızla merdivenleri indim. Kendimi evden dışarıya attım. Soğuğun tenimi kemirmesiyle günlerdir ilk defa yaşıyormuş gibi hissedebilmiştim. Güneş usulca sahneden iniyor, gösteriyi azametli bir gecenin ellerine bırakıyordu. 


Yanaklarımdaki ıslaklığı silerek suratımdaki yenilgiyi yok etmeye çalıştım. Sergi alanından gelen uğultulara doğru çekilirken, yalnızca tek bir düşünce hükmetmişti zihnime. Ve benim bertaraf edecek gücüm artık kalmamıştı.


Ona ihtiyacım vardı. Yanımda olmasına ihtiyacım vardı.


Patikadan çıkarak konağın önüne doğru ilerlerken gömleğimin kenarıyla suratımdaki kurumuş kanı sildim. Bu şekilde insanların içine karışmak istememiştim. Topuzumdan taşan tutamları yatıştırarak kulağımın arkasına sıkıştırırken, birkaç derin nefes aldım. 


Usulca köşeyi dönecekken birden hakikatlere toslayarak durdum. Oradaydı, birkaç metre ötemdeydi; ait olduğu yerde, sadık olduğu insanların yanındaydı. Bir kolunda Beren Şahoğlu, diğer yanında Emre Şahoğlu vardı; sadakat yemini ettikleri adama, Tan Şahoğlu'na bakıyorlardı. Bütün dudaklar neşeli bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Keyifli sohbetlerinin gürültüsü, tüm uğultunun üstüne çökmüştü.


İşte, durmam gereken yer burasıydı. 


İstesem de yan yana gelemezdim onunla; başından beri böyleydi bu. Apayrı dünyaların insanlarıydık biz. Birbirine tezat iki renk gibiydik. Farklı insanlara ve farklı yerlere aittik. 


Sessizce arkamı döndüm ve yokuş aşağı yürümeye başladım. Dalgın dalgın ağaçların arasına girdim, patika boyunca ilerledim. Menekşelerin yanından geçtim, bostan ardında kalan barakanın önüne çıktım. Çiçekli kapısına yanaşmış, iki kez tıklatmıştım. 


Birkaç saniye sonra aralandı; Kubi'nin meraklı çehresi göründü. Kim olduğumu fark edince dudaklarına gülümseme oturmuştu. Hızlıca kapıyı sonuna kadar ayırdı. 


"Demre çabuk gel, yeni arkadaşımla tanışman gerek," Heyecanla ortadan kaybolunca peşinden içeriye girdim. Kapıyı yavaşça örttüm; hızlıca etrafta göz gezdirmiştim. Dünkü kavgadan hiçbir eser kalmamıştı. Her şey olması gerektiği yerdeydi. 


"Güneş ve Ay ile tanış, gel bak." Hevesle komodinin üstündeki yeni akvaryumu gösteriyordu. Heyecanla yanına sokuldum. Suyun içinde süzülen iki küçük kaplumbağayı görünce istemsizce güldüm.


"Yeni kaplumbağa almışsın, hem de iki tane!" Hâllerinden memnun bir şekilde kımıldanan ufak hayvanlardan uzaklaşarak ona döndüm. "İsimleri de çok güzelmiş."                   


"Merih almış," deyince dudaklarımdaki gülümseme titredi. İsmini duymak kısa bir anlığına kalbimi sekteye uğratmıştı. "Dün akşam onlarla birlikte evime geri geldi. Bana sürpriz yapmış. Kubi'ye sadece o sürpriz yapar. Bir de şimdi sen yaptın." 


Şaşırarak sordum. "Ben mi yaptım?"            


"Bir daha evime gelmekten korkarsın sanmıştım," Ürkek bir şekilde ellerini ovuşturdu. Suratına kaygılı bir gölge düşmüştü. "O yüzden sürpriz yaptın gelerek. Kubi sürpriz sever."


"Sen benim arkadaşımsın, neden korkayım ki?" Yavaşça koltuğa doğru yürüyerek ucuna oturdum. Gülümseyen suratına bakarken, çekingen bir şekilde mırıldandım. "Normalde biraz durup dönmem gerekiyor ama bugün eğer sen de izin verirsen, sadece bir gecelik bu koltukta uyuyabilir miyim Kubi?"


"Sonra ne olacak?" diye sordu, merakla.


Sorunun tuhaflığı karşısında güldüm. "Sonra sabah olacak, ben de her zamanki gibi işime gideceğim. Sadece bir gece kalacağım burada, eğer sen izin verirsen tabii." 


"İstediğin kadar kalabilirsin," Omuzlarını silkerek arkasını döndü; kenardaki saksılarla uğraşmaya başladı. "Ben horlamam zaten."


Gülerek koltuğun ucundaki yastığa uzandım. Sarılarak cenin pozisyonunu almış, ufalmıştım. Parmağımın ucunu alnımdaki yaranın üstüne sürtünce ince bir sızı sezdim. Yüzümü ekşiterek geri indirdim elimi. Zihnimin zeminine yansıyan rahatsız edici görüntüler ürpererek gözlerimi yumdurdu bana.


Yarın aşağıya ineceğim gündü. Aylardır beklediğim andı. Sonunda içlerine karışabilecek ve yüzlerini görebilecektim. Aşağıdan yukarıya yanımda bir kanıt getirecektim ve bu kanıtla, kurdukları tüm yeraltı saltanatını devirecektim.  


"Hâlâ birlikte bahçede yaşayacağız, değil mi?" Gözlerimi aralayınca onu saksılardaki toprağı düzeltirken buldum. Utangaç bakışlarını odanın içinde gezdirmiş ve kısacık bir an bile olsa gözlerimin üstünden teğet geçirmişti. "Kubi, Demre ve Merih. Birlikte güzel bir evde yaşayacaklar değil mi?"    


"Evet," diye fısıldadım. "Yaşayacaklar." 


Hayatımda ilk kez, ben de kendi yalanıma inanmak istedim.


Gözlerime tutunan sıcak yaşları hissedince düşmelerini engelleyebilmek için sımsıkı yumdum. Kubi'nin kendi kendine mırıldanmaları eşliğinde orada öylece yattım. Bir süre sonra tüm bedenim gevşedi, ruhum hafifledi. Kendimi tekinsiz bir uykunun kollarında kıvranırken buldum.


Birden irkilerek uyandım. Tepemde dikilen heybetli karartıyı görünce sıçrayarak geriye kaykılmaya çalışmıştım. Neredeydim? Yaşadığım panik uykunun verdiği tüm sarhoşluğu defetmişti. 


"Korkma, benim." 


Sesini tanıyınca hızlıca gevşeyerek soluğumu bıraktım. Ama yeterince rahatlayamamıştım; çünkü kalbim göğsümü yumruklamaya başlamıştı. Benim aksime o epey sakindi, elinde tuttuğu örtüyü nazikçe üzerime bıraktı; yavaşça yanıbaşıma çökmüştü. Kokusu, birden içimdeki tüm kasveti dağıtmıştı.


Yoksa rüya mı görüyordum?    


Tek eliyle başımın üzerinden uzanarak koltuğun koluna tutundu. Karanlığın içinde siyah bir silüet gibi duruyordu fakat yine de tanıdıklığını fark edebilmek mümkündü. Boğazlı kazağı hâlâ üstündeydi. Gözleri gecenin içinde sallanan bir yıldız gibi parlıyordu. Neredeyse hiç kırpılmadan suratımda geziniyordu.


Yanımdaydı ama değildi de. Uzanabileceğim kadar yakındı ama dokunamayacağım kadar da uzaktı. 


"Yaranın nasıl olduğunu ya da neden burada uyuduğunu sormayacağım," Fısıltısı resmen beni uykuya yatırmaya hazırlanan bir ninni kadar yumuşaktı. Ancak endişesini duyurmaktan da çekinmiyordu. "Ama iyi misin?"     


Aynı yumuşak fısıltıyla, "Bu gece değil ama yarın olacağım." dedim. 


Birden karanlığın içinden bana doğru uzanan eli, belli belirsiz bir dokunuşla yüzümün kıyısındaki ufak tutamı geriye itekledi. Tıpkı sesi gibi yumuşak, nazik bir dokunuştu. Tuhaf bir kıvılcımın tenimden akıp gitmesine neden olmuştu. Nitekim kısa sürmüştü; yasak bir şeye uzanan biri gibi hızlıca geri çekmişti elini. Artık yalnızca gözleriyle dokunuyordu.


"Rüya mı bu?" diye fısıldadım.           


"Rüya mı olsun isterdin?" diye fısıldadı.


Duraksadım. "Gerçek olsun isterdim."


Gülümsediğini görür gibi oldum. Ama hiçbir zaman emin olamayacaktım; çünkü sessizce ayağa kalkmış, karanlığı ikiye yararak benden uzaklaşmış ve usulca evi terk etmişti. Hiçbir şey söylememişti. Gerçek olmadığını anlatmak ister gibi, yalnızca gitmişti. 


Uzun dakikalar boyunca ardında bıraktığı oda dolusu eksikliği seyrettim. Ardından yavaşça gözlerimi yumdum ve hiçbir zaman uyanmamayı diledim.


💔


Arkamdan sokulduğunda, ufak bir dağ misali kaseye dizilmiş kırmızı elmalara bakıyordum. İçerisi loş ve sessizdi, bizden başka kimse yoktu. Ansızın ellerini çırparak ilgimi üstüne çekmeye çalıştı. Çıkardığı gürültü mutfağın içindeki suskunluğu ürkütmüştü.


İrkilerek ona dönmüş, yavaşça masadan kalkmıştım. Zaten yeterince huzursuzdum. "Şunu yapmasan, olur mu? Her seferinde beni korkutuyorsun."            


Omuzlarını silkmekle yetindi. Başka çarem yok dercesine ellerini kaldırıp indirmişti. Karanlığın arasından bana doğru uzattığı siyah maskeyi alıp hızlıca yüzüme taktım. Benim gibi o da takmıştı; artık yalnızca ufak gözleri gözüküyordu. 


Onunla aşağıya ineceğimi duyduğu günden beri, ilk defa bu kadar sakin ve durgundu. Arabalarından inen adamların koyu bir gölge gibi konağın arkasına yürümesini beklediğimiz uzun dakikalar boyunca, tek kelime dahi etmemişti. Hâlâ gözlerinde dolanan bazı kaygılar ve korkular vardı ancak sandığımdan çok daha cılızlardı. Sanki birisi tarafından teskin edilmiş, yahut edilmek zorunda bırakılmış gibiydi. 


"Meral abla neden ortalıkta yok?" Maskeyi çeneme indirip, dudaklarımı görebilmesini sağladım. Beni duyamadığını bildiğim için sesimi şüphelerden arındırmak adına hiçbir çaba harcamıyordum. "Aşağıya ineceğimi ona da söylemişsiniz. O yüzden burada olur zannetmiştim."


Dudaklarımdan gözlerime yükselen bakışları resmen sönüktü. Hiçbir belirti veya kıpırtı yoktu. Kolay kolay duygularına dokunmama müsaade etmeyeceği aşikardı. Üstelik beni anlamamış gibi davranmayı seçmişti. Başını iki yana sallarken, parmağıyla hızlıca kulağına vurdu.


Seni duyamıyorum, biliyorsun.              


Eliyle arkasından gelmemi emretti, ardından telaşlı adımlarla mutfaktan çıktı. İşaret parmağını bileğinin üstüne vurarak gittikçe daralan vaktimizi hatırlatmıştı. Büsbütün karanlığa teslim edilmiş olan evin içinde yürürken yalnızca ikimizin adımları yankılanıyordu zeminde. 


Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. 


Hızlı hızlı basamakları tırmanırken arkasından yetişmeye çalıştım. Zihnimi bir türlü toparlayamıyor, kendimi bir arada tutamıyordum. Sanki bedenimden dışarıya taşmıştım; tüm olanları uzak bir yerlerden izliyordum. Belki onuncu kez terleyen avuç içlerimi pantolonuma sürttüm ve sonunda önünde durduğumuz kapıya baktım.


Demek gerçekten de aşağıya buradan iniliyordu.


Omzunun üstünden bana kısa bir bakış fırlatıp hızlıca kütüphaneye girdi; beni de arkasından sokmuş, kapıyı yavaşça örtmüştü. Işıkları yakma gereksinimi duymayarak devasa bir silüeti andıran geyik kafasına doğru yürüdü. Boynuzlarının keskin gölgesi korkunç bir biçimde tavan boyunca uzanmıştı. Her an üstümüze devrilmeye hazırlanan heybetli bir kafesi andırıyordu.


Tuhaf bir klik sesi işitince başımı eğerek tekrar ona döndüm. Kitapların arkasına uzanmış, tuşladığı dört haneli şifrenin gürültüsüyle boğucu sessizliği savuşturmuştu. 


Merakla yanına doğru sokuldum ancak hiçbir şey göremedim; çabucak kalın kitapları yerine geri iteklemiş ve tuşların üstüne yaslamıştı. Amacımı bilen bir kurnazlıkla suratıma baktıktan sonra eliyle davetkâr bir manevra yaptı. 


Birden tüm yükünü ahşap kitaplığın ucuna yaslayarak iki elle arkaya doğru sürükledi. Kulakları tırmalayan, ağır bir sürtme sesi yükselmişti. Kendi etrafında dönerek aralanan kitaplık beraberinde geyik kafasını da sürüklemiş, yerine daha açık renkli başka bir geyik yerleştirmişti.


Haftalar önce fark ettiğim bu detayın nedenini artık anlayabiliyor olmak beni büsbütün afallatmıştı. Kapı açılıp kapandıkça geyikler de beraberinde yer değiştiriyordu. Aslında her şey gözümün önündeydi fakat ben görememiştim.


Elini sabırsızca oynatarak, "Gelecek misin?" diye sordu.  


Soğuk bir cereyanın suratımıza estiği karanlık bir koridorun içine adım atmıştık. Arkama geçerek kitaplığı öteki ucundan geri iterek kapatınca bizi mutlak bir karanlığın içine hapsetti. Kapının kapanmasıyla birlikte cereyan da dinmişti. 


Tedirgin bir hâlde kör gözlerle dikildiğim birkaç saniyenin sonunda, ufak bir düğmeye basarak etrafı loş bir ışıkla aydınlattı. Birden nutkum tutuldu. Yerin altına doğru kıvrılan dar ve uzun bir merdivenin ağzında dikiliyorduk. Sıvası gözüken soğuk duvarlar, gerçekten de bir mahzene aitmiş hissi uyandırıyordu. Ürpertici ve tekinsiz bir dehlizdi. 


Hafifçe koluma dokunarak beni cesaretlendirdi. 


Hızlıca önden inmeye başlamış, beni de peşinden sürüklemişti. Çelimsiz, sarı bir huzmenin içinden geçerek ilerlediğimiz süre boyunca bir an bile teklememişti. Hareketlerinde bu rutini devamlı gerçekleştiriyor olmanın tecrübesini görmek mümkündü. Şaşırtıcı derecede odaklı ve hazırlıklıydı.


Uzun saatler gibi hissettiren dakikaların sonunda normal bir kapıdan geçerek daha geniş bir yere çıktık. Aynı renksiz duvarlar ve loş ışıklar burada da karşılamıştı bizi. Etrafta bir yığın siyah kapı vardı; ancak hepsi sımsıkı kapalıydı. Kenarlarındaysa şifre girilmesini bekleyen ufak tuşlar bulunuyordu. Bunca kapının nereye açıldığını düşündüren, tekinsiz bir görüntüydü. İki yanımızdan uzanan geniş koridorlar, yolun sonunda farklı taraflara doğru kıvrılıyordu. 


Boğucu bir ıssızlık, dondurucu bir soğukluk vardı.


Sağdaki yolu göstererek, "Buradan gideceğiz." dedi. Ben yürümeye başlayana kadar yerinden kımıldamamıştı. Israrla gözlerime bakmaktan kaçınıyordu.


"Tamam, gidelim." diye fısıldayarak, kendimi yüreklendirmeye çalıştım. 


Ufak adımlarla soğuğu yararak ilerlemeye başladım. Arkamdaki varlığını hissedebiliyordum. Bir sürü kapıyı ardımızda bırakarak koridorun ucuna vardığımız esnada tuhaf bir hareketlilik oldu. Sırtıma soğuk bir esinti çarpmıştı. Kalbimi tekleten bir kilit sesi duydum. 


Hızla arkamı dönünce tokat misali suratıma inen yalnızlığımla karşılaştım. Nereye gitmişti? İnkar dolu bir korkuyla, defalarca kez etrafımda döndüm. Fakat hiçbir yerde yoktu; resmen beni burada bırakıp gitmişti.


"Buket? Hayır, hayır..." Panik kokan fısıltım koridorlar boyunca koşarak defalarca kez yankılandı. Neredeyse beni ağlatacak bir çaresizlikle geriye doğru yürüdüm. Hangi kapıdan çıkıp gittiğini bulmam adeta olanaksızdı. En yakınımdakini açmaya çalıştım ancak kilitlenmişti. "Bana bunu yapmış olamazsın."


Birden uzaklardan gelen kısık bir gülüşle duraksadım. Korkuyla etrafıma bakındım ancak kimseyi göremedim. Burada böylece bekleyemezdim, ilerlemek zorundaydım. Tedirgin bir şekilde Buket'in gitmemi söylediği tarafa doğru yürürken, arkamı kolaçan edip duruyordum.


Duvarın kenarından köşeyi dönünce koridorun sonunda duran çift kanatlı bir kapıyla karşılaştım. Davetkâr bir edayla iki yana açılmıştı; misafirlerini ağırlamayı bekliyordu. Koridorların aksine içerisi apaydınlıktı; göz kamaştıran beyazlıktaki çiğ ışık, siyah zemine dökülmüştü.


"Sakin ol, Demre," Fısıldayarak kendimi teskin etmeye çalıştım. İçeriden birtakım uğultular geliyordu. Nefeslerimi yatıştırabilmek için çabalıyordum. "Her şey yolunda. Normal bir hizmetçi gibi davranacaksın." 


Kapının kıyısına vardım ve usulca içeriye süzüldüm. Ancak fazla girememiştim çünkü olduğum yere çakılmıştım. Bulmayı hiç ummadığım, tuhaf bir tabloyla bakışıyordum. 


Yüksek tavanlı bir odanın tam ortasına yerleştirilmiş devasa bir masa vardı. En uçtaki sandalye dışında hepsi doluydu; suratı maskelenmiş en az yirmi takım elbiseli insan, tıpkı bir sur gibi bu masanın etrafını kuşatmıştı. Sessizce oturuyorlardı. Fakat tuhaf olan içeride hüküm süren bu sessizlik değildi; sakince ellerinde tuttukları kalın kitaplardı.


Kitap okuyorlardı.    


"Biz de seni bekliyorduk," dediğinde, sanki kalbim yerinden sökülüp devrildi. Boş sandalyenin sağına oturmuş olan kadın suratını gizleyen maskeyi indirdi ve gülümseyerek bana döndü. Masmavi gözlerinde, içime dehşet tohumları saçan bir heyecan oynaşıyordu. "Babam da birazdan burada olur. En dokunaklı yerindeyiz. Gel otur, sen de bize katıl." 


Masadan kısık gülüşmeler yükseldi. Ancak Beren'in aksine hiçbiri benimle ilgilenmiyordu. Yalnızca elinde tuttukları kitaplara odaklanmışlardı; ürpertici bir huzur içinde okuyorlardı. 


Teker teker duvarların dibine sinmiş siyahlı adamlara bakarken, eşikte dikilmeye devam ettim. Hepsinin gözü benim üzerime çivilenmişti; duydukları tek bir emirle harekete geçen saldırgan yırtıcıları andırıyorlardı. Tuzağa düşmüştüm. Avlayabilmek için inlerine kasten sokmuşlardı beni. Ne yapacaktım? Nasıl kurtulacaktım? Yakalanmadan buradan çıkabilmem imkansızdı. Enselemek yalnızca birkaç dakikalarını alırdı. 


Yavaşça ayağımı yere sürerek geriye doğru kaçıldım. O kadar derin bir korkunun içine saplanmıştım ki soluklarım bile titriyordu. 


"Hayır, hayır, hayır," Yavaşça başını iki yana sallarken küskün bir çocuk gibi dudaklarını büzdü. Suratında kusursuzca yerleştirilmiş bir masumiyet maskesi vardı. "Nasıl kaçmayı düşünebilirsin? Sen bizim kıymetli misafirimizsin. Ev sahibine ayıp oluyor ama. İçeriye girebilmen için ufak bir destek lazım sanırım sana."


Çenesiyle adamlara beni gösterdiğini görünce hiç düşünmeden koşmaya başladım. Korkuyla yalpalayarak koridoru aştım ve hızla geldiğim yolu geri döndüm. Birkaç kapıyı daha açmaya çalışmış ancak yine başaramamıştım.


Gitgide yaklaştıklarını duyabiliyordum. Beren'in attığı tiz kahkahalar tüm koridoru arşınlıyordu. Resmen nereye kaçarsam kaçayım arkamdan benimle birlikte sürükleniyordu.


Nereye gittiğimi bilmeden aksi tarafa doğru koştum. Hızımı alamayarak koridoru bitiren duvara tosladım; tüm gücümle kendimi soldaki karanlık dehlize fırlattım. Birkaç kez sendelemiş ancak hemen toparlanmıştım. Kör gözlerle, ayaklarımın altına devrilen koridorlar boyunca koşmayı sürdürdüm. 


Böyle bir yerden kurtulmam imkansızdı. 


Döndüğüm her köşeyle birlikte umutlarım tükeniyordu. Ayaklarıma çaresizlik dolanıyor, durmadan beni tökezletiyordu. Öylesine karmaşık bir yerdi ki resmen kendi içine doğru kıvrılan devasa bir labirenti andırıyordu.


Arkamdan gelen karartılara bakarken, belki de onuncu kez başka bir sapağı dönüyordum. Fakat bir adım daha atamadım. Adeta etten bir duvara toslamış, iri bir bedenin kollarına karışmıştım. Ciğerlerimdeki tüm hava boşalmıştı.  


"Sen..." Çarpmanın şiddetiyle gerilemiş, düşmemem için canımı yakacak kadar sertçe kollarımdan yakalamıştı. Kim olduğumu anlayınca birden parmakları gevşedi. Gölgelerin arasında duran suratı müthiş bir şokla aydınlanmıştı. "Yoksa yakalamaya çalıştıkları sen misin?" 


"Merih..." 


Ama konuşmama müsaade etmedi. Ani bir manevrayla beni yanına çekerek arkaya doğru sürükledi. O kadar haşin tutuyordu ki takılarak düşmek üzereyken bile yere dokunamadan geri kalkmıştım. Yalnızca saniyeler içinde duvardaki tuşlara basmış ve orada olduğunu yeni fark ettiğim bir kapıyı geriye savurmuştu. Kendisiyle birlikte beni de karanlık bir öbeğin içine çekerken kapıyı hızla arkamızdan geri örttü.     


Aniden kollarımı tutarak beni sertçe sarstı. Hiddeti suratıma çarpmıştı. "Ne işin var senin burada? Nasıl indin sen buraya? Çıldıracağım şimdi Demre, çok az kaldı."


"Tuzak kurmuşlar bana..." Henüz sözümü bitiremeden tekrar sarsarak susturdu beni. O kadar yakınımdaydı ki her an beni öfkesiyle yakıp kavuracak gibiydi.   


"Ne sanmıştın? Kimsenin haberi olmadan buraya inebileceğini mi?" Silkelenerek ellerinden kurtulmaya çalıştım fakat bırakmadı. Uzaklardan gelen uğultular içimdeki korkuyu harlamıştı. O da duymuştu bu sesleri; beni karanlığın içine doğru peşinden sürüklemeye başladı. 


Panikle kendimi önüne atarak ellerimi göğsüne koydum. Durmuştu ama her an üzerime basıp çiğneyecek gibiydi. "Nereye götürüyorsun beni?"


"Demre lütfen çeneni kapat ve sadece dediklerimi yap," Birden kolumu bırakıp iki eliyle yüzümü kavradı. Aramızdaki karanlığı savuştururcasına gözlerimin içine baktı. "Sana istediğim bir şeyi yaptırma hakkım vardı, hatırlıyor musun?" Başımı sallayınca sözüne devam etti. "Şu an o hakkı kullanıyorum. Hiçbir yere sapmadan bu koridoru yürümeni istiyorum senden. Yolun sonunda bir merdiven bulacaksın ama yavaş çık, basamakları dardır. Kapı içerden açılıyor, sadece kuvvetlice itmen gerek," 


Endişeyle sözünü kestim. "Ama kütüphanede yakalanırım, orada kesin başka adamlar bekliyordur."


Uğultuların yükselmesiyle sesini iyice alçalttı. Artık fısıldıyordu. "Hayır Demre, dinle beni," Kapıya bakmaya yeltenince beni tekrar kendisine döndürdü. Yavaşça yanağımı okşayan parmağı korkularımı dindirmek için uğraşıyor gibiydi. "Kütüphaneye değil, benim evime gidiyorsun. Bu tünelin sonu benim evime çıkıyor."


"Ne?" Yanlış duyduğumu zannettim.  


"Oturma odasına çıkmış olacaksın. Pencereyi oradan kaçıp gitmişsin gibi sonuna kadar arala ama sakın evden ayrılma," Peş peşe emirleri sıralarken beni karanlık tünele doğru çevirmişti. Fısıltısı hemen kulağımın kenarındaydı. "Benim odama çık, kapıyı arkandan kilitle. Ben gelene kadar da sakın dışarı çıkma. Eğer buradan kurtulmak istiyorsan, sadece üç dakikan var. Daha fazla oyalayamam, koşmak zorundasın." 


"Ama..." Sırtıma koyduğu eliyle beni sertçe ileriye doğru itekledi. Korkuyla ona baktım.


"Korkmadan güzelim, korkmadan." diye fısıldadı, cesaretlendirebilmek için çabalayarak. Ama ben yine de duyabiliyordum; o da korkuyordu. 


Nitekim söylediği son şey bu olmuştu. Üstüne ışık devrilen bir gölge gibi kapının ardında kayboldu ve beni azametli bir karanlığın zifiri kollarına terk etti.


💔


Ayyyyy sonunda dananın kuyruğunun koptuğu yere geldik sjjssjshsh. Sezon finalini yazarken kalpten gidebilirim 😭


Sürprizlerle dolu bir bölümdü diyebilir miyiz? En çok şaşırdığınız yer neresiydi çok merak ediyorumm 🥹🥹🥹 Okuduğunuz için çok teşekkür ederim! Bir hafta sonra, sezon finalinde görüşürüüüz 🖤✨😭


Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-