22

 Epilog bölümüne hoş geldiniiiz! ✨

Demre'ye ne oldu sorusu birazcık da olsa yanıt bulabilsin diye ikinci kitaptan önce böyle bir bölüm yayınlamak istedim. Benim yazarken sinirlerim bozuldu o yüzden biraz da sizin bozulsun diye bölümü hemen salıyorum hajsjshshsjs 🤡 


Şimdiden iyi okumalaarr, yorumlarınızı okumak beni çok motive ediyor şimdiden yazan herkese çok teşekkür ederim. Son zamanlarda Azalanlar'a yeni başlayanlar oluyor musmutluu oluyorum, umarım severek okuyorsunuzdur 🖤🥺✨



22: ALTINCI MEZAR



Beşinci Gün


Ağaç dallarında dirilen bahar, koluna taktığı ılık meltemlerle tüm sokakları geziyordu. Havadaki uğursuzluğun kaldırım kenarlarında birikmiş tortuları kolayca insanın içini karartıyordu. 


Henüz gündüzdü ama yine de tuhaf bir kasvet vardı.


Yaklaşan kıyametin sezilerini taşıyan sahipsiz kediler, son kez yuva edindikleri ıssız köşelere çekiliyordu. Tiz sesiyle yakaran ağustos böcekleri dışında, hiçbir canlılık belirtisi yoktu.


Şaşkın şaşkın etrafıma bakındım. Çelimsiz rüzgarların altında bir ileri bir geri sarsılan demir kapının gürültüsünü dinledim bir süre. İçimde oraya gitmem gerektiğine dair bir his vardı. Bu yüzden hiç düşünmeden, kapıdaki aralıktan içeriye süzüldüm. 


Çiçeklerle bezeli bir bahçenin ortasına konumlandırılmış küçük bir evin önündeydim. Yeni oyulduğu belli olan toprağın kenarında gelişigüzel bırakılmış hırdavatlar duruyordu. Ekilmeyi bekleyen rengarenk çiçekler vardı.


Yavaş yavaş içeriye yürüdükçe toprak kokusu da gitgide yoğunlaştı. Tam bu esnada evin arkasından beliren genç bir çocuk, topallaya topallaya bana doğru yaklaştı. Elinde büyük bir orak tutuyordu. 


"Kubi?" Gülümseyerek kenara çekildim, yanımdan geçebilmesi için yolu açtım. "Ne yapıyorsun burada?"


Çiçeklerin yanına diz çökerken yeşil gözlerini çekingen bir edayla bana dokundurdu. Suratında tatlı bir tebessüm belirmişti. "Demre sözünü tuttu. Kubi de sözünü tutuyor. Bahçelerini güzelleştiriyor, her yere çiçekler ekiyor." 


Şaşırarak karşımdaki ufak eve baktım. Tıpkı yeşil bir örtü gibi üstünü örterek çatısından sarkan sarmaşıklar büyüleyici bir manzara doğurmuştu. "Burası bizim evimiz mi?"


"Evet, sizin eviniz." 


Birden arkamı dönünce onu gördüm. Az önce girdiğim demir kapıyı usulca iterek tıpkı bir gölge gibi bahçenin içine doğru süzülmüştü. Baştan aşağıya simsiyahtı. Koyu saçları alnına dökülüyordu; dudağının kenarı hafifçe yukarıya kıvrılmıştı. Her nedense, gülümseyişi suratında mağrur bir ifade doğurmuştu. Ancak yine de buna rağmen kusursuzdu; insanı rahatsız etmiyordu. 


Ellerini yavaşça cebine sokarken, telaşsız adımlarla yaklaştı. Sanki her gün aynı kapıdan geçip aynı yolu arşınlıyormuş gibi, yürüyüşü kanıksama doluydu. Yanıma yaklaştıkça genişleyen gülümsemesi, havadaki tüm kasveti hissedilmez kılmıştı.


Kalbim sıkıştı. 


Sekizinci Gün


İçimde bir yerler sıkıştı; aniden karnıma ince bir sızı yayıldı. Saniyeler birbiri üstüne devrildikçe, bu ince sızı da gitgide kalınlaştı; sonunda göğsüme sığamaz bir hâl aldı. 


Boğuk bir ses çınladı. "Uyanıyor sanırım."


Keyifsiz bir gülüş duyuldu. "Öyleyse çok pişman olacak." 


On Beşinci Gün


İçten gülüşü resmen zihnimde çınlamıştı. İstemsizce beni de gülümsetmişti. Aniden esen ılık bir meltem, alnına dökülmüş olan saçları yana doğru savurdu. Keza kokusunu da suratıma çarpmıştı; ama her nedense bu kokuyu aldıktan sonra içime koyu bir hüzün çöktü.   


Zar zor yerine tutunmaya çalışan bir gülümsemeyle, "Senin burada ne işin var, Merih?" diye mırıldandım. 


Ellerini cebinden çıkarmadan omuzlarını silkti. Gözleri adeta suratıma kenetlenmişti; benden başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. "Sana istediğini vermeye geldim." 


Şaşırarak, "Nasıl yani?" diye sordum. 


Ama beni duymazdan geldi; çenesiyle aldırışsızca arkamdaki bir yeri göstererek, aniden konuyu değiştirdi. "Geyiklere özel bir ilgin mi var?"


Neyi kastettiğini anlamayarak omzumun üstünden geriye baktım. Kopkoyu bir birikintinin üstünde yatan kanlı geyiği görünce dehşet içinde sıçrayarak uzaklaşmaya çalıştım. Neler oluyordu? Hayal görmüş olma umuduyla defalarca kez gözlerimi kırpıştırdım. Artık büsbütün huzursuzdum. Gerçek bir ceset olduğunu anlatan o ağır kokuyu aldığım an, korkuyla geriledim. 


Ama sırtımı kaya kadar sert bir engele çarpınca durmak zorunda kaldım. Panikle dönerek, bu sefer de geriye doğru sendeledim. 


Kapıldığım telaşı tezat bir sakinlikle izlerken, çıplak bir sorguyla gözlerimin içine baktı. 


"Ben yapmadım bunu," İstemsizce kekeleyerek, kendimi bu ağır iftiradan aklamaya çalıştım. Yoğun bir korkuya kapılmıştım. "Ben öldürmedim. Elimi bile sürmedim ona. Az önce orada yoktu, eminim. Birisi öldürüp atmış olmalı." 


Aniden gülünce gözleri kısıldı ve biçimli dişleri gözüktü. Fakat neşeden epey uzak, alay dolu bir gürültüydü. "Ellerin aksini söylüyor ama."


Şaşkınlık içinde ellerimi havaya kaldırdım. Gerçekten de bileklerime kadar kana bulanmıştım. Suratıma çarpan kesif, aşina kokusu birden midemi kaynattı. Kabus görüyor olmalıyım. Hayret içinde titreyen ellerime bakarken, kendimi umarsız bir hastalığa yakalanmış kimse gibi hissettim.


Yirmi Sekizinci Gün


Birisi bileklerimden kavrayarak naziklikten yoksun bir sertlikle ellerimi bastırırken, hiç olmadığım kadar tükenmiş bir hâldeydim. Bu yabancı dokunuşla birlikte tüm gücüm de emilmişti sanki. Bütün organlarım uyuşmuş gibiydi. Her tarafımı kuşatmış olan acı, içime çektiğim tüm nefeslerin bedelini bana amansızca geri ödetiyordu.


Hayatta mıyım? 


Tonlarca ağırlığın altındaymış gibi titreyerek aralanan göz kapaklarım, parlak bir beyazlığın retinamı delmesine sebep oldu. Yüzümü buruşturarak hızla gözlerimi geri yumdum. Nefes almak gitgide zorlaşıyordu.


Neredeyim?


"Uyandın mı yoksa?" 


Tiz bir kadın sesi duyunca gözlerim geri aralandı. Başımı binbir güçlükle yana yatırarak sesin sahibini bulmaya çalıştım. Etraf o kadar bulanık ve beyazdı ki tüm bu furya gözlerime hücum ederek beni kör ediyordu. Yanıbaşımda dikilen uzun karartıyı seçebilmiştim; ancak tam anlamıyla suratını göremedim. 


"Sen kimsin?" demek için dudaklarımı araladım ama sesime ulaşamadım. Boğazım öylesine kurumuş bir hâldeydi ki aldığım tüm soluklar genzime takılıp kalıyordu. Birkaç inilti dışında hiçbir şey çıkamamıştı ağzımdan. 


Sessizce başucumdaki masayı kurcalayan kadın, uzun bir sürenin ardından tekrar konuştu. Sesi çok renksizdi. "Uyanmana sevindim ama biraz daha uyuman gerekecek," Bana doğru eğilince gölgesi üzerime düştü. "Henüz uyanma vaktin gelmedi." 


"Hayır..." Fısıltımı yalnızca ben duyabildim. 


Damarlarıma zerk olan ılık bir zehirle göz kapaklarım tekrar ağırlaştı. Kendimi derin bir uçurumun dibinde birikmiş azametli karanlığın içine devriliyormuş gibi hissettim. Zihnimin kıyısına tutunmaya çalıştım ama ellerimden kaydım, tutunamadım.


Kırk İkinci Gün  


Kesik bir hıçkırık sesiyle, gözlerimi kanlı ellerimden ayırarak o tarafa döndüm. Toprağın üstünde diz çökmüş olan Kubi, ızdırap çeker gibi sessiz sessiz ağlayarak kucağına dizdiği menekşeleri ekmekle uğraşıyordu. Topraklı elleri dokunduğu ölüm yüzünden zangır zangır titriyordu. "Demre bu bahçede hiç menekşe ekilmeyecek demişti, Kubi'ye söz vermişti. Neden Kubi'ye yalan söyledi? Kubi ona çok inanmıştı." 


Önünde beş mezar vardı. Üstlerine ekilmiş taze menekşelerin altında ezilmişlerdi.


"Kim bu ölenler? Kimleri gömdün buraya Kubi?" Korkuyla yanına gidecekken, adeta mengene gibi kolumu kavrayan parmaklar tarafından durduruldum. Ama yine de sorgulamayı sürdürdüm. "Yine kimi öldürdüler?"


Beni kendisine çevirerek gözlerinin içine bakmaya zorladı. Kopkoyu bir girdap vardı sanki bakışlarında; dokunduğu her şeyi içine çekiyor, kendi karanlık sularında boğmaya hazırlanıyordu.


"Sen öldürdün, Demre." diye fısıldadı. Suçlayıcılık barındıran vurguları duyunca içimde yoğun bir ağlama isteği kabardı. "Arkadaşlarını öldürdün. Artık sen de bir katilsin. Artık sen de onlar gibisin."


"Hayır!" Gözlerime nüfuz eden yaşlar sicim gibi yanaklarıma devrilirken öfkeyle silkelendim, kıskacından kurtulmak istedim. Benimle bu kadar acımasızca konuşması; gözlerime bakarak beni yaralamaya çalışması, düş kırıklığıyla dolmama neden olmuştu. "Katil değilim ben. Onlar gibi hiç değilim! Kimseyi öldürmedim, istesem de öldüremem zaten. Neden yalan söylüyorsun?" 


Kendisinden uzaklaşma çabamı izlerken yerinden hiç kımıldamadı. Kubi'nin iniltilerle harmanlanan kesik hıçkırıkları, havadaki boğuculuğu arttırıyordu. Kasvet soluklarıma karışarak ciğerlerime siniyordu. 


"Yalan söylemiyorum." Sesindeki soğukluk canımı yakmıştı. Sözleri kalbimin üstüne devrilen bir kül parçası gibiydi; usul usul yayılarak beni de kül ediyordu. "Sana hiçbir zaman yalan söylemedim. Şimdi de söylemiyorum. Kendi hırsların yüzünden arkadaşlarını ölüme terk ettin. İnkar etmen hiçbir şeyi değiştirmeyecek."


İtinayla mezarları süsleyen Kubi'nin acınası çabasına bakarken soluklarım hızlandı. Yanaklarıma devrilen sıcak yaşların altında kavrulurken, geriye çekildim. Önüme serilen gerçeklerden kaçmak istercesine, birkaç savsak adım attım. 


"Neden yapıyorsunuz bunu bana?" Boğulacağımı bile bile gözlerinin içine baktım. Çaresizliğim, kararlılığını kamçılamış gibiydi. Artık yabancı bir adam vardı karşımda. "Ne istiyorsun benden Merih?"


Elini yavaşça arkasına attı, ceketinin altındaki bir şeye uzandı. "Ben senden bir şey istemiyorum." Ansızın beliren silahı çevik bir manevrayla suratıma doğrulttu. Eli hiç titremiyordu. "Sen benden istiyorsun."


Henüz bir karşılık vermemi beklemeden acımasızca tetiğe bastı. Gözünü dahi kırpmamıştı; ürkütücü bir soğukkanlılığa bürünmüştü. Aniden patlayan silah, kulakları sağır eden bir gümbürtü doğurdu. 


Mermi saniyeler içinde karnımı delip geçti; tenimin altına saplanan gücüyle beni geriye sendeletti. Sanki içinde işlenen cinayeti taşıyamayan zaman da benimle birlikte sendelemişti. Her şey yavaşlamış, ağırlaşmıştı.


Titreyerek karnıma tutundum. Kanın ürkütücü bir hızla kıyafetime yayılışını izlerken kesik bir nefes aldım. Kulaklarım uğulduyordu; gözlerim kararıyordu. Acının ellerinde ufalanıyordum. Birkaç savsak adım daha atabildim; ancak daha fazla zemine tutunamayarak sertçe yere devrildim. 


Tepemden yükselen uçsuz bucaksız gökyüzüne bakarken artık uğursuzluğun sebebini anlamıştım. Ağır ağır yanıma sokularak gözlerimin içine bakan Merih, donuk bir sesle mırıldandı. "Sana istediğini vermeye geldim, güzelim." 


Ardından sessizce, ruhumun bedenimden kopmasını bekledi.


Elli Dokuzuncu Gün


Karnımdan göğsüme kadar uzanan kesif bir acıyla panikleyerek gözlerimi araladım. İri bir karartının başucumda dikildiğini fark edince, duyduğum panik büsbütün korkuyla harmanlandı. Hışımla geriye kaykılarak uzaklaşmaya çalıştım. 


Ani tepkimle birlikte irkilen karartı, şaşırarak kolumdan yakaladı. Dudakları kımıldıyordu. Nefes almamı mı söylüyordu? Ama alamıyordum. Beni yatıştırmaya çalışan sözlerini duyabiliyordum fakat hiçbir şey anlayamıyordum. Kendi bedenimin dışından izliyordum sanki tüm yaşanılanları. Etrafımdaki nesneler dalgalanıyor, karşımdaki surat durmadan bulanıklaşıyordu. 


"Sakin ol, derin bir nefes al." Kolumu tutan parmaklarını sıkarak üzerimde baskılayıcı bir buyruk yaratmaya çalışmıştı.  


Başarısız da sayılmazdı. Saniyeler içinde güçsüz düşerek sırtımı yatağın başlığına yasladım. Yalnızca doğrulmuştum ancak bu bile tamamen tükenmeme sebep olmuştu. Resmen beni soluk soluğa bırakmıştı. Defalarca kez gözlerimi kırpıştırarak etrafımdaki olguları gerçek suretleriyle görmeye çalıştım. Ama yapamadım; tüm renkler birbirine karışıyor, zihnimde ürkütücü bir cümbüş doğuruyordu.


Etrafta yalnızca tek bir renk hakimdi; bembeyaz bir yerdeydim.  


Duvarlar üzerime üzerime kayıyor, zihnim bir düşünceye tutunmakta zorluk çekiyordu. Doğru mu görüyorum? Panik içinde dört bir yana döndüm; gerçekten de her taraf bembeyazdı. Tek kişilik bir yatak dışında hiçbir eşyanın bulunmadığı, penceresiz ufak bir odanın içindeydim. Yumuşak bir yatakta uzanıyordum. 


"Neredeyim ben?" diye fısıldadım, korkuyla. Üzerime eğilerek beni tutan silüete döndüm; gitgide yerine oturan simasıyla, karşımdakinin bir kadın olduğu belliydi. "Sen kimsin?" 


Temiz bir tuvale yapılan fırça darbeleri gibi gittikçe belirginleşen çehresi, tamamen yabancı bir insan açığa çıkarmıştı. Birden bu beklenmedik uyanışın afallamasıyla tekrar paniğe kapıldım; çünkü etrafımdaki her şey çok yabancıydı. Hışımla kolumu çekip kurtarmaya çalışsam da bırakmadı.


"Zorluk çıkarmazsan senin için daha iyi olur," diyerek uyardı, tekdüze bir sesle. 


Kolumdaki bir şeye uzandığını fark edince sağ tarafıma damar yolu açmış olduğunu gördüm. Derimin altından çıkarak tepemdeki büyük bir torbaya uzanan ince kabloya bakarken, yeniden kadının sesine sağırlaşmıştım. Yine telkinlerini duyamıyordum.


"Ne veriyorsunuz bana? Kendimi..." Acıyla yutkunarak, kupkuru kesilmiş olan boğazımı yumuşatmaya çalıştım. Sanki aylardır tek bir yudum su bile içmemiştim. "Kendimi çok garip hissediyorum." 


"Seni iyileştirmek için çabalıyoruz," dediğini duyunca kaşlarımı çattım. Gözlerimi ona odaklayabilmek için uğraşıyordum. Sözleri beni şaşırtmış olsa da nedense istediğim anda istediğim tepkiyi veremiyordum. Başımı daha fazla taşıyamayarak arkaya yaslandım. "Maalesef ki hastasın. İyileşmek için buradasın." 


"Ne hastalığı?" Kolumdaki iğneyi çıkarmaya kalkışınca hoyratça beni durdurdu. Nitekim benden çok daha güçlüydü. 


Birden üstüme giydirilmiş beyaz takımı fark edince şaşkınlığım giderek katlandı ve bir noktadan sonra saf bir korkuya dönüştü. "Hasta falan değilim ben. Ne giydirdiniz bana böyle? Ne veriyorsunuz bana? Nereye kapattınız beni?" 


Ama sorularımı duymazdan gelmişti. 


Benimle gerektiği şekilde baş edemeyeceğine karar vererek kapıya yürümüş ve üst üste birkaç sefer vurmuştu. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. "Tedavi olmayı kendin istedin, o yüzden buradasın. Kendi ellerinle gelip sözleşmeyi imzaladın. Zihnindeki hastalık yüzünden bu anları hatırlayamıyorsun ama gerçek bu."


"Ben böyle bir şey istemedim, yalan söylüyorsunuz!" Sırtımı yataktan ayırarak binbir zorlukla oturur pozisyona geldim. Bana ne vermişlerdi? Tenimde bir uyuşukluk geziniyordu; parmak uçlarımda tuhaf bir hissizlik vardı. 


Duvarlar etrafımda dönmeye başlayınca, hınçla kolumdaki iğneyi söküp attım. İnce bir yol gibi tenimin üstünden akan ılık kanı görünce gözlerim karardı. 


Tam bu esnada kadının vurduğu kapı hızla aralanmış ve eşikte iki uzun, maskeli adam belirmişti. Gözlerimi kırpıştırarak kapının ardındaki loş koridoru görmeye çalışırken, hızla yataktan kalkarak uzaklaştım. Ani ayaklanmayla başım dönünce geriye doğru sendelemiş, hızlıca soğuk duvara tutunmuştum.


Hâlâ aşağıdayım. Beni Mahzen'de tutuyorlar. 


"Zorluk çıkarmazsan her şey daha iyi olur, Demre." İsmimin üzerine yaptığı baskı beni itaat etmeye itecek kadar güçlüydü. Dimdik duran duruşuyla, akıl almaz bir hâkimiyeti vardı. "İzin ver seni iyileştirelim. Zihnindeki hastalığı yok edelim. Tehlikeli olduğunu artık sen de biliyorsun." 


"Ne hastalığı? Ne tehlikesi? Ne saçmalıyorsunuz siz?" Yatağın etrafından dolanarak üzerime gelen adamlardan kaçmaya çalışırken, avazım çıktığı kadar bağırdım. O kadar sersem bir hâldeydim ki istemsizce kekeliyordum. "Beni hasta olduğuma inandıramazsınız. Arkadaşlarıma ne yaptınız? Nerede o alçak herif? Nereye götürdü arkadaşlarımı?"


Kendimi karşı duvara doğru atarak aralık duran kapıya varabilmek için var gücümle koştum fakat yapamadım. Kollarımdan tutarak beni geriye sürükleyen ellerin arasında çırpındım, kurtulmaya çalıştım. Ancak kurtulamadım. 


"Bırakın beni! Asıl hasta olan sizsiniz!" Öfkeyle suratına doğru haykırdığım kadın, istifini hiç bozmadan ellerini önünde kavuşturdu ve adamlar beni yatağa geri sürüklerken, sakince kenarda dikilerek bekledi. Yatağa bastırılarak bileklerimden kayışlarla bağlanırken, aldırışsızca alıkonulmamı izlemişti.


Soğukkanlı bir ihtiyatla konuşmasını sürdürüyordu. "Arkadaşlarına kimse dokunmadı. Halüsinasyonlar görüyordun, kendinde değildin. Arkadaşlarını sen öldürdün. Hastasın, tedavi görmen gerekiyor."             


"Yalan söylüyorsun!" Dehşet içinde çırpınmayı bırakarak, üzerime atılan iftiranın izlerini bulmak istercesine kadının gözlerine baktım. Usulca yatağın ucuna geçmişti; dimdik tuttuğu çenesiyle, inkar etme çabamı dinliyordu. "Suçu benim üstüme atacak kadar korkak mısınız? Madem bir halt yediniz, o zaman arkasında durun!" 


Ellerimi sımsıkı bağlayan adamlar, bu sefer de yatağın ucunda duran kayışlara uzandı. Zorla bacaklarımdan tutarak kayışları bileklerime geçirdikleri esnada, artık kurtulamayacağımı anlayarak debelenmeyi bıraktım. Soluk soluğa kalmıştım; harcadığım güç resmen tüm bedenimi hırpalamıştı. Acı hiç olmadığı kadar diriydi. Sızlamayan tek bir uzvum bile yoktu. 


"Tan Şahoğlu nerede?" diye mırıldandım, kesik kesik soluklarla. Ama bir yanıt alamamıştım. Beni yatağa kenetledikten sonra hızla uzaklaşan adamlara baktım. Aralanan kapının ardındaki karanlığı görmeye çalışıyordum.         


Sonra birden odanın köşesine montelenmiş ufak kamera gözüme ilişti. Üstündeki kırmızı ışık, suratıma dikilmiş bir çift göz misali her saniye yanıp sönüyordu.


Yorgun argın gülerek, "Karşıma çıkmaya cesaretin yok mu? Ekranın arkasından izleyecek kadar korkak bir adam mısın?" diye mırıldandım. 


Ağzımdan çıkan her yanıtsız soru havada asılı kalmasına rağmen beni duyduğunu biliyordum. Göremesem de beni izlediğini hissedebiliyordum. Ve her nedense, bu sessiz gerçek ona karşı duyduğum içimdeki nefreti daha da körüklüyordu. 


"Yirmi dört saat boyunca gözetim altında tutuluyorsun, bu yüzden odanda bir kamera olması kaçınılmaz," Tekrar tekdüze bir sesle konuşmaya başlayınca, başımı yastığa koyarak kadına baktım. Buz gibi bir hisle dolmuştum; istemsizce titriyordum. "Zorluk çıkardığın takdirde bu şekilde yatağa bağlanacaksın. Henüz yaraların iyileşmedi. Kendi sağlığın için en iyisi uslu durmak."


Birkaç derin nefes alarak acının konuşmama müsaade etmesini bekledim. "Ne zamandır buradayım?"


"Neredeyse altmış gündür." 


"Ne?" Hayretle başımı yastıktan ayırdım ve yatağa bağlı olduğumu unutarak doğrulmaya çalıştım. Fakat yapamadım, geri sırtüstü uzandım. "Altmış gündür beni bu odada kilitli mi tutuyorsunuz? Bu yaptığınız büyük bir suç! Çıkarın beni buradan. Beni böyle hapsedemezsiniz."


"Az önce de belirttiğim gibi," Sesini yükselterek beni nobranca susturdu. Ardından tekrar nazik bir düzeye indi. "Kendi rızanla buradasın, tedavi edilmeyi isteyen sendin. Bunun için sözleşme bile imzaladın," İnkar etmeye çalışsam da beni dinlemeyerek yanıma sokulmuştu. Çehresi hâlâ bulanık olsa da gözlerindeki koyuluk fark edilmeyecek gibi değildi. "Artık endişelenmeni gerektirecek bir şey kalmadı. Seni kafanın içindeki hastalıktan kurtaracağız."  


"Hayır, yapma!" Öfkeyle çırpınarak kendimi ondan uzaklaştırmaya çalıştım. Ancak çoktan deneyimli parmaklarıyla kolumu kavrayarak beni yatağa çivilemişti. Karşı koyamayacağım kadar çevikti. Söküp attığım iğneyi tekrar derime saplamış, geri tenimin üstüne bantlamıştı. 


Ardından elini cebine soktu ve ürkütücü bir hızla ufak bir şırınga çıkarttı.


"Yalnızca biraz uyuman gerek," Üzerime dökülen fısıltısı, beni çetin kâbuslara hazırlayan şefkatli bir ninni gibiydi. "Uyandığında her şey düzelmiş olacak."        


Seksen Beşinci Gün


Kadife bir karanlığın içindeydim.


Karşımda duran ihtişamlı geyiğe bakıyordum. Açık tonlarla harmanlanmış toprak rengi tüyleri, çelimsiz ay huzmeleri altında parlıyordu. Ağır bir görkeme sahip boynuzlara rağmen, başı dimdikti. Kara gözleri, sakince etrafındaki sessizliğe dokunuyordu.


Yanında tanıdık bir silüet vardı. 


"Aralarına girmek için bir bedel ödemen gerekiyordu, Demre." Ormanın ıssızlığına devrilen bu anlayışlı sözler, aynı anda içimdeki ıssızlığa da devrilmişti. Sanki tüm organlarım boşaltılmış gibiydi; ağır bir boşlukla doluydum. "Sen de bu bedeli ödedin."


"Aralarına giremedim ama Mustafa abi," diyecekken, birden sözümü kesti. 


"Bir önemi yok artık, Demre. Masalarına oturman yeterli." Usulca yanındaki geyiğe doğru uzanarak nazik hareketlerle başını okşamaya başladı. Hafifçe boynuzlarını sallayan hayvan beni ürkütmüş olsa da onu ürkütmemişti. Yavaşça okşamaya devam ediyordu. 


"Artık onun da bir önemi yok," dedim, nefesimi üflerken. Gözlerimi etrafımdaki karanlık ormanın içinde gezdirmiş, ardından tekrar onun üstünde duraksamıştım. "Artık bitti, yapabileceğim hiçbir şey yok. Yenildim. Beni delirtmeye çalışıyorlar." 


Gülümseyerek bana baktı. Eli okşamayı bırakmış, geyiğin başında duraksamıştı. "Öyleyse sen de delir. İstediklerini ver onlara."


"Nasıl yani?" diye mırıldandım ancak bir yanıt alamadım. Aniden sıçrayarak ormanın derinliklerine doğru savrulan geyik beni korkutarak geriletmişti. 


İrkilerek gözlerimi aralayınca kendimi beyaz bir tavanla bakışırken buldum. Acıyla yutkundum, birkaç sefer gözlerimi kırpıştırdım. Yanıbaşımdaki karartıyı fark edebilmem biraz zaman almıştı. Birbirine karışan renkler ve silüetler suratını seçebilmemi zorlaştırıyordu ancak ben zaten kim olduğuyla ilgilenmiyordum.


Kendimden beklemediğim bir sayıklamayla, birdenbire fısıldadım. "Merih nerede?" 


Yadırgama dolu bir duraksamanın sonunda karşılık alabildim. "Merih kim? Burada öyle birisi yok."


Ona kim olduğunu anlatmaya çalışmadım; zira artık ben de bilmiyordum.         


 Yüz Yirmi Beşinci Gün


Ani bir ızdırapla silkelenerek, gözlerimi araladım. Gördüğüm sanrıların gerçekliğiyle sarsılırken karnıma saplanan merminin varlığını yeniden içimde gibi hissettim. Bir an önce uyanmak ve kendimden uzaklaşmak istiyordum. Her ne geziniyorsa damarlarımda, gerçekliğe tutunmama mani oluyordu. Sırf kendi zihnimin işkencelerinden kurtulabilmek için, yaşadığım ânın acımasızlığına bile sığınmaya hazırdım. 


Çiğ bir ışığın yüzüme vuruşuyla körleşirken, hızla yüzümü buruşturdum. Sanki bu ânı önceden de yaşamıştım; uyandırdığı hissiyatlar çok tanıdıktı. Aşina olduğum ama bir o kadar da yabancılık duyduğum bir acıydı. 


Birden kısık bir ağlama gürültüsü duydum; bir süre sonra bu sesin bana ait olduğunu anladım. Elimi kaldırmak istedim fakat yapamadım. O kadar ağırdım ki kendimi taşıyamıyordum. Nerede olduğumu daha iyi anlayabilmek için bulanık gözlerle etrafa bakındım. 


Hâlâ beyaz bir mahzendeydim. 


"Bu taraftayım."


Korkarak soluma döndüm. Gri gözlere dokunduğum an hızlanan nabzım odanın tiz bir sinyalle dolmasına neden olmuştu. Başımın üstündeki cihazdan yükselen bu kulak tırmalayıcı gürültü, yaşlı adamı gülümsetti.


Ahşap bir sandalyenin üstündeydi; ihtişamlı bir taht edasıyla yayvanca oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Tek eliyle tuttuğu ahşap baston kendisi için elzem bir uzuvmuş gibi duruyordu. Serçe parmağındaki yüzük, tüm yaşanılanların görkemli bir özeti gibi parlıyordu.


Çok değişmişti. Gözlerindeki donukluğun yorgun bir tarafı da vardı. Yüzündeki çizgiler artarak ihtiyarlığını belirginleştirmişti; ağır sıkıntılar çektiği için bedeni kendisinden önce yaşlanan kimseleri andırıyordu.


Engin bir sessizliğin içinden, "Ne yapıyorsun bana?" diye fısıldayarak yüzeye çıkan ilk kişi ben oldum. Uzun zamandır orada oturarak beni seyrediyormuş izlenimi vermekten çekinmiyordu; huzurumu kaçıran bir dinginliği vardı.


"Seni kameraların ardından izleyecek kadar korkak olduğumu düşünmüşsün," diyerek söze girdi. Sesi de duruşu kadar sakin ve tasasızdı. Kendi kendine şarkı mırıldanan biri gibi alçak bir perdeden konuşuyordu. "Kameranın arkasından da izlerim, iki adım ötenden de. Ne de olsa bana ait değil misin? İstediğim yerden, istediğim şekilde izlerim."


"Ben sana ait falan değilim, pislik herif." Tekrar ellerimi kaldırmak isteyip de yapamayınca kayışlarla yatağa bağlandığımı fark ettim. Gözlerimi yumarak kızgınlığımı dindirmeye çalıştım; böyle bir hâldeyken elimden hiçbir şey gelmezdi. Yapabileceğim tek şey sakin kalmak ve düşünmekti. 


Gözlerimi aralayarak tekrar suratına baktım. Biraz da olsa durulmuştum. "Ne yapıyorsun bana?"


Belli belirsiz gülümseyerek, hafifçe omuz silkti. Karşısında bu kadar çaresizce duruyor olmamın ona zevk verdiği apaçıktı. "Sana iyilik yapıyorum. Bir sabah uyandığında bütün dertlerinden kurtulmuş birisi olabilmen için çabalıyorum."


Öfkeyle, "Ne saçmalıyorsun?" diyerek tersledim.


"Sana tertemiz bir hayat sunacağım," Sanki vaat ettiği temiz hayat hemen önündeki boşlukta duruyormuş gibi elini davetkâr bir edayla kaldırdı. Asabiyetimi görmezden gelmişti. "Arkadaşlarını katletmenin vicdanına tutsak edeceğim seni. Kendi çürümüş zihnine hapsedeceğim. Bekle, sana bu dünyadaki cehennemi tattıracağım."


O kadar büyük bir hayretle güldüm ki dudaklarımdan çıkan ses bana bile çok marazi geldi. "Arkadaşlarımı ben öldürmedim. İstediğin kadar işkence yap bana, asla bu yalana inandıramazsın beni. Ben sadece bir kişiyi öldürdüm. Bununla gurur duymuyorum ama hiçbir zaman pişmanlık da duymayacağım. Ah dur, bir dakika," Kısa bir an tekledim; çünkü tatsız bir detay anımsamıştım. "Sahi, biricik kızın ne yapıyor? Nerelerde? En son kendi kanında boğuluyordu sanki yanlış hatırlamıyorsam."


Dudaklarındaki gülümseme korkunç bir hızla yok oldu; suratındaki tüm keyif sönüp gitmişti. Gözlerindeki grilikle harmanlanan nefret o kadar yoğundu ki bir an ayağa kalkıp bana saldıracağını zannettim. Fakat öyle bir hamle yapmadı. 


Sessizliğini sergileyen bir büst gibi yalnızca sustu. İstifi hiç bozulmamıştı; gözünü dahi kırpmıyordu. 


Yarasına parmak basmaktan zevk alarak hıncımı çıkarmayı sürdürdüm. Hastalıklı bir umursamazlığa kapılmıştım. Çünkü artık yaşama arzusunun afaki hissettirdiği bir hâldeydim. "Çok merak ettim doğrusu, bahçenin neresine gömdün? Kızına nereyi layık gördün? Onun da mezarına menekşeler ektirdin mi?" 


Uzun bir süre kışkırtmalarıma karşı sessizliğini korudu. Sonunda konuştuğunda hâlâ sesinde bir dinginlik duyabilmek canımı sıkmıştı. 


"Ben kötü bir adam değilim," Birden bacağını indirerek yavaşça ayağa kalktı. Üstündeki ceketi düzeltmiş, kravatına ufak bir dokunuş bırakmıştı. Tüm bunları yaparken gözlerini hiç üstümden ayırmıyordu. "Bilseydim ki evladım bu hâlde, son kez onu görmek isterdim. Maalesef empatiye sempati duyuyorum, bu da benim zayıflığım diyelim." 


Kaşlarımı çatarak neden bahsettiğini anlamaya çalıştım. Değil bir şeyleri kavramak, düşüncelerimi bile zar zor bir araya getirebiliyordum. 


Tan Şahoğlu dudaklarını büzerek yatağımın ucuna doğru uzaklaştı. Bastonunu öylesine sert vuruyordu ki zemine, insanı kasti olarak yaptığına kolayca ikna ediyordu.


"Ama tabi başka sebeplerim de var. Seni doğduğuna pişman edebilmem için," Kendi kendine mırıldanarak kapıya sokuldu. Ağır ağır bana doğru döndü; iki elle bastonuna tutunarak gözlerini üstüme dikti. "Önce seni doğurandan başlamam gerekiyordu." 


Birden kapı sonuna kadar aralandı; eşikte perişan, hamile bir kadın belirdi. Dehşet içinde doğrulmaya çalıştım fakat yapamadım. Geri sırtımın üstüne devrildim.


Gözlerimiz birbirine değdiği ân, sanki zaman etrafımızdan çekildi ve bizi noksanlığıyla sınamaya başladı. İçimde bir şeyler koptu; artık tutmaya çalışmadım. Ruhum bedenimin altında ezildi; kurtarmaya çalışmadım. 


Ama ne kadar kendimden vazgeçsem de ondan vazgeçemezdim. Ne kadar kendimi geride bıraksam da onu gerimde bırakamazdım. Biliyordum. Herkes yanabilirdi belki, yangınlarımda kavrulabilirdi; ama onun canı yanamazdı.


Çünkü o yanarsa, ben de yanardım. Biliyordum. "Anne.."






Demre kız delirttiler seni iyi mi? BerenZerenCeren'e gerçek kanka geliyor jsjdjdjs. Gitti gül gibi kız. Neyse Merih nerdee boyu posu devrilesicee 🔪  


Sizce Demre'nin sonu nereye gidiyor? Tahminleri alabiliriz 😭


Şey dermişim Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hsjxhshssjjs

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-