23

 

Selamm ❤️‍🔥 Azalanlar'ın ikinci kitabına hoş geldiniiz! O kadaar heyecanlıyım ki elim titriyor şu an saçma bir şekilde 🫠 Bölüme geçmeden önce size bir teşekkürü borç bilirim. En son bölüm yüklediğimde sadece 2 bin küsür civarı okunmam varken şu anda neredeyse 50 bin olduu 😭😭😭 Çok duygusalım şu an hüngür foşurt ağlıycam ha 😭 Biiir sürüü mesaj ve yorum geldi hepsi birbirinden tatlıydı çok ama çok teşekkür ederim herkese 🥺🤍✨


Lafı çok uzatmayayım ben. Bu bölümde sizi Merih'in hayatına dahil ediyorum. Demre tımarhanesinde mışıl mışıl uyuyor 🫶🏻 Ne haltlar çeviriyorsun bakalım bipolar Merih bizden saklayamazsın 🔪


23: YERALTINDA GÜNEŞİ ARAYANLAR



MERİH KARAHAN


6 Yıl Önce, 21 Kasım 2016 


Basmane, İzmir 


Her avın eti yenmezdi; ama bu avlanmasına mâni de olmazdı.


Gecenin sonunda bu sözlerle teselli edilecek, sökülen vicdanımı bu telkinlerle dikecektim.


Şehrin tüm kirini yansıtan kaldırım kenarındaki birikintinin üstünden geçerken, aceleyle önümden yürüyen karartıların peşindeydim. Dehlizi andıran dar bir sokağa girmiştik. Duvar misali yükselen ihtiyar binaların arasındaydık. Derme çatma bir motelin tabelasında yanıp sönen kırmızı neon yazı karanlığın içindeki tek renkti. 


Sokak lambalarının ısrarcı çabalarına rağmen, kaldırımlara devrilen üç siyah gölgeden ibarettik. 


Duvara sokularak yağmur suyunu damlatan çatı oluğunun altına sindi; cebinden çıkardığı siyah eldivenleri eline geçiriyordu. Başını yavaşça arkaya atarak bizimle göz teması kurdu. Siyah ceketinin omuzlarında ufak damlalar birikmişti; parlıyorlardı. Tek kulağından sarkan siyah maske, esintilerin altında sallanıyordu.


"Eldivenler ve maskeler. Hiçbir kusur istemiyorum." dedi, çabasız bir buyrukla. Tıpkı erlerine emir veren bir komutan gibiydi. Maskesini taktıktan sonra etrafı tarayan kara gözleri önce onun suratına dokundu, ardından bana kaydı. Zihninden her ne geçtiyse, gözlerinin bende daha fazla oyalanmasına neden olmuştu.


Eldivenli eliyle bileğindeki saati açığa çıkardı. Duruşu kaskatıydı; her an ileriye atılmaya hazır ve tetikteydi. "On dört dakika kırk saniye. On beşinci dakikada kavşağa yürüyor olacağız."


Onaylanma kaygısı gütmeden sertçe saatinin düğmesini ezdi ve tiz bir bipleme sesinin yürekleri inletmesine neden oldu. 


Çevik bir atakla sindiği kuytudan çıkarak, iki binanın arasına gizlenmiş olan yangın merdivenine doğru koştu; bizi de peşinden sürükledi. Alınan her nefesle birlikte tükenen bir geri sayımın içine girmiştik. Sanki biz yaklaşmaya çalıştıkça zaman bizden uzaklaşıyordu. 


Ölüm, on dördüncü dakikanın her saniyesine nüfuz edebilmek için bir kenarda pusuya yatmış, bizi bekliyordu. 


İki yanına devrilen gölgeler misali Oğuz'un hemen arkasındaydık. Onun attığı adımları atıyor, onun aldığı solukları veriyorduk; öylesine ürkütücü bir uyumdu ki bu, tek bir bedenin farklı uzuvlarından farksızdık. 


On dört dakika kırk saniye.           


İkinci katın demir kapısını açarak, taze yağmur kokusundan otel koridorlarındaki rutubete adım attık. İçerdeki kasvetle müthiş bir uyum sağlayan sessizlik raks ediyordu etrafta. Oğuz önderliğin verdiği gerginlikle, üzerine dört sayısının iliştirildiği ahşap kapıya doğru sokuldu. Ama henüz birkaç adım atmışken durdu; bir terslik vardı. Parmağının ucuyla aralık duran kapıyı hafifçe itince koridordaki ıssızlık nahoş bir gıcırtıyla sarsıldı. 


Öne doğru eğilerek, odayı doldurmuş olan zifiri karanlığı kolaçan ettim. 


Temkinli bir yavaşlıkta içeriye gireceğimiz esnada birkaç duvar öteden gelen boğuk bir erkek sesiyle duraksadık. Oğuz ihtirastan kararmış gözlerini bize dokundurdu; odaya girmekten vazgeçmişti. Hiç beklemeden koridorun kıyısına doğru yürümeye başladı. Odaya varmamıza birkaç adım kalmışken en arkadaki adama kapının önünde nöbet tutması için hızlı bir işaret verdi. Ardından gözleri beni buldu.


Peşimden gel. 


Ahşap kapı fazla güç uygulamadan itirazsızca açılmıştı; artık sessizliğin hükmettiği odaya doğru süzülürken, ben de arkasından girdim. Dikkatimi çeken ilk olgu, etrafa sinmiş taze temizlik kokusu oldu. Kaşlarımı çatarak, ışığı sönük olan lavabo kapısına baktım. 


Ama içerde adamdan başka kimse yoktu. 


Sırtı bize dönüktü; ufak odanın tam ortasında dikiliyordu. Ayakları çıplaktı; dizlerinin titrediğini fark edememek olanaksızdı. Sanki kaça kaça hayatının ucuna, dik bir yamacın kıyısına varmıştı; artık atılacak bir adım kalmamıştı. Boğazımı ağır bir his tıkayınca sertçe yutkundum. Az sonra ardımızdan ölümün de içeriye gireceğini bilerek, kapıyı aralık bırakmıştım.


"Yoldaşlar'ın sana selamı var." Adama ölüm fermanını okurcasına mırıldanan Oğuz, kuşkusuz bir kararlılıkla üzerine doğru yürüdü. Yalnızca önündeki maktule odaklanmıştı; gözü ondan başka hiçbir şey görmüyordu. "Seni zorluklardan yıldızlara göndermeye geldik ihtiyar."


Birden panikleyerek kaçmaya yeltenen adam bana doğru sendeledi. Yaşadığı korkunun yoğun kokusu suratıma çarptı. Henüz yanımdan geçemeden kolunu yakalayarak, içim kıyıla kıyıla odaya geri itekledim. Maruz kaldığı güçle tökezleyince, kolu konsolun üstünde duran vazoya çarptı. Yere devrilerek parçalara ayrılan vazo, odadaki gerginliği de dağıtarak zemine saçılmıştı.


Aniden kopan bu yersiz yaygara Oğuz'u daha da insafsızlaştırdı.   


"Siktirtme şimdi bana belanı," Sıkılı çenesinden taşan bu öfkeli ikaz kendisini ne kadar zor dizginlediğinin kanıtıydı. Zira adama asla vuramayacağının farkındaydı; kusursuz bir intihar ânı resmedebilmek için geride hiçbir pürüzün kalmaması şarttı. "Dizlerinin üstüne çök hemen. Çök yere çök!"  


Yaşlı adamın sonuna kadar aralanan gözleri önce arkada duran bana, ardından celallenerek üzerine yürüyen adama kaydı. Acı hıçkırıklar ve yalvarışlar eşliğinde yavaşça dizlerini kırmaya koyulmuştu fakat omzunu çöken tahammülsüz el yüzünden hoyratça yere devrildi. Kendi içine doğru bükülerek anlamsız sözler sayıklamaya başladı.


"Söyle bakalım ihtiyar," Sırtındaki çantayı yere indirerek sökercesine fermuarını açan Oğuz, bir yandan da hoş bir sohbet edasıyla adamla konuşmayı sürdürüyordu. Önünde kıvranarak son nefeslerine tutunan bir insan yokmuş gibi kayıtsızdı. "Kiminle konuşuyordun biz gelmeden önce?"


Adamdan kesik bir hıçkırık dışında hiçbir karşılık alamayınca, suratıma dahi bakmadan emir savurdu. Tüm odağını çantanın içinden çıkan kalın urgana vermişti. "Lavaboyu kontrol et."


Hiç beklemeden arkamı döndüm, kapalı kapıyı açarak karanlığa karıştım. Lavabonun kenarına bırakılmış nemli bezi görünce birden ağırlaştım. Siktir. Odaya doğru kulak kabarttım; hâlâ adama sataşan asabi sesini duyabiliyordum. Kalbim adeta göğsümü yumruklarken birkaç sakin adım daha attım. Küvetin içinde birisi vardı. Aldığı kesik solukları duymamak olanaksızdı. 


Küveti ardında gizleyen perdeyi tutarak usulca kenara kaldırınca kalbim sızladı. O kadar ani ve keskin bir sızıydı ki bu, neredeyse beni irkiltecekti.


Kenara sinmiş, dizlerini kendisine doğru çekmişti; saklandığı yerde öylesine ufak bir alan kaplamıştı ki, çabası hüzün vericiydi. Elleriyle ağzını örtmüştü; siyah gözlerinde iç burkan bir korku hakimdi. Beti benzi atmıştı; öyle ki kireç kadar beyazdı. Tüm bedeni titriyordu. Henüz küçüktü; ama otel çalışanı olduğu üstündeki üniformadan belliydi.


Hiç kımıldamadan, iki büklüm hâlde titreyen küçük kıza baktım. Yapamazdım. Hiçbir suçu olmayan masum bir hayatı tehlikeye atamazdım. Kendi vicdan mahkemelerimde yaptığım hazin yargıların sonucunda derin bir soluk aldım. Aldığım kararın sebep olabileceği tüm tahribatı sırtlanır gibi duruşumu dikleştirdim.  


Kızın hâlâ hiçbir tepki vermemiş olmasına güvenerek, yavaşça işaret parmağımı dudaklarımın üstüne bastırdım. Böylece hayatımın en büyük kumarını oynadım. Her biri farklı felaketlerle sonuçlanabilecek ihtimaller kumarında, ortaya kendi canımı koydum. Eğer kız susmazsa, içerdeki urgan ikimizin de boynuna dolanacaktı. Eğer yaşlı adam susmazsa, peşinden bizi de ecelin kollarına sürükleyecekti. 


Bu gecenin sonunda ya bir hayat devrilecekti; ya da üç hayat birden devrilecekti.


Kaderimin dizginlerini yabancı bir kızın ellerine tutuşturduğumu bile bile perdeyi bıraktım. Ne tereddüt edebilirdim bu saniyeden sonra, ne de durup düşünebilirdim. Hızlıca kapıyı arkamdan örterek lavaboyu terk ettim.


"Temiz, kimse yok." dediğimde Oğuz hiçbir tepki vermedi; arkasını dahi dönmemişti. 


Yaşlı adamın çatık kaşları gevşemiş, suratındaki tüm duygular dağılmıştı. Nefes nefese bana bakarken, attığım her adımla gerilerek yanlarına yaklaştım. Dudaklarının arasından taşacak tek bir söz, her şeyi bitirebilirdi. 


Sessizce birbirimizle bakıştığımız bu gürültülü suskunluk, elindeki ipi ayarlamakla uğraşan Oğuz tarafından dağıtıldı. Yan gözle, önünde dizmiş olan adama bakıyordu. "Kiminle konuşuyordun öyleyse? Polisi mi aradın lan yoksa?" 


Adam korku ve panik karışımı bir telaşla, "Hayır," karşılığını verdi. Yalvarırcasına bir bana bir ona bakıyordu. "Polisi aramadım. Temizlikçi kıza bakınıyordum. Kendi kendime söyleniyordum."


Temizlikçi kızı söze karıştırması gerginliğimi kamçılasa da daha fazla konuşmaya fırsatı bulamadı. Gitgide daralan vakit, Oğuz'u telaşlandırmıştı. Hiç beklemeden elindeki halatı adamın boynuna geçirmiş, var gücüyle de sıkıştırmıştı.


Adamın ciğerlerine nefes sokma çırpınışlarını seyrederken soğukkanlılığımı korumak için üstün bir çaba sarf ettim. Yaşadığım ânın vahşeti şahsiyetime öylesine tersti ki, birden kendimi içinde soluklandığım bedene yabancı hissettim. Bu köhne otel odasının ortasında dikilen ve amansız bir cinayete tanık olan adam ben değildim de bir başkasıydı sanki. 


Yalnızca bir duvar ötedeki masum bir canı yaşatabilmenin ferahlığı, önümdeki can çekişmeyle saniyeler içerisinde yerle yeksan olmuştu. Bir hayatı kurtarabilme arzusu tüm anlamını yitirmişti. 


"Tut ucundan." dediğini duyunca silkelenerek kendime geldim. Gösterdiği ipi tutmuş, cesedi dolabın kenarına asabilmesi için tüm gücümle çekerek yardımcı olmuştum.


Hallettikten sonra nefes nefese geriye çekildim ve hafifçe sağa sola sallanan ruhunu kaybetmiş bedene baktım. Ama daha fazla bakabilecek cesareti bulamadım; çabucak sırtımı döndüm. Yerdeki vazo parçalarına basmamaya özen göstererek, hızlıca çantasını geri sırtına geçiren ve çıkışa yürüyen Oğuz'un peşine takıldım. 


Bu kadardı. Bir canı katletmek bu kadar kolaydı. 


Darmadağın bir zihinle kapıyı arkamdan örterek koridora çıkarken, küvetteki küçük kızın cesedi gördüğünde ne kadar ağır bir yara alacağına düşünüyordum. Ömrü boyunca unutamayacağı kızgın bir demir gibi dağlanacaktı zihnine. 


Kapının eşiğinde dikilen diğer adamın, "Küçük bir kız az önce buradan geçti, yukarı kata çıktı." demesiyle şaşırarak düşüncelerden sıyrıldım. Suratımı örten maske nefes almayı gitgide zorlaştırıyordu. Yaşadığım huzursuzluk öylesine yoğundu ki bana kendimi güçsüz hissettiriyordu. 


"Sen ne yaptın peki? Böyle bön bön suratına mı baktın?" Oğuz'un hiddet dolu fısıltısını işitince kolumun kenarıyla alnımdaki teri sildim. Tükenmek bilmeyen, korkunç bir geceydi. "Şüphe uyandırmayacak şekilde davransaydın ya puşt herif! Kapının önünde böyle dikildiğini görünce ne düşünür kız?" 


"Bir anda geldi ben de anlamadım," diyerek hatasını telafi etmeye çalışan adam, destek ararcasına bana baktı fakat aradığı desteği bulamadı. Hiçbir şey söylemeden, sessizce kenarda beklemeyi sürdürdüm. "Boşluğuma denk geldi, Oğuz abi." 


"Ben senin boşluğuna denk geleceğim birazdan," diye tersleyerek, kolundaki saate baktı. Ardından gözleri beni buldu; zihninden geçen düşünceyi eyleme dökmenin götürülerini hesaplıyor gibiydi. Sonra birden kararını verdi, kendinden emin bir edayla çenesini dikleştirdi. "Sen geldiğimiz yerden geri dön, kavşağın oraya çık. Söyle arabayı sokağın başına getirsinler. Merih'le biz bir dakika içinde orada olacağız." 


Aldığı direktifle harekete geçen adam, dakikalar önce girdiğimiz yöne doğru koşar adımlarla uzaklaştı. Birden telaş rüzgarı vuku bulmuştu. Henüz ben durduramadan, aynı anda Oğuz da yukarıya uzanan basamakları tırmanmaya başlamıştı. Öylesine hızlı ve atikti ki arkasından yetişebilmek için koşmam gerekmişti. 


"Oğuz hayır, bekle," Köşeyi döndüğüm esnada merdivenin tepesinde duraksadığını gördüm. Sırtı bana dönüktü; sesimi duyamayacak kadar bir yere kilitlenmişti. Son iki basamağı tek seferde zıplayıp arkasından yetiştiğimde, niçin durduğunu da anlamış oldum. 


Elinde tuttuğu kırmızı elmayla, aralık kapının eşiğinde küçük bir kız dikiliyordu. Henüz tam çiğneyemediği lokmayı zar zor yutkununca bir anlığına kaşları çatılmıştı; boğazının yandığı belliydi. Ama kaşlarını çatmaktan öte bir tepki veremedi. Şaşkın bakışları, siyahlara bürünmüş iki maskeli adama kenetlenmişti.


İri gözleri masmaviydi; bedeni, yeterince iyi beslenemeyen biri gibi çelimsizdi. Küvetteki kızdan da küçük duruyordu.


"Siktir!" Dudaklarımdan taşan kısık küfür, adeta pimi çekilmiş bir bomba etkisi yarattı. 


Oğuz henüz ben durduramadan öne atılarak iki büyük adımda kızın yanına tünedi ve iri eliyle, çıkmaya hazırlanan feryadın üstüne kapandı. Kızın elinden düşen ısırılmış elma kapının önüne yuvarlandı ve işlenen cinayetin imzası gibi orada kalakaldı.  


Oğuz kızı gerisingeri çıktığı odaya sürüklerken, öfkeyle arkasından girerek kapıyı örttüm. Tıpkı aşağıdakine benzer bir odanın içine girmiştik; fakat burada bariz farklılıklar vardı. Etraf uzun bir süredir burada yaşandığı anlaşılacak şekilde eşyalarla doldurulmuştu. Sıcak bir ev hissiyatı vardı. Ama her şey bu kısıtlı yaşam alanına sığdırılmaya çalışılmıştı; tek hücreli bir cezaevini andırıyordu.


Korkuyla bir bana bir kendisini alıkoyan adama bakan kız, öylesine büyük bir şokun tesirindeydi ki çırpınmıyordu bile. Suratının yarısını kavrayan parmakların altında nefes alabilme mücadelesi veriyordu.


Oğuz gözleriyle hızlıca odayı tararken başını bana doğru çevirerek, "Çantamdan ipi ver çabuk!" dedi. Suratında yine, bir ruhu bedeninde söndürmeden önce beliren o kararlı ifade vardı. Ellerinin arasındaki çocuk hiçbir kaçma belirtisi göstermemesine rağmen, çelimsiz bedeninin kaldıramayacağı bir güç uyguluyordu.


Gözlerimi kızın tenini ezen güçten ayırarak karşımdaki katile kaydırırken, içimde sabrıma tutunan bir şeylerin koptuğunu hissettim. Eğer ki ben kurallarına göre oynamış olsaydım, iki intihar yaşanacaktı aşağıdaki odada; üç farklı hayatın yüküyle çıkacaktık buradan. 


Bu bir cinayet değildi. Bu bir katliamdı.


Saatlerdir sımsıkı tuttuğum dizginler birden parmaklarımın arasından kaydı. 


"Bırak kızı." Müthiş bir şaşkınlıkla suratıma baktı. Ama yine de kızı bırakmamıştı. "Olayla hiçbir ilgisi yok, suratımızı bile görmedi. Hiçbir suçu olmayan küçük bir çocuğu mu öldüreceksin?"


Sözlerimi idrak etmeye çabaladığı kısa bir durgunluk oldu.


"Ne zırvalıyorsun lan sen?" Hızla bana doğru dönünce hâlâ yüzünü tuttuğu kız da beraberinde önüne sürüklendi. Artık yalnızca Oğuz'un hiddetine tanık olabiliyordu. "Şu dakikadan sonra suratımızı görmüş ya da görmemiş, bir önemi var mı lan? Arkamızda hiçbir tanık kalmayacak! İkiletme, hemen çıkar şu ipi!"


Aniden yakasına asılarak arkasındaki duvara çarpınca kız ikimizin arasında sıkıştı. Boğuk, korku dolu bir inilti duyuldu ama hemen sonra yeniden sesi kesildi. Ufak bedeninin titrediğini hissetmek mümkündü.


Oğuz neye uğradığını şaşırırken içgüdüsel olarak elleri gevşedi. Kızı kolundan yakalayıp hoyratça aramızdan çekip çıkardım ve hiç düşünmeden arkadaki yatağa fırlattım. 


Tıpkı bir bez bebek yatağın ucuna çarpıp sertçe yere otururken kesik bir çığlık attı; ama yine kaçmaya kalkışmadı. Bir tür şok yaşıyor gibiydi; kaskatı kesilmişti, yalnızca sayıklıyordu. "Siz kimsiniz? Ne oluyor? Hiçbir şey anlayamıyorum ben..."


Henüz gözümü ondan ayıramadan, Oğuz yakasındaki ellerimi tutarak usta bir manevrayla büktü. Azımsanamayacak kadar deneyimliydi. Saniyeler içinde benimle yer değiştirerek, tıpkı benim ona yaptığım gibi sırtımı soğuk duvara çarptı. 


O kadar büyük bir gümbürtü kopmuştu ki kız öne bükülerek kulaklarını tıkadı.


"Bana bak Merih bozuntusu," Tüm yükünü boğazıma bastırarak suratıma doğru sokuldu. Alnında minik ter damlaları birikmiş, maskenin üstündeki gözlerinde marazi parıltılar belirmişti. Görevin kusursuzca ilerlemiyor oluşu adeta çileden çıkartmıştı onu. "Daha iki aydır bizimlesin diye alttan alıyorum diklenmelerini ama bana belanı siktirtme şimdi şurada. Göz göze geldiğin herkes ama herkes ortadan kaldırılacak. Kural bu kadar basit!"


Öfkeyle üstümdeki yükünü iterek kaldırdım ancak yakamdaki elleri gevşetemedim. Tıpkı onun gibi ben de terlemiştim ve masum bir hayatı kurtaramayacak olmanın ızdırabıyla dolmuştum. "Küçücük bir çocuktan bahsediyoruz burada haysiyetsiz herif!" 


Birden kolundaki saatten tiz bir uyarı yükseldi. Süre dolmuştu. 


Gözlerine kara bulutlar çökerken hırsla beni kendine doğru çekip tekrar duvara çarptı. Sırtıma saplanan keskin acı bana dişlerimi sıktırdı. "On dört dakika kırk saniye!" Sesi odanın ortasında patlayan bir mermi gibiydi. "Unutma bunu piç kurusu. Seni bu kadar sürede öldüreceğim. Sakın unutma bunu."      


Hâlâ yerde oturmuş titreyen kız, kör gözlerle sayıklamaya başladı. İki adım ötesinde kopan hengâme biraz da olsa silkelemiş gibiydi onu. Ayaklarındaki düğümler çözülmüştü; ayaklanmaya çalışıyordu. "Abla! Abla kurtar beni!"


"Şimdi siktir git şu odadan, dışarda bekle!" Duvardan ayırarak tüm gücüyle kapıya doğru itekledi. Hastalıklı bir hiddetle kıza yönelerek saçlarından yakaladı. İhtirastan soluk soluğa kalmıştı; ağzını örten maske aldığı her nefesle birlikte içe çöküp geri kabarıyordu.


"Hayır! Lütfen bırakma beni!" Kızın yalvarışları, Oğuz'un tek elle çantasından çıkardığı kalın ipi görünce daha da hararetlendi. Saçlarındaki parmaklara asılırken irileşmiş gözleri beni buldu. "Lütfen kurtar beni Merih abi! Yalvarırım gitme!"   


Adımı duymak tüylerimi ürpertti. 


Kendisini yaşatmaya çalışarak açığa vurduğum merhameti son bir umutla yakalamaya uğraşması, kendimi daha da kötü hissettirmişti. Ağır bir yenilgiyle kuşanarak kapıya doğru geriledim. Adam kollarının arasındaki kıvranışlara kayıtsız kalarak kurbanının boynuna urganı dolarken, daha fazla tahammül edemedim. Hızla arkamı döndüm ve ölüm içeriye girerken, ben dışarıya çıktım. 


Kapının önünde duran yarım elma gözüme ilişti. 


Ellerimi saçıma daldırarak zonklayan başımı tuttum. İçerden yükselen nefessiz çırpınışlar gitgide katlanılmaz bir hâl aldı. Duvarlara sığamayarak yürümeye başladım. Defalarca kez küfrettim. Birden rüzgâr gibi eserek koridorun ucuna vardım. Tereddütsüzce yangın merdivenine çıktım; geceye karışırken onun da telaşla odadan ayrıldığını görmüştüm. 


Hiç duraksamaksızın merdivenleri inmeye koyuldum. Zemine vardığımda bir süre kendi etrafımda dolandım, parmaklarımı saçıma daldırdım. Nereye gidersem gideyim kendime sığamıyordum. Bedenim ruhuma dar geliyordu sanki.  


Öfkeyle binaların arasından çıkacakken ansızın bir karartı geçti önümden. Fırtınası suratıma esmişti; çarpışma korkusuyla panikleyerek durdum, hızla gölgelerin arasına geri çekildim. 


Zaten gözünün beni yahut etrafında dönen dünyayı gördüğü yoktu. 


Tanık olduğu cinayeti bileklerine takılan bir pranga gibi peşinden sürüklüyor, attığı her iki adımda bir tökezliyordu. Ömrü boyunca bedellerini yaşayacağı adaletsiz bir hükümden farksızdı bu. Güçsüz adımlarla kaçışını izlerken, yerimden kımıldayamadım.


Bu oydu, küvette saklanan kızdı.


Yaşadığı korkunun kendisini ne kadar tarumar ettiği yürüyüşünden bile belliydi. Panik hâlinde kendisini caddenin ortasına atmış, arabaların arasından koşmaya başlamıştı. Artık silüeti dahi görünmüyordu.


Altı uzun seneden sonra bir daha hiç çıkmamak üzere tekrar hayatıma girecekti belki; ama şimdilik sadece kıyısından geçip gitmişti. Bir cinayette birleşmiştik; başka bir cinayette bölünecektik.


Saatler sonra, gecenin en zifiri ânı başkaldırırken, şehrin kıyısına doğru son sürat ilerliyordum. Dalgın dalgın altımdan akıp giden yolu seyrederken, yanımdaki kolçağa yaslanmıştım. Stresli anlarımda farkında olmadan yaptığım gibi, yine sakallarımı yoluyordum. Çeşme tabelasını görünce sapağı dönerek hızlıca otobandan ayrıldım, çocukluğumun hâlâ sokaklarında dolandığı mahalleye doğru sürüklendim.  


Şehirden uzaklaştıkça frekansı kayan radyodan rahatsız edici cızırtılar yükselmeye başlamıştı. Ama o kadar zihnimin esiri olmuştum ki gürültünün beni huysuzlaştırdığını yol bittiği zaman fark edebilmiştim. Kendimi günlerdir hiç uyumamış kadar bitkin hissediyordum. Ama bu gece uykunun bana uğramayacağının da farkındaydım. Arabayı dar sokağın girişine park ederken sinirli sinirli tuşa basarak radyoyu susturmayı akıl edebildim. 


İçimdeki kızgınlığın kaynağı tam olarak neydi, bilmiyordum. Karşımdaki iki katlı, eski ev miydi yoksa saatler önce yediğim azar mıydı, emin değildim. Vurulan yerlerdeki ağrıların etkisi de yadsınamazdı. 


Derin bir nefes alarak arabadan çıktım. Havaya ağır bir nem çökmüştü. Yakınlardaki denizin tuzlu kokusu buradan bile kolayca alınabiliyordu. Çocukluğumdaki her âna nüfuz etmiş bir kokuydu. 


Arabanın kapısını sertçe ittim, kilitleme gereksinimi duymayarak yavaşça ufak eve doğru sokuldum. Sımsıkı kapanmış demir kapının ötesinde duraksayıp, ellerimi cebime soktum. Yalnızca salonun ışıkları yanıyordu. 


Yine televizyon izlerken uyuyakaldığı belliydi. Yarın sabah uyandığında bel ağrılarından dem vuracak ama yine de oturmaktan içine göçmüş rahatsız koltuğu değiştirmemekte inat etmeyi de sürdürecekti. 


Kendi kendime hüzünle güldüm. Ama daha çok hasret dolu bir yakınmaya benziyordu bu gülüş. Ufak bahçeden geçerek ahşap kapıya yanaştım. Zile basarak tek ayağımı önümdeki basamağa yasladım ve gergin gergin beklemeye koyuldum. Saniyeler sonra koridorun ışıkları yandı; demir parmaklığın ardındaki buğulu camda zayıf bir karartı belirmişti.


Kapı çekingen bir yavaşlıkla aralandı; eğilerek gecenin içini kolaçan eden genç kız, "Kim o?" diyecek oldu. Ama birden duraksadı. 


Gözlerimiz kesişince huzursuzca kımıldandım. 


Şaşırarak kapıyı kendisiyle birlikte geriye çekti ama hiç davetkâr sayılmayacak bir aralıkta bırakmıştı. Zayıf bedeniyle de girişi örtmüştü. Görmeyeli resmen çökmüştü; günlerdir uyumuyormuş gibi bir hâli vardı. Dalgalı saçları dağınıktı, tepesinden sıkıca toplanmıştı. Sırtında kalın bir hırka vardı. Tedirgin tedirgin omzunun üstünden geriyi kolaçan etti, ardından hışımla bana geri döndü.


"Ne işin var senin burada?" Öfkeli fısıltısını duyunca burukça gülümsedim. İki siyah zeytini andıran gözleri, neşe sandığı bu ufak hareketliliği görünce daha da kararıverdi. "Ne gülüyorsun be pişkin pişkin? Bir de eşkıya gibi kavgaya karışmışsın. Annemi kalpten götürmeye mi geldin? Gecenin bir vakti niye kapımıza dayandın?"  


"Kalan eşyalarımı almaya geldim," İki adımlık basamağı tırmanarak ayakkabılarımı çıkarmaya yeltendim. "Sessizce alıp gideceğim, bilerek annemin uyuduğu vakitte geldim. Son gelişim olacak bu, korkma."


Ama içeriye girmeme müsaade etmedi. Henüz ayakkabılarımı çıkaramamışken elini göğsüme koyarak beni basamaklardan geriye itekledi. Birkaç adım geriledim, sertçe nefesimi üfledim. Dudaklarımdan taşan soğuk havaya şaşırdım, oysaki içimin yandığına emindim.  


Kapıyı biraz daha örttü; artık yalnızca bedeninin üst tarafı görülebiliyordu. "Gerizekalı çocuk! Annem uyuyor mu hiç sen önce onu bir sor. Bir de utanmadan eşyalarını almaya mı geldin?" 


Sesini bileyen nefret canımı yaktı; dilimin ucuyla dudağımın kenarındaki yaraya dokunarak hissettiğim acıyı bambaşka bir acıyla bastırmaya çalıştım. Suratımda her ne gördüyse, beni acıttığını anladı; çaresizce nefesini üfledi. Gözleri dolmuştu.


Sıkkın bir hâlde, yüzüne devrilen saçı geriye itekleyince parmağındaki yüzük gözüme ilişti. Birden omuzlarımdaki çöküklük kalktı. 


"Bu ne lan?" Hayretle yanına yaklaşarak elini tutmaya yeltendim. Aniden sokularak dokunmaya kalkışmamla irkildi ve huysuzca elimi itekledi. "Nerden çıktı bu yüzük Selin? Evleniyorsun da haberim mi yok?"


"Yok tabii," diyerek tersledi, sesini yükselttiğinin farkında değildi. Gözlerinde biriken yaşlar siyahlığını bulanıklaştırırken, sertçe burnunu çekmişti. "Niye senin haberin olacakmış? Kimsin ki sen? Haydutun tekisin."


Arka odalardan birtakım gürültüler yükselince, hıncını yeterince çıkaramadan derin derin soluklandı. Yanağına devrilen yaşı elinin tersiyle hızlıca sildi, arkasını döndü. 


Salonun kapısında annemi görünce basamaklardan indim, birkaç adım geriledim. Göğsümde o kadar ürkütücü bir his kabardı ki uzunca bir süre bunun özlem olduğunu anlayamadım. Annem hayret ve korku karışımı bir duygu silsilesiyle usulca kapıya yaklaşırken, sessizliğimle bekledim. 


Günlerdir, hatta belki de haftalardır hiç uyumamıştı, belliydi. Kahve saçlarında kırçıllar birikmişti. Zayıfladığı için, yüz hatlarındaki yumuşaklık gitmişti. Ufuksuz bir denizi andıran gözlerinin altları kararmıştı; tek gecede kırk yaş almış biri gibi çökmüştü. Bedeni ruhundan önce yaşlananlardandı.  


Ağır ağır bize doğru yaklaşırken, ellerimi nereye koyacağımı şaşırdım; önce cebime sokmaya çalıştım, sonra fazla kayıtsız hissederek hızlıca çıkardım. Kollarımı göğsüme dolamaya yeltendim ama hemen ardından geri çözdüm. 


Kendisini tutmak için uzanan Selin'in tüm kaygılı çabalarını sonuçsuz bırakmıştı. Dokunmasına izin vermemişti; kapıyı bana açarak yaptığı affedilmez hatanın bedelini bu şekilde ödetiyordu sanki. 


Eşikte durdu, mavi gözlerini üzerime kenetledi. Dudaklarından yalnızca şu fısıltı döküldü. "Kimsin sen?"


"Anne, kalan eşyalarını almaya gelmiş sadece," diyerek, henüz alazlanmadan alevlerini söndürmeye çalışan Selin'i duymazdan gelmişti. İrileştirdiği gözleri, yalnızca benim üzerimdeydi.  


"Kimsin sen dedim?" Aniden bağırınca bir adım daha geriledim. Sanki arkaya doğru attığım her adım, beni bir uçurumun kenarına götürüyordu. Her an devrilebilecek gibiydim. "Yabancı bir adamsın sen! Ne işin var senin benim evimde? Yabancı bir adamın ne işi var benim evimde?"


"Anne, sakin ol," Yalvararak onu tutmaya çalışan Selin, artık duygularını bastırmayı tamamen bırakmıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. "Lütfen içeriye girelim, gel hadi. Furkan uyanacak bak şimdi. Hadi, gel lütfen."


"Sen ister kabul et ister etme," Hınçla elimi göğsüme vurdum. Duygularım karmakarışık bir düğüm olmuştu. "Ama ben senin oğlunum anne. İstediğin kadar reddet. Sen bana kıyamazsın deniz gözlüm. Biliyorum, kıyamazsın." 


"Benim senin gibi bir oğlum yok!" Neredeyse fısıldayarak söylemişti bunu; ama bağırmasından daha sarsıcıydı. 


Henüz ben bir karşılık veremeden hışımla arkasını döndü. Kırarcasına girdiği kapılardan, aynı saniyeler içerisinde geri çıktı. Kucağında tuttuğu birkaç parça kıyafetle şimdi tekrar eşikteydi. Adeta burnundan soluyordu.


Öfkeyle kucağındaki kıyafetleri suratıma fırlattı. Selin çaresizce durdurmak istese de becerememişti. Annesinin yanında kendi öfkesi öylesine cılızdı ki artık gösterme çabasına girmiyordu bile. Belki de içten içe bana acımıştı. Az önceki agresifliği tamamen dağılmıştı. Artık yalnızca ağlıyordu. 


"Al bunları, köpeği olduğun haydutların yanına geri dön," Etrafa saçılan kıyafetleri gösterdi tiksintiyle. Şu kısacık hiddet anında bile soluk soluğa kalmıştı. Sanki yaşadığı bu ani öfke tüm bedenini örselemişti; artık daha ihtiyar gözüküyordu. "Bir daha da sakın buraya gelme. Benim senin gibi bir oğlum yok. Benim oğlum adaletin peşinde şehit oldu. Namusuyla, şerefiyle vatanı uğruna öldü. Herkes böyle bilecek artık bunu." 


Perişan hâldeki kızının kolundan yakaladığı gibi koridora sürükledi. Yüzüme dahi bakmadan kapıyı sertçe çarptı; buğulu camın ardında gözden kayboldu. Birden evin tüm ışıkları sönmüş, aydınlığı üzerimden kalkmıştı.


İçime bir çocuğun sokakta kalmışlığı çöktü.  


Bir süre hiç kımıldadan, karanlıkta dikildim.


Ardından yerdeki eşyaları toplayıp teker teker silkeledim. Ağır ağır bahçeyi geçerek, hâlâ az önceki bağırışların yankılandığı sokağa çıktım. Karşı apartmandaki birkaç perdenin oynadığını, ardında saklanan karartıların kımıldandığını gördüm. Yavaşça arabaya bindim fakat çalıştırmadım. Elim kontağa uzandı ama duraksadım. Hâlâ kıyafetlerin kucağımda durduğunu fark etmiştim. Hışımla yan koltuğa fırlattım. 


İki elle sımsıkı direksiyonu kavrayınca, tıpkı bir yılan gibi tenimin üstünde kıvrılan kanı fark ettim. Kolumdaki sızıyı yeni hissetmiştim. Ceketimdeki bıçak izini fark edince sessizce sövdüm. Biraz bakınsam başka kanayan yaralar da bulacağıma emindim. Ama o kadar afaki bir detaydı ki bu, hiçbir önemi yoktu.


Derin bir nefes alarak ellerimi suratıma örttüm, sonra doğrularak dikiz aynasına uzandım. Ellerimden yanağıma bulaşmış kanı sildim. Saçımı yatıştırdım, sakallarımı düzelttim. Gözlerime keskin bir sıcaklığın battığını hissedince yutkunarak arkama yaslandım. Hiç düşünmeden arabayı yola çıkardım ve gazı kökledim. 


Saatlerce içimdeki çıkmaz sokaklarda sürdüm durdum ama kimseye rastlayamadım; kendimi dinlemek istedim ama konuşan kimseyi bulamadım. Sanki terk edilmiş bir şehir vardı içimde. Bense bu kimsesiz şehrin sokaklarında dolanan evsiz bir adamdım.


Koca bir şehri boşaltmıştım, içimdeki bütün evlerden kendimi kovmuştum; ama annemin beni kovması kadar evsiz kalmamıştım.   


Uzun bir süredir çaldığı belli olan cebimden titreyişlerle derin bir uykudan sıyrılarak doğruldum. Dalgın dalgın telefonu çıkardım, kulağıma yasladım.


Derinlerden gelen bir sesin, "Yarım saate çatıda ol." dediğini duyunca telefonu kapattım, yanımdaki koltuğa fırlattım. Ardından tutsak gibi içinde dolandığım mahalleden çıktım ve bir daha dönmemek üzere eski hayatımı geride bıraktım.


Bu gece hiç bitmeyecek, tan günlerce ağarmayacaktı sanki.


Tek tük arabanın bulunduğu yollardan adeta geceyi yararak ilerledim. Umduğumdan da kısa bir sürede şehre geri girerek, boş sokaklardan geçtim. Kadifekale'nin dar ve dik yokuşlarını tırmanarak kimsesiz bir sokağına varıp da el frenini çektikten sonra, tuttuğum nefesi ancak bırakabildim.


Ceketimin kenarıyla gözlerimi sildim, son kez saçlarımı düzelttim. 


Sokaktaki ıssızlığa darbe vurarak arabadan dışarıya çıktım. Karanlığın üstünde gözlerimi gezdirdim. Karşı balkonda tüttürülen sigara dışında hiçbir hareketliliğin olmadığı mahalleyi geçerek, metruk bir binanın içine girdim. Aceleci adımlarla merdivenleri tırmandım ve ağır rutubet kokusundan sıyrıldım. 


Çatıya çıktığım ân suratıma çarpan ayazlarla kendimi biraz daha diri hissedebilmiştim. 


Fakat onunla göz göze geldiğimde hızla kıyılarımdan geri çekilmişti bu his. Çatının ucundaydı; geceyle çatışan şehrin göz kamaştırıcı aydınlığını seyrediyordu. Üzerinde siyah deri bir ceket vardı. Ellerini cebine sokmuştu, manzaraya ara vererek yavaşça bana dönmüştü. Dudaklarının arasında ufalmış bir sigara duruyordu.  


Suratımdaki enkazı görünce, kızgınlığı biraz da olsa dağıldı. 


"Abi, daha çocuktu abi..." Çaresizce yanına sokulduğum esnada yan tarafta iki karartının daha dikildiğini fark ettim. Hemen sonra bunların ikizler olduğunu anladım ama tekrar önüme döndüm; çünkü gözüm Kalender'den başkasını görmek istemiyordu. "Başlarım ben böyle işe! Sırf kapının önünde dikilen adam gördü diye küçük bir çocuğu hallettiler bugün. Hiçbir şey yapamadım, sesimi bile çıkaramadım!" Nefes nefese kalarak durdum. "Bana göre değilmiş bu abi, yanılmışsın sen. Benim mayamda yokmuş bu."


Ağır ağır bedenini bana döndürürken, sessizdi. Etrafa sığamayarak bir sağa bir sola mekik dokuyuşumu izliyordu. Ama bakışlarında o susarken bile konuşan bir ikaz vardı.


"İnsan değil bunlar," Sertçe yüzümü ovarak, parmaklarımı alnıma bastırdım. Sonunda yürümeyi kesmiş, tam karşısında durmuştum. Gözlerinde dirilen öfkeye rağmen, pervasızca konuşmayı sürdürdüm. 


"Kaan'ı geri getir benim yerime. Zaten arka plana atıldığı için kurulup duruyordu. Bana göre değilmiş bu olay abi. Leş gibi bir bataklık bu, kire batmamak imkansız." Sesim titredi, kendi çaresizliğime şaşırdım. "Ben kirlenmek istemiyorum abi. Bu kir üstten çıkmaz, kalır." 


Dudağındaki sigarayı iki parmağının arasına alarak çatıdan aşağıya attı. O kadar hınçlı bir atıştı ki bu, duyduklarına karşı hissettiği hoşnutsuzluğu sergiliyordu. Sessizce arkada bekleyen ikizler huzursuzca kımıldandı. Üstüme devrilecek olan hırçın dalganın onlar da farkındaydı; gürültülü bir endişeleri vardı. Hâlâ dudaklarının arasından sızan dumanı sertçe üfleyen Kalender, iki büyük adımda yanımda bitti.


Uzaklaşmak istedim çünkü beni teskin edebilecek gücü kuşandığını gözlerinde görmüştüm. 


Elleriyle sertçe yüzümü kavrayarak, "Evlat," dediğinde suratına bakmam için beni zorlamıştı. "Böyle bir bataklığa gireceğini başından beri zaten biliyordun. Ben sana kirsiz bir yol vadetmedim." Gözlerimin nemlendiğini hissedince öfkeyle çenemi sıktım. Geriye çekilmek istedim fakat bırakmadı. "Bana bak bana, gözlerime bak. Yeraltındakilerle savaşacaksan güneşi görmeyi beklemeyeceksin. Bırak kirlensin üstün, senin kıyafetlerin değil bunlar oğlum." Soyut bir meseleden bahsetmiyormuş gibi ceketimin yakasını çekiştirdi. "Anlıyor musun beni?"


Anlayabiliyordum ama hak veremiyordum. 


Sessizliğimi elimden almaya kalkışmadı ama hoyrat telkinlerini sürdürdü. "Avcıların arasına girdin oğlum, bana bak, biz masumların da avlanacağını zaten biliyorduk. Her avın eti yenmez; ama bu avlanmasına mâni de olmaz. Çünkü avcıların tesellisi avlamaktır. Keyfimden sokmadım ben seni aralarına! Sen benim en kalifiyeli avcımsın."


Görüşüm gitgide bulanıklaştı. Bu kadar yenik bir duruş sergilediğim için önünde, kendime karşı müthiş bir öfke duymuştum. "Böyle bir yükü kaldırabileceğimden nasıl bu kadar eminsin?"


"Çünkü seni ben yetiştirdim!" dedi hiddetle bağırarak. Kendime getirmek istecesine sarsmıştı beni. Sonra birden arkada dikilerek bizi izleyen ikizleri gösterdi. "Biliyorum çünkü sizi ben yetiştirdim. Siz benim fedailerimsiniz. Gizli silahlarımsınız."


"Abi... Yapma gözünü seveyim, yapma abi," Sesimdeki karamsarlığı duyduğu an lafımı kesti. 


"Sen bu yol uğruna ailenden, hayatından vazgeçmedin mi?" Sorduğu sorunun artık bir yanıtı yoktu. Yarım saat önce annemin suratıma kıyafetleri fırlattığı ânda kalmıştı bu sorunun yanıtı. "Daha on sekiz yaşındayken seni tanıdığımda, babanın suçunu itiraf etmiyor muydun? Sana bu zulmü yapmış olmasına rağmen," Hışımla beni, babamın eserini, gösterdi. "Sırf hasta olduğu için affettiğin adamdan bahsediyorum. Bıçağı başkasına dayadığında babamdır demeyerek adalete teslim eden sen değil miydin?"


Eğdiğim başımı kaldırdım, sinirle gözlerine baktım. "Babamın ne alakası var bu mevzuyla?"


Tekrar yanıma sokuldu. "Çok ilgisi var, hem de çok. Seni benim yoluma çıkaran şey babanın davasıydı. O yüzden çok ilgisi var." 


Sabır dilenir gibi başımı geriye atarak sertçe nefesimi üfledim. Tepemizden yükselen karanlık gökyüzüne rağmen daralmıştım, yine etrafa sığamıyordum. 


"Benim tüm kanıtım sensin. Oyunu bitirmek için kenarda bekletttiğim gizli hamlemsin. Kaan'ı eledim evet, bu yükü kaldıracak kadar güçlü değildi çünkü. Seni onun yerine koydum; çünkü içerdeki kozu kusursuzca kullanabileceğini biliyorum. Hayatın boyunca babanın hastalığıyla mücadele etmiş birisin. Bu iş için biçilmiş kaftansın."


"Babamdaki hastalığın o kızda da olması işimi hiç kolaylaştırmıyor abi." diyerek dertli dertli mırıldandım. Baş parmağımla dudağımın kıyısındaki yarayı yokladım. "Pataklandım ama en azından bir halta yaradı, bu geceden sonra it gibi Oğuz'un peşinde dolanmayacağım. Artık evin içindeyim." 


Kaşları çatık beni dinledi, hırslı sayılabilecek bir sertlikle sakallarını çekiştirdi. Sonra birden kendi kendine söylendi. "Bu iyi, hep içerde olman iyi. Şu vicdanını da susturmayı başarabilirsek, asıl o zaman halloldu bil."


Kısık bir gülüş duyunca ikimizin de dikkati arkaya kaydı. İlginin onlara yönelmesinden cesaret alarak bize doğru yaklaşan ikizler, karanlığın içinden sıyrılmıştı. Telaşsızca cebini kurcalayan Çınar, küçük bir sakız paketi çıkardı; hızlıca ağzına bir tane atarak çiğnemeye başladı. Mentollü nane kokusu dört bir yana yayılmıştı. 


Onun aksine Pınar'da sadece kaygılı bir tavır vardı. Ela gözleri bir bana, bir Kalender'e dokunuyordu. 


"Sen içlerinde olsan da olmasan da o cinayetler işlenecek," Güçlü sesiyle söze giren Pınar, gözlerimin içinden başka hiçbir yere bakmıyordu. Baştan aşağıya simsiyahtı. İlk defa kızıl saçlarını omuzlarından aşağıya salmıştı. "Zaman zaman böyle ağır fedakarlıklar yapmamız gerekecek. Ama başka çare de yok."


Bir süre kimse sessizliğe elini sürmedi. 


"Bir dal versene bana da." Elimi Çınar'a doğru uzatınca bütün suratlarda şaşkınlık zuhur etti.


"Naneli sakızdan mı?" diye sordu alayla, neyi kastettiğimi bilmesine rağmen. "Sen ve bir dal naneli sakız istemek, ha?" 


Kalender yarım ağız gülerek geriye çekildi. Pınar kaşlarını çatmıştı; endişeli endişeli beni inceliyordu. Çınar elini cebine sokarak paketi çıkarırken bir yandan da bana sataşmayı sürdürüyordu. "Hem sen niye bu kadar takılıyorsun şu adamların yaptıklarına? Şimdi taş gibi temizlikçiler dolanıyordur o evde. Hareminin tadını çıkar kral."


Tek elle uzanıp yakasına asıldım. "Ver şunu Çınar, adamı hasta etme. Saçma sapan da konuşma."


"Tamam ya, ne celalleniyorsun hemen? Gel karşılıklı tüttürelim seninle." Gülerek paketi elime tutuşturunca yakasını bıraktım. Ondaki bu boşboğazlık hiçbir zaman dokunmazdı bana; nitekim bu gece biraz gergindim. 


Kardeşine ters ters bakan Pınar gözlerini devirerek kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Tepkili bir suskunluğu vardı.


Paketten aldığım sigarayı dudağıma kıstırıp çakmağı ucuna dayarken, tüm gözler üzerimde kesişmişti. Paketi geri ona fırlatınca havada kaptı; gülümseyerek bana bakarken kendisine de bir tane yaktı.


Bu benim ilk sigaramdı.


Bu benim ilk cinayetim içindi. Son nefesiyle adımı haykıran kız içindi. Annemin beni ölmeden şehit edişi içindi.


Suratlardaki şaşkınlığın nedeni de buydu. Hayatım boyunca ağzıma hiç sigara sürmemiş olan ben, bitmek bilmeyen bu geceye meydan okurcasına oturmuş sakin sakin içmeye başlamıştım.


Çınar gülerek, "Şu ölen kız seni de sigaraya başlattı ya, artık ömrün boyunca unutamazsın o kızı sen." dedi. Karşılık vermedim. Sırtımı şehre dönerek çatının ucuna oturunca karnıma keskin bir sızı saplandı. Başımı eğerek yüzümü buruşturdum. Kimseye endişe vermemek için yaraya dokunmamıştım. 


Pınar çabucak yanıma ilişti; her zaman yaptığı gibi elleriyle sımsıkı koluma sarıldı, ağırlığını bana verdi. Şu anda kendi bedenimden başka bir yük taşıyacak tahammülde olmasam da duygularını incitmemek için göz yumdum. Kardeşine ters ters bakarken başını omzuma yaslamıştı. İçimdeki çatışmaların sesini duymuştu yine belli ki; tutuşu teselli doluydu.


Sigarayı dudaklarıma bırakıp uzandım, çeneme sürtünen kızıl saçlarını karıştırdım.


Başını kaldırmadan kabarık saçlarını geri yatıştırırken, "Merih ya şöyle çocukmuşum gibi saçımı karıştırıp durma!" diyerek huysuzlandı.


"Sevgi yumağı mı oluyoruz kızlar?" Kendi sigarasını yaktıktan sonra hızlıca diğer yanıma oturan Çınar, tıpkı kardeşi gibi koluma girerek başını omzuma yasladı. Gür saçları gözüme batınca çenemi kaldırdım. İki ağırlığın arasında sıkışmıştım.   


"Yılışma lan." Gülerek itekledim, kendimden uzaklaştırdım. 


Başını omzumdan çekip yüzüme baktı. Gözleri dudağımın kenarındaki taze yarayı bulmuştu. Ağzından çıkan her kelime sigarasını aşağı yukarı sarsıyordu. "Yine fena hırpalamışlar seni baba. Böyle giderse bağımlısı olacaksın."


İtişip kakışmamızdan dolayı doğrulmak zorunda kalan Pınar rahatı bozularak suratını astı. Bu esnada öteye çekilmiş olan Kalender, ellerini cebine sokmuş düşünceli düşünceli manzarayı seyrediyordu. Duruşu şehri himayesi altına almış bir hükümdardan farksızdı.


"Seni de yapalım madem dayak bağımlısı." Kot ceketinin altından sarkan kapüşonu tuttum, geceye uzanan boşluğa doğru çektim. Düşecekmiş gibi arkaya kayınca, sırtına bastırarak geri öne itekledim.


Yaşadığı korkudan zevk alan budala biri gibi gülerken, sigarası bu kısacık panik ânında ağzından kayarak yere düşmüştü. Küfrederek yanımdan kalktı, yerde yuvarlanan zehri geri kaptı. 


"Ya şöyle şakalar yapmayın diye kaç defa söyleyeceğim?" Pınar çileden çıkmış gibi sitem etti. Alev saçan gözleri kardeşinden bana kaymıştı. Kendisi de içiyor olmasına rağmen ağzımdaki sigaraya kınayan bir bakış attı. Alışık olmadığı için yadırgadığı belliydi. "Ayrıca ne biçim içiyorsun sen öyle? Sanarsın kırk yıllık kamyoncu." 


"Senin içişini görelim bir de dolmuşçu Pınar," Benden önce savunmaya geçen Çınar elindeki paketi taşlar gibi ikizine fırlattı. "Ya da yiyişini mi demeliydim? Malum öğün niyetine yiyorsun sen." 


Paketi havada kaptığı gibi yumruğunun içinde ezerek suratına geri fırlatan Pınar homurdandı. "Çok komiksin amip suratlı." 


Başımı geriye atarak gülünce dudaklarımdan taşan beyaz duman gökyüzüne süzüldü. Huysuz huysuz kollarını kendisine dolayan Pınar'a döndüm. "Yalnız bahsettiğin suratın aynısı sende de var, umarım farkındasındır."


Çınar'ın alay dolu kahkahası ıssız sokakları inletirken, hazırlıksız yakalanan Pınar'ı da güldürdü bu. Ama bize meze olmanın hoşnutsuzluğu da vardı suratında.     


"Telefonunuza indirin bunu," Birden gülüşmelerin arasına giren Kalender, varlığıyla tüm gevşekliği dağıttı. Cebinden çıkardığı telefonu bize doğru uzatmıştı. Ekranın köşesine sakladığı oyunu gösteriyordu. "Şimdilik bu oyunun içindeki mesajlar kısmından iletişim kuracağız. Nasıl konuşmanız gerektiğini biliyorsunuz. Anlatmaya gerek olmadığına inanıyorum," Peş peşe sıraladığı direktifler aramızda dolanan neşeyi bertaraf etmişti. Artık herkes ciddiyete bürünmüştü. "Muzo bizi daha elverişli bir uygulamaya geçirene kadar başka hiçbir yerden iletişim kurulmayacak." 


"Anlaşıldı." Telefonumu çıkararak hızlıca oyunu indirdim. Tıpkı benim gibi, ikizler de aldıkları emirle telefonlarını çıkarmıştı.


Kalender az önceki tartışmanın hararetiyle telef ettiği sigaranın telafisini yapmak isteyerek, hızlıca bir tane daha yaktı. Kara gözleri suratıma kenetlenmişti. Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı. Kullanacağı ilk silahın nasıl bir tahribata sebep olacağını kestirmeye çalışıyordu belki de.


Tekrar dirilen sessizlikle birlikte ciddiyeti elden bırakabileceğini fark eden Çınar sırıtarak söze girdi. "Abi madem biz senin gizli silahlarınız, bizim ekibin adını Alageyik yerine Mahşerin Beş Atlısı mı yapsak? Daha havalı olur."


Tek ayağıyla çatının duvarından destek alarak dirseğini bacağına yaslayan Kalender, hırıltılı sesiyle güldü. Ağır ağır sigarasını tüttürüyordu. "Değişecek zaten de beni niye şutladın hemen hıyar?"


Çınar yanına giderek omzunu sıktı. "Abi teknik direktör maçta oynamaz. O yüzden şutlandın."


Gülerek gözlerini son kez şehrin üzerinde gezdiren adam, üzerindeki hürmet dolu bakışları taşırcasına doğruldu. Ceketini düzelterek merdivenlere doğru yürüdü. İnce dumanı peşinde sürükleniyordu. 


"İyi gevezelik yaptınız yine, ben sizi şutlamadan hadi kalkın," Her zamanki büyük ama sık adımlarıyla saniyeler içinde gözden kayboldu. Arkasından giden Çınar, elindeki sigarayı parmağının ucuyla tekmeleyerek karanlığa savurmuştu.


Hızlıca ayaklanarak peşlerine düştüm; henüz merdivene varmışken elimi tutarak aniden beni durdurdu. 


İki adım inerek ona döndüm, ayağımı üst basamağa yasladım. Neredeyse aynı hizada sayılırdık. Gevşekçe aramızdan sarkan ellerimize baktım. Sımsıkı kavrayacak kadar cesur değildi; parmaklarındaki çekingenliği sezmek mümkündü. 


"Merih, iki dakika bekle," deyince, ne söyleyeceğini anlayarak ela gözlerine baktım. Ne kadar fiziksel ve zihinsel olarak tükenmiş bir hâlde olsam da onu incitmek istemiyordum. Cesaret vermek isteyerek gülümsedim. Gözleri kısa bir an dudaklarımdaki hareketliliğe dokundu, hemen eski yerine geri döndü. "Geçen gün söylediklerimi düşündün mü? Merak ettim..." 


"Düşündüm."


Bu kadar hızlı yanıtlanmayı beklemiyordu, şaşırdı. Beklentiyle kaşlarını kaldırdı. Bu çekingen hâlleriyle ne kadar da farklı gözüktüğünü düşünerek yeniden gülümsedim. Özünde o kadar hoyrat bir kadın olup da benimleyken süt dökmüş kedi gibi ürkek davranması çok gülünçtü. Sevimli bir tezatlıktı. 


"Düşündüm," dedim tekrar, derin bir nefes alarak bir basamak yükseldim. Elimi parmaklarının arasından çekerek nazikçe omuzlarına tutundum. Dosdoğru gözlerinin içine baktım. "Selin ile Furkan benim için neyse, sen de benim için öylesin Pınar. Gözümü bile kırpmadan canımı tehlikeye atarım senin için. Küçük kardeşim gibisin sen benim. Lütfen yanlış anlama beni." 


Gözlerinde bir şeyler söndü, ellerimin altındaki omuzları yavaşça düşmüştü. Bir an üzülmesinden o kadar korktum ki istemsizce parmaklarımı sıkarak teselli etme çabasına kapıldım. Bu gece ailemden bir parça daha yitiremezdim. Dudaklarındaki gülümseme içli içli titrese de bulunduğu yere tutunabildi.


"Merak etme, anlıyorum tabii ki," dedi omzundaki elimi tutup hafifçe sıkarken. Sesindeki yalanı kendisi de duyabiliyor olsa da bozuntuya vermedim. Hızlıca omuzlarını geri dikleştirdi, üstüne çöken hüznü silkeledi. "Endişelenme, bu hayatta hiçbir şey seninle aramı bozamaz. Ben unuttum bile bu konuşmayı, sen de unut."


Yanımdan geçerek benden önce inmeye koyuldu. Mevzuyu uzatmadan arkasına atması minnet duymama neden olmuştu. Başımda bir zonklama vardı çünkü; yaşanılanların ağırlığı yavaş yavaş bedenimde belirmeye başlamıştı. 


Birlikte aşağıya inerken, omuzunun üstünden gülerek bana baktı. "Ayrıca küçük kardeşim derken? Aramızda sadece bir yaş var, abartma istersen."


Yorgun argın güldüm.


Zaten sokağa çıktığımız gibi konuşma da son bulmuştu. Vedalaşma gereği duymadan herkes dört bir tarafa dağılırken, tasasız bir yavaşlıkla kenarda bekleyen arabaya yürüdüm. Kendimi soğuk koltuğa bıraktım. Bir süre başımı geriye yaslayarak gözlerimi yumdum, uzaklardan gelen boğuk sirenleri dinledim. Ardından doğruldum, arabayı çalıştırarak yola koyuldum.


O gece hiç durmadım, saatlerce sürdüm. Yeni bir sonun sancısıydı bu, biliyordum; nitekim seneler boyunca bir daha hiç annemi göremedim.


5 Eylül 2023


Alsancak, İzmir


Yıldızsız, puslu bir gece vaktiydi. Karşı binanın duvarına çökmüş, uyuklayan iki sarhoştan başka etrafta kimse yoktu. Tekinsiz bir sakinliğin gezindiği ara sokaktan çıkarak, kaldırım kenarı boyunca yürümeye başladım. 


Karanlığın tortu gibi çöktüğü yerleri kolaçan ederken, aniden saati hatırlayarak cebimdeki telefona uzandım. Yine geç kalmıştım. Ekranı en sona kaydırıp üzerinde Pubg yazan uygulamaya tıkladım ve hızlıca oyuna girdim. Hâlâ yürüyordum ama yazıları rahatça okuyabilecek denli yavaşlamıştım.


Oyuna dahil olduğum ân, sağ alt köşeden bir davet belirdi. Hiç vakit kaybetmeden mesajlara girerek dört kişilik sohbet odasına katıldım. Çoktan gelmişti herkes. Kimsenin eğlenmek amacıyla burada bulunmadığı ilgisiz ve boş bırakılmış profillerden kolayca anlaşılabiliyordu. Yalnızca biri hariç, tüm karakterler özensiz bir hâldeydi. 


Mentol, fantezi kıyafetlerinden farksız pembe bir tavşan kostümü giyiyordu. Oyuna azımsanamayacak bir mesai harcadığı gün geçtikçe kademe atlamasından belliydi. Zaten bu uygulamaya geçmemiz konusunda en çok ısrar eden de yine kendisiydi. 


Mentol: Korsanımız teşrif edebildiler sonunda.


Albız: Unutmamıştır demiştim size.


Virüs: Altı dakika geciktin.


Ekrandaki saate baktım; gerçekten de altı dakika gecikmiştim. Sokakta ani bir hareketlilik sezince başımı kaldırarak geceyi kolaçan ettim. Savsak adımlarla karşı kaldırımda yürüyen iki kadın silüeti görünce de telefona geri döndüm. Gevezelik yapacak havamda değildim; hızlıca mesajları yanıtladım.


Korsan: Koordinatlar ne?


Başımdaki kapüşonu indirerek saçlarımı düzelttim. Neredeyse varmak üzereydim; gazinonun girişinden asfalta dökülen ışıklandırmalar, adeta civardaki tüm karanlığı savuşturmuştu. Etraftaki sakinliği sarsan hareketliliğin tümü, sanki bu binada devşirmişti. Boğuk bir müzik sesi taşırıyordu sokağa.


Mentol: Baba sen bizi iyice iş arkadaşı belledin, ben güceniyorum.


Albız: İlla cıvıtmak zorunda mısın? İki dakika sus ya.


Dilsiz: Devlet'ten size haber var. Gece geç kalanın yapacağı son şey geç kalmak olacak.


Mentol: Dilsiz sen de bir konuşuyorsun, tam konuşuyorsun. Ağzından bal damlıyor resmen. Devlet babaya da selam olsun.


Virüs: Koordinatlar 3T-2s00. Anlaşıldı.


Korsan: Anlaşıldı.


Diğer anlaşıldı yanıtlarını beklemeden oyundan çıkarak telefonu kilitledim, pantolonumun cebine soktum. Kapının iki yanında dikilen siyahlar içindeki adamlara doğru yaklaştıkça yüzümdeki siyah maskeyi indirdim; suratımı görebilmelerini sağladım. İçlerinden biri davetkâr bir manevrayla kapıyı ayırarak beni hızlıca içeriye alırken, diğeri de başıyla selam verdi.


Kırmızı kadife duvarlardan oluşan ufak lobiye adım atınca yoğun bir parfüm kokusuyla çarpıştım. Yüzümü buruşturmak istedim ama sadece kaşlarımı çattım. Müziğin katman katman yükselerek kulakları baskıladığı dar bir koridordan hiç sapmadan ilerledim.


Yaşlı bir adamın kollarının altına aldığı iki kadınla tökezleyerek çıktığını görünce kenarda bekledim. Ardından siyah perdelerle örtülmüş geniş kemerin altından geçtim. Müzikle ziyafetin birleşerek adeta insanlara şölen sunduğu görkemli bir salona girmiştim. Dört bir taraftan vuran renk cümbüşü her zaman olduğu gibi, yine gözlerimi kamaştırmıştı. Suratımdaki maskeyi indirmeden, dosdoğru yukardaki locaya baktım.


Her zamanki masasında oturuyordu. Elinde tuttuğu kadehi keyifli keyifli gülerek yanında oturan adamla tokuşturdu. Ama adam onun kadar sevinçli değildi. Yüzü kan revan içindeydi; kadehi tutan elleri zangır zangır titriyordu.


Birden üstündeki ağırlığı hissetmiş gibi yeşil gözleri beni buldu. Dudaklarındaki çarpık tebessüm genişlerken, elindeki kadehi bana doğru kaldırdı. Tek bir nefesle tepesine dikti.


Dâvetini kabul ederek yürümeye başladım.


Coşkuyla sahnedeki kadına eşlik eden genç bir güruhun yanından geçerek duvar kenarındaki merdivenlere yöneldim. Basamakların tepesini etten bir kapı misali örten iri adamlar, arkadan yükselen gür emirle köşeye çekildi.


"Yolu açın aslanlarım, gelen dostumdur." Kollarını iki yana açarak, keyfine varan bir yavaşlıkla oturduğu yerden kalktı. İçtenlikle gülümsüyordu; fakat kurnazlığını bu gülümsemeyle örtbas edemeyecek kadar çakırkeyifti. "Gel bizimle iki kadeh tokuştur."


Davetine hürmet ederek elimi hafifçe göğsüme vurdum. Sözsüz bir şekilde reddetmem ona tok bir kahkaha attırdı. Babacan bir tavırla omzuma vurdu. "Uslu çocuk bu uslu!" Böbürlenerek masada oturan adama döndü; ama adam o kadar perişan hâldeydi ki duyduklarını onaylasa da hiçbir kelimesini anlamadığı barizdi. Çenesine saçılan kanlı tükürükler kucağına damlıyordu. "Uslu bir çocuğa yaramazlık yaptırmak hiç bu kadar zor olmamıştır. Diyorum bak, insanı hırsa sürükler bu zorluk."


Ama adam bir karşılık veremedi. Her an devrilebilecek bir yığın gibi sağa sola sallanıyordu. Onu görmezden gelerek kıpır kıpır bir heyecanla tekrar bana döndü. "Bendeki dalgınlığa bak. Dilini kesmiştik bunun, nasıl cevap versin adamcağız? Ama yeterince kullandı o dili merak etme sen, hakkını fazlasıyla verdi."


Yalnızca başımı salladım.


Masanın öteki ucunda oturan Mirza, yaslandığı tırabzandan ağırlığını kaldırarak yeşil gözlerini üstüme dikti. Yaramazlıkla ilgili lafın kendisine uzandığını anlamıştı fakat aldırış etmemişti. Etrafındaki cümbüşe karşı heyecanını yitirmiş, hatta biraz da sıkılmış gözüküyordu. Tıpkı babası gibi elindeki bardağı kaldırıp selam vermekle yetindi.


"Bak sana ne diyeceğim," Aziz Hürkan elini enseme koyarak, gücüyle beni yontarcasına arka tarafa doğru çekti. Sesini bana duyurabilmek için adeta bağırıyordu. Nefeslerinde pahalı içkinin ağırlığı vardı. "Sen istediğin kadar maskeyle ört suratını. Bu eşsiz gözleri tanıyamamak imkansız, boşuna çabalıyorsun. Hem benim mekânımda kuşlar uçmaz, gevşe biraz."


Gülerek suratımdaki maskeyi çıkardım. Nüktenin altına gizlediği emri yakalayıp yerine getirmem hoşuna gitmişti; mümkünmüş gibi, artık biraz daha keyifliydi. 


Gözlerden ırak bir bölmeye girerek, sertçe çektiği kalın perdenin ardına gizlenmemizi sağladı. Arkadaki duvara Ceren'in müzayedelerle sattığı vahşi tablolardan birisi asılmıştı.


Masanın üstünde bulduğu viskiyi bardağına doldururken, "Anlat bakalım, sizin dağda durumlar nasıl?" diye sordu. Hâlâ keyifliydi ancak artık gülümsemiyordu. Koyu yeşil gözleri, sarhoşluğunun dağıldığını düşündürtecek kadar zinde bakmaya başlamıştı.


"Şu anlık kötü, hatta içler acısı," dedim, ellerimi arkamda kavuşturarak. Tereddüt dahi etmeden konuşuyordum. "Müşterilerin neredeyse yarısı çekildi, onları geri getirmekle uğraşıyor. Ama pek istediği gibi ilerlemiyor süreç. Kitapçılarda durum iyi değil."


Uzun, siyah koltuğun ucuna oturarak bacak bacak üstüne attı. Kolunu koltuğun sırtına yaslarken, bardağın dibindeki viski taşını sallıyordu. Dalgınlaşmış, düşüncelerle buğulanmıştı. 


"Tan Şahoğlu'nun kâbusları gerçek oluyor desene. Bak sen şu işe," Şaşkın bir gülüş taştı dudaklarından. Başını hafifçe geriye atarak hulyalı gözlerle tavanı izlemeye başlamıştı. "Sen o kadar uğraş dur ama basit bir temizlikçi kız gelsin, saçma bir şekilde senin veremediğin zararı verip gitsin."


Ondan bahsetmesi hoşuma gitmese de kayıtsız kaldım. Yaşadığı coşkulu zaferi bozmayarak, sessizce bekliyordum.


Amacımı anlamış gibi birden gözleri bana indi. Bir süre hınzırca baktıktan sonra, "Söylesene oğlan," dedi. Ama araya uzun bir virgül koymuş, içeceğinin tadına varmıştı. "Niçin benim yanımda duruyorsun?"


Sorunun tuzak olup olmadığını düşünecek kadar kısa bir süre duraksadım. Ama konuşurken kendimden emindim. "Ben her zaman güçlünün yanında dururum."


Sesimdeki kibir o kadar baskındı ki söylediğim yalanı benim bile duymama müsaade etmemişti. Uzun zamandır ağzımdan çıkmış en büyük palavra belki de buydu. Çünkü hiçbir zaman güçlünün yanında durmak gibi bir arzum olmamıştı. 


Kendi başına ayakta duramayacağını bilenlerin arzusuydu bu. Yalnızca korkaklar başkasının gücüyle yürürdü.


"Akıllı davranıyorsun derim öyleyse." Elini ceketinin altına sokarak telefonunu çıkardı. İçkisini hiç bırakmayarak bir arama yaptı ve gözlerini üstüme dikerken, yavaşça kulağına götürdü.


Birden ceketimin iç cebi titreşmeye başladı. Merakla kaşlarımı çatarak, külüstür telefonu açığa çıkardım. Ekrandaki A harfinden gözlerimi ayırarak, karşımdaki adama baktım.


Memnuniyetle gülümseyerek telefonu kulağından ayırdı. "Beni hep yanında taşıyor musun diye kontrol etmek istedim."


Geri ceketimin içine koyarken, "Tabii ki taşıyorum, sizinle iletişim kurabilmemi sağlayan tek şey bu telefon." dedim.


Elindeki bardağı masaya bırakırken, "Sadece benimle iletişim kurmak için kullanıyorsun, değil mi?" diye sordu, ketum bir edayla. Endişesinin sebebini anlayamamıştım. 


Kısa bir anlığına duraksadım. 


Sadece bir seferliğine Kalender'in acil bir durum için beni gizli numaradan aradığını; fakat talihsiz bir şekilde Demre'nin telefonu bulup, arsızca çağrıyı yanıtladığını hatırlamıştım. Her ne kadar bu gözlerimi karartacak kadar beni öfkelendiren bir hata olsa da ona istediğim şiddette kızmayı becerememiştim. 


Ama zamanında ona daha sert davranabilseydim, belki de başına gelecekleri durdurmuş olabilirdim.


"Sadece sizinle iletişim kurmak için kullanıyorum." dedim, aksini kabul etmeyen keskin bir tavırla. Elimi pantolonumun cebine atmış, diğer telefonumu açığa çıkarmıştım. "Diğerleri için bu telefonu kullanıyorum."


"Peki, tamam," dedi ikna olmuşçasına nefesini verirken. Yavaşça oturduğu yerden kalkmış, ceketini düzeltmişti. Parmaklarını yeni boyanmış siyah saçlarına geçirerek hızlıca geriye doğru taradı. "Tamam, gidebilirsin. Yeniden haberleşiriz."


Maskenin ardına saklanarak gerisingeri mekanı terk ettim. Cafcaflı gürültüyü arkamda bırakmış, sessiz sokaklara taşmıştım. Yolda birden fırtına patlak bulmuştu. Aniden gürleyen gök, kesik kesik aydınlanarak yeryüzündeki tüm günahları göz önüne seriyordu. 


Yirmi dakika sonra taksiden inerek gecekonduların sıkıştırdığı çarpık sokaklara daldım; kısa süre içinde, derme çatma bir binanın eksi ikinci katına varmıştım. Husumetli birkaç gencin kavgasından küfürler taşıyan ayazlar, boş evin pencerelerini yumrukluyordu. 


Arkamdaki demir masaya yaslanarak belimdeki silahı yanıma koydum. Ayağımı diğerinin üstüne attım, kollarımı önümde kavuşturdum. Gün ağardığından beri ilk defa yorgunluğumu hissetmiştim.


Ansızın rutubetin biriktiği köşede beliren ufak fare bana doğru koşturunca postalımın ucuyla geldiği yöne geri itekledim. Ardından tekrar ayağımı diğerinin üstüne attım, hayvanın can havliyle karanlığa teslim oluşunu seyrettim.


Kolumdaki saate baktım. Gece yarısına varmak üzereydi.


Omzumun üstünden tavana döndüm. Damlaların çarptığı ufak camdan kaldırım kenarı zar zor seçiliyordu; alelacele önünden geçen belli belirsiz karartıyı fark edince geri önüme döndüm. "Biri geldi."


Sözümü kanıtlayan kapının gürültüsü duyuldu. Soğuk bir cereyan esti, fırtınanın yaptığı senfoni kapı kapatılınca tekrar kesildi. Eşikte beliren Pınar başındaki ıslak şapkayı çıkardı, ela gözleri önce bana ardından bilgisayarın başında oturan Muzo'ya kaydı. Kıyafetleri sırılsıklam olmuştu. 


"Geldin mi sevgilim?" İki elle tutunduğu masadan kendisini geriye iterek geriye kayan Muzo, çabucak kalkıp ona doğru yürüdü. Dudaklarına uzanmıştı; ama Pınar hızlıca yüzünü yan yatırarak yanağından öpmesine müsaade etti.


Bana doğru attığı kaçamak bakışları görmezden geldim. 


Muzo'dan ayrılıp karşıma geçerken, selam verircesine gülümsedi. Yalnızca göz kırparak karşılık verdim; gülümseyebilecek kadar bile keyifli değildim. 


"Islandım çok," dedi, tek omzuna topladığı kızıl saçlarını avuçlarının arasında sıkıştırırken. Muzo dalgın dalgın bilgisayarın başına geri geçmişti. "Çınar gelmedi mi hâlâ?" 


Tam bu esnada kapı tekrar açıldı ve aniden içeriye sızan rüzgârlar Pınar'ın saçlarını uçuşturdu. Üşüyerek omuzlarını kendisine çekti. Bu hareketi nedense bana onu hatırlattı; o da üşüdüğü zamanlarda omuzlarını hep böyle daraltırdı.


İçeriye girerek kollarındaki damlaları silkeleyen Çınar, "Kalender de geliyor." dedi. Yeni traş olduğu belliydi; kısa saçlarla daha genç gösteriyordu. Neredeyse kendisinin aynısı olan birkaç adım ötesindeki ikizine baktı. "Az önce çocukları ayıran sen miydin?"


Muzo'nun öteki tarafına geçerek tıpkı benim gibi masaya yaslanan Pınar dudaklarını büzdü. "Ayırmakla uğraşamam, uzakta kavga etmelerini söyledim."


Ondan gözünü çekip bana dönen Çınar, "Yunuslar gelmiş yine mahalleye, etrafta geziniyorlar." dedi. 


Benden bir tepki almayı bekledi ama yalnızca başımı sallamakla yetindim. Polisler az sonra gelecek olan adamın yanında zararsız kalırdı. Sanki yaşanacakları önceden sezmiş gibi, gerilmiştim.


Kapı son bir kez daha aralandı. Kısa koridoru aşan hızlı adımlar, basık odanın ortasına varınca durdu. Arkasından gelen Akın ahşap kapıyı örterek kilitlemişti. Muzo ilgisini ekrandan ayırarak sandalyeyi bize döndürdü, yayvanca arkasına yaslandı. 


Akın, şimdi de olduğu gibi, her daim Selçuk Kalender'in arkasında dikilirdi; uzun boylu, iri bir adamdı. Fakat buna rağmen adımları tüy kadar hafifti. Az ama öz konuşurdu; keza şimdi de sessizdi. Hiç şüphesiz güvenebileceğim ezeli dostlarımdan birisiydi.


Odanın ortasında dikilmeyi sürdüren Kalender teker teker gözlerini etrafındaki suratlarda gezdirdi. En son da bende takılı kaldı. "Konaktaki son durum ne?"


Derin bir nefes aldım. "Toplantılar tekrar yapılmaya başlandı. Ama müşteriler biraz çekingen yaklaşıyor, o yüzden bir gerginlik var. Sık sık eşiyle şehir dışına çıkıp alıcıları ziyaret ediyorlar." 


Kendi kendine homurdanarak ellerini beline koyunca ceketi iki taraftan katlandı. Silahı açığa çıktı. "Şaçma sapan bir olay yüzünden her şey aksadı. Dört aydır elimiz kolumuz bağlı oturuyoruz. Tek olumlu şey, müzayedelere geri dönülmüş olması," Kendisini teselli eder gibi hafifçe başını salladı. Ama sonra tekrar suratı asıldı. "Şu aptal kız yüzünden dört ay başımız ağrıdı."


Ondan bahsetmesi kalbimi sıkıştırmıştı. Ama bu his çabuk çekildi, yerine sis gibi bir öfke çöktü. Kendimi tutamadım ve umduğumdan da ters bir karşılık verdim. "Abi hakaret etmesek mi? Ayıp oluyor sanki biraz."


Şaşırarak başını kaldıran Pınar, hafifçe kaşlarını çattı. Kalender'le nadiren yaşadığımız zıtlaşmayı, şu anda önemsiz bir kız yüzünden yapıyor oluşum belli ki onu afallatmıştı. Muzo'nun parmakları ne yazdığını unutmuş gibi, kısa bir anlığına klavyenin üzerinde takılı kaldı; yan gözle bana kaçamak bir bakış fırlatıp tekrar önüne döndü. 


Çınar kollarını önünde kavuşturup arada telef olmaktan kaçarcasına bir adım gerileyince, postallarından çıkan gürültü sessizliği inletti. Gülünç bir şekilde belerttiği ela gözleri, Kalender ile benim aramda mekik dokuyordu. Akın hareketsiz ve sessizdi; ama suratındaki kaşınıyorsun sen herhalde ikazını görememek de zordu.


Nitekim haksız da sayılmazdı. 


Ellerini belinden çeken Kalender, hışımla üstüme doğru esti; öyle ki ayağını sandalyenin kenarına çarpmış, Muzo'nun hafifçe irkilmesine neden olmuştu. 


"Ne ayıbından bahsediyorsun lan pezevenk?" Önümde durup elini hesap sorarcasına havaya kaldırdı. Mümkünmüş gibi gözleri daha da kararmıştı. Tüm uğraşlarımızı tehlikeye atan temizlikçi bir kızı savunuyor oluşum, çileden çıkması için yeterliydi. "Defalarca kez başarısız olduk ama hiçbiri aptal bir kız yüzünden olmamıştı. Neredeyse beş ay gerideyiz, beş!" Tüm parmaklarını göstererek elini suratıma doğru salladı. "Sen kızın eline silah tutuşturduğun için bu hâldeyiz hıyar herif, farkındasın değil mi? Kız senin silahınla Zeren'i vurdu. En büyük kozumuzu! Üstüne üstlük Tan'ın sana olan güvenini de zedeledi. Silkelen hemen, kendine gel. Yoksa ben bir güzel silkelerim seni." 


"Tan'ın bana olan güveninde artık bir sıkıntı yok, halloldu o sorun. Zaten bu yüzden adamlarının başına beni geçirdi." dedim tekdüze bir sesle. Aldırışsızlığımı görünce daha da çileden çıktı. 


"Üç beş köpeğin tasmasını eline verdi diye her şey hallolmuş mu oluyor?" Ama bir yanıt duymak istemediği belliydi. Hâlâ havada tuttuğu beş parmağını tokat atmak istiyormuş gibi suratıma yaklaştırdı ama yapmadı. Dudaklarını hırsla birbirine bastırırken, elini yumruk yaparak geri indirdi. Gözlerini yummuş, yatışabilmek için derin bir soluk almıştı.


Kendi kendine, "Gelmiş bir de bana kızı savunuyor burada, Akın..." diye mırıldanırken, hışımla sırtını döndü. Sanki ben yanında yokmuşum gibi, teskin edilme arzusuyla ona yakınmıştı. Akın öfkeyle gözlerini belerterek beni sertçe uyardı.


"Cidden neyini savunuyorsun şu kızın Merih?" diyerek araya giren Pınar, ilgimi kendisine çekti. Gerçekten de tutumumu sorguluyormuş gibi bir bakışı vardı, tüm bedeniyle bana dönmüştü. "O gece olanlar yüzünden aylarca yerimizde saydık. Kız bir de yetmezmiş gibi polisi karıştırdı işin içine. İyice başımıza dert açtı. Müzayedeler durdu, tüm mal satışları durdu. Üsttekiler zaten her an ensemizdeler, durmadan sıkıştırıyorlar. Aptal bir kızın aptal hareketleri yüzünden oldu bunların hepsi."


"Neyse ne anasını satayım ya," dedim bunalarak. Kendisini terslememe bozulan Pınar daha çok kaşlarını çattı. Ama yine de bir karşılık vermedi. "Kızı ortadan kaldırdı sonuç olarak, soruşturma falan da açılmadı. Sana o gün de söyledim, artık bizim için bir tehlike değil. İlaçlar verip uyuşturuyorlar kızı. Hatta nazar boncuğunu bile üstünde deniyor olabilirler. Kim bilir, belki de denek olarak kullanmak için kızı öldürmedi."


Omzunun üstünden bana saldırgan bir bakış atan Kalender ellerini gevşekçe beline koydu. Nazar boncuğundan bahsetmem ilgisini çekmişti. "Hâlâ aşağıda mı tutuyor kızı?"


Dudaklarımı büzerek omuzlarımı kaldırırken olabildiğince ilgisiz gözükmeye çalıştım. Onu kızdırabilecek tüm duyguları kendimden uzak tutuyordum. Kalender'in keskin zekâsı yadsınamaz bir gerçekti ve zihnimden akıp gidenleri savunmasız hissettirecek kadar iyi yakalayabiliyordu.


"Öyledir herhalde," diyerek geçiştirecekken, tekrar bilgisayara dönen Muzo sözümü kesti. Birkaç tuşa basarak kararan ekranı geri aydınlatmıştı. 


"Evet öyle, bakabilirsiniz," Göreceklerimden korkarak, biraz da heyecanlanarak, yanına yaklaştım. Elimi masaya yaslamış, ekranın hizasına kadar eğilmiştim. "Bazı kameralara sonunda erişim sağladım. Bahsettiğiniz kız buysa eğer, evet hâlâ aşağıda kilitli tutuluyor." 


Yan yana dizilmiş ufak ekranlardan sağ üst köşedekini gösterdi. Evet, bu oydu. Kaşlarımı çattım. Gördüklerimden rahatsızlık duyarak hafifçe geriye kaçıldım ancak yine de gözümü ondan ayırmayı başaramadım.


Bembeyaz bir odanın içinde kaybolmuş küçük bir lekeyi andırıyordu. İki büklüm hâlde yatağın ucuna kıvrılmıştı; zayıflamış gibiydi. Uzun, koyu saçları yastığının üstüne saçılmıştı. Koskoca yatakta kapladığı yerin ufaklığı canımı sıktı. Kim bilir neler düşünüyordu? Verdikleri ilaçların onu sersem ettiği besbelliydi. Kolunu kaldırmaktan bile aciz duruyordu. 


Acımasızca katledilen arkadaşlarını kurtarmam için yakama asılışını ve ağlayarak bana yalvarışını anımsayınca, aynı acizliği yeniden hissettim.


Ama farkındaydım, bir intikamın iki sahibi olamazdı.  


Boğazıma bir yumru oturdu, yutkundum.


Birdenbire beni afallatacak kadar şiddetli bir arzuyla doldum. Göğsümde yoğun bir his şahlandı. Hemen, şimdi, yanına giderek onu oradan çıkarmak ve kurtarmak istedim. Ama bunun imkansızlığının farkındaydım. Yapabileceğim tek şey, dayanabilmesini umut etmekti. Artık yaşamak onun elindeydi.


Geriye çekilerek gözümü ekrandan ayırdım. 


Herkes bilgisayarın etrafına üşüşmüştü; çünkü uzun bir süredir görmeyi beklediğimiz ekran, artık karşımızdaydı. İki elle sımsıkı sandalyenin sırtını kavrayan Kalender, pür dikkat önündeki kameraları inceliyordu. Hissettiği memnuniyet dudaklarının ucunu kıvırmıştı. 


Sonra birden gözleri beni buldu. Kurnaz bir parıltı geçip gitti içlerinden. Az önce konuştuğumuz meselenin kapatılmasına müsaade etmedi. "Neden bu kıza kafayı taktı sence? Denek olarak kullanmasını geçtim, farklı bir eğlencesi var burada."


Tasasızca masaya yaslanarak tekrar kollarımı göğsümde doladım. Pınar da hafifçe doğrulmuştu, dikkatle bana bakıyordu. "Hiçbir fikrim yok. Ama bu bildiğimiz bir şey, Tan leşleriyle oynamayı seven bir adam. Zeren'i vurması işin rengini çok değiştirdi. Neler düşünüyor bilmiyorum ama kıza kafayı taktığı bir gerçek."


"Tan leşleriyle oynamayı sever," diye mırıldandı, altını çizercesine. Başını yavaşça sallarken kısa bir anlığına uzaklara daldı. "Zeren nasıl oldu? Aranızda sıkıntı yok, değil mi?"


Ensemi ovarak nefesimi üfledim. Az önceki gerginliğin üstümdeki kırıntılarından kurtulmaya çalışıyordum. "İyi, sıkıntı yok. Ama hem fazla uzağa itmemek hem de mesafeyi korumaya çalışmak gitgide zorlaşıyor." Çenemi sıvazlarken bir an durdum. "Babamda da aynı hastalık vardı evet, ama onunki biraz daha dengeliydi. Zeren'in tavırları daha uçuk. Vurulduktan sonra da biraz değişti."


Çınar gözlerini kameralardan ayırarak doğruldu. Karşıma gelip hafifçe omzuma vurmuştu. Odadaki gerginliği dağıtma çabasına kapıldığı belliydi. "Koskoca örgütle baş ediyorsun, bir kadınla mı baş edemeyeceksin Merih Karahan?" 


"Keşke bir kadın olsaydı," dedim kinayeli kinayeli. "Ama aynı anda üç kadınla baş ediyorum. Bana aşık olduğunu zannediyor ama aslında babasının eksikliklerine sahip bir erkek olarak görüyor beni. Çünkü anlayış ve ilgiden yoksun büyümüş. Israrla evlilik teklifi etmesinin sebebi de bu herhalde."


Odada bir dalgalanma oldu.  


"Çüş!" Tam anlamıyla ciyaklayan Pınar, sesiyle adeta tüm odayı inletmişti. Muzo duyduklarından çok onun bağırışına şaşırmış gibi gözüktü. 


Bu ani tizlikle tadı kaçan Kalender, yüzünü ekşiterek gözlerini hızlıca Pınar'a dokundurdu. Öylesine hoşnutsuz bir bakıştı ki bu, kızı utandırarak olduğu yere sindirmişti.


"Daha neler..." Şaşkınlık içinde gülen Akın sırtını arkasındaki duvara yasladı. Kalender hâlâ sessizliğini koruyordu; fakat onun da bu cüretkar istek karşısında rahatsız olduğu belliydi. Dudağının ucu tiksindirici bir şey duymuş gibi hafifçe aşağıya kıvrılmıştı.      


Omuzlarımı silktim, sözüme devam ettim. "O yüzden evet, örgütlerle baş etmek kadınlarla baş etmekten daha kolay."


Muzo gözlerini ekrandan ayırmadan gülerken, saldırıya uğramış gibi oturuşunu dikleştiren Pınar ters bir bakış fırlatmıştı. Hâlâ az önce duyduklarının huzursuzluğunu soluyordu.


Nitekim şunu sordu. "Sen ne diyorsun peki?" 


Sesindeki merak beni güldürdü. Ama her nasılsa, sorusu keyfimi daha çok kaçırmıştı. "Gel iste beni babamdan diyorum."  


Akın'la Çınar'nın gülüşleri birbirine karışırken, Kalender de sırıttı. Sorunun absürtlüğünü fark edince yüzü düşen Pınar henüz kendisini savunamadan, Çınar elini omzuma attı. Gözlerinde muzip bir heyecan belirmişti.


"Sana ne lazım, biliyor musun?" Tepki verme gereksinimi duymadım çünkü patavatsız bir şeyler duyacağımı anlamıştım. Ama her zaman olduğu gibi, yine kayıtsızlığım onun hevesini kırmaya yetemedi. "Senin bir rahatlaman lazım. Hazır elinin altında senin için yanıp tutuşan bir hatun da varken, ne duruyorsun? At şu üç yılın birikmişliğini içinden, sal gitsin baba..."


Kafasına patlatınca sözüne devam edemedi. Sinirlenmiş gözükmeye uğraşarak, dudaklarımı birbirine bastırdım. Arkada dikilen Akın'ın sırıttığını görmüştüm. "Saçma sapan konuşma hıyar herif."


"İğrenç birisin Çınar. Tüm erkeklerin özeti gibisin!" Yüzünü buruşturan Pınar tiksintiyle ikizine bakıyordu. Burnunun üstü kırışmıştı. "İş ahlakı denen şey sende hiç yok mu?"


Gülerek geriye çekilen Çınar yalnızca göz kırpmakla yetindi. Elini cebine sokmuş, yine sakız kutusunu çıkarmıştı. Hızlıca ağzına bir tane atıp etrafımızı mentol kokuttuğu esnada, Kalender sonunda ekrandan uzaklaşarak duruşunu düzeltti. Artık bu tarz gevezelikleri o kadar kanıksamıştı ki çoğu kulaklarından içeri bile giremiyordu. 


Mühim bir konuşma yapacağı sinyallerini vererek, tüm gözleri üstüne çekti. Zaten önemli bir mesele olmadıkça hepimizi bu kadar kısa zaman içinde toplamazdı; son görüşmenin üstünden henüz bir hafta bile geçmemişti. Bu yüzden herkes susmuştu; çıkmak üzere olan komutları duymayı bekliyordu. 


"Birtakım aksilikler yaşanmış olsa da artık sona yaklaşmamıza çok az kaldı, baskıyı arttırmak zorundayız," dedi, derinlerden gelen hırıltılı bir sesle. Kabzalarını sımsıkı elinde tuttuğu, etrafındaki beş silaha baktı. Bakışlarında övünç vardı. Duruşu dimdikti; ağzından çıkan her söz içilen bir ant kadar sağlamdı. "Sonunda beklediğiniz o gün gelip çattı. İçeriye biraz daha heyecan sokmaya hazır mısınız?"


Dakikalar sonra merdivenleri tırmanarak köhne evi terk ederken belli belirsiz gülümsüyordum. Aylar sonra ilk defa gerçek bir keyif yaşamıştım. Karanlık sokağı geçerek dik bir yokuştan aşağıya yürümeye koyulduğumda dalgındım; düşüncelere bulanmıştım. Hızlıca bir sigara çıkarıp, alevi ucuna tuttum. Yanık kokusundan derin bir soluk aldım. 


Sokağın kenarına sinmiş fotoğraf çeken adamı fark edemeyerek, ardımda bıraktığım kalın bir dumanla saniyeler içinde geceye karıştım.






Ayyy bittiii bazı kısımları yazarken azıcık duygulanmış olabilirim 😭👉🏼👈🏼 Merih'in biraz sır perdesi kalktı ama göründüğü kadar değiil 🤫 Biiir sürü ipucunun olduğu bir bölümdü ama yakalayana 😏


Yeni karakterlerimiz de geldiğine göre ortalığı iyice bi karıştıralım hdkdjshjd Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler şaşırdığınız bir yer oldu mu meselaa 🥹 En sevdiğiniz yeni karakter kim diye sormuyorum çünkü daha yolda olanlar var 🥲 Bütüün yorumlarınızı tek tek okuyor olacağım ❤️‍🔥


Haftaya cuma Şahoğlu Konağı'nda görüşürüüzz 🥹 Öbdümm 🫶🏻 


Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-