21

 Sezon Finali'ne hoş geldiniiiiz! 🖤✨😮‍

Ne desem bilemiyorum ama lafı da uzatmak istemiyorum hiç. İlk defa bu kadar uzun ara vermiş oldum, tam bir ay geçmiş iki bölüm arasında, üzgünüüm 😭 Ama bu bölüm her şeyin toparlandığı ve tekrar dağıldığı bir bölümdü. O yüzden içime tam sinmeden yayınlamak istemedim. 😭🖤✨ Resmen en uzun bölüm oldu, tamı tamına 20 bin kelime. Bölüm bitti ben de bittim 🥲 Bekleyen herkese çok teşekkür ederim, gelin sarılalım 🫂 Şimdiden keyifli okumalar, yorumlarınızı merakla (ahanda şöyle ☠️) bekliyor olacağım 🥹🥹🥹


Not: Bu bölümü sevgili okuyucum ve dostum Sueda Koçer'e ithaf ediyorum. Bana her daim destek olduğun için teşekkür ederim. 🥺✨


Sahildeki resital: Onur Can Özcan - İntihaşk



21: BOĞMACA MATI







MERİH KARAHAN


Kurşuni geceye yaklaşmakta olan fırtınanın durgunluğu çökmüştü. Siyah dalgalar kıyıdaki iri kayalara vuruyor, öfkeyle kenarlarını aşındırıyordu. Biraz ötede gitarıyla resital veren genç çocuk, tüm sahil kenarı boyunca yankılanıyordu. Önünde ufak bir güruh birikmiş, poyrazların altında birbirlerine sokulmuşlardı. Ezgilerin içinde aheste aheste sallanıyorlardı. 


"Kız kim?" dediğinde, rüzgarların hoyrat darbeleri altında son sigaramı yakmak için uğraşıyordum. Bir an durdum, omzumun üstünden geriye baktım. 


Karşıdaki bankta oturuyordu; ağır ağır önünden geçen kestane arabasına bakıyordu. Yanık kokusu buraya kadar uzanmıştı. Yoksa canı mı çekmişti? Üşüdüğü belliydi; ellerini bacaklarının arasına kıstırmıştı. Ne diye atkıyı mezarda bırakmıştı ki? Uzun, koyu saçları esintiler altında savruluyordu. Küçük omuzlarını daraltmış, oturduğu yere iyice sinmişti; ufuksuz gecenin kıyısına tutunmuş küçük bir yıldız tanesi gibiydi.


Dün gece de böyle üşümüş, ufalarak yanına sinmişti. 


Adeta ürkek, yavru bir kediyi andırıyordu; varlığı o kadar yoğundu ki resmen geceyi bıçak gibi ikiye bölmüş, beni irkilterek uyandırmıştı. Kesintisiz uykuya ve boş bir yatağa alışık olan zihnim, yorganın altında bulduğum bu ufak bedenin kime ait olduğunu algılamakta bir süre zorluk çekmişti. Hatta ani bir telaşla, her daim yastığımın altında duran silaha uzanmama bile sebep olmuştu. 


En nihayetinde o tanıdık kokuyu almış ve telaştan arınarak gevşeyebilmiştim. Fakat tam anlamıyla sakinleşememiştim. Çünkü başını yastığımın ucuna koymuştu; yorganı üstünden attığı için üşüyerek etrafında bulabildiği tek sıcaklığa, bana, sokulmuştu. Yanağını omzuma yaslamıştı; ısı kaynağını elinden kaçırmaktan korkarcasına, iki elle de koluma tutunmuştu.


Uzanıp üstünü geri örtmüş ve bedenimi saran sıcaklığa alışabilmek için tüm gece sürecek bir mücadeleye girmiştim. Ama bütün olgulara nüfuz eden varlığı, tan ağarana kadar uykuyu bana zehir etmişti.


Üstelik dün gece yaptıkları da cabasıydı. Bir yandan utançla kızarması ama bir yandan da cesur isteklerde bulunabilmesi, akıl almaz bir çelişkiydi. Her ne kadar o bunun farkında olmasa da insanı kolayca ikna edebilen bir cazibesi vardı. Aniden tenimde gezinen nazik dokunuşlarını anımsayınca, göğsümde bir genişlik kabardı. 


Bu hisse alışık değildim.


Derin bir soluk alarak zihnimdeki kargaşadan uzaklaştım. Uykusuzluğun verdiği yorgunluğu yeniden hissederken, sızlayan gözlerimi kırpıştırdım. 


Birden elindeki mendillerle yanına sokulan küçük bir oğlan çocuğu görünce dikkatim dağıldı; hiç düşünmeden yanına gitmeye yeltendim. İki dakika bile yalnız bırakamayacak mıydık bu kızı? Fakat kolumdan tuttu ve beni durdurdu. "Çocuk sadece. Dur yerinde, heyecan arama." 


Kuyuyu andıran siyah gözlerin dibindeki ikazları görünce, temkinle geriye çekildim. Beni kendisine ram ettiğini bilen bir rahatlıkla kolumu bıraktı, tekrar denize döndü. Yan gözle bankı kolaçan edince şefkatle çocuğun başını okşadığını gördüm; üstüne çökmüş geceyi bile savuşturabilecek bir gülümseme yerleşmişti dudaklarına. 


Yakında sönecek olan bir gülümseme.


"Evet?" 


Yavaşça geri önüme dönerken, "Temizlikçilerden biri." diyerek, kestirip attım. Dudaklarımın arasındaki tütün kelimelerimle birlikte aşağı yukarı sarsıldı. Kayıtsızca çakmağı yakarak ucunu tutuşturdum. 


"O yüzden mi burada?" Karanlığın devşirdiği ufku izliyordu.  


Ters bir bakış atarak, derin bir soluk çektim içime. Boğazım boyunca akan yakıcı his, sırf verdiği zevk uğruna ömrümden bir pare daha çaldı. Çakmağı geri cebime sıkıştırdım. "Bizim için tehdit değil."


Hoyrat telkinim ilgisini çekmişti. Hafifçe başını çevirdi, şapkasının altından gözlerini bana dokundurdu. "Öyle mi? Kim için tehdit peki?"


Yanıtlamakta acele etmedim; sigaramdan derin bir nefes daha çekerken, sükunet içinde denizin gelgitlerini seyrettim. Ama ertelemenin bir manası da yoktu. Gerçek dile getirilmese bile elbet gerçekleşecekti. 


"İlk cinayette aldığım riski hatırlıyor musun?" 


Hâlâ bariz bir yanıt alamamanın sebep olduğu agresif bir merakla kaşlarını çattı. Cambazlıklarla lafın dolandırılmasını hiç sevmezdi, biliyordum. "Altı yıl önce kurtardığın otel çalışanı. Aldığın risk o küçük kızdı." Gözlerinin içine bakınca birden çatık kaşları gevşedi. Hayret dolu bir yavaşlıkla omzunun üstünden geriye dönerken, kendi kendine mırıldandı. "Bak sen şu işe, her yıl yeni bir intikam arayan temizlikçi vakası yaşıyoruz." 


"Geçen günkü cinayete talihsiz bir şekilde o da tanık oldu. Benim dikkatsizliğimdi, suç bende," Birden hışımla bana dönünce sesini kullanmadan bile tepkisini hissettirmişti. Onu çıldırttığını bile bile her iki cümlenin arasına virgül misali sigara molası sıkıştırdım. Telaşsızca, ağır ağır içime çektim. "Polise gideceğim diye tutturdu, zar zor yatıştırdım." 


"Yatıştırdın demek," Usul usul başını salladı ama besbelli hoşnutsuzdu. Birileriyle duygusal yakınlaşma kurmamın yasak oluşuna değindiğini biliyordum. "Belli ki güvenine nail olmuşsun kızın." 


"Güveninin bir önemi yok, gerçekleri öğrenince eninde sonunda güveni nefrete dönüşecek zaten." Tadı kaçmıştı tütünün sanki; agresifçe yere atıp ayağımın ucuyla çiğnedim. Bıraktığı son kalıntılar konuştukça beyaz bir sis gibi dudaklarımdan taşmayı sürdürmüştü. "Akıllı bir kız ama duyguları aklını köreltiyor. Hırsı ve merakı yüzünden ilk baş ağrıtacak gibi duruyordu. Ama sonra kendi ipini kendi çekti. Dediğim gibi, artık bizim için bir tehdit değil. Sözleşmeyi de imzalamış zaten."


Tekrar omzumun üstünden geriye dönerek kolaçan ettim. Telefonla konuşuyordu. Kiminle konuşuyordu? Ansızın gözleri beni buldu; sanki üstüne kenetlenen bakışlarımı hissetmişti. Karmakarışık, hüzünlü bir ifade vardı çehresinde. Bu kargaşanın içinde ne düşündüğünü anlayabilmek olanaksızdı. 


Birden beni güldüren o soruyu sorunca tekrar önüme döndüm. "Yoksa çağrımı yanıtlayan uyanık o muydu?" Sorusunu onaylayan keyifsiz gülüşümü izlerken, tüm bedeniyle bana döndü. Sabrının tükendiği anlarda yaptığı gibi ellerini beline koymuştu. "Lunapark olayında da yanındaki kız buydu, değil mi? Adamlara senin silahını doğrultan?" 


Dudaklarımdaki gülümseme soldu; o günü hatırlamak büsbütün tadımı kaçırmıştı. Dönme dolaptaki ânlar zihnime aksettikçe, huzurum da dağıldı. Homurdanarak, "Kaan'ın bana Alageyik dediğini duydu. Başıma bela olmaya devam ediyor, içeri tık bir şey yap, hallet artık şu herifi." dedim.    


Kısa bir an Demre'ye baktıktan sonra tekrar bana döndü. Varacağı sonucu bilmesine rağmen yine de zor bir denklemi çözmeye uğraşıyor gibiydi. "Buna rağmen yanında mı getirdin onu?" 


Bu kısa suskunluktan hoşlanmayacağını bilmeme rağmen, bir süre sustum. "Son kez dışarıyı görmesi için getirdim."  


Dudaklarını birbirine bastırdı, hızlıca ve sayısız kez başını iki yana salladı. Bir sonuca varmıştı artık. 


"Sevmedim bu tonu evlat." Aniden uzanarak kuvvetlice ensemi kavradı. Babacan bir tavırla sıktı. "Seni on beş senedir tanıyan biri olarak bu tonu hiç sevmedim. Neredeyse varmak üzereyiz. Hiç olmadığımız kadar yaklaştık sona. Farkındasın bunun değil mi, aslanım?"


Üstüne çöken kasvetle kısıldı sesim; fakat o yine de çaresizliğimi duymuştu. "Kızı yanına alamaz mısın? Bir seferlik yapamaz mısın abi?" 


Rica kisvesi altında çıkan bu yalvarış, hayrete düşürdü onu. Altı uzun senedir ilk defa sendelediğimi görmek, onu afallattığı kadar beni de afallatmıştı.


Ciddiyetini savuşturan şaşkınlık, kısacık bir an kaşlarını gevşetti ona. Tekrar çattığında artık eskisinden de katıydı. Ensemdeki elini sıkarken, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Tütünlerin yıprattığı sesiyle adeta hırlayarak, "Niçin yapayım bunu? Kim için yapayım?" diye sordu. 


İnkar duymayı bekleyen bir öfkeyle dolmuştu.


"Benim veya onun için değil, adalet için." Artık ben de kızışmıştım. Onun aksine, anlaşılmayı bekleyen bir öfkeyle doluydum. "Masum bir insan için." 


"Bizim amacımız da zaten bu," Kuşku dolu bir endişeyle bakıyordu artık. "Ama eğer bir masum için yalpalarsan, onlarcasını kaybedersin. Aynı kızı hem altı sene önce kurtardın; hem de geçen gün aşağıdan çıkarıp kurtardın. Daha kaç defa kurtaracaksın sen bu kızı? Duyguların altı yıllık emeğimizi riske atıyor. Ama eğer önceliklerinde bir değişiklik olduysa, söyle ben de bileyim."


Bir süre hâkimiyeti sessizliğin eline verdim. Öfkenin kara gözlerine usulca yayılışını, aynı öfkeyle izliyordum. Çünkü kızmaktan başka elimden hiçbir şey gelmiyordu.   


"Eğer beni gerçekten tanıyorsan," Yavaşça ona döndüm. Artık kendi içime yönelmişti öfkem. Kısa bir an yaşadığım zayıflığın farkına varmıştım; ya da varmak zorunda kalmıştım. "Altı senelik emeğimi hiçbir şeyin boşa çıkaramayacağını da biliyorsundur. Buraya kadar gelmişken artık hiçbir duygu, hiçbir düşünce durduramaz beni. Bahsettiğim bu değildi. Her ne geçtiyse aklından, unut onu. Öyle bir şey yok."


Sırf bir masum için, onlarca masum feda edilemezdi. 


Ensemi tekrar sıkıp bıraktı. Kararlılığımdan güç alır gibi derin bir soluk çekti içine. Sözlerim bütün endişelerini gidermişti. "Güzel, güzel. Bize bu odak lazım, bu duruş lazım. Ama sen yine de o tonu bir daha kullanma, tekrar duymak istemiyorum." 


Alayla gülerek yandan bir bakış fırlattım. İçimi boğucu bir huzursuzluk kaplamıştı. "Merak etme, artık bir önemi yok. Bizi görmüş olması da sorun değil. Çünkü bu gece son kez aşağıya inecek." 


"Demek öyle," diyerek mırıldandı. Kollarını birbirine dolayarak, geri denize dönmüştü. "Yani artık kurtuluşu yok." 


"Öyle." Ben de denize döndüm. Sanki diri diri bu hakikatin içine gömülüyordum. "Artık kurtuluşu yok."





DEMRE EROĞLU


Seçimlerimiz, şahsiyetimizi yontardı. 


Yürüdüğümüz yolu belirleyen karanlık sapaklardı. Ne olduğumuzu bize unutturur, ne olmak istediğimize karar verdirirdi. Ben kim olduğumu unutmamıştım; ama kim olacağımı seçmek zorunda kalmıştım. Şimdi yine karanlık bir sapaktaydım; ama bu sefer seçimi yapan ben değildim.


Oyun bazen öyle bir hâl alırdı ki geriye yalnızca birkaç hamle kalırdı. Nasıl yenileceğini bilsen de o son hamleyi yapmak istemezdin. Çünkü sana yenilgiyi yaşattıran kaybettiklerin değildi; vazgeçtiklerindi.     


Bu oyunda yalnızca iki hamle yapıldı.


İlk hamle benim intikamımdı, ikinci hamle onun ihanetiydi. 


Sonra, dört kurşun atıldı.


İlk kurşun sadakatime denk geldi, böylece benden azat etti. İkinci kurşun vicdanıma saplandı, beni noksanlığına tutsak etti. Üçüncü kurşun inançlarımı buldu, beni inançsızlığa köle etti. Son kurşun insanlığıma denk geldi; şahsiyetim kan kaybetti.


Tünelin sonuna varana kadar defalarca kez düştüm. 


Ama her seferinde kalktım, koşmaya devam ettim. İki yanımdan yükselen nemli, soğuk duvarlar boyunca uzanan dar bir dehlizin içindeydim; sanki karanlığın en zifiri olduğu kör noktaya doğru koşuyordum. Kaçmaya çalıştıkça daha da karanlığa bulanıyordum. 


Tekrar tökezleyerek düşünce başımı aşınmış zemine sürttüm. Acı dolu iniltim, iki ucu ezeli karanlık tarafından yutuldu. Bir süre yere tutunarak soluklandım; yalnızca bir dakikam kaldığını biliyordum. Fakat yapamıyordum, tüm gücüm tükenmişti. Bedenimi saran korku öylesine ağırdı ki sanki bacaklarım bu yükün altında eziliyordu. 


Buradan çıksam bile kurtulabilecek miydim?


Birden uzaklardan gelen sürtme sesiyle irkildim. Beni düştüğüm yerden kaldırıp ileri savurmaya çalışırcasına esen sert ayaz, arkamdan aralanan kapının belirtisiydi. Korkuyla doğrulup, karanlığın içine içine kulak kabarttım. Birisi tünele girmeye çalışıyordu. Merih miydi? Ama o olamazdı, ayrılmamızın üstünden henüz birkaç dakika geçmişti sadece.


"Işığı yok mu buranın?" 


Yabancı bir sesin bana doğru savurduğu bu soru sanki zihnimin içinde de yankılandı. Kalbim korkuyla kasıldı. Panikleyerek ayağa kalktım ve arkama bile bakmaktan çekinerek koşmaya başladım. Telaşlı adımlarımın gürültüsü tıpkı yılgıyla atan bir nabız gibi tünelin içinde aksediyordu. Duvarlara çarpa çarpa varlığımı yabancılara duyuruyordu. 


Yalnızca on saniyem kalmıştı. 


"Sanırım birisi var içerde, sen de duyuyor musun?" 


Dokuz.       


Ansızın yılan misali sola kıvrılan duvara toslayarak, yana doğru savruldum. Daha önce hiç kendimden duymadığım bir küfür taştı dudaklarımdan. Nefeslerimin birbirine değme telaşıyla sola dönerek, yakamdaki uğultulardan kaçmaya çalıştım. 


Sekiz.


Ayaklarımın altındaki zeminin yukarıya doğru eğim kazandığını fark edince merdivene yaklaştığımı anladım. Varmama az kalmıştı, çok yaklaşmıştım. Aniden tünelin içini delen çiğ bir ışık etrafa ürkütücü, çelimsiz bir huzme serpiştirdi.


Yedi. 


Duvarlara devrilen gölgeler yaklaşmakta olan tehlikenin suretleri gibiydi. Adamların telaşlı gürültüsü birbirine karışırken, birden ayağım ilk basamağa takıldı. Resmen kendime çelme takmıştım; sertçe iki elimin üstünde merdivene doğru devrildim. Avuç içlerime yakıcı bir acı sürttü.        


Altı. 


Emekleye emekleye basamakları tırmanmaya başladım. Gücümü toplayarak tekrar ayaklandım ve iki tarafımdaki nemli duvarlara tutunarak yukarıya koştum. Tekrar yerüstüne çıkabilme arzusuyla dolmuştum.  


Beş. 


Can havliyle kapıya çarptığımda paçalarıma uzanır gibi arkamdan yükselen beyaz ışık artık iyice belirginleşmişti. Sanki yalnızca birkaç adım geridelerdi; köşeyi dönmeleri an meselesiydi.


Dört. 


Neredeyse tekmeleyerek kitaplığı geriye doğru itekledim. Devrilmek üzere olan kalın bir kitabı son anda havada yakalamış, geri rafına koymuştum. Arkamda hiçbir belirti bırakmamak zorundaydım. 


Üç.


Karanlık oturma odasının tanıdıklığıyla rahatlarken, hızlıca kitaplığı geri yerine oturttum. Harcadığım güç kollarımdaki tüm mecali alıp götürmüştü. Nefes nefese geriye kaçıldım. Birden ahşabın üstüne bulaşmış kanı fark edince tekrar panikledim. Avuçlarımın içi kanıyordu. 


"Hayır, hayır, olamaz," Hızla kolumu üstüne sürterek gerimde bıraktığım izleri yok etmeye çalıştım. Ardından titreyerek kitaplıktan uzaklaştım. Tam merdivenlere doğru koşmaya yeltenecekken Merih'in ısrarla beni tembihleyen sesi kulaklarımda çınladı. 


İki. 


Panikle sürgülü pencereye doğru koştum. O kadar hızlı manevra yapmıştım ki kendimi dizginleyememiş, cama toslamıştım. Elimden cama geçen kan lekesi, gümüş ay ışığı altında parladı; fakat artık silecek vaktim yoktu. Tüm gücümle kolu çekip pencereyi yana savurdum; buz gibi bir esintinin altında havalanan tül perde suratıma sürtündü. Pencere hâlâ açılmak için kayarken, aceleyle geriye dönerek koşmaya başladım. 


Bir. 


Koridora öylesine hızlı girmiştim ki duvara tutunarak hızımı yavaşlatmaya mecbur kalmıştım. Bitmişti, gelmeleri an meseleydi. İkişer ikişer basamakları tırmanırken aniden kitaplığın geriye doğru sürüklendiğini duydum. Sürtme sesiyle birlikte mideme korku dolu bir ağrı saplandı. 


Hafif adımlarla merdivenin tepesine vararak adeta bir gölge gibi Merih'in kapısına doğru süzüldüm. Aşağıdan yükselen seslerle kulpu dirseğimle yavaşça indirdim, daracık aralıktan içeriye girdim. Her yere sinmiş olan tanıdık kokusu, doğru yerde olduğumu bana anlatır gibiydi. Usulca kapıyı örtüp, sessizliği sarsmamak adına çırpınarak, anahtarı çevirdim. 


Alnımı kapıya yasladım ve yavaşça kulpu geri bıraktım. Başarmıştım ama yine de içimde biriken nefesleri bırakmaya korkuyordum. Sımsıkı gözlerimi yumdum ve yerimden kımıldamaya çekinerek, karanlığın ensesinde öylece bekledim. Aniden basamakları tırmanan adımları duyunca gözlerimi açtım ve hızlıca gerileyerek sırtüstü karanlığa daldım. 


Birisi kapıyı açmaya çalıştığında parmaklarımı birbirine kenetlemiş, odanın ortasında durmuştum. Hızlıca elimle ağzımın üstünü örttüm; aldığım soluklar bir duvar öteden duyulabilecek kadar gürültülü geliyordu kulağıma. 


Genç bir adamın, "Orası Merih'in odası." diyen gür sesi duyuldu. Kapıyı zorlamayı bırakmıştı. 


"Oğuz'un odası kilitli değil, onunki neden kilitli?" dedi, kapının ardında duran. Dudaklarımdaki baskıyı azaltarak soluklanmaya çalıştım. Adamın sorgusu üzerine kendimi düşüp bayılacakmış gibi hissetmiştim. 


"Bilmiyorum ama pencereden kaçmış, camda parmak izleri var." Diğer adamın kuşku dolu sessizliği kulakları uğuldatabilecek cinstendi. Sanki bir kapı ötesinde dikilen varlığımı sezmişti. Eli hâlâ kapının üstündeydi. "Şu anda bahçenin bir yerlerinde saklanıyordur. Burada vakit harcamayalım daha fazla." 


"Koridordaki halı kaymış," dedi adam, sesindeki şüpheleri arındırmakla hiç uğraşmayarak. "Koridora gidip geri pencereye mi koştu yani?" 


"Kapı kolunda kan izi yok," Birden aralıktan vuran beyaz ışık odanın içine cılız bir aydınlık sızdırdı. "Eli yaralanmış. Eğer burada olsaydı etrafta muhakkak kan izi olurdu. Ama sadece pencerede var. Boşuna vakit harcıyoruz burada."


Aniden yükselen tanıdık, gür sesiyle kalbim tekledi. Gelmişti, buradaydı. "İyi akşamlar, beyler."


Ufak kımıldanmalar oldu; sessizlik biraz fazla uzundu. Başkasının odasına girmeye çalışırken yakalanmak, iki adamı da apaçık germişti. Birisini suçlamaktan kaçınırcasına, temkinli konuşuyorlardı artık. 


Hâlâ kapının kulpunu tutan adam, "Kızın buraya girmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz," diyerek, cesurca açıklamıştı. "Sadece senin odan kilitli." 


Tüm olasılıkları eleyip atarcasına, "Çünkü ben kilitledim." diyen Merih, yeniden uzun bir sessizlik sokmuştu aralarına. Çok keskin ve üstün çıkıyordu sesi. Kendine olan güveni resmen insanı afallatıyordu.  


Israrını sürdüren adam, "Burayı daha önce hiç kilitli görmemiştik. Anahtarı üstünde mi taşıyorsun?" diyerek pervasızca üsteledi.


"Anahtarın yerini sana söylesem kilitlememin bir anlamı kalmazdı, değil mi?" Tehdit kokan bu soru herkesi susturdu. Aralarında nasıl bir bakışma yaşanıyordu bilmiyordum; fakat bu bakışmanın yarattığı gerginlik bana kadar uzanabiliyordu. 


Sonunda elini kapıdan çeken adam, boyun eğerek geriye kaçıldı. Aralıktan vuran gölgesi artık yok olmuştu. "Biz bahçeye bakalım madem. Belli ki kız evde değil."


Kimseden bir karşılık gelmedi. Birbirine karışan adımların gürültüsü koridor boyunca yankılandı. Merih de onlarla birlikte uzaklaşmıştı. Aşağıdan yükselen birtakım uğultular, sertçe kapanan kapıyla birdenbire kesilmişti. Tüm eve boğucu bir sessizlik çökmüştü. 


Ellerimi yüzümden çekerek yavaşça pencerenin kıyısına doğru sokuldum. Karanlığın içinde süzülen silüetler, resmen bahçenin dört bir yanına dağılmıştı. Ellerindeki fenerlerle önlerine düşen karanlığı savuşturuyor; etrafta mekik dokuyorlardı. 


Beni karamsarlığa boğan bir tabloydu. 


Yavaşça geriye çekilerek yatağın kıyısına oturdum. Şimdi ne olacaktı? Buradan kaçmamın imkanı yoktu; artık istesem de konaktan dışarıya adım atamazdım. Sonsuza dek de saklanamazdım. Belki de aşağıda kalmalıydım ve kaderimle yüzleşmeliydim. Kaçıp giderek her şeyi daha da kızıştırmıştım. 


Karanlığın ortasında beklediğim süre boyunca kimse eve girip çıkmadı. O kadar uzun saatler geçti ki sonunda gecenin en zifiri ânı başkaldırdı. Bahçede yankılanan adım sesleri gitgide azaldı ama tükenmedi. Yatağın ucuna kıvrılarak kendi zihnimde boğulduğum bir esnada aniden kapının tıklanmasıyla sıçrayarak düşüncelerimin yüzeyine çıktım. Doğruldum ve karanlığın ensesinde oturdum.  


Uyumamıştım ancak tam anlamıyla uyanık da sayılmazdım. Sersem bir hâlde gözlerimi kapıya diktim. Aralıktan vuran gölge hâlâ bir kabusta olabileceğimin izlenimi gibiydi. Yoksa yanlış mı görüyordum? Mahmur bir hâlde gözümü ovuşturdum. Gerçekten de kapının önünde dikilen bir karartı vardı. Ne yerimden kımıldadım; ne de bir ses çıkardım.        


Dakikalar gibi hissettiren kısacık bir duraksamanın ardından, aniden güven verici fısıltısını duydum. "Demre benim, açabilirsin." 


Apar topar yataktan kalkarak kapıya koştum. Kilidi çevirdiğim an aralayarak hızlıca içeriye girdi. Gözlerimiz kesiştiğinde içimi saran ferahlamayla gevşeyerek, "Merih..." demeye yeltendim. Fakat konuşmama müsaade etmedi. Elini dudaklarının üstüne koyup kelimelerimin önünü keserken kapıyı yavaşça geri örttü. Ama kilidi çevirmemişti. 


Elini sırtıma indirerek kapının önünden uzaklaştı ve beni de peşinden sürükledi. Dolapla yatak arasındaki boşluğu doldurduğumuzda, geriye dönmüş ve kısa bir anlığına dışarıya kulak kabartmıştı. Şüphe uyandıracak bir gürültü duyamayınca tekrar gözleri beni buldu. Gergin ve sinirliydi; karanlığı delen gözleri huzursuzluğun rengiyle doluydu. Geçen saatler ondan da bir şeyler alıp götürmüş gibiydi.


"Beren'le bunun anlaşmasını mı yapmıştın?" diye fısıldayarak, birdenbire konuya girdi. Belli ki her şeyi öğrenmişti. Elleri belindeydi; katlanan ceketi silahını meydana çıkarmıştı. Resmen burnundan soluyordu. "Merak ediyorum, aşağıya indiğinde ne yapmayı ummuştun? Nasıl bir planın vardı tam olarak?"    


"Bir planım yoktu," dedim dürüstçe. Üstüme yüklenen öfkesinden sıyrılma çabasına kapılmıştım. Hafifçe geriye kaçıldım ancak o da bana doğru yaklaştı ve tüm çabamı sonuçsuz bıraktı. "Sadece ne gizlediklerini görmek istedim. Koskoca suç örgütünü yalnızca aşağıya inerek deviremeyeceğimi ben de biliyorum."


Tekrar arkasına bakarak dışarıdan gelen gürültülere kulak kesildi. Hışımla bana döndüğünde rüzgarı kızgın bir alev topu gibi suratıma çarpmıştı. "Ne devirmesi kızım? Neyi deviriyorsun sen? Kendini bu kadar büyük mü görüyorsun gerçekten?"    


"Kendimi büyük falan görmüyorum, Merih," Aynı agresif tavırla, çileden çıkmış gibi suratıma savurduğu soruları geçiştirdim. "Ama bir şekilde devirebileceğimi de biliyorum. İşlenen onca suçtan geriye hiçbir kanıt kalmaması imkansız. Ben deviremem belki ama kanıtlar devirebilir."


"Az önce seni darağacından indirip aldım resmen, farkındasın değil mi?" diyerek çemkirdi. Sanki içlerindeki duyguları daha iyi görebilmemi sağlamak için gözlerini belertmişti. "Kanıtları da öteki tarafta toplardın artık."


Alaya alarak yaptığı benzetme gülünç gelmiş olsa da duruşumu bozmadım ve sertçe karşılık vermeyi sürdürdüm. "Bugün olmasa bile yarın elbet olacak."   


Kararlılığım karşısında tahammülsüzce nefesini üfledi ve geriye kaçıldı. İflah olmaz birisiyle karşılaşmış gibi, kınayarak bakıyordu bana. Suratında dolanan bunca sinire rağmen nasıl hâlâ bu kadar yakışıklı gözükebiliyordu? Kendi düşünceme şaşırarak çarçabuk silkelendim. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Sessizliğin içinde benimle bakıştığı bu kısacık sürede, bana geri adım attıramayacağını anlamıştı; tekrar söze girdiğinde artık çabadan yoksundu. 


"Bahçede devriye geziyor adamlar," Usulca pencereye doğru yürüdü. Dışarıya kısa bir bakış attıktan sonra perdeyi sertçe çekip örttü. Artık büsbütün karanlığa hapsetmişti bizi. "Bu hâldeyken dışarı çıkarsan yakalanırsın."


Kollarımı kendime sararak derin bir nefes aldım. "Eve girdikten sonra Meral ablanın beni adamların eline vereceğini sanmıyorum." 


Tıslar gibi bir ses çıkardı; küçümseme dolu bu gülüş kendime olan tüm güvenimi sarsmaya yetmişti. Gerçekten de beni ellerine vermez miydi, pek de emin değildim. Üstelik son konuşmamızın tatsızlığını düşündükçe, iyice karamsarlığa kapılıyordum. 


"Aksine eve gidersen seni karşısında gördüğüne şaşırır," Ağır ağır bana doğru sokularak tam karşımda durdu. Omuzlarımıza çöken karanlık bir şeyleri görmemizi epey zorlaştırsa da gözlerimiz kolayca birbirini bulabiliyordu. "Hepsinin haberi var aşağıya indiğinden, başına geleceklerden. Benim tanıdığım Meral eğer planın bir parçası olmasaydı, aşağıya inmene asla müsaade etmezdi. Gerekirse seni odaya kilitlerdi ama yine de durdururdu." 

                    

Hazin bir sessizlik girdi aramıza. 


Ne diyeceğimi bilememiştim çünkü hiç de haksız olmadığını anlamıştım. Açıkça onu karşıma aldığımı belirttikten sonra üstüne bir de beni korumasını beklemek tam anlamıyla aptallık olurdu. Ama yine de kızların bana bunu yapmış olma ihtimalini inkar etmekten kendimi alıkoyamıyordum. İçten içe buna inanmak istemiyordum. 


"Eğer seni nasıl ele vereceklerini izlemek istiyorsan, eve gidebilirsin. Sana kalmış." Eliyle kapıyı gösterdi ama karşımda dikilmeyi sürdürdü. Sanki sunduğu seçeneği kabul edip gitmeye yeltensem bile bana mani olacak gibi duruyordu. 


"Peki sen neden beni ele vermiyorsun?" 


Sesimdeki kuşkuyu duyunca renksizce güldü. "İnan ben de aynı soruyu soruyorum kendime güzelim."


Birden merdivenleri tırmanan adımların gürültüsüyle korkuyla nefesimi tuttum. Ben ne yapacağımı şaşırarak olduğum yere çakılsam da Merih ürkütücü derecede çevikti. Kolumu tutarak beni geriye doğru itekledi; hiç düşünmeden duvarla dolap arasındaki ufak boşluğa soktu. Karanlık bir silüeti andıran parmağını havaya kaldırıp, yavaşça dudaklarının üstüne bastırdı. 


Sessiz ol.   


Birden kapıya vurulunca irkildim. Merih soğukkanlı bir şekilde yanımdan ayrılarak gözden kayboldu; birkaç saniye sonra sakince kapıyı açıyordu. Endişeyle sırtımı soğuk duvara bastırarak olduğum yere sindim. 


"Kimi arıyorlar bahçede?" Sesini duyunca tüylerim ürperdi. Sanki tekrar ellerini boğazımda, birkaç santim ötemdeyse gözlerini bulmuştum. Yaşadığım ânın hazinliğini bana hatırlatır gibi, boynumdaki izler birden ince ince sızladı. "Bizim tüneli kullanmışlar. Ne oluyor? Neyi kaçırdım?" 


Merih'in umursamaz sesi yükseldi. "Temizlikçilerden biri."


"Yoksa o sürtük mü sobelendi?" Hırslı gülüşü, kuyu gibi bir sessizliğin içine yuvarlanan ufak bir taşı andırıyordu. Çarpa çarpa içimizde yankılanmıştı. Merih'in gürültülü suskunluğuyla karşılaşınca da boğazını temizleyerek sözüne devam etti. "O değil de geçen gün bizim Kubi'nin yanındaydım. Sinirlenince bambaşka bir insana döndü, hiç engelli hâllerindeki gibi değildi. Bu it sandığımız kadar aptal değil herhalde." 


"Ben hiçbir zaman aptal olduğunu düşünmedim zaten," Karşısındaki bozmaktan çekinmeyen Merih, keskin bir çıkış yaparak nobranca susturmuştu. "Kubi'nin de bizim gibi duygulara sahip bir insan olduğunu unutuyorsun herhalde. Herkes gibi onun da bir damarı var, basarsan karşılığını bulursun." 


"Damarmış.." Asabi gülüşü tüylerimi ürpertmişti. "Ben o damarı kesmesini bilirim."


Merih sıkkın bir nefes aldı. Benim aksime epey soğukkanlıydı. "Mevzun ne senin, Oğuz? Kendinle denk olmayan bir çocukla mı uğraşmaya başladın şimdi de?" 


Kısa bir duraksama oldu; ardından Oğuz da derin bir nefes aldı. Artık daha sakindi. "Haklısın, bu aralar sinirim çok bozuk. Benden alçak bir çocuğa vaktimi harcamaya bile değmez."


"Denk olmayan dedim, alçak olan demedim." diyen Merih, cümlesini aşina olduğum o alay kokan gülüşle noktaladı. Farkında olmadan beni de gülümsetmişti. 


Tekrar o kısa duraksamalardan biri yaşandı. Oğuz'un bu ani çıkışa bozulduğu aşikârdı. "Asıl senin mevzun ne oğlum? Sende bir kaşıntılar var belli, anlat da bilelim. Gerekirse de kaşıyalım."


Birden odayı Merih'in kısık gülüşü doldurdu; oldukça kademsiz ama bir o kadar da insanın içini ısıtabilen bir sesti. Afallatıcı bir tezatlıktı. Sonra birden bu tezatlık hiçliğe devrildi; üstünde ağır bir sessizlik dirildi.


Fırtına öncesi sessizlikti bu.


Ansızın tuhaf bir arbede vuku buldu; sırtımı yasladığım duvarın, üstüne çarpan iri bir bedenle sarsıldığını hissedince irkildim. Derinlerden yükselen ve hırlamayı andıran bir inleme duyuldu. Resmen boğuyordu adamı. Aniden boğazıma tırmanan korkunun dudaklarımdan taşmasını mani olabilmek için, hızla ellerimi ağzımın üstüne örttüm.


"Şimdi beni iyi dinle Oğuz," Fısıltısı tıpkı bir katilin maktulünü ölüm uykusuna yatırmadan önceki yatıştırmaları gibiydi. Mırıldanılan bir ninni kadar nazik; ama içilen bir ant kadar da haşindi. "Eğer bir daha sana verilen isimler dışında birisine dokunduğunu görürsem hayatını sana zindan ederim. Aynı böyle yaşamak için ellerimin arasında kıvranırsın." Oğuz'un soluklanma uğraşlarına daha fazla dayanamayarak, hızla ellerimi kulaklarıma bastırdım. Nefret ediyordum bu sesi duymaktan; nefret ediyordum bu yaşama çabasına tanık olmaktan. "Nasıl bir hismiş boğulmak?" 


Buz gibi bir sesin içinde şekillenen bu soru tüylerimi ürpertti. Umarsızca ellerimdeki baskıyı arttırmaya çalışırken, sonunda adamı bırakarak nefes almasına müsaade etti. 


Acı öksürükler eşliğinde soluklanan Oğuz, anlamsız birtakım homurdanmalarla odadan dışarıya fırlamıştı. Ya da fırlatılmıştı; emin olamıyordum. Aniden üstüne çarpan kapı, çıkardığı gürültüleri zar zor duyulur kılmıştı. Bir süre sonraysa gerisinde ağır sövgüler terk ederek büsbütün kesildi; merdivenleri inen hınçlı adımları tüm evde yankılanmıştı.  


Korkunun içine çöreklenen nefesimi yavaşça üflerken ellerimdeki baskıyı azalttım. Ne zaman kapattığımı hatırlamadığım gözlerimi aralayınca, onu karşımda dururken bulmuştum. Karanlığa rağmen korkumu görmüştü; bakışlarında teselli edici bir anlayış vardı. 


Ufak kelimelerle, "Kusura bakma," dedi, ilk konuşanın ben olmayacağımı fark ettiğinde. "Böyle bir şeye şahit olmanı istemezdim. Ama yanlışa zamanında yanlış demezsek sonra hiç önünü alamayız."


 Ellerimi indirerek dolapla duvar arasındaki dar boşluktan çıktım. Gülümsemek için uğraşmış, böylelikle kaygılarımı dağıtmaya çalışmıştım. "Sizin anladığınız dil bu herhalde. Artık alışmaya başladım."


Gülüyormuş gibi bir ses çıkardı fakat bunun içten bir gülümseme olup olmadığını anlayamamıştım çünkü bana sırtını dönmüştü. Dolabını açıp eşyalarını kurcalarken, nükteyle, "Her zaman bu kadar tatlı dilli konuşmayız tabii." dedi.


İstemsizce gülerek, iflah edilmez biri olduğunu ona göstermeye çalışır gibi başımı iki yana salladım. Ancak tepkim kısa sürmüştü; çünkü parazit misali zihnimi kemiren daha mühim meseleler vardı. "Bunlar gibi kaç tane daha tünel var konakta? Yerin altına bambaşka bir dünya inşa etmişler sanki."


Önündeki işle ilgilenmeye devam ediyordu. "Üç tane aslında ama sadece iki tanesi kullanılır hâlde. Birisi de Meral'in odasına çıkıyordu ama dört sene önce duvar ördürerek girişi tamamen kapattırdı."


"Neden kapattırdı?" Yeraltındaki başka bir tünelin bizim eve de uzanıyor olduğunu duymak biraz rahatsız ediciydi. Adeta bahçedeki tüm evleri birbirine bağlayan bir ağ gibiydi tüneller. 


"Müştemilatı konağın meselelerinden uzak tutmak istediği için." dedi, Meral ablanın aldığı bu kararı tasdiklediğini belirten bir tonla. 


Yanıt alabiliyor olmanın bariz hevesiyle, atılgan bir şekilde sordum. "Peki neden aşağıya bu kadar kapsamlı bir yer inşa ettiler? İkinci konak daha var resmen aşağıda. Ayrıca bunu konaktaki herkes biliyor mu?"        


Fakat bu sefer bir karşılık alamadım. Beni duymazdan gelmiş, sorumu suskun bir ketumlulukla geçiştirmişti. Birden duraksayıp, omzunun üstünden karanlığı delerek gözlerimin içine baktı. Sesinde tatlı bir tını belirmişti. "Sana ne vermemi istersin?" 


Şaşırarak kaşlarımı kaldırdım. "Anlamadım, nasıl yani?" 


Omuzlarını silkti. "Gidecek başka yerin olmadığına göre gece burada kalırsın diye düşündüm." 


"Ne?" Şaşkınlığım gitgide katlanıyordu; istemsizce gülerken buldum kendimi. "Burada, senin odanda mı kalacağımı düşündün yani?"


"Bahçeye çıktığın an seni yakalayacaklar, farkındasın değil mi?" Budala birisine laf anlatmaya çalışırcasına sormuştu. Tek eliyle rafa yaslanarak yavaşça bana dönmüştü. Sanki az önce birisini boğazlayarak ölüm tehditleri savuran kendisi değilmiş gibi rahat ve tasasızdı.


"Farkındayım evet ama," Tedirgin hissederek kollarımı kendime doladım. Aniden devasa bir karartıyı andıran çift kişilik yatağa takıldı gözüm; ardından yavaşça odanın içerisini turladım. Şaka olmalıydı bu. Birden zihnimde beliren fikirle heveslenerek ileri atıldım. "Kubi'nin evinde kalabilirim yine. Hem kimsenin aklına gelmez orası."


"Yavrum nasıl gideceksin oraya?" Sesi öylesine yumuşaktı ki bir an kendimi ikna edilmeye hazırlanırken buldum. Utanmasam, birdenbire tüm gardımı indirecektim. "Oğuz morali bozuk olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi aşağıda içiyordur şu an. Hadi diyelim onu geçtin, dışardaki adamlar ne olacak? Onları nasıl atlatacaksın?"


Haklıydı, atlatamazdım. Ama burada da kalamazdım. Düşüncesi dahi kalbime katlanılmaz bir sızı yaymaya yetiyordu. Beni çıkmaza soktukça daha çok panikliyordum. "Biraz mantıklı ol. Burada nasıl kalabilirim Merih? Sadece tek bir yatak var. Görmüyor musun?"


 Elimle bariz bir sorunmuş gibi yatağı işaret edince, ilk defa görüyormuşçasına oraya baktı. Ardından umursamazca lavaboyu gösterdi. "İstersen küvette de uyuyabilirsin, tercih senin."


Öfkeyle yüzümü buruşturdum. "Eğleniyor musun bari şu anda?"


"Ne yapmamı istiyorsun tam olarak?" Elindeki tüm çareler tükenmiş gibi kollarını iki yana açıp geri indirdi. Gerçekten de aşağıdan birbirine çarpan bardakların sesi yükseliyordu. Oğuz'un kırılan gururunu onarmaya çalıştığı çıkan gürültülerden bile anlaşılabiliyordu. "Ben de yatağımı birisiyle paylaşacağım için mutlu değilim ama başka çare yok şu anda. Kendi odamda uyumadığım takdirde Oğuz işkillenir. Çünkü hiç yaptığım bir şey değil."


Söylediklerini her vurgusuyla anlayabilsem de yatağını benimle paylaşmaktan mutlu olmadığı kısımda takılı kalmış bir hâldeydim. Nedense bunu duymak içimde ince bir kırgınlığın açılmasına sebep olmuştu. Onunla aynı yatakta uyumaya hevesli olduğum için değildi fakat kendimi zorla istenmeyen bir yerde kalan biri gibi hissetmiştim. Hoşuma gitmemişti bu his. 


"Ben yerde uyuyayım o zaman," dedim, sesimdeki kırgınlığı bastırabilmek için çırpınırken. Duygularımın yanlış duyulmasından korkuyordum. Nitekim korkmakta da haksız sayılmazdım; duygularımı ve düşüncelerimi ürkütücü bir kolaylıkla sezeceğine hiç şüphem yoktu. 


"Sadece bir yorgan var," dedi gülüşlerin renklendirdiği bir sesle. Beni köşeye sıkıştırmaktan ne denli keyif aldığını gizlemeye bile yeltenmiyordu. "Bu soğukta mermerde mi yatacaksın, Demre? Çok istiyorsan engel olmam tabii." 


Sırıtarak tekrar dolaba döndü. Kendisine rahat bir kıyafet aranırken bir yandan da benimle alay etmeyi sürdürüyordu. "Ne naz yaptın be kızım. Alt tarafı birbirimize sarılıp abi kardeş uyuyacağız işte," Yaptığı abartılı kinayeyi duyunca sadece sinirli sinirli güldüm. Çünkü bir karşılık veremeyecek kadar dumura uğramıştım. "Ama sende bazı yaramaz niyetler seziyorum," Abartıyla gözlerini belertti, sonra kendi şakasından keyif alarak neşeyle güldü. Dolaptan aldığı kıyafetleri yatağa bırakmıştı. "Korktum ama şimdi ben. Bu devirde kimseye güven olmaz."


Nasıl bu kadar kötü bir gecede bile eğlenebiliyordu?


Homurdanarak fısıldadım. "Ne saçmalıyorsun Allah aşkına?"  


Henüz ben söylediklerini sindiremeden elini ensesine attı; ani bir manevrayla üstündeki kazağı sırtından sıyırıp çıkarttı. Gelişigüzel yatağın kenarına attığında, birden gözleri beni buldu. Kısa bir anlığına orada olduğumu unutmuştu sanki. Tuhaf bir bakışma yaşandı aramızda. Sessizce onu izliyor oluşum hoşuna gitmiş gibi, aniden gülümsedi. Oldukça parlak ve geniş bir tebessümdü bu. 


Tedirgin tedirgin yerimde kımıldandım. Gözlerini üstümden çekmeden saçlarındaki dağınıklığı derlemeye çalıştı; nitekim daha da çok dağıtmıştı. Neden hâlâ gülümsüyordu? Geveze bir sessizlik girmişti sanki odaya. İkimiz de konuşmuyorduk; yalnızca birbirimize bakıyorduk. 


Birden eli pantolonuna uzandı, düğmesini çözerek fermuarını indirdi. "Yuh Merih!" Hızla arkamı dönerken hışımla yanındaki kapıyı gösterdim. "İki adım ötende lavabo var, orada soyunsana!"


"Heyecanlı heyecanlı izliyordun, ne oldu bir anda ya?" Muzip gülüşü tüylerimi dikeltmişti. İçimde sıcak bir öfke alazlandı.   


Dilimin ucuna kadar tırmanan küfrü binbir zorlukla ancak yutabildim. Gergin bir şekilde nefesimi üfleyerek, kollarımı tekrar kendime doladım. Keşke şu anda, şuracıkta yer yarılsaydı da içine girebilseydim. Karanlığın içinde dikildiğim kısacık anda bile, bu çileli gecenin ne zaman son bulacağını sorguluyordum.


"Demre, güzelim," Birden ellerini omuzlarıma koyunca sıçradım. Aniden arkamdan sokulan varlığıyla istemsizce ürkütmüştü beni. Yavaşça beni kendisine döndürdü ve hafifçe kollarımı sıktı. Perdenin kenarından vuran gümüş huzme, yüzünün bir kısmını aydınlatmıştı. Teskin edici bir bakışı vardı; artık ciddileşmişti. "Biraz sakinleşmeye ne dersin? Konağın en güvenli yerindesin, ben yanındayken kimse bir şey yapamaz sana. Ayrıca koskoca yatağın iki ayrı ucunda yatacağız, merak etme. O yüzden şimdi derin bir nefes al ve sakinleş."


Söylediğini yaparak derin bir nefes aldım ve sakinleşmeye çalıştım. Konağın en güvenli yerinde olduğuma şüphe yoktu; ama yine de bu kaygılarımı dindirmeye yetemiyordu. Gözüm yatağa takıldıkça gerginliğim artacak gibiydi.             


Kollarımı bırakıp geri karanlığın içine çekildi. Tekrar kapağı açık duran dolaba doğru yürürken, "Kazağın hâlâ bende, aylar önce burada bırakmıştın. Üstüne onu giyebilirsin, altına da," diyerek mırıldandı. Kısa bir an duraksamış, rafları yokladıktan sonra koyu renk bir eşofman altı çıkarmıştı. "Sadece bu var elimde. Paçaları uzun gelir ama belini sıkarsın." 


Yanına giderek uzattığı eşofmanı elinden aldım. Bakma gereksinimi duymamıştım çünkü zaten hiçbir kıyafetinin bana olmayacağını biliyordum. Bu yüzden uğraşmaya gerek görmemiştim. Zaten yalnızca birkaç saat giyecektim; üstelik uyuyabileceğimden de şüpheliydim. 


"Kazağımın burada kaldığını tamamen unutmuşum," dedim bana uzattığı kazağı alırken. Aylar önce yatağında uyuyakaldığım o meşum günü anımsayınca, istemsizce gülümsedim. Üzerinden resmen yıllar geçmiş gibiydi; o kadar çok şey yaşanmıştı ki anılarımın sahibi artık ben değildim, bir yabancıydı sanki. 


 Lavaboya doğru yürürken, "Işığı açmamam mı lazım?" diye sordum. 


İhtiyatlı bir tavırla, "Hiç yokmuş gibi davranmak en iyisi." karşılığını verdi. Başımı sallayarak karanlığın içine girdim. Kapıyı arkamdan örttüğüm an etrafımı kuşatan kurşuni bir siyahlık huzursuz hissetmeme neden oldu. 


Elimden geldiğince çabuk üstümü değiştirerek kıyafetlerimi katladım ve bir kenara koydum. Kazak artık bana ait değilmiş gibiydi; her tarafına onun kokusu sinmişti. Eşofman o kadar boldu ki belini sıkmam bile yeterli olmamıştı; üstüne bir de iki kez kıvırmak zorunda kalmıştım. Fakat paçalarını ne kadar katlarsam katlayayım, ayaklarımın altına dolanmasına engel olamamıştım. 


Elimi ve yüzümü yıkayıp toplanmaktan ağrıyan saçlarımı da saldıktan sonra, çabucak kendimi dışarıya attım; kör edici bir karanlığın içinde durmak gitgide ürkütücü olmaya başlamıştı çünkü. 


"Oldu mu üstüne?" diye sordu merakla, uzandığı yataktan bana bakarken. 


Perdedeki ufacık bir aralıktan odaya dolarak karanlığı kıran ay ışığı sayesinde biraz da olsa birbirimizi seçebiliyorduk. Ancak onun benden daha iyi görebildiği paçalarıma bakarak gülmesinden belliydi. Böylelikle sorusunu yanıtlamama da gerek kalmamıştı.


"Benden daha güzel taşımışsın, ne yalan söyleyeyim," Çevik bir atakla doğrularak oturur pozisyona geldi. Eliyle yaklaşmamı söyleyerek tek dizinin üstünde yere çöktü. "Bir de ben bakayım."


Paçalarımı çekiştire çekiştire yanına sokuldum. Gitgide yük taşıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. "Beli o kadar bol oldu ki uyurken çıkmasından korkuyorum." 


İtinayla paçalarımı kıvırmakla uğraşırken kısa bir anlığına başını geriye atarak benimle göz teması kurdu. Yine muzipliğini kuşanmış, alay dolu gülüşünü takınmıştı. "Merak etme çıkarsa ben geri giydiririm. Merih abin böyle günler için var."


Ayağımla dizine vurunca tekrar güldü. Bulaşıcı bir yanı vardı bu sesin; istemsizce beni de gülümsetiyordu. "Şu abi şakası da olmasa neyle eğlenecektin? Bıkmıyorsun resmen."


Diğer paçamı da katladıktan sonra ayağa kalktı. Üst üste kıvrılan kumaş adeta bir yük gibi bacaklarıma asılmıştı; normalden daha çok aşağıya çekiyordu eşofmanı artık. "Şaka olarak kalması için uğraşıyoruz işte yavrum, anlasana."


Gözünü kırpıp geri yatağa döndü, kendisini sırtüstü atarak kolunu başının arkasına yasladı. Gözlerini ağırlığıyla birlikte üstüme dikerken, birden merdivenlerden birtakım gürültüler yükseldi. Merih'in istifi bile bozulmazken, ben telaşla yatağın çevresinden dolanarak öteki tarafına doğru uzaklaşmıştım. 


Kendi kendine homurdanan Oğuz, ağır ağır kapının önünden geçip gitti. Birkaç saniye sonra sertçe çarpan kapının sesiyle inlemişti tüm ev. Perdenin ucunu tutarak bir umut bahçeyi kolaçan edince adamların hâlâ etrafta gezindiğini gördüm ve derin bir hayal kırıklığı yaşadım. 


Ona doğru dönerken, "Ne olacak şimdi?" diye fısıldadım. Korkularımı örtbas etmek için uğraşmamıştım. Çünkü artık derinlere itekleyemeyeceğim kadar yüzeye çıkmış bir hâldelerdi. 


"İki şey olacak," dedi kararlı bir sesle. Dosdoğru ileriye bakıyordu; duvardaki karanlık tablonun üstündeydi gözleri. "Ama ikisi de senin elinde. Ya konaktan kaçıp gideceksin, hayatına dışarda devam edeceksin. Ya da burada kalacaksın, bahçenin bir tarafına gömüleceksin." 


İkinci seçenek her ne kadar üşümüş gibi titrememe sebep olsa da ilk seçenek hiç ondan daha absürt gelmişti kulağıma. Kaçıp yaşayacak bir hayatım kalmamıştı çünkü. Sırtımı soğuk duvara yaslayarak kollarımı kendime sardım; sessizce pencereden dışarıyı izliyordum. 


Bir yanıt duymayı bekleyen Merih, üstümüze çöken suskunluğu sertçe dağıttı. "Seni buradan çıkarabilirim, Demre. Her şeyi gerinde bırakabilir, hayatını istediğin gibi yaşayabilirsin."


Gözlerimiz kesişti; ısrarcı bir kararlılıkla bakıyordu bana. Ama teklifini reddedeceğimi bilen bariz bir tenkit de mevcuttu bu bakışlarda.


"Neredeyse üç aydır buradayım, Merih," O kadar cılız çıkmıştı ki sesim, bir an kendimi duyuramamaktan korkmuştum. Ama duyabiliyordu, biliyordum. "Artık sona vardım, şu anda yürümekten vazgeçebilecek bir aşamada değilim," Beklediği yanıtı duymanın asabiyetiyle başını geri çevirdi, tekrar karşısındaki tabloya odaklandı. "Ama ikisini de seçeceğim çünkü konaktan çıkmak istiyorum. Ne olur ne olmaz diye, son kez uğramak istediğim bir yer var. Beni oraya götürür müsün? Bunu isteyebileceğim tek kişi sensin."


Meraklı gözleri yeniden beni buldu; hafifçe kaşlarını çattı. "Nereye gitmek istiyorsun?" 


"Kardeşimi ziyaret etmek istiyorum." dedim, beklentiyle suratına bakarken. Sessizliğini koruduğunu görünce sırtımı duvardan ayırdım ve dizlerimi kırarak yatağın ucuna iliştim. Umutla, olumlu bir yanıt duymayı bekliyordum. "Beni onun mezarına götürür müsün?"          

"Tamam," dedi, isteksiz bir tonla. Kaşları hâlâ çatıktı. "Yarın götürürüm." 


Tam anlamıyla rahatlayamadan, endişeyle, "Nasıl çıkacağız peki?" diye sordum.                   


"Merak etme, yarın kimse seni kovalamayacak," Ne demek istediğini anlamadığımı fark edince, sözüne devam etti. Yastığını düzleştirmiş, ayak ucumuzda katlı duran yorganı sertçe üstümüze çekmişti. "Tan oyunu kolay oynamayı sevmez. Karşısındakinin de hamle yapmasını ister, kısaca zoru sever. Yani yarın seni yakalamaya çalışmayacak çünkü zaten elindesin."


Beni de yorganın içine sokmasıyla birlikte istemsizce uzanmak zorunda kalmıştım. Şimdi ikimiz de aynı yatağın içindeydik. Kaçamak bakışlar atarak başımın altındaki yastığı düzeltirken, rahat bir pozisyon bulmaya çalıştım. Ama olmuyordu; yapamıyordum. Kalbimin vuruşları o kadar barizdi ki sanki her an o da duyacak gibiydi gürültümü. Birkaç saniye önce konuştuğumuz konuyu bile unutturmuştu bana. Resmen yaptığı tek bir hamleyle, zihnimdeki tüm düşünceleri tarumar etmişti.


"Daha ne kadar ters dönmüş böcek gibi kıvranacaksın?"


Sorusuyla birlikte aniden durunca güldü. Birdenbire tüm vücuduyla bana doğru dönerek, ağırlığıyla bütün yatağı sarsmıştı. Yalnızca bir kol kadar uzağımdaydı artık. Gözlerini arsız bir merakla üstüme dikince, aniden baştan aşağıya kasıldım. Neden daha da zorlaştırıyordu içinde bulunduğumuz her durumu? İki elle yorganın ucuna tutundum; çeneme kadar çektim. Israrla suratına bakmayı reddediyordum.


"Bu yatakta ağırlanan ilk misafir sensin," Hafifletmeyi başaramadığım ağır bir şaşkınlıkla suratına baktım. Kolunu yastığının altına sıkıştırmıştı, diğer eliyse tam aramızda duruyordu. Dudaklarında tatlı bir tebessüm vardı; üstelik suratımdaki şaşkınlığı görünce biraz daha yayılmıştı. "Ama misafirim yüzüme bile bakmıyor. Hem o surat ne öyle? Yoksa inandıramadık mı seni hanımefendi?"


Tekrar gözlerimi kaçırarak tavana döndüm. "Odasından bornozlu kadın çıkan birisi için pek inandırıcı olmadı bu, evet."


"Beren mi?" Absürt bir şey söylemişim gibi bir anlığına yüzüstü dönerek güldü. Sonra tekrar bana çevrildi gözleri. "Artık bildiğine göre, rahatça bahsedebilirim. Beren hep tünelden geçip geliyor buraya. İnatçı bir kişiliğe sahip maalesef. Yani benim için de her seferinde sürpriz oluyor onu odamda bulmak."


Bir süre sustum. Beren'i düşünmek beraberinde başka düşüncelerin de zihnime sızmasına neden olmuştu. Gözlerimin önünden geçen ânlar yine huzursuzluğumu kamçılamıştı. Merakla, "Merih?" diye seslenince, bu huzursuzluğun sesime de bulaşmış olduğunu duydum. 


"Söyle yavrum." 


Kalbim kasıldı; konuşmadan önce bir süre beklemek zorunda kaldım. "Aşağıda bir sürü adam vardı, hepsi büyük bir masada oturuyordu," Bir duygu yakalamak umuduyla gözlerinin içine baktım. Ama çoktan kendisini kusursuz bir maskenin ardına saklanmıştı. Gözlerindeki tüm devinim dinmişti. Kırılan bir cesaretle, sözümü sürdürdüm. "Hepsi oturmuş kitap okuyordu. Hem de hepsi. Neden kitap okuyorlardı?"


Bana istediğim yanıtları vermeyeceğini gösterir gibi kaçarcasına döndü, birden sırtüstü uzandı. Yastığın rahat bir tarafını bulmuş, umursamazca gözlerini yummuştu. "Bilmiyorum, seviyorlar demek ki kitap okumayı." 


Benimle alay eder gibi verdiği bu özensiz karşılık sinirlerimi bozdu. Fakat sakin kalmak zorundaydım; en başından beri yanıtları başka insanlarda arayıp durmuştum. Hiçbir zaman bu kadar yakınıma bakmamıştım çünkü kendimi onu konuşturamamanın imkansızlığına inandırmıştım. 


Ama şimdi, her nasılsa, ufak bir umut kırıntısına rastlamıştım. Sanki gerçekten çabalasam, ondan bir bilgi koparabilecekmişim sezgisiyle dolmuştum. 


İki elle tutunduğum yorganı hışımla üstümden atıp, birden oturur pozisyona geldim. Tek elimle yatağa yaslanarak ona döndüm. Ama sonra birden duraksadım. Az önce birisini boğmaya çalışan adam bu muydu? Uyurken ne kadar masum gözüktüğünü fark ederek içten içe afallamıştım. Kendimi istemsizce onu izlerken buldum; neden hışımla kalktığımı bile unutmuştum. 


Göz kapağının üstünden geçerek şakağına doğru uzanan beyaz yarayı incelerken, tuhaf bir duygu silsilesiyle doldum. Gerçekten de babası yapmış olabilir miydi bunu ona? Büyük bir acıdan doğan bir iz olduğu belliydi. Acaba canı çok yanmış mıydı? Ansızın içimde yoğun bir dokunma arzusu kabardı. Ne olacaktı ki? En fazla kızardı. Henüz kendime şaşırmaya fırsat dahi bulamadan, elim karanlığı delerek yüzüne doğru uzandı. 


Kendisine yaklaşan varlığımı anında sezerek hızla gözlerini araladı. Önce havada asılı kalan elime, ardından bana baktı. Kaşları çatılmıştı. Beni irkilten bir çeviklikle bileğimi yakalayınca, odayı nahoş bir gürültü doldurdu. "Ne yapıyorsun?"


Sesindeki soğukluğu duymazdan gelerek omuzlarımı silktim. "Bir şey yapmıyorum, yarana dokunacaktım."


Yaptığı vurgu yadırgama doluydu. "Neden?"


"Merak ettim sadece."


"Etme." Nobran bir tavırla elimi itince yüzüm düştü. Ancak o bunu görmemişti; çünkü gözlerini aldırışsızca geri yummuştu. İstifini dahi bozmadan uykusuna kaldığı yerden devam etti; ama artık eskisi kadar huzurlu değildi. 


Hafifçe geriye kaçılarak, o görmese bile suratına ters ters bakmayı sürdürdüm. Dokunamamanın bir önemi yoktu; ama bana karşı takındığı tavır sinir bozucuydu. "Niye parladın şimdi durduk yere? Ben sana böyle mi davranıyorum?"


Hiçbir hareketlilik olmadı. Üstüne örttüğü kalın bir sessizlikle, umursamazca yatmaya devam etti.  


Ama ben yine de susmadım. Duvarla konuşur gibi, tepesinde söylenmeyi sürdürdüm. "Sen istediğin zaman bana dokunuyorsun ama. Ben sana böyle mi tepki veriyorum? Haksız olunca nasıl da sesin kesiliyor. Resmen salağa yatıyorsun."


Öfkeyle nefesini üfleyerek gözlerini açtı ve tahammülsüzce yattığı yerden kalktı. "Kudurdun dokunacağım diye, al tamam al," Birden elimi tutarak avucumu kendi yanağına yasladı. Ufak sakalları tenime batarak gıdıklamıştı. "Al dokun hadi, oldu mu? Mutlu musun artık?"


 Ne kadar gıcık ettiğimi görünce keyifli keyifli güldüm. "Ben yüzüne dokunmak istememiştim ki, yarana dokunmak istemiştim. Yüzüne dokunup ne yapayım?" 


 Kendisiyle alay ettiğimi fark edince sinirli sinirli güldü. Elimi yanağının üstünde bırakarak, tek elle yatağa yaslandı. "Yarama dokunup ne yapacaksın sanki?"


Bilmiyordum, sadece ona dokunmak istemiştim.


Hâlâ yanağında duran elimi çekip çekmemek arasında kalmışken, aniden kendimi küçülüyormuş hissettim. Neden böyle bir şey yapmıştım ki? İçten içe kendime kızarken, benden bir yanıt almayı bekleyen ısrarcı gözlerine baktım. Sahi, ne yapacaktım gerçekten yarasına dokunup? Epey anlamsız ve absürt bir istekti bu; isyan etmekte haksız sayılmazdı. 


Sessizliğimdeki utancı sezmiş gibi, beklenmedik bir şekilde gardını indirdi. Hafifçe yüzünü bana doğru yaklaştırarak teslim olurcasına mırıldanmıştı. "Tamam, dokun hadi. Çocuk eğlendireceğiz bu gece, belli oldu."


"Eğlenmek için yapmıyorum, basit bir meraktı sadece." dedim, kendimi açıklamaya çalışarak. Bu şekilde anlaması isteyeceğim son şey bile değildi. Elimi usulca sakallarının üstünde kaydırırken, nabzımın hızlandığını hissettim. İlk defa böyle dokunuyordum ona. 


Belli ki o da aynı farkındalığı yaşıyordu; çünkü birdenbire kasılmıştı. Ancak buna rağmen, parmağımın ucuyla nazikçe yarasına dokunsam da yerinden hiç kımıldamamıştı. Yalnızca sessizce bekliyordu. Yara izine değdiğim an belli belirsiz irkilerek, birkaç sefer gözünü kırpıştırdı. Kaşları çatılacak gibi oldu; ama çatılmadı. Sanki aldığı ağır yaranın ardından ufacık bir temasa karşı bile hassasiyet kazanmış gibiydi. 


Ama sandığımın aksine teni yumuşacıktı; yara o kadar bütünleşmişti ki teniyle, hiçbir pürüzlük hissettirmiyordu. İçe doğru hafif bir çöküklük vardı yalnızca. Benzer yaraların vücudunda da olduğunu anımsayınca, göğsümü bir burukluk sarmaladı. Ama bunu ona hissettirmedim.  


Artık kızgın değildi; hatta uysal bir oğlan çocuğu kadar sakindi. İncitmekten korkarak, yavaşça parmağımı beyaz izin üstünde kaydırırken gözlerine bakmaktan kaçındım. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki kesintisizce suratımda gezinen gözlerin farkına bile varamamıştım.


Neden böyle bakıyordu bana?


Suratıma kenetlediği bakışları bertaraf edebilmek için parmaklarımı göz kapağına doğru kaydırdım. Kör gözünü çevreleyen uzun kirpiklerine nazikçe dokununca, başını gülerek hafifçe yana eğdi; ama yine de uzaklaşmadı. Gözlerini kırpıştırdıkça, kirpikleri titreşerek parmaklarımın ucuna sürtündü. 


Resmen iç gıdıklayan bir histi bu; kendi kendime farkında olmadan kıkırdadım.   


Elimin arkasından gülerek bana bakmaya çalışırken, "Ne yapıyorsun?" diye mırıldandı. En doğal hâliyle dudaklarından çıkan, üzerine hiç düşünülmemiş bir gülüştü bu. Yanındakine bulaşması resmen kaçınılmazdı. "Gözümü oyunca rahatlayacaksın herhalde."


"Kirpiklerin çok gür," dedim, durdurmayışını fırsat bilerek yeniden dokunurken. Gözleri tekrar kırpışınca suratında masum bir ifade belirdi. Gülümseyerek elimi indirdim. "Benimkiler çok cılız, hiç böyle değil."


"Bir de ben bakayım nasıllarmış," dedi, muzipçe. Birden kolumu tutarak beni kendisine çekti. Uyguladığı ufacık bir güç bile beni yerimden kaydırmaya yetmişti. Ona doğru savrularak hızla göğsüne tutundum. Henüz ben bir tepki veremeden çenemi kavramış, yüzümü kendisine doğru çevirmişti. "Göster bakayım kirpiklerini abine."


Suratıma doğru uzandığını görünce içgüdüsel olarak gözlerimi yumdum ve çabucak geriye kaçıldım. "Asıl sen benim gözümü oyacaksın şimdi. Öyle mi dokunulur Merih?"


Elinden kurtulduğumu görünce tekrar kolumu yakaladı; bu sefer beni kendisine doğru sürüklemiş, resmen karşı koyamayacağım bir hızla kucağına çekmişti. Kolunu boynumun altından geçirerek beni sırtüstü geriye yatırdı ve aniden göğsüne yasladı. Artık kendi isteğimle kalkamayacağım bir şekilde kollarının arasına hapsetmişti beni. 


Ansızın kalbim sıkıştı.


Resmen kucağındaydım.


Suratımdaki şaşkınlığı görünce keyifli keyifli sırıttı. "Sen dokunurken ben kaçmamıştım ama." Birden sesini incelterek beni taklit etti. "Ben sana böyle mi tepki veriyorum? Haksız olunca nasıl da sesin kesiliyor bak."


Kendimi tutamayarak güldüm. Çırpınarak yattığım yerden kalkmaya çabalasam da becerememiştim. Göğsüne vurarak tüm hıncımı oradan çıkarmaya çalıştım. 


"Birincisi benim sesim öyle değil," Beni duymazdan gelip elini gözüme yaklaştırınca tekrar itekleyerek durdurdum. Başımı olabildiğince geriye doğru atmıştım. "İkincisi senin elin benimki gibi küçük değil. Üç saniyede gözümü oyarsın bu elle."


"Denemeden bilemeyiz, güzelim." dedi alaylı alaylı.


"Ama ben kaşındım," Kendi kendime söylenerek elinden kurtulmaya çalıştım ama yine başaramadım. "Nereden çıkardıysam kirpik okşama işini. Belamı aramışım resmen." 


"Doğru diyorsun valla, niye kirpik okşuyoruz ki? Başka yer mi kalmadı sanki." diyerek, çapkın çapkın gülümsedi. 


Utançtan ne diyeceğimi şaşırdım. Yüzüme alevler nüfuz ederken karanlıkta olduğumuz için resmen şükretmiştim. Nasıl bu kadar arsız olabiliyordu? Birden kazağımın sünmüş kolunu suratına doğru savurdum; çevik bir hareketle başını geriye atmaya çalıştı ama tokat gibi yüzüne çarpan sert darbeden kurtulamadı. Saçları dağılarak havaya kalkmıştı.  


"Demre sen gerçekten kaşınıyorsun herhalde, ben şaka yaptığını sanmıştım." dedi, hayretle gülerek. Aniden hiç ummadığım bir anda belimi sıkarak beni huylandırmaya çalıştı; gülmek ve kızmak arasında kıvranırken, hızla içime kapanarak iki büklüm oldum. "Kaşınıyorsan kaşırız, hiç sorun değil."


"Merih yapma!" Bastırmaya çalıştığım gülüşlerin arasından tüm gücümle eline asılarak, sertçe çemkirdim. "Oğuz duyacak şimdi. Getir tamam," İki elle bileğini kavrayarak yüzüme yaklaşırdım. Resmen soluk soluğa kalmıştım. "Sen sakın oynatma, ben tutacağım." 


İkazıma uyarak, hiç kımıldamaya kalkışmadı. Elini gözüme doğru yaklaştırarak üst üste kırpıştırdım. Kirpiklerim tenine sürtünce dudaklarında tatlı bir gülümseme belirdi. 


Yaptığımız şeyin dışardan ne kadar anlamsız gözüktüğünü fark ederek, birden güldüm. Ne yapıyorduk cidden? Resmen çocuk gibiydik. Zihnimden geçen düşünceleri duymuştu sanki; o da içinde bulunduğumuz bu saçma duruma karşılık gülmüştü.


"Oldu mu? Bırak artık beni." dedim, elini suratımdan çekerken.


"Sayende ilk kez birinin kirpiklerine dokunmuş oldum," Sırtımdan verdiği güçle beni tek seferde doğrulturken, kendi kendine alay etmeyi sürdürdü. "Biz çok sıfırdan başladık sanki bu dokunma işine. Bu kadar detaya inmeye gerek var mıydı?"


"Dokunma işi mi?" Şaşkın şaşkın gülerek kabaran saçlarımı yatıştırdım. "Saçmalama, Merih."


Yalnızca gülerek karşılık vermişti. Sırtını arkaya yaslayarak kolunu başının altına kıstırdı. Boğuşmalarımızın izini taşıyan buruşuk yorganı çekmiş, gelişigüzel üstüne örtmüştü. Derin bir nefes verince göğsü hafifçe içine çöktü. Dudaklarındaki gülümseme artık solmuştu. Ânın tüm büyüsü bizden uzaklaşıyormuş gibi, yavaş yavaş eski ciddiyetine bürünüyordu.


Bir süre hiç kımıldamadan öylece bekledim. Konuyu dağıtmadan önce niçin hışımla kalktığımı tekrar anımsamış, istemsizce gerilmiştim. Belki büyü içinde bulunduğum ânı henüz terk etmiş değildi; fakat ben konuştuğumda tamamen bizden kopup ayrılacağı da kesindi.    


"Merih?" Sesimin cesur çıkması için gayret ederek, uzun bir suskunluğun ardından konuya girdim. Gözlerinden başka hiçbir yere bakmıyordum. "Örgütün her şeyini bilen birisin ama yine de hiçbir şey anlatmıyorsun. Neden bu kadar sadıksın bu insanlara?" 


Aniden içine girdiğim tatsız meselenin şaşkınlığıyla suratıma baktı. Tüm büyüyü kaçırdığımı bana anlatırcasına, gözlerinde ince bir suçlayıcılık belirmişti. Konuyu kapatmaya hazırlanır gibi gözükerek, dudaklarını araladı; ancak susmamış ve konuşmasına izin vermemiştim. 


"Sana onlardan hiçbir farkın olmadığını söylemiştim. Ama aslında..." Kesik bir soluk çektim içime. "Aslında öyle olduğunu düşünmüyorum. Sen kötü bir insan değilsin. Onlar gibi değilsin. İşte bu yüzden anlayamıyorum zaten. Eğer gerçek buysa, ne işin var böyle insanların arasında?" 


Sorduğum soru, uzun zaman önce açılmış bir yarayı kanatmıştı sanki; aniden yorganı üstünden geri fırlattı ve çevik bir sıçrayışla sırtını tekrar yataktan ayırdı. Tıpkı benim gibi elini yatağa yaslamıştı; artık yine karşımdaydı.


Hangi kısmı olduğunu ben de bilmiyordum fakat sözlerimin ona dokunduğuna emindim. Gitgide artan kızgınlığını hissedebiliyordum. 


Birden asabi bir tavırla, "Neyimi gördün de onlar gibi olmadığıma kanaat getirdin?" diye sordu.


Bir an bile düşünmedim. "Birçok şeyini gördüm Merih. Az önce sırf beni boğazladı diye kendi ev arkadaşından öç aldın, sen de onu boğazladın," Alayla güldü; bu gülüşün ardından keza alay kokan bir söz çıkacaktı, biliyordum fakat duymak istemedim. "Sırf kaplumbağası öldü diye Kubi'ye gidip iki tane daha kaplumbağa aldın. Beni onlarca kişiye rağmen aşağıdan çıkarıp kurtardın, herkesten sakladın. Kolayca ellerine de verebilirdin. Kısaca birçok şeyini gördüm Merih, sen o insanlar gibi kötü birisi değilsin."              


Yüzünü buruşturarak başını iki yana salladı. Yaptığı iyilikleri sesli bir şekilde duymanın onu rahatsız ettiği apaçıktı. "Durduk yere bunları söylemenin amacı ne tam olarak?" 


"Sadece anlamaya çalışıyorum," Kısa bir an duraksadım. Elimden geldiğince ılımlı konuşuyordum. "Neden böyle aşağılık insanlara sadık kaldığını anlamaya çalışıyorum. Örgütün her şeyini biliyorsun." Sesim öylesine alçalmıştı ki artık bir fısıltı kadar çelimsizdi. Çaresizlikten kısılmıştı belki, ben de bilmiyordum. "Neden polise ihbar etmiyorsun? Neden göz yumuyorsun? Eğer sen yapamıyorsan, senin yerine ben yapabilirim. Ama elim boş gidemem, kanıt olmadan yapamam. Bana yardım et, her şeyi ben yapayım. Sadece kanıt lazım bana. Lütfen, Merih, sadece bir kanıt."


"Demre..." Usulca iki yana salladı başını. Gitgide uzaklaşıyordu sanki benden. Hem ruhen hem de bedenen, hafifçe geriye çekilmişti. "Sen sadece görmek istediğin adamı görüyorsun bende. Belki de bu benim hatam, sana kendimi dosdoğru gösteremedim. Ama ben de onlardan biriyim. Ne kadar inkar etsen de onlar gibiyim. Kendini kandırmayı bırak."    


"Öyleyse neden Mercan'ın öldüğü gece bana doğru zamanın gelmesini bekleyeceğiz dedin? Hadi ben bekliyorum, sen neyi bekliyorsun peki Merih?" Öfkemi suratına çarpmaktan çekinmedim. Kendimi ufalanıyor gibi hissediyordum. Bir yanım sözlerindeki haklılığı duyabiliyordu; bir yanımsa bu sözlere sağır kalabilmek için çabalıyordu. 


O beni kendi doğrularına inandırmaya çalışıyordu, bense onu kendi yalanlarıma ikna etmeye çalışıyordum.


"Seni yatıştırmaya çalışıyordum sadece, başka anlamlar çıkarmak için uğraşma." Konuşmayacaktı. Örgüte olan sadakatini bozmayacaktı. "Görmek istediğin adam bende yok, Demre. Büyük kötülüklerin var olması daha küçük kötülüklere sahip olanları iyi insan yapmaz." Bir an durdu, yutkundu. "Görmek istediğin iyi adamlar sadece Uraz gibilerinde var. Oralarda ara iyi adamları, buralarda değil." 


Yalnızca pişmanlıkların ve kırgınlıkların yeşerebildiği kurak bir sessizliğin ortasında, öylece bakıştık. Ne o beni anlamak istedi; ne de ben kendimi anlatmak istedim. Gözlerimi yakan sıcak yaşları dindirebilmek için çenemi sıktım. 


Ben hiçbir zaman iyi adamları aramamıştım; ama her nasıl olduysa, hep kötü adamlara denk gelmiştim. 


Bir süre daha sessizliğimdeki hayıflanışlarını dinledikten sonra, acımasızca susturdu. "Kanıt bulmanın sana hiçbir faydası yok. Onlardan biri olduğumu unutarak bana tüm intikam planını anlatıyorsun şu anda. Düşmanına tüm hamlelerini gösteriyorsun. Ne olursa olsun, seni bir noktada durdurmak zorunda kalacağımı unutma Demre."


Düşman.


Ne kadar da güçlü bir kelimeydi. Sanki yaşanacak tüm yenilgilerimin habercisiydi.


Bedenimdeki bütün güç çekiliyordu; ruhumdaki tüm inanç kayboluyordu. Hiçbir şekilde ikna edemeyecektim onu. Gözlerindeki kararlılığın içinde tökezlerken, en derinlerime gömdüğüm diri bir itirafı kazıp çıkarmıştım. 


Çaresizce fısıldadım. "Korkuyorum Merih." 


Birden suratındaki tüm karanlık aralanan bir perde misali çekildi; kızgınlıkları ve kararlılıkları tıpkı bir sis gibi dağılmıştı. Artık gözlerinde anlayışın sıcak tonları vardı. Ansızın elini uzatarak parmaklarının ucuyla alnımdaki tutamı geriye kayırdı, nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırdı. Belli belirsiz bir dokunuşla bile beni soluksuz bırakabilmeyi başarmıştı.  


"Korkma," Yatıştırıcı fısıltısı, içimde ücra bir köşeye sinmiş olan küçük bir kız çocuğunu silkelemişti sanki. Ufak ceplerine sakladığı gizli duyguları yerlere saçmıştı. Beni yoğun bir duyguya boğmuştu. "Korkmadan güzelim, korkmadan." 


Derin bir soluk alarak elini geri indirdi; çok kısa sürmüştü tesellisi. Küçük kız, etrafa saçılmış duyguları telaşla toparlayarak tekrar ücra köşesine sinmişti. 


Tüm büyünün bozulduğunu kanıtlarcasına mırıldandı. "Artık uyusan iyi olur, yarın zinde olman gerekecek." 


Karşılık almayı beklemeden benden uzaklaştı ve sırtüstü geri uzandı. Kolunu yine yastığının altına sıkıştırmış, anında gözlerini yummuştu. Usulca inip kalkan göğsüyle, yine derin bir uykunun girdabına teslim olmaya hazırlanıyor gibiydi.  


Ben de yatağın bir ucuna çekildim ve yorganın altına sokularak sırtımı ona döndüm. Aniden odaya çöken durgunluk, az önceki neşenin yoksunluğunu daha da hissedilir kılmıştı. Sanki ufak dokunuşları hâlâ tenimdeydi; hâlâ beni usulca teskin ediyordu. Nasıl bu kadar şefkatli dokunabilirdi bir katil? Nasıl bu kadar güvende hissettirebilirdi insanı?   


Zihnimin ışıklarını söndüren son düşünce bu oldu.


Sabah uyandığımda yatak boştu, Merih gitmişti. Odanın içine yalnızlığın bedeli olan bir ıssızlık sinmişti. Kalın perdeler günışığının önünü kesmiş ve içeriye loş bir aydınlık bahşetmişti. 


Böyle bir karanlıkta ayılabilmek epey zordu. Yorgun argın tekmeleyerek yorganı üstümden atarken yavaşça doğruldum. Kendimi o kadar kasmıştım ki resmen her yanım tutulmuştu; sızım sızım sızlanıyordu kaslarım. Fakat buna rağmen deliksiz bir uyku çekmiştim. 


Mahmur bir uyuşuklukla etrafıma bakındım; yattığım yerden epey uzaktım. Neredeyse yatağın öteki ucunda uyanmıştım. Resmen onun tarafındaydım. Yoksa başımı onun yastığından mı kaldırmıştım?   


Dün yaşanılanları anımsayınca, birden kalbimin kasıldığını hissettim. Farkında olmadan parmak uçlarıma dokundum; bıraktığı hissiyat hâlâ tenimdeydi sanki. Birden içimde tuhaf bir özlem kabardı. Kendine gel hemen, saçmalama. Başımı kaşıyarak yataktan kalkarken, içime sızan ince paniği gemlemeye çalışıyordum. Kendi kendime ufak telkinlerde bulundum. "O gittikten sonra yayılmışımdır. Yatakta başkası varken kımıldamam ben." 


Gözüme ilişen komodinin üstündeki ufak kağıt birden tüm odağımı değiştirdi. Defterin kıyısından koparılmış kağıdı elime alırken bir yandan da düşmemesi için altımdaki bol eşofmanı çekiştiriyordum. 


Dün de söylediğim gibi, kolaya kaçmayacak. Artık rahatça dışarıya çıkabilirsin. Üçte güvenliğin orada ol.   


Duvardaki saate bakınca birden afalladım. "On bir mi?" 


Telaşla lavaboya girdim ve hızlıca üstümü değiştirdim. Gömleğin düğmelerini iliklerken gelişigüzel bir kenara bıraktığım kazağa bakıyordum. Buraya bir daha gelebilir miydim bilmiyordum, artık hiçbir şeyden emin olamadığım bir yerdeydim. Bu yüzden, nedensizce, arkamda bana ait bir şeyler bırakmak istemiştim; kazağı orada unutmuş gibi davranarak çabucak lavabodan ayrıldım. Sanki bir suç işlemiş gibi aceleciydim.  


Neden onun zihninde yer edinebilme arzusu güttüğümü bilmiyordum; fakat ruhumun derinliklerine inmek de istemiyordum. Kendimi eşeledikçe meydana çıkacak yabancı hislerden korkuyordum. 


Bu yüzden kendimden kaçmayı seçtim ve bu meselenin üstüne daha fazla düşünce eklemedim.    


Yatağı düzeltip her şeyi yerli yerine koyduktan sonra usulca pencereye sokuldum. Dışarıya çıkmadan önce güvenliğimden emin olmak istemiştim. Perdenin ardına gizlenerek, bahçeyi kolaçan ettim; nitekim kimseyi göremedim. Dün geceki telaştan hiçbir iz kalmamıştı etrafta. Ne ağaçların arasında gezinen siyahlı adamlar vardı; ne de beni dışarıya çıkmaktan alıkoyacak şüpheli bir hareketlilik vardı.


Konağın kapalı pencerelerinde gözlerimi gezdirirken, meşum sesi zihnimde yankılandı. Sanki bir gölge misali arkamdaydı; kulağımın kıyısına fısıldıyordu.  


Seninle öyle bir oynarım ki etrafına yerleştirdiğim herkesi kendi tarafında zannedersin. Seni ben boğacağım; ama intihar eden sen olacaksın. 


Gerçekten de oyunu hilelerle kirletmeyecekti; sabırla benim de bir karşılık vermemi, hamlemi yapmamı bekleyecekti. Uğraşsız kazanılan bir zafer; rakipsiz oynanılan bir oyun istemiyordu. 


Perdenin ucunu bırakarak, dalgın dalgın kapıya yürüdüm. Son kez omzumun üstünden odanın içinde göz gezdirdim; ardından yavaşça koridora çıktım. Bir süre kulak kabartıp evde kimsenin olmadığına kendimi ikna edebildikten sonra, aşağıya ancak inebildim. Gerçekten de sessizlik dışında hiçbir devinim yoktu. 


 Dünkü hengameden geriye kalan zemindeki çamurlu izlerin üstünden geçerek çıkışa doğru yürüdüm. Kapıyı araladığım an suratıma çarpan serinlik, anında ciğerlerime nüfuz etti. Yürümekte hiç acele etmedim; eşikte durarak önce bir süre soluklandım. 


Birkaç dakika sonra ağır ağır yokuşu tırmanarak müştemilata doğru yürüyordum. Endişeli gözlerle etrafa dokunsam da bana huzursuz aksettiren hiçbir şey görememiştim. Yalnızca varlığını hissettirebilen bir durgunluk ve sakinlik vardı.


Omzunun üstünden bahçeyi kolaçan ederek sonunda eve girerken, biraz da olsa rahatlayabilmiştim. Kapıyı yavaşça örtüp sırtımı yasladım; bir süre öylece dikilerek evin içini dinledim. Herhangi bir odadan çıkarak birinin beni karşılayacağını zannetmiştim. Fakat kimse çıkmamıştı. Nefesimi üfleyerek sırtımı kapıdan ayırdım ve merdivenlere yöneldim.


Odaya girdiğim an yaptığım ilk şey, dünden beri komodinin üstünde beni bekleyen telefonu elime almak olmuştu. Peş peşe gelen sayısız bildirimleri görünce gerilerek kaşlarımı çattım. Tüm ekran Uraz'dan gelen mesajlar ve aramalarla dolmuştu. Üstelik attığı tüm mesajları neredeyse aynı ikazlarla sonlandırmıştı.


Hemen beni ara, konuşmamız lazım.  


Kendimi az sonra duyacağım şeylere hazırlayarak, arama tuşuna bastım. Telefon uzun bir süre çaldı ama ucunda hiç kimse belirmedi; tam umudumu yitirerek kapatacakken, tanıdık sesini duyunca tekrar kulağıma bastırdım. 


"Demre?" 


"Benim, evet," Yaşadığımız talihsiz olaydan sonra nasıl bir tavır takınmam gerektiğini kestirememiştim. Hâlâ içimde ona karşı bir kızgınlık bulunuyordu fakat dünden beri bir yük gibi göğsümde taşıdığım kesif korku, diğer tüm kasvetli duyguları hissedilemez kılıyordu. Yaşanılan onca duygunun yanında, ona duyduğum öfke bütün değerini yitirmişti.


"Umarım iyisindir," dedi, utangaç bir sesle. Tıpkı benim gibi onun da çelişkiler yaşadığı apaçıktı. Kelimeleri seçmekte zorlanıyordu. Ancak bir süre sonra yatıştı ve aramızdaki sessiz kavgayı ustalıkla dindiren o oldu. Artık asıl meseleye odaklanmıştı. "Sana anlatmam gereken önemli şeyler var. Sonunda bir kanıt buldum, Demre. Ne kadar etkili olur bilmiyorum ama en azından bir soruşturmaya sebep olabiliriz. Bu bile kârdır."


"Ne kanıtı?" Sesimdeki umut sağır kalınamayacak kadar yüksekti. Üstelik benden ona da bulaşmıştı; artık daha hevesli konuşuyordu.   


"Dün öğlen oradaydım, yine aşağıda çalışıyordum. Bilgisayarlardan birinde gezinirken bazı dosyalara denk geldim," Etrafında onu duyabilecek birileri varmış gibi aniden sesini alçalttı. "O kadar karmaşık yerlere girdim ki tekrar bul desen bulamam o dosyaları. Ama neyse ki yakalanmadan birazını hafıza kartına aktarmayı başarabildim. Şanslı bir âna denk geldi. Yanımda dikilen adam iki dakikalığına çay almaya gitmişti." 


Aşağıda çalıştığı zamanlarda birilerinin onu gözetlemesi şaşırmama neden olsa da konuyu dağıtmamak adına bu detayı duymazdan geldim. "Ne buldun peki bu dosyaların içinde?"


"Yüzlerce fatura var," dedi, neredeyse fısıldayarak. "Kitap satın alınmış gibi gösterilmiş aslında ama fiyatları çok uçuk. Absürt fiyatlardan bahsediyorum. Bir tanesi iki milyon dolardı mesela. Ahmak biri bile bu faturaları görse durumu anlar, şüphelenir."


"Sadece faturalar mı var yani?" Heyecanım biraz sönmüş, omuzlarımsa hafifçe düşmüştü. Yavaşça yatağın ucuna otururken, kör gözlerimi yerdeki kilimin saçaklarına diktim. "Daha önce de soruşturma açılmış aynı sebepten, sen de biliyorsun. Ama bir sonuca varılmamış. Yani bu kozu nasıl çürüteceklerini çok iyi biliyorlar."


"Biliyorum, evet," Onun da heyecanı kırılmıştı. Ama buna rağmen hevesi benden daha diriydi. "Biliyorum ama şu anda elimizde başka koz yok maalesef. En azından bir tane değil iki tane değil, elli tane fatura var elimizde. Hepsi de farklı tarihlerde farklı insanlara satılan kitapların dökümanları," Gülerek ekledi. "Olmayan kitapların daha doğrusu."


Ama ben gülememiştim. Öylesine zihnimin içine savrulmuş bir hâldeydim ki gözlerimi diktiğim kilimi bile göremiyordum. "Elli tane fatura... Belki de şansımız yaver gider. Aslında iyi bir kanıt bu," Kendi kendime ikna etmeye çalıştığım birkaç dakikanın ardından omuzlarımı dikleştirdim. "Uraz bunu senin yapman gerekiyor. Güvenilir bir avukat bulmak zorundayız. Elindeki tüm kanıtları ona ver. Daha fazla oyalanamayız artık. Tanıdığın bir avukat var mı? Bir an önce yapabilir misin bunu?"


"Dur, dur bir dakika," Sertçe lafımı keserek beni susturdu. Hayretle karışık bir kuşku yaşıyordu. "Neden bu kadar acele ediyoruz ki? Benim oradaki işim henüz bitmedi. Daha sağlam bir kanıt bulabilirim belki. Niye vaktimiz tükenmiş gibi konuşuyorsun?" 


Hatta kısa bir sessizlik oldu. Yalnızca çelimsiz bir cızırtının kulakları tırmalayışı duyuluyordu. Sabırla ve biraz da ısrarla, benden bir yanıt almayı bekliyordu. 


Omuzlarım tekrar düştü. Bir süreliğine gözlerimi yumdum. "Acele etmen gerekiyor, Uraz. Vaktimiz tükendi. Bir an önce işinin ehli bir avukat bul, ücretini ben karşılarım. Kenarda birikmiş bir param var şu anda."


"Demre ne saçmalıyorsun?" Sinirli sinirli güldü. "Parayı kafaya takma sen, ben halledeceğim hepsini. Ama konumuz bu değil şu anda. Neden vaktimiz tükensin?" Bana korkusunu hissettirmekten çekinmeyerek bariz bir duraksama yaşadı. "Yoksa kötü bir şey mi oldu?"


"Tan Şahoğlu neden burada olduğumu biliyor," dedim mırıldanarak. Zihnimde parlayan gri gözler tüylerimi ürpertti; bakışlarında adeta bir katilin amansızlığı vardı. Başımdaki yara bana kendisini hatırlatır gibi ince ince sızladı. "Kardeşimin intikamını almak için evine geldiğimi biliyor. Bu yüzden fazla vaktim kalmadı artık. Bir an önce harekete geçmemiz lazım." 


"Nasıl yani.. Anlayamıyorum, nasıl bilebilir ki bunu?" 


Sabırsızca sözünü kestim. "Yapacak mısın Uraz? Nedeniyle nasılıyla oyalanamayız şu anda. Bana yardım edecek misin?" 


Şaşkınlığını tam anlamıyla üstünden atamayarak kekeledi. "Edeceğim tabii ki, etmez olur muyum? Ama sen iyi olacak mısın, onu söyle bana? Benim tek endişem sensin. Kanıt, örgüt, konak... Yemin ederim bunların hiçbiri umrumda olmaz."


Her ne kadar inanmıyor olsam da ona duymak istediği yanıtı verdim. "İyi olacağım, merak etme. Ama bana söz ver, bugün ya da yarın avukat tutacaksın. Ayrıca bir daha da konağa adımını atmayacaksın. Ben de çıkacağım buradan. Artık konakla işimiz kalmadı Uraz. Söz ver bana."            


Aniden aşağıdan gelen tuhaf bir gürültüyle dikkatim dağıldı. Telefonun ucundan Uraz'ın itiraz dolu tonlamalarını duysam da ne dediğine odaklanamadım. Öfkeyle üsteleyerek, "Söz ver bana Uraz." diye fısıldadım.


Sertçe nefesini üfledi. "Tamam, söz veriyorum." 


Rahatlayarak ayağa kalktım. Aralık duran kapıya doğru dönmüştüm. Birisinin yavaşça merdivenleri tırmandığını duyabiliyordum. "Tamam, şimdi kapatıyorum. Halledince bana mesaj at, senden haber bekleyeceğim."


Konuşmayı sonlandırıp telefonu arka cebime sıkıştırdım. Tam bu esnada odanın kapısı geriye doğru itilmiş, eşikte Sude'nin meraklı çehresi belirmişti. Gözleri beni bulunca hafifçe irileşti; tutuk bir yavaşlıkla içeriye girdi. Tam karşımda durmuştu; ellerini nereye koyacağını bilemiyormuş gibi kımıldanıyordu.  


Endişeyle beni süzdükten sonra temkinli bir mesafeden mırıldandı. "Ben de seni bekliyordum."   


 Hafifçe kaşlarımı kaldırdım. En sonki tartışmamızdan sonra benimle bir daha hiç konuşmayacağına o kadar inandırmıştım ki kendimi, bir an hayal kırıklığı dahi hissetmiştim. 


"Neden bekliyordun?" diye sordum. İçimi mesken tutmuş kalabalık bir şüpheyle dolmuştum. Merih'in de dediği gibi, herkesin aşağıya inişimden haberdar olduğu şüphesizdi. Bu konakta bir şeylerin anında ayyuka çıkmaması çok zordu. Keza gece boyunca bir sürü adam bahçeyi arşınlarken yaşanılanları duymamış olmaları olanaksızdı. 


Öyleyse niye her şeyden habersizmiş gibi davranıyordu? 


"O günkü konuşmamızdan sonra çok düşündüm," diyerek, beni daha da afallattı. Yavaşça kendi yatağının ucuna ilişirken, eliyle bana da yatağıma oturmamı söylemişti. "Düşüncesizce konuştum farkında olmadan. Babama iftira atmayacağını biliyorum, sadece o an duyduklarım çok ağır geldi. Kabullenemedim."


Sessizliğimi koruyarak, hiç kımıldamadan oturmaya devam ettim. Bir yandan sevinmiş, bir yandan da hüzünlenmiştim. Aramızın bozulması ne kadar huzurumu kaçırmış olsa da ben kendimi çoktan bu küskünlüğe ikna etmiştim. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmamak için, herkesle aramın bozulmasına kendimi hazırlamıştım.


Çünkü bu şekilde olmak zorundaydı. Farkındaydım. Fakat yine de içimdeki sevinci bastıramıyordum. 


"Zor bir süreçten geçtiğini biliyorum," diyerek, sözüne devam etti. Konuşmaya eşlik etmeyeceğimi anlamış gibiydi. Ancak buna rağmen suskunluğum cesaretini kırmıyordu. "Kimseye de anlatmıyorsun, tek başına mücadele etmeye çalışıyorsun. İzin ver, seninle birlikte mücadele edeyim." 


"Teşekkür ederim ama," Sesimdeki karamsarlığı fark edince sabırsızca ileri atıldı. 


"Her ne yapıyorsan tek başına yapamayacağını sen de biliyorsun Demre," Öne doğru kaykılmış, aramızdaki mesafeyi daralmıştı. Sanki yakınlaştıkça ikna kabiliyetinin de artacağını inanıyordu. "Ne olursa olsun insan hep yanında bir destek arar. Bana güvendiğini biliyorum. Güvenini kırmayacağım, söz veriyorum."                       


Gözlerinin içine bakarak, yorgun biri edasıyla mırıldandım. "Ne duymak istiyorsun benden?"


"Sadece gerçekleri," karşılığını verdi. Bu zamana kadar arkadaşlığımıza karışmış olan tüm yalanları ayıklayıp atmak ister gibi kararlıydı. "Gerçekleri anlatırsan ancak o zaman yardımcı olabilirim sana. Aklını kurcalayan bir şeyler var, çok belli, anlat bana." 


Gözlerimi kaçırdım; pencereden dışarıya baktım. Bulutsuz ve süssüz bir gökyüzüydü. Her ne kadar göz kamaştıracak kadar lekesiz olsa da insana tuhaf bir kasvet de sezdiriyordu. Sanki yaklaşmakta olan kıyametin yansımalarıydı.  


"Kanıt buldum." Nefesini çektiğini duyunca gözlerimi gökyüzünden ayırdım. Hafifçe gözlerini belertmiş, bulduğum kanıtı sorgularcasına kaşlarını kaldırmıştı. "Yakında tüm bu saçmalıklara ve haksızlıklara son vereceğim." 


"Ne kanıtı buldun?" diye sordu, çekinerek. Ama şaşırmıştı.


"Ne bulduğumun bir önemi yok," dedim, ketum bir temkinlilikle. Uraz'ın başını da derde sokmak istemediğim için kanıtlardan hiç kimseye bahsetmemeye karar vermiştim. "Zaten üç ay önce buraya gelmemdeki amaç da buydu, artık sen de biliyorsun. Sırf bu amaç uğruna her şeyimden vazgeçtim ben. Sonuna kadar da savaşacağım." 


"Evet, biliyorum," dedi hızlıca başını sallayarak. Ama onu rahatsız eden bir şeylerin olduğu belliydi. "Peki şimdi ne yapacaksın? Polise mi gideceksin? Ayrıca bulduğun kanıtları ne yaptın? Neredeler şu anda?"


Peş peşe sıraladığı sorular nedense kendimi huzursuz hissetmeme sebep olmuştu. O da bunu fark etmiş olacak ki biraz daha duruldu ve sabırlı bir sessizlikle beklemeye koyuldu. Bir yanıt görebilmeyi uman gözleri, üstümden hiç ayrılmıyordu.


"Endişelenme Sude," dedim, telkin etmeye çalışarak. Birisini incitmekten korkar gibi, yumuşak ve nazik çıkıyordu kelimeler ağzımdan. "Sana ve annene hiçbir şey olmayacak. Aynı şekilde diğer kızlara da. Size bir şey olmaması için elimden gelen her şeyi yapacağım. Sadece gerçek suçlular cezasını çekecek." 


Yavaşça ayağa kalkınca, o da telaşla ayaklandı. Söylemek isteyip de söyleyemediği birçok söz olduğu belliydi; adeta konuşmak için can atıyordu. Fakat daraltmaktan da korktuğu apaçıktı. 


"Hazırlanmam gerekiyor," dedim, daha fazla konuşamayacağımı belirterek. "Kardeşimin mezarını ziyaret edeceğim. Ama önce duşa girmek istiyorum." 


Dolaba giderek birkaç temiz kıyafet çıkarışımı izlerken, "Bugün özel bir gün mü?" diye sordu. Hassas olmaya özen gösterdiği ölçülü bir merakla dolmuştu. Ama bu merakın dürüst mü olduğunu anlayamamıştım çünkü konunun değişmesinden hiç memnun değildi. Suratı asılmıştı. 


"Hayır değil," dedim, buraya geldiğim ilk gün giydiğim dar kazağı yatağın kenarına bırakırken. Üstünden yıllar geçmiş bir ânı gibiydi. Cemre'nin sarı atkısını da çıkarmış, kıyafetlerin yanına koymuştum. "Uzun zamandır gidemiyorum, o yüzden ziyaret etmek istedim." 


Dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı. "Anladım. Merih abi mi götürecek seni?"                 


"Evet, ondan rica ettim götürmesi için." Hâlâ dün gece nerede kaldığımla alakalı hiçbir şey sormamış olması kuşku tohumları ekiyordu içime. 


Tüm gece Merih'le aynı yatakta uyuduğumu duysa acaba ne tepki verirdi? Düşüncesi bile tüylerimi ürpertmeye yetiyordu. Fakat ikimizden biri açığa çıkarmadıkça sonsuza dek bir sır olarak kalacaktı bu. Herkesten gizlenme zorunluluğu olan sırlar nedensizce insana kendisini bir günahkâr gibi hissettiriyordu. 


Öyleyse yalnızca ikimize ait bir günahtı.


Ansızın içine aldığı yoğun duyguların yüküyle, kalbim sendeledi. Neler düşünüyordum ben böyle? İyice kendimi kaybetmiştim. 


"Anladım peki, iyi yapmışsın." dedi dalgın dalgın ve beni zihnimdeki düşünce kalabalığının içinden çekip çıkardı. "Ben de işe döneyim en iyisi. Sen gelince tekrar görüşürüz zaten." 


Başka söz söylemeden odadan ayrıldı; birkaç dakika içinde aşağıdaki kapının kapanma sesi duyulmuştu. Sonunda yalnız kalabilmiştim. Kalbimin bozulan ritmini geri düzeltebilmek için önce alelacele suyun altına girdim. Ardından aylardır giydiğim üniformalardan kurtularak eski hayatımdan kalan kıyafetlerimi kuşandım. Zayıflamış olmalıydım; çünkü pantolonumun beli eskisi kadar sıkı değildi. Keza kazağım da vücudumu sarmamıştı; resmen yer yer potluklar kalmıştı.


Aynanın karşısına geçince, buğuların arasında beliren yabancı bir kızla karşılaştım. Ne kadar da değişmiştim. Artık annemi genç yaşlarında bile yaşlı gösterebilen suratındaki o yorgunluğun sebebini anlayabiliyordum. Daha doğrusu, görebiliyordum. Dertleri olan bir insanın nasıl gözüktüğünün cevabı artık benim de aynalarımda vardı. 


Parmağımın ucuyla bu yorgun surattaki ufak yaraya dokundum; nahif bir sızı hissettim. Kenarda duran tarağı almış, usulca saçlarımı taramaya başlamıştım. 


Tan Şahoğlu'nun benimle tekrar oynamak isteyeceğini biliyordum. Ve eninde sonunda beni yenecekti. Fakat ne kadar karşı koyabilirdim, ne kadar dik durabilirdim hiç bilmiyordum. Olacakları öngörebilmek çok zordu. Ama Uraz bana verdiği sözü tutana kadar dayanmak zorundaydım. 


Sonra iki mezar kazacaktım; önce intikamımı gömecektim, ardından da kendimi. Ancak bu şekilde özgürleşebilecektim.






Karanlığa erken teslim olmaya ant içmiş gibi görünen gökyüzü, koyu harelerin gölgeleriyle kararmıştı. Sanki yağmur yağacak gibiydi; fakat esen rüzgârlar kupkuruydu.  


Sanki biri piyano çalıyordu zihnimde. Sağır bir çocuğun sonunda duyabildiği ilk kelime kadar pür bir gürültüydü. Hem korku hem de heyecan salıyordu içime. Aynı anda birçok duygunun melodisiydi sanki.    


Boğmaca Matı'nı duymuş muydun hiç? En sevdiğim yöntemdir boğmak.   


Sırtımı güvenlik kulübesine dönerek kollarımı kendime sardım. Yokuşun başındaydım, tek başımaydım. Konağın tepesinde toplanan kara bulutları izliyordum. 


İyi izlemeni öneririm çünkü bu senin oyunun.


Birden aşağıda beliren siyah araba hızlıca dik yokuşu tırmandı. Sürgülü kapı yana doğru kayarak açılmaya başlamıştı. Sürtme sesi kulakları tırmalıyordu. Araba son sürat tepeye vararak, davetkâr bir şekilde önümde durduğunda filmli camın üstüne devrilen yansımamla göz göze geldim.    


 Senin acınası sonun.     


 Cam yavaşça aşağıya doğru kayınca yansımam da onunla birlikte erir gibi yok oldu; yerini kusursuz bir çehre almıştı. Şakağına kadar uzanan yara iziyle resmen bütünleşmiş bir kusursuzluktu bu. Sanki onsuz eksik kalacak, kusurlu gözükecekti. 


Bir adamımı feda ederim, böylece bedelimi öderim.


Zihnimde koşuşturan düşüncelerin adım seslerini işitebiliyormuş gibi kaşlarını çatarak, o da beni süzdü. Gözlerinde tuhaf, buğulu bir zihinle anlamlandıramadığım farklı bir ifade vardı.


"Geliyor musun?" dediği an, rüzgarı yararak yürümeye başladım. Hızlıca arabanın önünden dolanarak karşı tarafa geçtim ve çabucak yanına oturdum. Bana eziyet veren zihnimdeki sesi susturabilmek için adeta kendimle sessiz bir savaş veriyordum.                           


 Çatışmamın gürültülerini duyabiliyor olsa da beni sorgulamamış, önüne dönerek tüm ilgisini yola vermişti. Konağın sınırları içinden çıkıp toprak yolda sarsıla sarsıla ilerlemeye başladığımız esnada nedensiz bir huzursuzla kuşandım. 


"Hoşuna gitti herhalde bu ses, kemeri hiç takmayacak gibisin," dedi birden. Bana doğru dönmüş, düşünce istilasında olan suratıma bakmıştı. 


"Ah, evet unutmuşum," Yola çıktığımız andan beri aralıksız öten ikaz, o söylediğinde ancak algıma takılabilmişti. Dalgınlığımın derinliği beni utandırırken, hızlıca kemerimi taktım. 


Direksiyonu yavaşça kıvırarak sapağı dönerken, "İyi misin sen?" diye sordu açıkça. Lafı hiç dolandırmamıştı. 


"İyiyim," dedim, yalan söyleyerek. "Mezara gitmeden önce böyle oluyorum hep. İyiyim ama bir sorun yok. Ayrıca mezarlığın konumunu sana mesaj olarak gönderdim."


Sessizce başını salladı; bir süre hiç konuşmadı. Yalnızca yılan gibi sağa sola kıvrılarak ilerleyen dağ yoluna kilitlenmişti. Bir süre sonra yolun sonunda köy belirdi. 


"Birisiyle karşılaştın mı?" diye sorduğunda, buraya geldiğim ilk gün yol tarifi almak için uğradığım kahvehanenin önünden geçiyorduk. 


"Sadece Sude'yi gördüm." İçeriye bakınca tıpkı o günkü gibi birçok yaşlı amcanın kahvehane masalarını doldurmuş olduğunu gördüm. Kapısından girdiğim an tepemde sallanan ufak zilin beni nasıl ürküttüğünü anımsamıştım.


"Konuştunuz mu peki?" 


Kısa bir an göz göze geldik. Sanki bu ufak temas aramızda karşı konulmaz bir itki doğurmuştu; aynı anda ikimiz de önümüze dönmüştük. Böylelikle buhran dolu zihnimden sıyrılarak dün gecenin gerçekliğiyle sarsıldım. Demek o farklı bakışların sebebi buydu. Bütün gece birlikte uyumuş olmanın aramızda estirdiği tuhaf rüzgarlar hissedilmeyecek gibi değildi artık.   


"Konuştuk evet," dedim, iyice oturduğum koltuğa sinerken. İçime kaçan sesi geri çıkarabilmek için çaba bile göstermemiştim. "Uzun bir konuşma değildi ama. Sonra işine geri döndü zaten."


Esneyerek kırmızı ışıkta geçmeye yeltendiği esnada önümüze fırlayan başka bir aracın kornaya basarak uyarmasıyla birlikte frene asıldı. Hafifçe öne doğru savrulup, kemerin baskısıyla sertçe arkama yaslandım. Dudaklarından taşan kısık küfrü duyunca şaşırarak ona dönmüştüm. 


"Suçlu olan sendin," dedim sertçe, kışkırtmaktan hiç çekinmeyerek. "Adama niye kızıyorsun?" 


"Adama kızmıyorum," dedi, tatlı tatlı gülerek. Geri önüne dönmüş, yeşil ışığın yanmasıyla birlikte yola çıkabilmişti. "Kendime kızıyordum. Biraz dalgınım çünkü bütün gece hiç uyuyamadım."


Aniden tortuyu andıran bir korku çöktü kalbime. Göz göze gelmekten çekinerek, hızla önüme döndüm. Bana kesintisiz ve rahat bir gece yaşatan uykunun niçin bütün gece ona hiç uğramadığını sorgulayacak bir cesaret bulamamıştım. Sonuçta tüm bunlar yaşanırken ben de yanındaydım.                                 


Ama maalesef ki zihnimden geçen düşünceleri çevikçe yakaladı ve korkusuzca çekip çıkardı. "Nedenini sormayacak mısın?"    


Sorunun altına gizlediği imaların farkındaydı; bana bakmaktan kaçınıyordu ama dudağının kenarı kıvrılmıştı. Normal bir zamanda görsem samimi bulabileceğim bir gülümsemeydi bu. Fakat şu anda her şeyi daha da zorlaştıran bir detaydan ibaretti.


"Neden sorayım ki?" dedim, istemsizce burun kıvırarak. Kör gözlerle, tek bir şerit hâlini almış yol kenarındaki ağaçları seyrediyordum. Birbirine harmanlanan yeşilin tonlarıyla kendimi oyalamaya çalışıyordum. "Beni ilgilendirmiyor sonuçta." 


Verdiğim cevabın saçmalığı onu güldürdü. O kadar içten ve bulaşıcı bir gülüştü ki bu, resmen beni de güldürmüştü. Suratına bakmaktan kaçınarak dudaklarımı birbirine bastırdım.  


"Kimi ilgilendiriyor peki?" dedi, hınzırca sataşarak. "Yanlış hatırlamıyorsam uykum kaçarken yanımda, hatta haddinden fazla yanımda sen de vardın. Horul horul uyuyordun."                     


Kaşlarımı kaldırarak ikaz edercesine ona baktım. Yakınında olmamla ilgili yaptığı vurguyu duymazdan gelmiştim; çünkü daha önemli bir mevzu vardı şu anda. "Saçmalama, ben asla horlamam."   


Kısa bir anlığına gözlerimin içine baktıktan sonra tekrar yola odaklandı. Suratındaki muziplik, bulunduğu yeri her geçen saniye biraz daha istila ediyordu. "Emin ol yapmadığını sandığın o kadar çok şey yapıyorsun ki," Tekrar gözlerime dokundu. "Uykunda bayağı cesur bir şeye dönüşüyorsun. Görsen sen bile şaşarsın."          


Sertçe koluna vurunca yine güldü. Gözleri kısılmış, kenarlarına ufak çizgiler çekilmişti. Sanki iyice belirginleştirmek adına yaşadığı neşenin altını çizen ince çizgilerdi bunlar. İçimde anlamsız, hatta biraz da pervasız bir dokunma arzusu kabartmıştı. Saçmalama ve kendine gel, Demre. Kendi arzularım tarafından gafil avlanarak kollarımı göğsümde doladım. Ellerimi, dokunmak istedikleri şeye karşı cezalandırmaya çalışırcasına yumruk yapmıştım.          


Konuyu kapatma çabasıyla, "Dün gece hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum." dedim. 


Ama başarılı olamadım; o istemedikçe bir konunun kapanması neredeyse imkansıza yakındı. Yaptığı arsız nüktelerle adeta beni utandırmaktan keyif alıyordu. "Neden huysuzlanıyorsun ki şimdi? Gece zorla kollarımın arasına girip uyurken keyfin gayet yerindeydi."


Hayretle suratına baktım. Neredeyse tüm bedenimle ona doğru dönmüştüm. Usul usul suratıma tırmanan alevlerin altında kavruluyordum. Kıpkırmızı kesildiğime emindim. "Kollarının arasına girip mi? Saçma sapan konuşma. Ben mi sarılmışım? Belki de sen sarıldın, nereden bileceğim? Tabii çamur at izi kalsın."          


Peş peşe sıraladığım inkarlar birbirine karışıp anlamsız bir ses furyası doğururken; her iki saniyede bir benimle göz teması kurarak çırpınışlarımı keyifli keyifli izledi. Kör gözünü bile o kadar yoğun bir hoşnutluk sarmıştı ki sanki gerçekten bir şeyler görebiliyordu da keyfini çıkarıyordu.


Abartılı bir düş kırıklığıyla nefesini üflerken, "Neyse ki böyle çirkeflikler yapıp inkar edeceğini bildiğim için o kutsal anı fotoğraflamıştım." diyerek homurdandı. Hâlâ pişkin pişkin gülümsüyordu.


"Ne? Ne yaptım dedin?" Artık tepeden tırnağa kıpkırmızıydım. Resmen alev almıştı tenim.                         


Araba birden durunca şaşırarak dışarıya bakındım. Ağaçların tanıdıklığıyla afallayarak yavaşça arkama yaslandım. Ne ara gelmiştik? Sanki yalnızca birkaç dakika olmuştu yola çıkalı. Zamanı bu denli benden uzaklaştırabilmesi sinir bozucu bir durumdu. Sanki onunla birlikteyken saniyeler bize dokunamıyordu. 


Kemerini çıkarıp kolunu aramızdaki kolçağa yasladı ve bana doğru eğildi. Hâlâ gülümsüyordu; fakat bulunduğumuz yer gereği, artık biraz daha ölçülüydü. "Tatlı gecemizi daha sonra konuşalım istersen."


"Konuşmamıza gerek yok," dedim, ben de kemerimi çıkarırken. Utançla kapıyı açmış, soğuğu içeriye davet etmiştim. "İnanmıyorum zaten sana, sırf beni sinir etmek için söylüyorsun bunları."


Arabadan çıkıp boynumdaki atkıyı düzeltirken, onun da çıktığını duydum. Birkaç derin nefes aldım ve nabzımı yavaşlatmaya çalıştım. Aralık duran paslı mezarlık kapısına bakıyordum. Durmadan içeriye girip çıkan esintilerin altında hafifçe ileri geri sarsılıyor, insanın içini gıdıklayan bir gıcırtı çıkarıyordu. Etrafta bizden başka kimse yoktu. Uzaklardan gelen boğuk sirenler dışında da hiçbir yersiz ses duyulmuyordu.


Ağaçların arasına saklanmış, şehrin tepesinde kalan eski bir mahallenin mezarlığındaydık. Babamın sokaklarında koşturarak büyüdüğü ufak köyün yakınlarındaydık. Kardeşimi ondan ayırmak istememiş, son yolculuklarını yan yana yapabilmeleri için çok uğraşmıştım. O zamanlar peş peşe çıkan aksiliklerle bir başıma nasıl boğuştuğumu anımsayınca, buruk bir şekilde gülümsedim. 


Yalnızlık prangası içinde verdiğim bir mücadeleden ibaret gibiydi hayatım. Hiçbir zaman bileklerimden söküp atamayacaktım sanki bu prangaları.             


Aniden sessizliği yararak yükselen tiz bir melodiyle arkamı döndüm. İncelikli bir sessizliğin içinde dikilerek beni seyreden Merih, yaslandığı kaportadan uzaklaşarak elini ceketinin cebine attı. Külüstür telefonu meydana çıkardığı esnada gözlerini anlamlı anlamlı bana dokundurdu. 


O telefonuyla birlikte sesini duyamayacağım bir mesafeye çekilirken, ben de daha fazla oyalanmadan mezarlığın içine doğru uzaklaştım. Sırtımda taşıdığım ağır bakışlarıyla birlikte ölüm uykusuna yatmış hayatların arasından geçerek, babamla kardeşimin yanına sokuldum. 


Fazla uzakta değillerdi; girişin yalnızca birkaç metre ötesinde yatıyorlardı. Neredeyse dört aydır uğramayışımın bedelini bakımsız otların altında kalarak ödemişlerdi. Her taraftan fışkıran kuru otlar, topraklarını neredeyse görünmez kılmıştı. 


Yavaşça boynumdaki sarı atkıyı çıkararak Cemre'nin mezar taşına sardım ve çözülemeyecek şekilde sıkıca bağladım. Havaya sinmiş olan matemden derin bir soluk çaldım. 


"Bir daha ne zaman gelebilirim yanına hiç bilmiyorum, o yüzden sana getirdim bunu." Atkıyı düzeltip, duyulmaktan çekinmeyerek kendi kendime mırıldandım. Ardından geriye kaçılarak omzumun üstünden ona baktım. Tekrar arabanın kaportasına yaslanmıştı; telefon hâlâ kulağındaydı. Gözleri yine, kimsenin göremediklerimi görür gibi, üstüme kenetlenmişti. Önüme döndüm ve usulca otları temizlemeye başladım. "Artık sona yaklaştım Cemre, hissedebiliyorum. Çok az kaldı, biraz daha sabret. Bundan sonra rahat yatabileceksin. Sonra gelip bu atkıyı senden geri alacağım, ona göre."            


Yıllar boyu onu etrafımda görmeyi ve onunla konuşmayı öylesine kanıksamıştım ki bir zaman sonra artık hastalıklı hissettirmemeye başlamıştı. Şu anda sözlerime bir karşılık bulamıyor olmaksa çok can sıkıcıydı. Her ne kadar marazi olsa da, ona karşı duyduğum özlemi kabartıyordu bu sessizlik.      


Mezarlarındaki otları yolduğum yarım saatlik hummalı bir uğraşın sonunda yavaşça yerden kalkarak, kızaran ellerimi silkeledim. Bir şeyler çekiştirip yolmaktan avuç içlerim yara bere içinde kalmış, yer yer kabarmıştı. Üstümdeki tozu toprağı da temizledikten sonra, son bir kez daha mezarlarına baktım. Ardından geldiğim yolu geri dönerek, ağır ağır etrafa çökmeye hazırlanan karanlığın içinden süzüldüm.


Yanına gelmemle birlikte, henüz bitmemesine rağmen elindeki sigarayı fırlatan Merih ağzının içinde biriken son dumanı da sertçe üfledi. Gözleri hızlıca suratımı turluyordu; besbelli ruh hâlimi anlamaya çalışıyordu. 


"Gidiyor muyuz?" diye sordu, merakla. 


"Evet, gidebiliriz." dedim, gülümseyerek. Nasıl biri olursa olsun, beni buraya getirdiği için minnet duyuyordum. Onun için afaki gözüken bu durum, benim için anlamlı bir armağandan farksızdı. 


Birlikte arabaya bindiğimizde, kurşuni gece etrafımızı kuşatmaya koyuldu. Gökyüzündeki meşumluk yavaş yavaş yeryüzüne dökülmeye başlamıştı. Artık dört bir yanımızdaydı. Arabayı yola çıkararak mezarlığı arkamızda bırakırken, bir süre ikimiz de hiç konuşmadık. 


Dar bir yokuştan aşağıya inerek geniş bir caddeye çıktığımız esnada, sessizliği bozan ilk kişi o oldu. "On dakika birisiyle görüşmem gerekiyor, senin için sorun olur mu bu?" 


Kim olduğunu merak etsem de sorgulamadım. "Sorun değil, görüşebilirsin."          


Gelişimizin aksine, dönüşümüz epey durgun geçmişti. Ağıt kokan bir sessizlik getirmiştim mezarlıktan ve normal insanların yapacağı gibi onun da yersiz tesellilerle bu sessizliği bozmasını beklemiştim. Fakat yapmamıştı. Yanımda taşıdığım ağır suskunluğa hassasiyet göstermiş ve elimden almaya kalkışmamıştı.  


Sanki bu acımı duyabileceği sözsüz bir şarkıydı; ve o sessizliğiyle bu şarkıya eşlik ediyordu. 


Kızıl bir alev topunu andıran güneşin heybetli dağların ardına devrilişini seyrederken, başımı koltuğa yasladım. Ailemi görmenin beni huzurlu hissettireceğini zannetmiştim ancak hiç öyle olmamıştı. Ruhumu bedenimden koparılıp alınmış hissediyordum. Farklı seçimlerin yokluğunda savruluyordum; sanki yaşanabilecek bambaşka bir hayatın ihtimalinde takılı kalmıştım.   


Farklı seçimler yapsaydım eğer, şu anda nerede olurdum? Farklı bir insan olur muydum? Aylar önce kitabevindeki Uraz'ın elimi tutarak beni durdurmaya çalıştığı o âna geri dönebilecek olsaydım, bambaşka bir hayat yaşama ihtimalinden yine vazgeçer miydim? 


Kendimi pişman değil ama mecbur hissediyordum. Başından beri seçmek zorunda olduğum bir hayat, zaten beni pişmanlığa tutsak edemezdi. Yoksa edebilir miydi?


Belki de tüm sancılar, Uraz'ın sözünü tutmasıyla birlikte dinecekti. Sahi, şu anda ne yapıyordu acaba? Kanıtlarıyla birlikte güvenilir bir avukat bulabilecek miydi? Henüz ne aramıştı, ne de bir mesaj atmıştı. Sessizliği hiç olmadığı kadar ürkütücüydü.


İsmimi söylediğini duyunca irkildim. Oturduğum yerde doğrularak, afallamış bir hâlde ona baktım. Birkaç sefer seslendiği, anlayışlı fakat endişeli bakışlarından belliydi. Gözlerinin içine bakarken, yavaşça filizlenen bir tomurcuk misali zihnimde hüzünlü bir düşünce yeşerdi.


Farklı bir hayat seçmiş olsaydım onunla tanışamazdım.  


Bana kendimi küçük hissettirecek bir tepki vermekten kaçınarak, "Arabada mı beklemek istersin yoksa dışarda mı diye sormuştum," diyerek, sabırla lafını tekrarladı. "Ama bence dışarda beklemen daha iyi olur. Temiz bir sahil havası al."  


Pencereden dışarıya bakınca sakin bir sahil kenarına yanaştığımızı gördüm. Ne zaman durmuştu araba? Böyle bir şeyi fark edememiş olmak epey afallatıcıydı. Biraz da utanç vericiydi.


"Evet, iyi olur," dedim, sersem gibi kemerimi çıkarırken. "Uzun zamandır deniz havası almıyorum, iyi olur gerçekten."


Yalnızca başını sallayarak onayladı ve benimle birlikte arabadan indi. Güneş tamamen gökyüzünden çekilmiş, gecenin tüm hâkimiyetini ihtişamlı bir dolunaya devretmişti. Hırçın dalgaların kıyıyı dövdüğü ve birbirine sokulmuş tek tük insanın sahil boyunca yürüdüğü sakin bir beldedeydik. Keza biraz öteden yükselen boğuk gitar sesi, bu sakinliği sarsan tek gürültüydü. 


"Neredeyiz?" diye sordum, etrafa bakınırken. Merih'in peşine düşerek çimlerin üstünden yürümeye başladım. "Şehirden biraz uzağız sanki." 


Sorumu yanıtsız bırakmayı seçti. "Güzel bir yerdeyiz, keyfini çıkar." Sonra birden durdu, yanından geçtiğimiz bankı gösterdi. Suratını koyu bir ciddiyet bürümüştü. Keza gerginliğini hissedebilmek mümkündü. "Sen burada otur, ben hemen şurada olacağım. Konuştuktan sonra konağa geri döneriz." 


Çenesiyle arkadaki belirsiz bir yeri işaret etmişti. Başımı sallayarak gösterdiği bankın ucuna oturdum ve arkamı yaslandım. Orada kalacağıma emin olmak istiyormuş gibi kısa bir an tereddütle oturuşumu süzdü; ardından ikna olmuş bir hızla arkasını döndü ve karanlığı yararak uzaklaştı. 


Merakla gideceği yeri izlerken, sandığımın aksine fazla uzaklaşmadı; suratı gözükmeyen, sahil kenarındaki şapkalı bir adamın yanında durmuştu. Ama biraz şaşırtıcıydı; zira ne adamla selamlaşmıştı ne de dönüp suratına bakmıştı. Sanki uzun bir zamandır orada dikiliyormuş edasıyla, bir anda yanında belirivermişti. Üstelik adam da bu durumu garipsememişti; sanki zaten yapılması gereken karşılama buydu. İstifi bile bozulmamıştı. 


Kimdi bu adam? Ne konuşuyorlardı?                     


Fakat bu mesafeden konuşulanları duyabilmem imkansızdı; konuştuklarını bile fark etmesi epey zordu. İkisinin de yüzü karanlık denize dönüktü. Gerçekten de biraz ötede gitarıyla resital veren genç bir çocuk vardı; etrafını ufak bir güruh kuşatmıştı. Aheste aheste bir o yana bir bu yana sallanıyorlardı. Tam bu esnada kendisinden önce kokusu gelen yanık kestaneler dikkatimi dağıttı; göz kamaştıran ışıklarla süslenmiş ufak bir arabayı itekleyen yaşlı amca belirmişti önümde.


Kestane yemeyeli ne kadar olmuştu? Cemre çok severdi.             


"Abla alır mısın?" Ansızın yanımda beliren ufak bir bedenle zihnimden sıyrıldım. Elinde tuttuğu mendili karanlığın içinden bana doğru uzatan, sevimli bir oğlan çocuğu duruyordu karşımda. İri gözleri yemyeşildi; bana istemsizce Kubi'yi andırmıştı. Bakışlarında onunkine benzer bir masumiyet bulmak bile mümkündü. Yanaklarında yaşadığı çetin hayatın kirleri vardı. Üstü başı darmadağınıktı.    


Gülümseyerek saçında takılmış ufak otları iteklerken, "Alırım tabi," dedim. Cebimden çıkardığım parayı eline tutuşturduğum an peçeteyi kucağıma bırakıp koşturmaya başladı. Saniyeler içinde karanlığa karışarak kestane arabasının arkasından yetişti ve uzun zamandır beklediği bir an yaşıyormuş gibi hızlıca yaşlı amcayı durdurdu.


Tam bu esnada telefonumun titrediğini hissettim. Çabucak elimi cebime atıp çıkarınca, Uraz'dan gelen iki cümlelik bir mesaj buldum ekranda. "Demre güvenilir ve işinin ehli bir avukat buldum ama bu kanıtlarla başarabileceğimize dair inancım biraz azaldı. Biraz gerçekçi olmamız gerekiyor."


İçimde umuda dair bir şeyler devrildi. Kendimi çaresizlik bataklığına saplanmış gibi hissettim birden. Ne daha fazla derine batmamak için çırpınıyordum; ne de bu ağır çaresizlikten kurtulabileceğime inanıyordum. 


Uraz'ın tüm oyunu bozacak olan tek hamlesine kendimi o kadar hazırlamıştım ki ondan gelen ufacık bir karamsarlık darbesi bile devrilmeme yetmişti. Beni umarsızlığa boğmuştu. 


Konakta beni neyin beklediği ürkütücü bir belirsizlikten ibaretti. Çünkü artık hiçbir şeyi kestiremiyordum; artık kendimi bir oyunun içinde bile hissedemiyordum. Sanki çoktan sona gelmiştim, keza yapılabilecek tüm hamleleri yapmıştım. Artık tükenmiştim.    


Ama başka yolu da yoktu; sonuna kadar çabalamak zorundaydım. Ne olursa olsun, kendimi güvene almalıydım. Hızlıca Uraz'ın mesajından çıkarak aramalara girdim. Yalnızca üç rakam tuşladım; ardından tereddütlü bir yavaşlıkta telefonu kulağıma tuttum. Birkaç uzun çalışın ardından yabancı bir adamın gür sesi yükselmişti. 


"İşlenen bir cinayet hakkında ihbarda bulunmak istiyorum..." Birden gözlerimiz kesişti. Göğsüm sıkışmış, kalbim teklemişti. Bir an, yalnızca kısacık bir an, pişmanlık hissettim. Onları ihbar etmek demek, onu ihbar etmek demekti. Çünkü o da onlardan biriydi. 


Onu da ateşe atacaktım.


Kulağımın kıyısında yükselen, "Hanımefendi adınızı ve soyadınızı öğrenebilir miyim?" sorusuyla birlikte irkildim. Az önce söylediğim ağır itirafın adamın üstünde yarattığı etki sesindeki değişimden anlaşılabiliyordu. Merih artık önüne dönmüştü, ilgisini benden ayırmıştı. 


Bu şekilde daha kolay. Bana bakmadığın sürece daha kolay. 


"Demre Eroğlu." dedim, sesimin kararlı çıkması için uğraşarak. İnandırıcı olmak zorundaydım; fakat birkaç dakika sonra telefonu kapatırken ne kadar ikna edici konuştuğumdan da emin değildim. Bu üç dakikalık görüşme her şeyin fitilini ateşleyebilecek güçteydi, farkındaydım. Bir şeyleri ateşe verdiğim şüphesizdi; fakat tam olarak neleri yaktığımı ben de bilmiyordum.


Merih birden geriye çekilerek adama sırtını döndü. Dostane bir tavırla ensesini sıkan adam hızlıca bırakmış, geri önüne dönmüştü. Aralarında gergin bir konuşmanın geçtiği aşikardı; suratında soğuk ayazlar esiyordu. Yanıma gelirken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Öyle ki bu kesintisiz bakış her şeyin farkında olduğuna dair yersiz bir korku saldı içime.


"Bitti mi görüşmen?" Ayağa kalkarak yana doğru eğildim, iri bedeninden arkaya doğru baktım. Ancak adamı hiçbir yerde göremedim; belli ki çoktan gitmişti. Tekrar kara gözlerine dönerken içimdeki paniği bastırabilmek için, dikkatimi başka şeylere vermeye çalıştım. "Kiminle konuşuyordun öyle?"


Nitekim yine duymazdan gelmişti beni. Gülümseyerek elini bana doğru uzatırken, "Kısa sürecek demiştim." karşılığını verdi. Ama titrek ve yerine zar zor tutunabilen bir gülümsemeydi bu; gecenin içinden bana doğru uzattığı eli, sanki kayıp giden bir şeyi tutmaya çalışır gibi ısrarcıydı. Bakışlarında oraya yakışmayan bir şeyler vardı üstelik. Şaşırtıcı bir keder çökmüştü gözlerine.


Elini havada bekletmem üzerine gülümsemesi biraz daha genişledi. Sanki kendisine nazlanıyormuşum gibi anlamlı bir ısrarla bakıyordu. "Dans et benimle."


"Ne?" Şaşırarak önce eline, ardından gözlerine baktım. 


Gitarıyla resital veren genç çocuğun buruk şarkısı birden tekrar duyulur oldu. Coşkulu bir hüzünle, tüm sahil boyunca yankılanıyordu. 


Kararsızlığıma daha fazla dayanamıyormuş gibi aniden uzanıp itirazsızca elimi yakaladı; ardından beni yolun ortasına doğru sürükledi. Artık gülümsemiyordu; sanki tüm renkleri solmuştu. Kurşuni bir gecenin içindeki yekpare bir dolunayı görememek nasıl imkansızdı; gözlerindeki kederi de görememek o kadar imkansızdı. 


Beni kendisine çekerek ne yaptığını bilen bir çeviklikle elini belime bastırdı. İtirazsızca ona yaslanınca kavrayışı cesaretlendi. Sanki bu kendini bana bırak deme tutuşuydu. Sımsıkı elimi kavramış, hafifçe havaya kaldırmıştı. Attığı adımları kusursuzca takip etmemi sağlayarak beni usulca ritmin içine çekmişti. Bedenim üstündeki bu çabasız hâkimiyet tüylerimi ürpertmişti. Sanki kendimle ne yapmam gerektiğini o benden daha iyi biliyordu. 


Zarif bir sakinlikle gecenin içinde sallanmaya başlayınca, bu beklenmedik dansa uyum sağlayabilmek adına adeta çırpındım. İçler acısı bir uyumsuzluktum. Uzun bir süre diğer elimi nereye koyacağımı şaşırmıştım; sonunda varla yok arası bir tutunuşla omzuna yerleştirebilmiştim.


Uzun bir suskunluğun sonunda dayanamayarak, "Neden yapıyorsun bunu?" diye sordum. Başımı geriye atarak cesurca gözlerinin içine bakmıştım. Az önce onu cinayetten ihbar ettim. Birden o kadar kötü hissettirmişti ki bu düşünce beni, aldığım soluklar bile canımı yakmıştı.


Fakat söylediği söz kadar acıtamazdı.


"Bu benim sana vedam." Gözlerini karartan kararlılık, sanki aynı anda beni de karartmıştı. İçimde bir yerler sönmüştü. "Bu bizim veda dansımız." 


Konuşmamı zorlaştıran bir acı zuhur etti boğazımda. Artık yalnızca fısıldıyordum. "Hangimiz gidiyor peki?"             


Tekrar gülümseyerek, beni daha çok kendisine bastırdı. Sanki huzurlu bir ânın içini varlığımızla doldurmak istercesine, sakin sakin benimle raks ediyordu. Oysaki ağzından çıkan her lafız bu huzurun bir katili gibiydi.


"Ben gidiyorum, sen kalıyorsun."


Son kez bu kadar yakından tanık olduğumu hisseder gibi, gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Fakat artık keder göremiyordum. Kendi içinde her ne çatışmalar yaşadıysa, tüm bu zayıf duyguları defetmişti gözlerinden. 


"Sen nereye gidiyorsun?" diye sordum, titrek bir sesle.


"Fazla uzağa değil." dedi, yeterli sandığı bir kısalıkta.


Usulca adımlarına ayak uydururken gözlerimi göğsüne indirdim. Tüm sahilde çınlayan şarkıyı sağır bir hâlde dinlerken, kendi sessizliğimde dirilmeye çalışmıştım. 


"Beni kardeşime getirdiğin için teşekkür ederim," Sorularıma bir yanıt alamayacağımı sonunda anlamış ve çabalamaktan vazgeçmiştim. Birileri bu gece konağın zilini çalacaktı; artık zamanımızın daraldığını biliyordum. "Dönsek iyi olur." 


Elimi çekmek istedim ama izin vermedi. Elini belime biraz daha bastırırken, kaygılı bir tonla, "Biraz daha dışarda kalmak istemez misin?" diye sordu. Kaşları çatılmıştı; gözlerindeyse bariz bir direnme vardı. 


Şaşırarak durunca, o da durdu. Artık dans etmiyorduk ancak hâlâ birbirimize tutunmuş vaziyetteydik. Bir şeyler biliyordu; fakat sorsam da söylemeyecekti, o da susmak zorunda olduğunun farkındaydı. Bu yüzden üstelemedim ve kaygısını görmezden gelmeye karar verdim. "Gitsek iyi olur, üşüdüm zaten." 


Hiçbir karşılık vermedi. Yavaşça beni bıraktı, ardından birkaç adım geriye çekildi. Bir süre öylece dikildi; hırçın denizin üstünde gezindi. Sonra gecenin bulaştığı gözlerini suratıma dokundurdu. Bir şeyler anlatmak ister gibiydi; ama hiçbir kelimeye dokunmadı. Önüne döndü ve arabaya doğru yürüdü. 


Arkasından giderek hızlıca arabaya bindiğimde yaptığı ilk şey ısıtıcıyı açmak olmuştu. Aramızdaki ağır suskunluğu benden daha çabuk kanıksadığı bir esnada cebinden yükselen zil sesiyle duraksadı. Bir an elini cebine attı ama sonra bekledi. 


"Hemen geleceğim." dedikten sonra hızlıca arabadan indi. Birkaç adım uzaklaşarak sırtını bana döndü; telefonu sonunda çıkarıp kulağına yaslamıştı. 


Ellerimi birbirine sürtüp daha çok ısıtabilmek için cebime sokunca, birden küçük çocuktan aldığım peçeteye dokundum. Yanımda taşımama gerek olmadığı için, burada, arabada bırakmaya karar vermiştim. Cebimden çıkarıp önümdeki torpido gözünü açtım. 


Birden içinden kayarak ayaklarımın üstüne devrilen ağır bir cisim korkuyla sıçramama neden oldu. Peçeteyi gözün içine koyup düşen şeyi almak için yere doğru uzandım. El yordamıyla etrafı yoklayınca tenime buz gibi bir metalin soğukluğu sürttü.


Kabzasından tutarak yavaşça doğruldum. Şaşkınca elimdeki tabancaya bakarken, çağlayan bir ırmak misali zihnime akan düşüncelerin derinliğinde boğuluyordum. Silahı meydana çıkarmadan, hâlâ telefonla konuşmayı sürdüren Merih'e baktım. Sırtı bana dönüktü; tek eli belindeydi, ceketi katlanmıştı. İri bir silüeti andırıyordu. Boğuk sesini duymak mümkündü ancak kelimeleri ne dediği anlaşılamayacak kadar anlamsızdı. 


Silahın eksikliğini ne zaman fark ederdi acaba?


Ama artık bunun bir önemi yoktu. Yanımda bir tabancanın bulunması şu anda çalıntı olmasından çok daha mühimdi. Telaşla silahı pantolonumun arkasına sıkıştırarak ceketimle üstünü örttüm. Torpido gözünü neredeyse tekmeleyerek kapatmıştım. Tam bu esnada konuşması biten Merih, telefonu geri cebine atarak aceleyle sürücü koltuğuna oturdu. 


"Artık gidebiliriz." dedi, kendi kendine mırıldanarak. Nitekim yol boyunca başka söz etmemişti. Yalnızca yola odaklanmış, kendi düşüncelerinin gürültüsünde kaybolmuştu. 


Belimdeki yükün ağırlığı altında dışardaki hayatı izlerken, tüm yol boyunca kendimi yatıştırmak için çabaladım. Yatağıma girebildikten sonra hiçbir sorun kalmayacaktı; yarına kadar vaktim olacaktı. Beni herkesin içinde alıp götürmezlerdi. Meral abla izin vermezdi. 


Umarım vermezdi.


Eziyet gibi gelen uzun dakikaların sonunda karanlık dağ yolunu tırmanarak konağın girişine varmıştık. Kalbim göğsümü yumruklarken, aralanan kapının ardında hiçbir terslik bulamamış olsam bile tam anlamıyla durulmayı başaramadım. Belli ki polis henüz gelmemişti. 


Arabayı içeriye sokarken, gölgelerin arasına karışmış olan tanıdık çehresine baktım. "Bugün müştemilatta kalabilirim bence."   


Hiçbir karşılık vermedi. 


Kemerini çıkarıp arabayı kapattıktan sonra suratıma bakmadan arabayı terk etti. Peşinden ben de kendimi dışarıya attım. Soğuk esintilerin altında titrerken, merakla ona bakıyordum. Etrafta bizden başka kimse yoktu; konağın tüm ışıkları sönüktü. Karanlık bir öbek gibi gecenin içine sinmişti.


"İyi geceler o hâlde," diyerek yokuştan aşağıya yürüdüm. Daha fazla konuşmayacağını anlamıştım; zaten bir an önce yatağıma kavuşmak istiyordum. Fakat birkaç adımdan öteye gidemedim. 


Merih arabanın önünden dolanarak telaşsız adımlarla yolumu kesince, durmak zorunda kaldım. Şaşırarak gözlerine bakarken yavaşça geriye kaçıldım. Aniden ağır bir korkunun altında kalarak ezildiğimi hissettim. 


Gerçekten de veda dansı yapmıştı benimle; vedasını etmiş ve usulca çekip gitmişti. Bambaşka bir adam belirmişti sanki. Kararlılığıyla ve soğukkanlılığıyla, resmen amansız bir yabancı dikiliyordu karşımda.


"Bu taraftan." Söylediği tek şey buydu. Konağa doğru uzanan karanlık yolu göstermişti. 


Heybetli bir dağ gibi önümde dikilmeyi sürdürüyordu; ben buyruğuna girene kadar da yerinden kımıldamayacaktı. Üstelik gerekirse zor kullanmaktan çekinmeyecekti; duruşundan ve bakışından belliydi. 


"Beni nereye götürmeni emretti?" diye sordum, sesimdeki enkazı saklamaya bile uğraşmayarak. Sebep olduğu düş kırıklığına tüm çıplaklığıyla tanık olmasını istemiştim. Nitekim artık pek de umrunda değil gibiydim. 


"Sessizce yürü." dedi, sertçe. Tekrar eliyle yolu gösterdi. Gözlerinde o kadar yoğun bir fersizlik hakimdi ki gördükçe bana eziyet veriyordu. Suratıma yabancı birisiymişim gibi baktığı her saniye, sanki içim kıyılıyordu. 


Verdiği emre uyarak, sessizce gösterdiği tarafa doğru yürüdüm. İçeriye gireceğimizi zannederek kapıya yönelmiştim ancak elini sırtıma koymuş, beni konağın arkasına doğru döndürmüştü. 


Sadece yarım saat önce aynı elin aynı yeri kavrayışı ne kadar sağlamsa, şu anda da bir o kadar sarsıcıydı.


Karanlık yolu geçerek evin arkasına yürüdüğümüz süre boyunca benimle hiç konuşmadı. Ağaç gölgelerinin devrildiği, uzun bir merdivenin başında durduk. Aşağıda tıpkı ön kapıya benzer bir giriş vardı. 


İlerlemem için sırtımdan belime doğru indirdiği eli talihsiz bir şekilde silahın üstüne denk gelince panikleyerek kendimi yana ittim. Fakat o benden çok daha çevik ve keza hazırlıklıydı. Üstelik belime sıkıştırdığım tehlikeyi tek bir dokunuşla tanıyacak kadar da deneyimliydi.


Hışımla üzerime yürüyünce ellerimi göğsüne koyarak durdurmaya çalıştım. "Merih bekle, açıklamama izin ver!"  


Ama beni dinlemedi; suratındaki şaşkınlık müthiş bir öfkeyle harmanlanmıştı. Aniden kolumdan yakalayarak beni ters çevirdi; canımı yakmamaya çaba göstererek yüzüstü duvara doğru yaslamıştı. Sırtıma uyguladığı baskıyla debelenmemi önlerken, sertçe ceketimi yukarı iterek belimdeki silahı çekip aldı. 


"Ne ara çaldın bunu arabadan?" diye sordu, beni kenara kıstırırken. Elini üstümden çekerek yüzümü ona dönmeme müsaade etmişti. Sırf duyulmamak için kıstığı sesi, soluduğu hiddeti taşımakta öylesine zorlanıyordu ki resmen patlamak üzere olan bir bomba gibiydi. Birden yükselmesi an meselesiydi.


"Sen telefonla konuşurken ödünç aldım, çalmadım," diye çemkirdim. Üzerime gelmesinden rahatsızlık duyarak kabaca göğsünden iteklemiştim. Ancak hiçbir faydası olmamıştı; bir adım dahi geriletememiştim. 


Bana zarar verecek bir şey yapmayacağını biliyordum; ama yine de kızıştığı anlarda birdenbire parlayarak büyüklenmesi sinirlerimi bozuyordu. İçimde onu pataklama arzusu kabartıyordu. 


Öfkeyle birbirimize baktığımız kısa bir duraksama yaşandı. 


"Sabır," Sertçe nefesini üfledi. "Ya sabır." Elinde evirip çevirdiği silahı parçalar gibi şarjörünü söktü ve görebileceğim şekilde suratıma doğrulttu. Birden kendimi budala gibi hissettim. İçinde hiç mermi yoktu. "En azından dolu mu diye kontrol etseydin. Bir de kendinden emin şekilde cebine indirmişsin. Boş silah mı sıkacaktın etrafa?"


Küçümsemelerine daha fazla dayanamayarak hışımla çıkıştım. Fakında olmadan yükselince, çenesini sıkarak işaret parmağını kaldırdı ve sesimi kısmam için beni sözsüzce uyardı. "Panikledim o an sana yakalanacağım diye. Hangi ara kontrol edecektim içini? Henüz o kadar profesyonel değilim maalesef."          


Büyüklenmesi beni sinir ederken onu da suratına çarptığım laflar sinir ediyordu belli ki. Ben karşılık verdikçe kızgınlığı da harlanıyordu. Şarjörü sertçe yerine oturturken alev alev bakan gözlerini resmen suratıma dikmişti. Beline uzanarak başka bir silah çıkardı. Şarjörünü söktüğü silahı kolunun altına kıstırıp, içindeki mermilerden birini aldı. Ardından hızlıca benden aldığı diğer silaha yerleştirdi bu ufak mermiyi. Kendi tabancasını geri beline sokarken, diğerini de bana uzattı. 


Gözlerinin içine baka baka silahı elinden aldım; tereddütlerle doluydum. Zira her an çekip elimden geri alacak gibi tekinsiz duruyordu. Ancak sandığım aksine böyle bir şey yapmamıştı. 


"Unutma, sadece bir mermin var." Gözleri sanki bana değil ruhuma bakıyordu. "Akıllı kullan."


Silahı geri belime gizleyişimi izledikten sonra yürümem için geriye kaçıldı. Kokusu da kendisiyle birlikte benden uzaklaşmıştı. Eliyle gösterdiği merdivenlere yönelerek usulca inmeye başladım; tıpkı bir gölge gibi arkama düştü. Hâlâ biraz burnundan soluyordu; sanki malını çalmamdan ziyade arkasından gizlice iş çevirmiş olmam onu daha çok alevlendirmiş gibiydi.


Kapının önüne vardığımızda duvardaki ufak bir aygıta uzandı ve baş parmağını üzerindeki bölmeye yerleştirdi. Saniyeler boyunca yanıp sönen kırmızı bir ışık, ansızın yeşile dönerek kapının aralanmasıyla son bulmuştu. 


"Buradan." Uyguladığı güçten ağır olduğu anlaşılan kapıyı tek elle sonuna kadar ayıran Merih, benden önce içeriye girmişti. 


Nahoş bir tanıdıklık sezmiştim. Loş ışıkların vurduğu renksiz duvarları görür görmez zihnime doluşan anılar tüylerimi ürpertmişti. Ucu gözükmeyecek kadar uzun, geniş bir koridorun başındaydım. Ortadaki bordo kapı dışında etrafta başka hiç giriş yoktu. Belimdeki ağırlıktan güç olarak tedirgin tedirgin içeriye adım atarken, sessizce kenarda durmuş her hareketimi izliyordu. 


Hiçbir duygu devinimi yoktu suratında. 


Bizi içeriye hapseder gibi kapıyı arkamızdan kapatırken, aynı duygusuzlukla, "Bu taraftan." demişti. Bordo kapıya doğru yürüyerek beni de peşinden sürükledi. 


Benim aksime onun bu kasvetli koridorları kanıksadığı çok belliydi; böyle ürkütücü bir yerde gezinmek onun için epey sıradan durumdu şüphesiz. Hiçbir endişe veya kaygı gütmüyordu. Kapının kolunu tutarken gözlerini suratıma dikti ve yavaşça araladı. Centilmen bir edayla önden buyur dercesine elini kaldırmıştı. 


İçeriye girdiğim an nefesim kesildi. Bir süre yaşadığım ağır şaşkınlığı taşıyamayarak, öylece eşikte dikilmeyi sürdürdüm. Korkunç bir yerdeyim. Gözüme ilişen karşı duvardaki devasa yazı, zihnime alazlanan kızgın bir demirdi sanki.        


Hic mortui vivunt, et muti loquuntur.


Burada ölüler yaşar, dilsizler konuşur.


Konuşan Dilsizler yemini buradan esinlenilmişti demek ki. Altı sene önce otel odasında acımasızca öldürülen adamın bahsettiği yemin işte buydu. Örgütteki tüm yoldaşlara susmaları için bu yemin ettiriliyordu. Hepsinden konuşan bir dilsize dönmeleri isteniyordu. Mustafa abi de bu yemine dahil olmuştu, şüphesiz. Belki de acımasızca öldürülmesinin nedeni bile aynı yemindi.   


Arkamdan çarpan kapının sesiyle aniden irkildim; sırtımdaki nazik dokunuşu hissedince omzumun üstünden ona baktım. Yanımda duruyordu; tepesinden vuran çelimsiz ışık tüm çehresini aydınlatmıştı. Yabancı biri gibi bakan gözleri beni bulduğu an içimden tuhaf bir rüzgar esip geçti. Ansızın kendimi yapayalnız hissettim. Sanki koskoca bir dünyanın bedeninde savrulan yapayalnız bir ruhtum.


"Neden buraya getirdin beni?" diye fısıldadım.


"Ben getirmedim." dedi, hazin bir gerçeğin altını çizer gibi.


Haklıydı, artık o yoktu; onlar vardı. Benimle gülümseyerek dans eden adam o değildi. Peki az önce kendi silahını bana veren adam kimdi? Bu benimle dans eden adamın yapacağı bir hareketti; ama şu anda yanımda duran ve bana bakan da o değildi. Tıpkı benim kendi gerçeklerimi yaşıyor oluşum gibi, o da kendi gerçeklerini yaşıyordu. Ve bu gerçeklerin içinde bana yer yoktu. 


Sırtımdaki elini hafifçe bastırarak ilerlemem için beni zorlayınca yavaşça önüme döndüm. Burası Uraz'ın bahsettiği yerdi. Doldurulmuş geyiklerin itinayla yüksek platformlara yerleştirildiği, rahatsız edici bir ihtişama sahip; fakat bir o kadar da insanın kanını donduran izbe bir mahzendi. Bir yandan hayran bırakıyor, bir yandan da silkelercesine ürpertiyordu insanı. 


Birkaç tedirgin adım daha attım ve kendimi odanın tam ortasında buldum. Merak ve korkunun baskın olduğu bir duygu silsilesiyle dolmuştum. Farkında olmadan ürperdim. Belki de aylardır ihtirasla arzuladığım son burasıydı. Ateşlediğim fitilin ucu burada son buluyordu; sebep olduğum yangın belki de burada alazlanacaktı. 


Birden kendimi hasta biri gibi kırgın hissettim. Sanki aylardır sona varabilmek için binbir zorlukla diri tuttuğum dayanma gücü, artık bittiğini farkına varmamla birlikte kaçıp giden bir ruh gibi bedenimi terk etmişti. Kendimi uzun zaman sonra ilk defa intikam arayan bir kadın gibi değil, yaşamaya çalışan sıradan bir kız gibi hissetmiştim. Sanki yine, kardeşiyle kendisine hayatta bir yer açabilmek için çabalayan deneyimsiz bir ablaydım. 


Ama içime soluduğum hayatın renkleri o kadar solgundu ki kör kalabilmek imkansızdı. Zihnim ne kadar eski mutluluklara kapılabilmek için sızlansa da bulunduğum ânın gerçekliği tüm sanrıları kifayetsiz kılıyordu. Artık kurtuluşum yoktu. Her ne kadar kopukluklar yaşasam da tüm varlığımla buradaydım. Birden etrafımdakileri yeniden hissedebildim.  


Cansız bedenlerin sebep olduğu nemli bir soğuk vardı. 


Renksiz duvarlara loş gölgelerin devrildiği, geniş bir odadaydım. Karşımda duran ihtişamlı geyiğe bakıyordum. Açık tonlarla harmanlanmış toprak rengi tüyleri, çelimsiz ışığın altında parlıyordu. Aralarında en iri olanıydı. Ağır bir görkeme sahip boynuzlarına rağmen, başı dimdikti. Kara gözleri hâlâ ölmeden önceki son bakışını taşıyordu.


Tanıyordum bu bakışı.


Hayatının kıyısına itilmiş bir canlının gözlerine bakınca ne bulacağımı artık anlamıştım. Kollarımı kendime sardım; ufalmak, küçülmek istiyordum. Altın platformların üstünde duran birbirinden farklı onlarca geyiğin ortasında dikildiğim bu süre içinde, gitgide güçsüzleşmiştim.


Ansızın arkamdaki varlığını sezdim. Bana doğru sokulan bedeninin rüzgârı, sırtıma çarptı; ancak yine de dönmedim. Hâlâ karşımdaki geyiğin gözlerine bakıyordum.


"Hayatına mâl olacak hatalar yapıyorsun, kitapçı kız," Sanki beni nazikçe ölüm uykusuna yatırmaya hazırlanıyordu; sesi yumuşacıktı, ninni söyler gibi mırıldanıyordu. Yalnızca bir adım gerimdeydi. O konuştukça çıkan kelimeler, omzuma dökülüyordu. "Evindeki basit bir temizlikçiyi sırf gezip görsün diye inine sokmaz. Sen de biliyorsun. Burası senin sonun."


Farkındaydım ancak verecek bir karşılığım yoktu buna. Bu eve adım attığım gün hayatımın bir pamuk ipliğine bağlandığını zaten biliyordum. Boyumu aşan bir suya girdiğimi ve bir gün boğulacağımı anlamıştım.


Derin bir nefes aldım. Önünde dikildiğimiz geyiğin altın varaklı platformunu gösterdim. "Hepsinin altına isimler yazılmış, burada niye yok? Halbuki içlerinden en güzeli o."


O da benim gibi derin bir nefes aldı. Sıcak soluğu saçlarımın arasına dolanmıştı; içimden bir ürperti geçti. Ancak ellerini iki yanımdan bileklerime koymasıyla hissettiğim ürpertinin yanında çok cılızdı; birdenbire tenime değen sıcaklığıyla, baştan aşağı kasıldım. Attığı ufak bir adımla aramızdaki mesafeyi kapatmıştı; eğdiği çenesi başıma değiyordu. Aldığı solukların gürültüsü kulağımın hemen kıyısındaydı.


Yine yapıyordu; yine hiç olmadık bir anda, usulca sokuluyordu bana. Uzaklaşma dürtüsüyle dolmuştum; ancak yapamıyordum. Vücudundan yayılan sıcaklık, üşüyen bedenime adeta merhem gibi gelmişti. Varla yok arası dokunan parmak uçlarını tenime sürterek yavaşça yukarı kaydırırken, sorumu yanıtsız bıraktı. Dokunduğu yerlerde tuhaf bir karıncalanma nüks ediyordu.


"Demre," Kulağıma sürtünen fısıltı içimi ürpertti. Sesine sitem dolu, tehditkar bir renk bulaşmıştı. "Böyle bir kirle mücadele edemezsin. Daha yaşayacak çok şeyin var, çık bu kirin içinden, git yaşa. Seni son kez buradan çıkarabilirim," Usulca omuzlarıma kayan elleri duraksadı, tenimin üstüne kapandı. Nazikçe kavrarken, ikaz edercesine de sıkmıştı. Sesinde vurgulu bir ton vardı. "Vakit yok. Birazdan burada olacaklar."


Sanki zemine mıhlanmıştım, kımıldayamıyordum. Beni ayakta tutan tek şey omuzlarımdaki ellermiş gibi hissediyordum. Bıraksa, düşecektim. Canımı yakan bir korku kabarmıştı içimde. "Neden beni kurtarmak istiyorsun?"


Kısık bir şekilde güldü; göğsü dalgalanmış, hafifçe sırtıma çarpmıştı. Keyifsiz, kısa gülüşünün arasından sinirli bir ton yükseldi; artık fısıldamıyordu. "Anlamak bu kadar zor mu? Seninle aynı safta değiliz biz, hiç olmadık. Kurtarmıyorum, yolumdan çekiyorum seni. Yaptığın saçma hamleler tüm oyunu bozuyor."


Kaşlarım çatıldı; şaşırmıştım. Düşme ihtimalini seçtim ve yavaşça ileri kaçılarak kafes gibi etrafımı kuşatmış sıcaklığından uzaklaştım. Ellerindeki güç hâlâ omuzlarımda gibiydi. Gözlerimiz birbirine değdi. Yüzüne devrilmiş olan siyah gölge, yalnızca kör gözünü aydınlıkta bırakmıştı. Ürpertici bir fersizlikle, dosdoğru bana bakıyordu.


Aylardır içimde tutsak ettiğim o soru, sonunda özgürleşti.


"Kimsin sen, Merih?" Sesimde çıplak bir korku vardı. Basık duvarlara çarpa çarpa Mahzen'in en ücra köşelerine kadar aksetmişti.


Bir süre, yalnızca gözlerime baktı. Tıpkı etrafımızı saran doldurulmuş geyikler gibi, hareketsizdi. Sonra birden duygusuzca mırıldandı. "Ölümü sen seçtin, Demre."


Tam bu esnada kapı sertçe açıldı. İçeri sızan huzme, zemindeki karanlığı savuşturmuştu. Eşikte beliren silüet, elinde tuttuğu bastonla adeta yeri dövercesine yürümeye başladı. Attığı adımların gücü tüm odayı dolduruyordu.


Gözlerini üstümden ayırmayarak yavaşça geriye çekilen Merih, karanlığın içine doğru süzüldü. Acımasız bir suskunluğa bürünmüştü. Gerçekten de bana ölüm fermanımı söylemeye gelmiş bir cellat kadar sakindi. Sanki az önceki sözleri sarf eden de o değildi, aldırışsızca dikiliyordu. 


Gitgide yanıma yaklaşan asıl tehlikeye odaklanamıyordum bile. Körlüğün mavisine bakarken, aslında ne kadar geç kaldığımı fark etmiştim.


Aylar önce, kurtlar sofrasına bir sandalye çekmiş ve oturmuştum. Senelerce bastırılmış bir açlıkla doluydum; iştahla intikam yemeğini bekliyordum. Ancak bir süre sonra anlamıştım ki burası acıkanların oturduğu bir masa değildi. Güçsüz olanın sofraya serildiği, üstünde kadehlerin tokuşturulduğu bir masasıydı.


Fakat o hiçbir zaman bu masaya oturmamıştı. Tıpkı şu anda olduğu gibi hep geride, gölgelerin arasında durmuştu; biz birbirimizi yerken, o keyifli keyifli izlemişti.


Bu sofraya oturduğumdan beri, sadece ölüme kadeh kaldıranlardan korkmuştum. Ama yanılmıştım. Asıl tehlike gözümün önünde birbirini yiyenlerde değildi; asıl tehlike, bu kanlı piyesi gülümseyerek izleyebilen adamdaydı.


"İşte en değerli koleksiyonum!" Aniden tepeme çöken gür sesle sıçradım.   


Bastonunu yere vura vura karşıma geçen Tan Şahoğlu, gölgelerin arasından sıyrılmış; tüm hâkimiyetini etrafa sergilercesine ışığın tam altında durmuştu. Dudaklarında kurnaz bir gülümseme, gri gözlerindeyse hevesli bir parıltı vardı. Önünde tuttuğu bastona iki eliyle asılmıştı; serçe parmağındaki yüzük o hareket ettikçe kamaşıyordu.


"Beğendin mi koleksiyonumu?" diye sordu, tatlı tatlı. 


Tam bu esnada, orada olduğunu yeni fark ettiğim başka bir silüet gözüme ilişti. Sessizce karanlığın kıyısında dikiliyor, arada bir tedirgin tedirgin kımıldanıyordu. Ona baktığımı gören Tan, bana takdim etmediğini yeni fark etmiş gibi ansızın içten olmayan bir telaşa kapıldı. Mahcubiyetle kenara çekilerek kızıyla göz göze gelmemizi sağlamıştı. "Ah, doğru ya, yanımda başka bir konuk daha var. Ama tanıştırmama gerek yoktur herhalde sizi."


Kalbime bir ağrı saplandı. 


Ellerini önünde birleştiren Sude, sanki bahsi geçen misafir kendisi değilmiş gibi hiçbir tepki vermemişti. Ağır bir hırka gibi sırtına geçirdiği sükunetle, yalnızca babasına bakıyordu. Gözlerinde anlaşılması zor bir kargaşa vardı. 


Yüzüme bakmasına engel olan yoğun utancını sezdiğim an istemsizce güldüm. Hayal kırıklığıyla dolu, şaşkınlık timsali bir gürültüydü bu; odanın en ücra köşelerine kadar yankılanmış, defalarca kez maruz kalmamıza sebep olmuştu. 


Amansız bir aşağılamayla, "Neden yüzüme bakamıyorsun Sude?" diyerek, açıkça hesap sordum.


İlginç bir soru sormuşum gibi dudaklarını büzerek merakla kızına bakan Tan, içinde bulunduğumuz bu tatsız ândan keyif alabilen tek kişiydi. Merih hâlâ gölgelerinin arasına sığınmayı sürdürüyordu; sessizliği o kadar yoğundu ki adeta bambaşka bir varlık gibiydi. Ağır bakışlarını üstümde hissetsem de uzun bir süre karşılık vermeyi reddettim. 


Sonunda gözlerimin içine bakabilmişti. Izdırap çeken biri gibi çıkıyordu sesi. "Burada olmanın suçlusu ben değilim, Demre. Kimse değil. Ne yaptıysan kendin yaptın."


Tan'ın yanından geçerek ona doğru yürüdüm. Yaklaştıkça gözlerinde biriken yaşlar, karşısında durduğum an tıpkı kör kurşunlar misali yanaklarına devrilmişti. Söylemek istediği birçok şey varmışçasına bakıyor fakat susmaktan başka hiçbir şey de yapmıyordu. 


"Sırf ağzımdan laf almak için mi beni görmeye geldin bugün?" dedim, sakince. Kızgın değildim, keza içimde hiçbir öfke kırıntısı da yoktu. Hissettiğim tek şey şaşkınlıktı. Sanki birisi aniden yoluma çıkıp bana çelme takmış ve düşürmüş gibi, afallamıştım.


Başını eğip gözlerini yumdu. Çatık kaşları, tıpkı dudakları gibi titriyordu. "Üzgünüm Demre," Başını geri kaldırıp tekrar gözlerimi buldu. Hızlıca yanağındaki pişmanlıkları silmişti. "Gerçekten böyle olsun istemezdim. Ama elimden hiçbir şey gelmiyor. Ne yapmış olursa olsun, o benim babam. Sen de ailen için her şeyi yapıyorsun, bu yüzden beni anlayacağını düşünüyorum." 


Hayretle geriye çekildim. İşte şimdi öfkelenmiştim. "Ne yapmış olursa olsun mu? Sırf baban yaptı diye öldürdüğü onlarca insanı görmezden mi geleceksin? İnanamıyorum sana."


"Lütfen ama," diyerek araya giren Tan uysalca yanıma sokulmuştu. Üstünde ince bir karanfil kokusu vardı. Elini tüm ağırlığıyla omzuma koyunca tiksintiyle silkelendim. Fakat karşı koymama müsaade etmedi. Beni kızından uzaklaştırırken, sıcak nefesini kulağıma doğru üflüyordu. "Çok erken gerildin, olmaz böyle. Tüm heyecanını harcıyorsun. Daha oyunun en eğlenceli kısmına bile gelmedik."           


Hiddetle, "Ben seninle oyun falan oynamıyorum hasta herif!" diye söylenince omzumdaki elini sıkarak beni uyardı. Yaşından beklenmeyecek kadar güçlüydü ve zindeydi.


"Hiç yakışmıyor ağzına hakaret," dedi babacan bir tavırla. Ufak, kahverengi bir geyiğin tam karşısında durdurmuştu beni. Omzumu tutmaya devam ederken, başını benim hizama kadar eğmişti. Benimle birlikte o da geyiği inceliyordu. "Bunların hepsi yoldaşlarımın bana hediyesi. Örgütüme layık görüldüklerinin birer kanıtı. İsim tanıdık geldi mi?"


Gözlerimi geyikten ayırarak platformun üstünde kazınmış olan altın renkli isme baktım. Okuduğum an göğsüme bir ağırlık çöktü. 


Mustafa Yağız.   


Zihnimde yürüyen düşüncelerin sesini duymuş gibi güldü. "Kimse senin sandığın kadar masum değil. Ben de insanları öldürmekten hoşlanmıyorum," dediğinde, dudaklarımdan hayret dolu bir gürültü döküldü. Ama o bunu duymazdan gelmişti. "Burada bir iş yapıyorum. Maalesef bedellerini de ödüyorum. Sonuçta kendimi de güvene almam gerek."


"Kardeşimin ne suçu vardı? O masumdu," Omzumdaki elini iterek uzaklaştım. Doğrulmuş, gülümseyerek bana dönmüştü. "Demek öldüklerinin arasında masumlar da varmış. Hiçbir önemi yok mu o insanların senin gözünde?" Tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Adeta midemi bulandırmıştı sözleri. "Ne kadar aşağılık bir adamsın sen. Seni gördükçe insanlığımdan utanıyorum." 


Ağır sövgüler duymak bir anlığına gözünün seğirmesine neden olsa da gülümsemesi hâlâ inatla dudaklarına tutunmayı sürdürüyordu. Bakışlarında her şeyi gözden çıkarabileceğini anlatan marazi bir zindelik vardı. Hâlâ arkada dikilen Sude huzursuzca yerinde kımıldandı. Karanlığın içinde duran Merih'e korku dolu, kaçamak bakışlar fırlatıyordu.


Tan'ın, "Sana bir taktik öğretmiştim, hatırladın mı?" dediğini duyunca tekrar suratına baktım. Hatırlıyordum ancak yaptığı cambazlıklardan öylesine bunalmıştım ki sertçe sözünü kesmekten kendimi alıkoyamadım. 


"Tüm bu saçmalıkların son bulmasına çok az kaldı," Alaylı bir merakla kaşlarını kaldırdı. Lafını bölmüş olmam onu pek gocundurmamıştı. "Her şeyinizi ihbar ettim, elimde kanıtlar da var. Polis çoktan yola çıkmıştır. Birazdan burada olurlar."     


Ağzımdan çıktığı gibi fırtına etkisi yaratan bu sözler garip bir dalgalanmaya sebep olmuştu. Tan Şahoğlu bir açıklama beklercesine hızla Merih'e bakmış; Merih şaşkınlık dolu birkaç adım atarak sonunda gölgelerin arasından sıyrılmıştı. Sude hayretle öne çıkmış ama hemen sonra daha çok karanlığa çekilmişti.


Üstündeki sorgulayıcı bakışlara yalnızca, "Bilgim yok." karşılığını veren Merih, adeta gözlerini üstüme çiviledi. Böyle bir şey duymayı beklemediği, hiç maskelemeden gösterdiği tepkilerden anlaşılıyordu. 


"Madem herkesin tatsız bir sürprizi var," diyerek derin bir nefes alan Tan, yavaşça kenara çekilerek iri kızıl bir geyiğin önünde durdu. Hayvanın tepesinden yükselen ihtişamlı boynuzlar sanki ona aitmiş gibi gözüküyordu. Ürkütücü bir uyumdu. "O hâlde ben de sürprizlerimi getireyim, ortalık biraz canlansın." Başıyla heykel gibi kapının kenarında dikilen maskeli bir adama işaret yaptı. Yüzünü hınç dolu bir hırs bürümüştü; işin içine polis karıştırmış olmam tüm tadını kaçırmıştı. "Sana Boğmaca Matı'nı öğrettiğim ânı hatırlıyor musun? Bir soru sormuştum." 


Kapıyı sonuna kadar açan adam kenara kaçılarak birilerine yol vermişti. Dört maskeli, uzun adam tek sıra hâlinde odaya girdi; hepsi de peşinden ağır bir çuval misali dört farklı beden sürüklüyordu.


"Hayır, hayır, hayır..." Bir an yere düşeceğimi zannettim ama yalnızca sendeledim. Yaşadığım şaşkınlık öylesine güçlüydü ki her âna şahit olmamı sağlayarak beni ayakta tutabilmişti.   


Dilara karşımda belirdi önce; zorla omuzlarına bastırılarak dizlerinin üstüne çöktürüldü. Ardından Buket ile Aslı hoyratça yanına iteklendi. Kesik hıçkırıkların arasında birbirlerine sokularak iki büklüm olmuşlardı; elleri tek bir bedenin uzvu gibi sımsıkı kenetlenmişti. Son olarak Uraz'ın tanıdık çehresi belirdi karanlığın içinden; sürüklenerek yanlarına oturtuldu. Saçları darmadağınıktı; üstünde zorla alıkoyulmanın izleri vardı. Yanağı kızarık ve şişti; yaralanmış gibi hafif eğik duruyordu. 


Gözleri direkt beni buldu; içimde muazzam bir ağlama isteği kabarmıştı. Diğer gözlerin aksine onda hiçbir öfke veya suçlayıcılık bulunmuyordu. Bana eziyet veren bir teslimiyetle doluydu. Neden bu kadar kolay boyun eğiyordu? Hâlâ hayattaydı; hâlâ kurtulabilirdi. Niye suratında vazgeçmişlik vardı? Diğer suratlarda bu duygudan eser yoktu; hepsine korkunun birbirinden farklı tonları sıçramıştı. Üç farklı çehre, üç farklı korku diz çökmüştü önümde. Hepsinin gözü kendi katillerinin üstündeydi; yalnızca bana bakıyorlardı.  


"Uraz.." Dayanamayarak yanına gitmek istedim. Tan Şahoğlu'nun verdiği sessiz emirle arkamdan sokulan Merih kollarımdan tutarak beni olduğum yere sabitledi. Gücünü hissettirerek beni kendisine yasladığında, göğsü soğuk ve tekinsiz bir duvardan farksızdı. "Senin ne işin var burada Uraz? Neden geri geldin?"


Soluk soluğa bir bana bir Tan'a bakarken, kendinden emin bir edayla mırıldandı. "Senin için endişelendiğimden geldim Demre, endişelenmekte de çok haklıymışım."      


"Hayır Uraz, hayır.." Kendi kendime fısıldayarak ayakta kalmaya çalıştım. Gözlerime sıcak yaşlar nüfuz etmişti; artık tüm suratlar bulanık ve karmakarışıktı. Bozguna uğramış bir hâlde bağırdım. "Neden geldin? Neden yaptın bunu? Bir daha buraya gelmeyeceğine söz vermiştin!"


"Baba, kızlar niye burada?" Aniden topladığı cesaretle öne çıkan Sude, afallamış bir hâlde etrafında vuku bulan manzaraya bakıyordu. Hayret dolu bir bakış vardı gözlerinde. İçli içli ağlayan kızlara doğru bir adım attı ama sonra aniden durdu. "Baba lütfen yapma, kızların bir suçu yok. Dilara'nın hele hiç yok! İlk defa buraya iniyor. Yapma ne olursun!" 


Bu sefer de yalvarırcasına babasına doğru sokuldu. Birden ona dönen adam kan donduran bir hınçla elinin tersini kızın suratına indirince tok bir gürültü koptu. Sude'nin bedeni cansız bir uzuv gibi yere devrildi ve uzun bir süre boyunca hiç kımıldamadı. 


Dehşet içinde geriye kaçınca sırtımı tekrar Merih'in kaskatı kesilmiş göğsüne çarptım. Kollarımı tutan ellerini sıkarak, bana hemen arkamdaki varlığını hatırlatmaya çalıştı. Tanıdık kokusu soluklarıma karıştı; fakat bu sefer huzur verici değildi. Aksine trajik bir âna ait imge gibi, zihnime kazınmıştı artık bu koku.  


"Dün sana bir soru sormuştum, şimdi tekrar soruyorum," Kızına vuruşunun ardından bozulan ceketini düzelten adam, sesindeki hâkimiyetle herkesin ensesine kapanmıştı. Korkunç bir kayıtsızlıkla sözüne kaldığı yerden devam ediyordu. Gri harelerle dolu gözleri, dosdoğru suratıma kenetlenmişti. "Farazi köşeye sıkışmış bir Şah'sın diyelim. Kendi taşlarınla kuşatılmışsın. Peki kurtulmak için hangilerini devireceksin?" Eliyle zarif bir şekilde önünde diz çökmüş, yılgı içinde titreyen dört taşı gösterdi. "Kendini azat etmek için hangi üçlüyü feda edeceksin?"        


Hepsinin arkasında, verilecek emri bekleyen dört adam dikiliyordu. Aslı yalnızca başını eğmiş ağlıyordu, Buket arada bir gözlerini bana dokundurup son bir çabayla sessiz suçlamalarını yapıyordu; hıçkırıklarla sarsılan Dilara gücü tükenmişçesine iki elle yere tutunuyordu, Uraz ise içlerinden en sakin olanıydı. Usulca yanaklarına devrilen yaşlara elini dahi sürmüyor, yalnızca bana bakıyordu. 


Her şeyden öte beni en çok dağlayan ela gözlerindeki içten teselliydi. Diz çöken oydu; ama teselli eden de oydu.   


"Sana bizi bu işe karıştırma demiştim!" Ansızın çınlayan Dilara'nın hiddetli isyanı titrememe neden oldu. Nefes almakta zorlanarak kesik kesik soluklandım. Gözlerindeki nefret tüm ânın içine nüks ederek, tıpkı bir nüve gibi zihnimin derinliklerine gömüldü. Bir gün elbet filizlenecekti ve benden beslenerek köklenecekti. Sebep olduğum bu nefret, ömrüm boyunca ruhumu tüketecekti.  


"Senin derdin benimle," Kudretli bir varlıkmış gibi tüm kargaşanın ortasında sakince dikilebilen adama baktım. Adeta yalvarışlarla doluydu sesim. "Bırak onları lütfen. Hiçbir suçu yok onların. Hepsini tek başıma yaptım," Çaresizce elimi göğsüme vurdum. "Ben yaptım, buradaki tek suçlu benim." 


Gocunmuş bir edayla güldü. "Gerçekten de veletlerle uğraşıyormuşum ben. Bu aptal çocuğu tanımayacağımı mı sanmıştın?" Birden bastonuyla uzanarak Uraz'ı sertçe omzundan itti. Yana devrilen Uraz yüzünü ekşiterek karnına tutundu ve böylece yaralı olduğuna beni iyice ikna etti. "Kitabevini ziyaret ettiğim gün ikiniz de oradaydınız. Hatırlamayacağımı mı düşündünüz? Soyuna sopuna kadar bilirim ben evime soktuğum adamları."


"Hayır.." Umarsızca başımı iki yana salladım. Uraz'la göz göze gelince müthiş bir acıyla kuşandım; dayanamayarak başımı eğdim. Önüme dökülen saçlar, suratımdaki tüm enkazı gizledi. Ağlamamak için çaresizce dudağımı dişlemiştim. Ama yapamıyordum. Kendimi hiç olmadığım kadar ufak hissetmiştim. 


Hepsi benim suçumdu.


"Ahrazdır dedik, güvenerek aramıza soktuk bunları," Öç almaya hazırlanan koyu sesini duyunca başımı kaldırdım. Birkaç adımla yanlarına sokulmuştu; bu sefer de bastonunun ucuyla önce Aslı'yı, ardından Buket'i iteklemişti. Darbenin altında sarsılan kızlar, ağlayarak daha çok birbirine sokuldu. Yürek parçalayan bir çabaydı. "İhaneti bilmesine rağmen susan bir çalışanın benim evimdeki işi bitmiştir." Sertçe Dilara'yı dürtünce kızdan acı bir yalvarış taştı; anlamsız, yakarış dolu bir gürültüydü. Hışımla yerde şuursuzca yatan Sude'yi gösterdi. "Meral olmasaydı, bu da sizinle birlikte en ağır cezayı çekecekti. Neyse ki benim soyadımı taşıyacak kadar talihli."


"Delirmişsin sen!" Aniden göğsümde şahlanan bir öfkeyle çırpındım. Fakat Merih'i alt edemeyeceğimin gayet farkındaydım. Ellerinde öyle bir güç vardı ki tek bir adım dahi atmama müsaade etmiyordu. "Hepiniz delirmişsiniz. Katiller! Katilsiniz siz."        


İnsafsızca gülümsediği esnada kapı birden sonuna kadar aralandı. Eşikte beliren Beren'in önündeki kargaşa karşısında gözlerinin içi kamaşmıştı. 


Aheste aheste yanımıza gelirken, sesindeki şenlik yaşanan tüm trajedilerle alay ediyordu. "Bir dakika durun, nasıl bensiz başlarsınız? Ne kaçırdım? Kim önde şu an?" 


Attığı aldırışsız kahkaha beni resmen boğazlanıyormuş gibi hissettirdi. Acı içinde kıvranırken sımsıkı gözlerimi yumdum. Lütfen tüm bunlar bir kâbus olsun. Ama değildi; kâbus olamayacak kadar sarsıcıydı. 


Alevi andıran kavurucu bir solukla tüm boğazımı yakarken, yavaşça belimdeki silaha uzandım. Fakat henüz dokunamadan, hızla elimi yakalayarak beni durdurdu. Dokunuşuyla birlikte irkildim; bu ufak temasın bile içime aksettirdiği hislerden tüm ruhumla nefret etmiştim. Hâlâ ona karşı bir güven duyabiliyor olmak resmen içler acısıydı. Kendimden nefret ettiriyordu beni.   


Çenesinin başıma sürttüğünü sezdim birden. Fısıltısı, etrafımızda zuhur eden tüm kargaşayı dindirebilecek güçteydi. "Daha değil." 


Hiçbir karşılık veremedim. Usulca yanaklarıma devrilen yaşlar bana her saniye ne kadar çaresiz olduğumu hatırlatıyordu. Hem de öylesine bir çaresizlikti ki bu, arkamdaki adamın elimi tutuşundan bile medet umduruyordu. Ne kadar kendime öfkelensem de duygularıma bir türlü ket vuramıyordum.    


Sonunda beni ikna ettiğine inanarak elimi bırakmak istedi; ama bu sefer de ben durdurdum. O kadar büyük bir korkuya saplanmıştım ki ona tutunmak, dayanacak bir güç bulmak istemiştim. 


Birisi tarafından fark edilme kaygısıyla elini sertçe elimin içinden çekmeye çalıştı fakat yine de bırakmadım. Elimden kurtulma çabası kendimi gurursuz biri gibi hissettirmişti. Sonunda vazgeçerek beni daha çok kendisine bastırdı ve sımsıkı birbirine tutunan ellerimizi bedenlerimizin arasına sakladı. Sertçe nefesini üflemişti; sıkıntıyla dolu göğsü yavaşça içine çöktü.


"Demre çık git buradan, kendini kurtar..." Gözlerimin içine bakarak yalvaran Uraz, aniden sırtına yediği darbeyle öne doğru savrularak ellerinin üstüne düştü. Tekrar yanına gitmeye meyledince Merih'in elimi çekmesiyle geri ona savruldum. Başım göğsüne çarptı; nefesi kulağıma sürtünmüştü. O da benim gibi kaskatıydı. 


"Çok dokunaklı." Beren dudaklarını büzerek Sude'nin yanına doğru yürüdü. Baygın hâlde yerde yatan kızı ayağının ucuyla dürtmüş, kımıldamadığını görünce tekrar bize dönmüştü. Hiçbir detayını kaçırmak istemediği bir piyese katılmış edasıyla, meraklı meraklı herkesin suratında geziniyordu. 


"Onların bir suçu yok," diyerek, umarsızca kendimi tekrarladım. Artık apaçık yalvarıyordum. "Lütfen, rica ediyorum senden, bırak gitsinler. Ne yapacaksan bana yap. Senin kavgan benimle." 


Tıpkı kızı gibi dudaklarını büzdü. Yükünün altında ezilen bastonu hafif hafif sallıyordu. "Sadece bir çürük dokunduğu her şeyi çürütebilir. Ben bir çürük bulursam eğer ona dokunan her şeyi sağlam olsa bile telef ederim," Yavaşça tüm bedenini bana çevirdi. Artık dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu. "Yanıtlamak için son şansın bu. Yalnızca bir kişiyi yaşatabilirsin. Kimi yaşatacaksın? Yoksa rastgele ben mi seçeyim istersin?"


"Nasıl seçim yapmamı beklersin benden?" Öfkeyle suratına doğru haykırdım. Sesim defalarca kez duvarlara çarpa çarpa tüm odayı aşındırmıştı. "Böyle bir seçim yapmam imkansız!" 


"Peki o hâlde, seçim bana kaldı." Ağır bir sorumluluk üstlenmiş gibi nefesini üflerken, duygusuzca önünde diz çökmüş olan dört esire baktı. 


Kızlardan taşan acı yakarışlar resmen bir ağıt gibiydi; ağlayışları birbiriyle harmanlanarak tüm odayı inletiyordu. Perişan hâlde bir yaşlı adama bir arkalarında bekleyen cellatlara bakıyorlardı.  


"İhanetin tek bir bedeli vardır." Çenesiyle adamları kendisine itaat ettiren, keskin bir hareket yaptı. Kan donduran bir soğukkanlılığa bürünmüştü. "Hepsini öldürün."


Birden zemin ayaklarımın altından kaydı. Sanki zihnimin şalteri atmıştı; tüm düşünceler karanlığa boğulmuştu. Kendi ellerimden kayışımı hissedebildiğim bir an yaşadım.


"Hayır! Durun, durun! Uraz! Uraz'ı seçiyorum!" Attığım çığlık ömür boyu taşıyacağım bir yara açtı içimde. Dördünden birini seçmiş olmak ruhumu yaran keskin bir bıçak gibiydi. Akan kansa yalnızca koyu bir vicdan azabıydı. 


Yaşlı adam hayret dolu bir kahkaha attı. "Ne kadar da yürekliymişsin sen öyle. Gözünü bile kırpmadan arkadaşlarını ölüme sürükleyebiliyorsun." Kaşlarını kaldırmıştı; hayranlık dolu bir şaşkınlıkla suratıma bakıyordu. "Yaşa bakalım yaşayabiliyorsan bu kararla."


Fakat yaptığım seçim artık anlamsızdı. Geç kalınmış bir çabadan ibaretti. Teker teker boyunlarına geçirilen urganların altında çırpınan bedenleri izlerken, elimden gelen tek şey tekrar ve tekrar bu azap dolu seçimi baştan yapmaktı. 


Sertçe kollarıma asılan Merih, ilk defa beni zapt etmekte bu kadar zorlanıyordu. Yatıştırabilmek için bir şeyler söylediğini, adımı bağırdığını duyabiliyordum; fakat hiçbir kelimesini anlayamıyordum.


Acınası bir umutla hızla ona döndüm. Aniden direnmeyi bırakarak ona yönelmiş olmamla birlikte dumura uğradı; gözlerinde yoğun bir şaşkınlık zuhur etmişti. İki elle yakasına asılarak hezeyan içinde yalvarmaya başladım. Kayıtsız kalamazdı. Bu kadar acımasız olamazdı. Sanki birkaç katman geriye savrulmuştum; kendi sesimi dahi duyamıyordum. "Merih lütfen bir şey yap! Yalvarırım kurtar onları. Lütfen ölmelerine izin verme!"    


Ama hiçbir şey yapmadı. Yalnızca bileklerimi kavrayarak beni kendisinden koparmıştı. Gözlerine acı bir kararlılığın çöktüğünü gördükçe, bütün umutlarım köreldi. Artık yaylım ateşi gibi yanaklarıma devrilen yaşlar bana ait değildi sanki; içimde ağlayan bir çocuğun gözyaşlarıydı. Attığım çığlıklar da keza o çocuğa ait gibiydi. Sanki insanlığı yağmalanan bir çocuk kıvranıyordu içimde. Yardım dileniyordu; kurtarılmayı bekliyordu.


Ama kimse kurtarmayacaktı. Ne beni, ne de onları.  


Hayatları gözlerinden kayıp giden bir ışık gibi kararırken, yalnızca izleyebildim. Çığlık çığlığa ağlayarak çırpınırken, yalnızca seyredebildim. Ne yanlarına koşabildim ne de boyunlarındaki urganı çıkarabildim. Ne ruhlarını bedenlerinde tutabildim, ne de acılarını dindirebildim. 


Yalnızca ölümün bir uçurum misali aramıza girişini izledim.


"Hayır, yapmayın yalvarırım durun!" Dirseklerimi karnına geçirerek tekrar elinden kurtulmaya çalıştım; ama yine bırakmadı. Çırpınarak kendimi yere atmaya çalıştım; ama yine bırakmadı. Tıpkı benim gibi, o da seçimini yapmıştı. Bırakmayacaktı.               


Seçimlerimiz, şahsiyetimizi yontardı. 


Yürüdüğümüz yolu belirleyen sapaklardı. Ne olduğumuzu bize unutturur, ne olmak istediğimize karar verdirirdi. Ben kim olduğumu unutmamıştım; ama kim olacağımı seçmek zorunda kalmıştım. Şimdi yine bir sapaktaydım; ama bu sefer seçimi yapan ben değildim.


"Lütfen bırak! Yalvarırım yapma!" 


Oyun bazen öyle bir hâl alırdı ki geriye yalnızca birkaç hamle kalırdı. Nasıl yenileceğini bilsen de o son hamleyi yapmak istemezdin. Çünkü sana yenilgiyi yaşattıran kaybettiklerin değildi; vazgeçtiklerindi. 


Bu oyunda yalnızca iki hamle yapıldı.


İlk hamle benim intikamımdı, ikinci hamle onun ihanetiydi. 


Sonra, dört kurşun atıldı.


İlk kurşun sadakatime denk geldi, böylece benden azat etti. Arkadaşlarımı öldürdüm. İkinci kurşun vicdanıma saplandı, beni noksanlığına tutsak etti. Acımasızca, birini seçtim. Üçüncü kurşun inançlarımı buldu, beni inançsızlığa köle etti. Artık her şey bitti. Son kurşun insanlığıma denk geldi; şahsiyetim kan kaybetti. 


Oluk oluk kanadım, kendimden azaldım.


Pes eden ilk kişi Dilara oldu, hemen ardından Aslı gitti; Buket biraz daha dayanabilmiş, Uraz'sa çok zor teslim olmuştu. Fakat en nihayetinde hepsi bir anda sönüp gitmişti. Cansız bedenleri tok bir gürültüyle birer birer yere yığılırken, etrafı kesif bir ruh kokusu sardı. Buram buramdı; resmen ciğerleri yakıyordu. 


Ölüm bir varlık gibi aramızdaydı artık. 


Yere devrileceğimi zannettim ama kendimi daha da doğrulurken buldum. Sırtımı göğsünden ayırdım, titreyerek arkamı döndüm. Gözlerimiz kesiştiği an dudaklarımdan acı bir hıçkırık döküldü. Bendeki yıkıntının tek bir kırıntısı bile onda yoktu; ben resmen tarumar edilmişken, o sapasağlamdı.    


Kolumu tutan parmakların üstüne koydum elimi. Artık ne debeleniyordum ne de bağırıyordum; tüm fırtınalarım dinmişti, durulmuştum. Sesimdeki nefret, beni bile şaşırtmıştı. "Bırak."


Parmakları gevşedi ve sorgusuzca bıraktı. Sanki tasmasını tuttuğu öfkeli bir yırtıcıyı artık salma vakti gelmiş gibi, ihtiyatla geriye çekilmişti. İçimdeki nefreti harlayan bir sükunetle, yalnızca yaşanacakları bekliyordu.


Tam bu esnada iniltiler eşliğinde kımıldanan Sude ağır ağır doğruldu. Yere tutunarak oturur vaziyete geldi; önce karşısında dikilen Beren'e, ardından babasına; en son da önündeki cesetlere baktı. Gürültülü bir nefesi içine çekerken dehşetle ellerini ağzının üstüne örttü. Geri geri sürünerek önündeki katliamdan uzaklaşmaya çalıştı. Boğuk iniltileri tüm odayı doldurmuştu. 


Ölümün gerisinde bıraktığı sessizlik o kadar derindi ki, bu iniltiler dipsiz bir kuyuya atılan ufak taşlardan farksızdı.  


"Sana intikam alacaksan iki mezar kazmanı söylemiştim," Sesini gölgeleyen kurnazlıklar tüylerimi dikeltirken, titreye titreye ona döndüm. Önümde yatan ruhsuz bedenlere bakmamaya çalışmak adeta bir işkenceden farksızdı. "Yanlış hesaplamışım, ihtiyarlık işte. Meğer beş mezar kazman gerekiyormuş." 


"Yine yanlış hesaplıyorsun..." dedim, derin bir soluk alarak. Sesim hıçkırıklarla kesiliyor, çatlayarak acımı dışarı sızdırıyordu. Konuşmayı sürdürebilmek için her seferinde derin bir soluk almaya mecbur bırakıyordu beni. "Altı mezar kazacağım, beş değil." 


Belimden çıkardığım silahı hızla havaya kaldırdım. Duvar kenarına çekilmiş olan adamlar bu ani başkaldırışla birlikte öne doğru atıldı; göz ucuyla Merih'in de hareketlendiğini görmüştüm. Ansızın tüm silahlar havayı yardı; artık tüm namlular bana dönüktü. 


Aniden suratına doğrulttuğum tabancayla afallayan Beren, birkaç adım geriye sendeledi. Önünde kavuşturduğu kolları yavaşça çözülmüş, iki yanına düşmüştü. 


Kaşlarını çatarken, temkinli bir uysallıkla, "Ne yapıyorsun kız, cimcime?" diyerek mırıldandı. Gerginliği yumuşatmaya çalışan korku dolu gülüşü, suratımda gördüğü nefretle birlikte hiçliğe devrilmişti. 


Onu duymazdan gelerek, dosdoğru gri gözlere baktım. Artık eskisi kadar keyifli durmuyordu; öyle ki suratındaki tüm kan çekilmişti. Bastonu tutan ellerinin boğumları dahi bembeyaz kesilmişti. Saf bir öfke bürümüştü tüm suratını. 


"Ne kadar belli etmesen de en değer verdiğin çocuğun o, değil mi?" Kışkırtmalarla bezeli bu soru müthiş bir gerginlik diriltti. Herkesten sakındığı bir zaafının apaçık ortaya serilmesi gururunu zedelemişti; suskun hiddetinden dahi belliydi. "Torununu katletti ama hiçbir bedel ödemedi. Beni aşağıya indirenin aslında o olduğunu sen de biliyorsun ama yine de hiçbir bedel ödetmedin. Onun yerine iki masum çalışanı katlettin," Bir an devam edemeyeceğimi zannederek korktum. Yine boğazıma bir yumru oturmuş ve yine nefeslerimi kesmişti. "Senelerdir çaresizce hasta kızını iyileştirmeye çalışıyorsun. Ona özel tedavi odası yaptın, doktorlar bile tuttun. Kendisini dışlanmış hissettirerek hırslanmasını ve daha çabuk iyileşmesini sağlamaya çalıştın. Senin gibi bir adam bile böyle bir hastalığa karşı umut besliyor. Kızın senin en büyük zaafın, Tan Şahoğlu."


"Kendini çok zeki sanıyorsun, değil mi?" Aşağılama dolu bir tıslama taştı dudaklarından. Ama bu düşüncelerimi haklı çıkarmaktan başka bir işe yaramamıştı. 


İlk defa gri gözlerinde korkunun bir kalıntısına denk gelmiştim. Haklıydım. En çok ondan medet umuyordu. Sırf görmek istediği evlat hâline getirebilmek için senelerdir hırsla yontuyordu onu.


"Demre sakın böyle bir şey yapma." 


Merih'in tehditlerle bezediği ikazını duyunca ona baktım. Yalnızca birkaç adım ötemdeydi; ustalıkla tuttuğu silahın namlusu dosdoğru suratıma bakıyordu. Panik hâlindeydi; hatta soluk soluğaydı. Ancak gözlerindeki korku, bulmayı bekleyeceğim son duyguydu. Neyden korkuyordu? Bu kadar mı önemliydi bu kızın hayatı? Diğerleri acımasızca öldürülürken neden böyle mühim bir mesele hâline gelmemişti? Az önceki aldırışsızlığı gözümün önüne gelince tetiğe basmama ramak kaldığını sezdim.  


"Neden?" dedim, keyifsizce gülerek. "Silahı elime vermenin sebebi zaten böyle bir şey yapacak olmam değil miydi?" 


Birden mutlak bir sessizlik çöktü odaya. Tan'ın alev saçan gözleri Merih'e kayarken, kimse yerinden kımıldayacak kadar cesur değildi. Yaşayan tüm bedenler, ölüleri kıskandıracak kadar hareketsizdi. 


"Ne demek bu?" Tan'ın tek nefeslik sorusu, Merih'i baştan aşağıya kastı. Sertçe nefesini üflerken bana uçsuz bucaksız bir hiddetle bakıyordu. Sırtından bıçaklanan biri kadar düş kırıklığıyla dolmuştu. 


"Yalan söylüyor," dediğini duyunca kendimi tutamayarak tekrar güldüm. Demek kılıktan kılığa gireceksin sırf kendini aklayabilmek için. Hayal kırıklığının gerçek tadı böyleydi demek. "Silah benim, doğru. Ama ben vermedim, arabamda duruyordu. Kendisi gizlice almış." 


Kin dolu bir bakış fırlattım ona. "Tebrikler Merih, kendini aklamayı başardın. Şimdi mermiyi silahıma nasıl doldurduğunu da açıkla sahibine."     


"Demre kapa çeneni." Sıkılı dişlerinin arasından dökülen tehdit, aramızdaki uçurumları aşarak beni bu yamacın içine itmişti.


"Yeterince çenemi kapattım!" Tahammülsüzce bağırdım. Artık bütün gözler benim üstümde toplanmıştı; hepsindeyse aynı duygu vardı. Korku. "Hayatımı karartan o cinayetin katili bile susmamı söyledi ve sustum, konuşmadım. Senelerce sustum hem de. Ama artık yeter," Gözlerimi Tan Şahoğlu'na kaydırdım. "Kardeşimi de sen öldürdün, Mustafa abiyi de. Hicran'ı da sen öldürdün, Mercan'ı da. Hepsinin katili sensin. Bunlar sadece senin silahların."


Tiksintiyle, etrafımı kuşatmış olan adamları gösterdim. Tanıdık isimler duymanın şaşkınlığıyla bir bana bir babasına bakıyordu Sude. Suratında inkar dolu bir çatışma vardı. 


"Bunların benimle ne ilgisi var peki?" diye soran Beren, bozguna uğramışçasına güldü. 


"Kardeşimin ne ilgisi vardı?" diyerek tersledim. Bir süre hazin suskunluğunu dinledikten sonra tekrar babasına döndüm. "Seni ve örgütünü deviremeyeceğimi biliyorum. Buradan sağ çıkamayacağımın da farkındayım." Yaylım ateşi gibi yanaklarıma devrilen sıcak yaşlar defalarca kez gururumu kırdı. Fakat yine de silmedim, zayıflıklarımı görmelerine izin verdim. "Senin bende açtığın yaranın aynısını ben de sende açacağım. O kadar derin bir yara açacağım ki sende, seneler boyunca kanayacak. Hiçbir şey bu yaranı kapatamayacak. Sonunda seni boğacak." İçimde bir yangın alazlandı; beni diri diri yaktı. Kalbim boğazıma tırmanırken, son bir derin nefes aldım. Gri gözlerinden başka hiçbir yere bakmıyor; onun sessizliğinden başka hiçbir şey duymuyordum. "Sonunda kendi kanında boğulacaksın. Seni ben boğacağım ama intihar eden sen olacaksın, Tan Şahoğlu."   


Ağırlığı altında titreyen elimi hafifçe yükselttim. Sessizliğini koruyan adam suratımda gördüğü kararlılıkla bir adım öne çıktı ancak daha fazla ilerleyemedi. Merih'in bir şeyler bağırdığını duysam da ne dediğini anlayamadım. 


Artık hiçbir söz, hiçbir lafız tetiğin ucunda bekleyen parmağımı durduracak güce sahip değildi.


Sımsıkı tuttuğum silah kulakları parçalayacak bir şiddetle patlarken; ölüm, saniyeler içinde hedefine kavuştu. Telaşla kızına doğru koşan Tan, yolun yarısında zemine çakılı kalmıştı. Mermi Beren'in göğsünü delip geçerken, dudakları titreyen kadın birkaç adım geriye sendeledi. Binbir zorlukla taşıdığı eliyle göğsünden boşalan koyu sıvıya dokundu.  


"Hayır!" Tıpkı boş bir tuvale sıçrayan boya misali, kızının kanı yaşlı adamın suratına fışkırmıştı. Üstündeki kıyafetleri ve suratındaki tüm duyguları ufak damlalar suretinde kirletmişti. 


Merih olduğu yere çakılmış bir hâlde, sırtüstü devrilen kadına bakarken elindeki silahı yavaşça aşağıya indirdi. Sude'nin dehşet içinde irileşen gözleri, benden başka hiç kimseyi görmüyordu. 


Korkunç bir durgunluk yaşandı. 


Can çekişir gibi kıvranan Beren'in vücudundan sızan koyu kan, çelimsiz ışığın altında parlayarak usulca zeminde kayıyordu. Babasının ayakkabısına kadar uzanmış ve ucuna bulaşmıştı. Artık bastığı her zemine kızının kanını da götürecekti.


Ağır bir hiddetle bana doğru dönerken, "Sen.." diye fısıldadı. Fakat sözünü tamamlayamadı. Arkamdaki yabancı adamlardan biri, bu mutlak öfkeyi emir kisvesinde duymuş ve tetiğine basmıştı.


"Hayır!" Merih'in haykırışı duyuldu.


Aniden kopan beklenmedik bir gümbürtüyle korkarak sıçradım; birkaç adım yalpaladım. Ama ne olduğunu anlayamadım. Usul usul karnıma yayılan ince sızı, birdenbire muazzam bir dalga gibi katlanarak kabardı ve beni birkaç adım daha sendeletti. Silah elimden düşerek sertçe zemine çarptı. Nefeslerim göğsümde sıkışıp kalmıştı. Gözlerime usul usul koyu perdeler devrildi.  


"Hayır! Bana canlı lazım!" diyerek haykıran Tan'ın sesi, ikinci bir gümbürtü misali üstüme çökerken beni deviren asıl güç buymuş gibi yere kapaklandım. 


Tepemde yükselen devasa geyiğe bakarken içinde kıvrandığım âna tutunmakta zorlanıyordum. Etrafımda telaşlı koşuşturmalar yaşandı; ancak kimsenin yanıma yaklaştığı yoktu.  


Birden kadrajıma titrek bir el dahil oldu; bir süre sonra bunun kendi elim olduğunu anladım. Avucumun içinden kayarak ince bir çizgi hâlinde koluma akan kanı gördüm. Burnuma kesif kokusu doldu ve kendimi her nedense Ceren'in kanlı tuvallerle dolu atölyesinde uzanıyormuş gibi hissettim.   


Müthiş bir ızdırapla kuşanmıştım; artık soluklarım tükenmişti. Son bir güç kırıntısıyla sırtüstü uzanarak elimi acının üstüne kapattım; tenime değen sıcaklıkla birlikte içimde bir korku patlak buldu. 


Karanlık bir silüet gibi tepemde yükselen geyik, bana ölümün soğukluğunu imrendirdi. Acı verici ve çelimsiz de olsa, hâlâ ciğerlerime hava girebiliyordu. 


Ya ölmezsem? Ya ölmezsem ve ellerine kalırsam?    


"Yaşıyor mu?" Sorusu adeta içime ekilen korku tohumları gibiydi. Yavaşça kadrajıma yaklaşan Merih, tepemde dikilerek bana baktı. Gözlerimiz birbirine dokundu; içimde bir şeyler devrildi. Bedenimdeki acı ruhumdaki acıyla da harmanlanınca katlanılamaz bir hâl aldı; çaresizce ağlayarak inledim.


Ölmek zorundaydım.


Merih şakaklarıma devrilen yaşları izlerken, duygusuzca, "Evet, hâlâ yaşıyor." dedi. 


Sımsıkı elinde tuttuğu silahıyla, suratına vuran ışığın altında sarsılmaz bir şekilde dikiliyordu. Birden yanı başıma çökerek dirseklerini dizlerine yasladı. Silahı gevşekçe elinden aşağıya sarkıyordu. Ürkütücü bir soğukkanlılığı vardı; zemine yayılan kanımdan, ayaklarının dibinde kıvranan bedenime kadar, fersizce inceledi. Keskin gözleri adeta her detaya dokunuyordu.


Sanki uzun zamandır görmediği beklediği son, artık yanıbaşındaydı.


Son bir çabayla ciğerlerimdeki nefesi telef ederek, fısıldadım. "Merih, lütfen..."


Sesimi duyunca, gözleri suratımda takılı kaldı. Ama ne dudaklarından bir lafız çıktı; ne de suratından bir duygu geçti. Aynı donuklukla, istifini bozmadan beni izlemeye devam etti. Gözlerinde koyu bir duygu vuku bulmuştu; bakışlarımdaki kararlılığın sebebini anlamaya çalıştığı barizdi. 


Zar zor aldığım titrek bir nefesle tekrar fısıldadım. Aralıksızca nükseden keskin acı beni her kelimenin arasında sendeletse de üstün bir çabayla konuşmayı sürdürmüştüm. "Lütfen son bir iyilik yap bana." 


Elimi oluk oluk akan kanın üstünden çekip binbir zorlukla havaya kaldırdım. Sanki tonlarca ağırlıkta bir yük gibiydim. Tüm gücümle silahı tutan eline asıldım. "Lütfen öldür beni. Bu şekilde bırakma. Haklıydın, ölümü ben seçtim. O yüzden lütfen sen öldür beni. Son bir iyilik yap bana, Merih."


Kaşları gevşerken, gözlerinin kıyısına müthiş bir şaşkınlık vurdu. Defalarca kez dudakları aralandı, kapandı, aralandı ve kapandı. Eline tutunma çabası gösteren acınası elimi izlerken, çenesini sıktı. Teni kana bulanmıştı; silahı tutan eli hafif hafif titriyordu. Birkaç kez parmaklarını gevşetti, sonra tekrar silahı sımsıkı kavradı. Hazin bir kararın eşiğinde bekliyormuş gibiydi; defalarca kez boğazına takılan yumruyu yutkunmuştu. Kaşlarını sertçe çattı; alnına inkar dolu çizgiler çekti. En nihayetinde cesaretini geri kuşanarak, tekrar gözlerimin içine bakabildi. 


Daha önce hiç orada görmediğim, yabancı bir acı dolanıyordu gözlerinde. Üstelik hafifçe kızartmıştı içlerini; adeta kıyılarına yaşlar serpiştirmişti. Benimle dans eden adamdı bu, biliyordum. Kısacık bir an dahi olsa, oydu. 


Ama ağlıyordu. 


"Neden ağlıyorsun?" demek istedim fakat yapamadım. Artık kelimeleri taşıyamayacak kadar cılızdı soluklarım. Zaten zayıflıklarına daha tanık olmama da izin vermeyecekti. 


Merih sertçe elimi itekleyerek güçsüz kıskacımdan kurtuldu; ardından hızlıca gözlerini kırpıştırarak ayağa kalktı. Burnunu çekmiş ve tek bir nefesle tüm duygularından kusursuzca arınmıştı.                  


Birdenbire yanımızda beliren Tan Şahoğlu gözlerini üstüme dikti. Bir süre tiksintiyle akıttığım kanı izledikten sonra, yoğun bir nefretle tısladı. "Alın, kapatın odaya. Bundan sonra hiç dışarı çıkmayacak. Öldürerek değil, yaşatarak bedel ödeteceğim sana."  


Merih yavaşça karanlığın içine çekilerek bize sırtını dönmüştü. Ne bir daha o bana baktı; ne de ben baksam da onu bir yerlerde görebildim. Bu onu son görüşüm oldu.


Anlamsız hezeyanlar içinde sayıklarken, üzerime yabancı gölgeler devrildi. Nasıl beni ellerine verirdi? Ölümü benim seçtiğimi söylemiyor muydu? Öyleyse niçin beni öldürmüyordu? Bana bu iyiliği çok görmemeliydi. Bu kadar acımasız olmamalıydı. 


Zihnim tıpkı bir bulamaç gibiydi; adeta başımı zonklatıyordu. Birileri kollarımdan tutarak beni acının eşiğine doğru sürüklerken, zihnimde şekil bulan son suret iri bir kızıl geyiğin donuk bakışları olmuştu.


Renksiz duvarların arasından geçerken, yol boyunca arkamda bıraktığım kanlı bir izle nobranca sürüklendim. Birden gözlerim karardı; geri aydınlandığında kendimi geniş bir koridorda buldum. Ardından tekrar körleştim; bir süre sonra siyah bir kapının önündeydim. Sanki tüm dünya etrafımda sönüyordu; tüm renkler birbirine karışıyordu. Saniyeler içinde göz kamaştıracak kadar beyaz bir odaya sokularak, amansızca soğuk zemine fırlatıldım. 


"Durun..." Odayı terk eden karartılara doğru yalvardım fakat sesimi kendim dahi duyamadım. 


Yavaş yavaş acının tatlı uyuşukluğuyla kuşanırken, alnımı soğuk zemine yasladım. Kendimi ezeli bir hiçliğin sınırında yürüyormuş gibi hissediyordum; her an içine devrilecek gibiydim. Usulca beyaz mermere bulaşan koyu kanı izlerken, gitgide ağırlaştım. Ve kendimi nazikçe ölüm uykusuna yatırdım.  


Hayatta kalarak en ağır bedeli de ödemiş olacaktım. 


Aylarca bu ufak odada uyanacak, uyuyacak ve defalarca kez uyanacaktım. Tıpkı bir tutsak gibi her gün aynı günü yaşamaya mahkum edilecektim. Gün geçtikçe kendi benliğimden uzaklaşacak, etrafımdaki tüm gerçekliklerden kopacaktım. Azametli bir yalnızlıkta birleşecektim.  


Çünkü artık bir bütün değildim; yeterince ufalanmıştım, artık kendi özüme dönemeyecek kadar azalmıştım.







𓄅



Eveett, sağ salim bölümün sonuna varmış bulunuyorsunuz 🫂


Düşünceleriniz neleeerr 😭


Benim için yazması zor bir bölüm oldu nedense. Duygulandığım çok yer oldu ühüü 🥺 Ucu açık bırakılmış bir sürü detay olduğunun farkındayım, hepsini ikinci kitapta okuyor olacaksınız. 🫣 Uzun bir ara vermeyeceğim, söz. Sadece düzenli bölüm atmak istiyorum bu yüzden elimde biriktirip bir an önce geri döneceğim 🫶🏻


Şimdiliiiik hoşçakalın, kendinize çok çok iyi bakınn 🩶 Ben hep buralardayım, Azalanlar'a gelen her yorumu her zaman okuyorum. Okuduğunuz için tekrardan çok teşekkür ederim. İkinci sezonda ve yeni kaoslarda görüşmek üzere 🔥


Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-