24

 Selamm, umarım hepiniz iyisinizdir 🤍 Yeni gelen okuyuculara da hoş geldiniz demek istiyorum, yorumlarınız ve oylarınız için çok teşekkür ederim 😭 


Lafı fazla uzatmayacağım, sizi Demre'nin yeni hayatına dahil ediyorumm hadi bakalımm 🫠 Umarım keyifle okursunuz. Lütfen yıldıza basmayı ve yorumlarınızı benimle paylaşmayı unutmayınn onlardan güç alıyorum biraz o yüzden 👉🏼👈🏼🥹✨🤍


Son olarak, sizce bölümler uzun mu? Okuması zor oluyorsa kısaltabilirim 🫶🏻



24: YERYÜZÜNDE GÜNEŞİ OLMAYANLAR





DEMRE EROĞLU


14 Ekim 2023, Günümüz


Kemalpaşa, İzmir 


Çocukken bir ağaçtım; yetişkin günahların üstüne dikildim. Sonra birden terk edildim, kendi kendimi büyütmeye mahkum edildim. Bir gecede kuruyup soldum; tüm yapraklarımı yitirdim. Öldürüldüğüm gece yeniden ekildim. 


Şimdi yine kendi kendimi büyütmeye mahkum edilmiştim.


Ama yaşamak o kadar anlamını yitirmişti ki tüm gerçekler hayal, tüm hayallerse yalandı. Zira tuzağı artık önüme değil, bedenime koymuştu; kurnazca zihnimin eşiğine bırakmıştı. Öyle ki içeriye girmeye çalışan tüm düşünceleri avlıyor, yerine sadece marazi olanları sokuyordu.


Yan yana dizilmiş siyah piyonlar. Kayan taşın satranç tahtasında bıraktığı cinayet lekesi. Kendi kanımın kokusu. "Boğmaca Matı'nı bilir misin?"   


Kulaklarımdaki fısıltı tüylerimi ürpertti. Etrafımda dönen ayazlar birden bedenimi kafesledi. Birbiriyle yuvarlanan yaprakların hışırtısı yükselmişti. Üşüyerek titredim, kendi içime sinmek istedim. Ama hareket edecek mecali kendimde bulamadım, vazgeçtim. Belki de artık uyumalıydım. 


"Hayır abla, uyan!"


Tenime çarpan ıslaklıkla irkilerek, birbirine dolanmış kirpiklerimi araladım. Tepemde çiğ beyazı bir tavan yerine kuzguni bir karanlığın yükseldiğini görünce afalladım, birdenbire korkuya kapıldım. Özgürlüğün bedellerinden korktum. Bana yaşattıkları gerçekliklerden korktum.


Ama her şey çok sakindi; neredeyse huzuru hissettirecek durgunluktaydı.


Üzerime minik, belli belirsiz damlalar dökülüyordu. Devasa gölgeler etrafımda dönüyor, renkler birbiriyle harmanlanıyordu. Tüm hislerim, bedenimden uzaklaşan uyuşukluk eşliğinde her tarafımı sarıyordu.


Neredeyim ben? 


Tenimde tuhaf bir karıncalanma hissettim. Etrafımdaki gölgelerin, rüzgar darbeleriyle sallanan ağaçlara ait olduğunu fark etmiştim. Ağrıyan başımı yavaşça yan yatırınca avucumun içine devrilmiş kuru yaprağı gördüm. Tıpkı benim gibi, o da rüzgarın dokunuşlarıyla titreşiyordu. Altımdaki nemli toprağın kokusu soluklarıma karıştı. Binbir güçlükle parmaklarımı kımıldattım.


Aldığım soluk öylesine derindi ki yeni doğmuş bir bebeği yaşama düğümleyen ilk nefesten farksızdı. Acizlikle dolu bir çabaya sahipti. 


Sonra birden onu gördüm. 


Çalıların arasından yükselen boynuzları yavaşça bana döndü. Kömür karası gözleri yüzüme dokundu. O kadar ihtişamlıydı ki zihnimden taşmış bir sanrı gibiydi. Sanki gerçek hayatta bu kadar güzel şeyler artık var olamazdı. Ya da bana denk gelmezdi.


Ama hiçbir tehlike sezmeyen hayvan telaşsızca önündeki çalıları kemirmeye devam etmişti. Uzun bir zamandır yakınımda olduğu, varlığımı kanıksamasından belliydi.


Binbir güçlükle yan dönerek toprağa tutundum, bedenimi soğuk zeminden ayırdım. Kollarım taşıdığı yükle titredi. Etrafımda dönen her şey daha da devinim kazandı; panikle başımı kavradım. Karşımdaki geyiği iki adet görmeye başlayınca sımsıkı gözlerimi yumdum. Bir müddet soluklandım.


Ne kadar süre başımı tutarak öylece beklemiştim bilmiyordum; zamanın dokunuşlarından çok uzaktım. Ama birdenbire uzaklarda akseden bağırışları duyunca korkarak yerimden sıçradım. Hızla gözlerimi açtım, karanlığın devşirdiği ormana diktim.


"Demre!" 


Birilerinin çaresizce beni çağırdığına neredeyse emindim. Yalnızca bunun zihnimdeki düzmece bir ses mi yoksa gerçek bir çağrı mı olduğunu anlayamamıştım. Bu yüzden gitgide yaklaşan bu ses furyasına bir karşılık vermek için uğraşmadım. Ürkek bir sessizlikle, titreyerek bekledim.


Karanlığı delen beyaz huzmeler, birkaç adım ötemdeki hayvanı korkutarak kaçırdı. Hayvanın sebep olduğu ıssızlık, saniyeler içinde ağaçların arasında beliren silüetler tarafından dağıltıldı. Çiğ bir ışık suratıma çarptı. Gözlerim kamaştı, elimi yüzüme siper ederek başımı eğdim.


Bu ışık, annemin kapısını her çalışımda suratıma vuran beyaz ışığı hatırlatmıştı bana. Karnıma bıçak gibi sivri bir acı saplandı. Annemin hamile bir hâlde beni ziyarete geldiği o meşum kâbusu anımsadım. Ama hâlâ rüya mıydı yoksa gerçek miydi, emin olamıyordum. Allak bullak bir hâldeydim. 


Yeterince düşünemeden, tekrar birisinin bana seslendiğini duydum. Rahatsız ettiğini fark ederek üzerimden çektikleri ışıklar sayesinde başımı kaldırabilmiştim.


Koşarak yanıma gelen karartı, yaklaştıkça tanıdık bir çehreye döndü. Elinde tuttuğu fener sarsılıyor, beyaz huzme de etrafa saçılıyordu. Öylesine şiddetli bir korku ve endişeyle yanıma çökmüştü ki nefeslerim kesildi. 


"Demre..." İki eliyle sertçe yüzümü kavradı. Tutuşunda elinden kaçırdığı bir şeyleri son ânda yakalamanın paniği vardı. Benim gibi o da titriyordu. Çekik gözlerinin kıyısına dalgalar vurmuştu. Hem çok tanıdıktı, hem de çok yabancıydı. "Demre..."


İsmime yüklediği duygular o kadar gürültülüydü ki içlerinden yalnızca özlem ve korkunun sesini duyabilmiştim. Elleriyle yüzümü okşayan Sude, kolunun altına kıstırdığı battaniyeyi yeni hatırlamış gibi aniden geriye kaçıldı. Hızlıca omuzlarıma bıraktı, iki ucunu önümde kavuşturdu. 


Üstüme çöken bu sıcak yükle tüm bedenim zangırdadı.


"Saatlerdir seni arıyoruz, çok korktuk!" Elini sırtıma koyarak omzunun üstünden geriye baktı. Başka silüetlerin de bize doğru yaklaştığını fark ettim ama kim olduklarını seçemedim. "Başına bir şey geldi diye çok korktuk."


Sessizce, gözlerinin içinde süzülen endişeyi izledim. Battaniyenin altındaki elimi sıkınca hâlâ orada olduğunu yeni fark ettiğim kuru yaprak parçalara ayrıldı, avucumun içine battı.


Kesintisizce suratına dikilen bakışlar onu kaygılandırmış gibi, "Neden bir şey söylemiyorsun?" diye mırıldandı. 


Hafifçe başımı iki yana salladım, kısa bir anlığına gözlerimi yummuştum. Zihnim o kadar keşmekeşti ki niye gecenin kör bir vaktinde ormanın ensesinde uzandığımı sorgulamak aklıma bile gelmiyordu. "Kendimi hasta hissediyorum, üşüttüm sanırım."


Şefkatle sırtımı sıvazladığı esnada, arkadan iki yabancı çehre belirdi. Üzerime tuttuğu feneri hızlıca söndüren uzun boylu bir kadın diğer yanıma gelerek çökmüştü. Sımsıkı tepeden topladığı kızıl saçlarından birkaç tutamı beyaz teninin kıyısına bırakmıştı. Gözleri resmen bal rengiydi. Keskin yüz hatlara sahipti; sağ gözünün hemen altında, bulunduğu yere çok yakışan ufak bir ben vardı. 


Suratımın her kıyısına dokunan gözleri koyu bir merakla gölgelenmişti. "Kalkabilecek misin?" diye sorduğunda, sesi umduğumdan daha da güçlü çıkmıştı.


"Yürüyemiyorsan taşıyabiliriz." Bunu söyleyen kızın hemen ardında beliren uzun boylu bir adamdı. Birbirleri arasındaki benzerlik hayret vericiydi. İkisinde de aynı bal rengi gözler, aynı keskin hatlar vardı. Yalnızca adamdaki ufak ben kızdaki gibi gözünün altında değildi, çenesinin ucunda duruyordu.


Kadın birden uzanıp elinin tersini belli belirsiz alnıma sürtünce, kaşlarımı çatarak geriye çekildim. Havada asılı kalan elini ısrar etmeden hızlıca benden uzaklaştırdı. Aniden verdiğim bu hırçın tepki ormanın derinliklerinde rast geldikleri bir yırtıcı gibi hissettirmişti bana kendimi. Acı acı gülmek istedim ama yapmadım.


Sonra birden başımı kaldırdım, ikisinin de gözlerine baktım.     


Siyahlar içinde karşımda dikilen bu iki yabancı sima, yersiz bir ihtimalin umudunu yeşertti içimde. Bir gaflette bulundum. "Polis misiniz siz?"


Kadın şaşırdı, belli belirsiz çenesini geriye kaçılttı. Umut kokan bu soruyu apaçık yadırgamıştı; hatta biraz da hakaret yemiş gibi bakıyordu. Yanında ayakta dikilen adamla kısa bir anlığına göz göze geldi; ama çok hızlı bir tepkiydi bu, anında son bulmuştu. Fakat ikisinden biri konuşamadan, Sude araya girdi. 


"Hayır, değiller," Şaşırarak önce kadına, sonra da adama baktı. Sanki onların da bu hakikatin altını çizmelerini ummuştu. Gözleri bana geri döndüğünde, artık şefkatle doluydu. "Neden polis olsunlar ki? Hadi gel, evimize geri dönelim. Yürüyebilecek misin?"


Sesimdeki umut yüzünden kendimi budala gibi hissettim.     


Sırf üzerime çullanan endişeyi savuşturmak için kendim bile emin değilken, "Yürüyebilirim, sorun yok." dedim. Dudaklarımdan çıkan ses birden kulaklarıma yabancı geldi. Birkaç sefer boğazımı temizledim ama sonra vazgeçtim. Kendimde bu ufak değişimi yapacak hevesi bile bulamaz oldum.


Üstünde ihtiyar bir beden taşıyan ruh gibi yavaşça ayağa kalktım. Sude hızlıca kolunu arkamdan dolayarak beni zorla kendisine yaslamıştı. Kendimden bu kadar emin kalkmış olmama rağmen o tutuyor olmasa düşeceğimi anlamıştım. Sanki yürümeyi unutmuştum. Ne kadar zorlandığımı fark ettiği için adımlarıma ayak uydurarak yürümeye başlamıştı.


Ellerindeki fenerlerle yolumuzu aydınlatan adamla kadın bizden birkaç adım ileriden gidiyordu. Sessizlerdi; yalnızca önümüze devrilen geceyi savuşturmaya odaklanmışlardı. İkisinin de üstünde siyah takım elbiseler vardı; konak duvarlarının dibine sinen korumaları andırıyorlardı. 


Kimsenin tek kelime etmediği uzun dakikaların sonunda ağaçların arasından sıyrıldık ve ormandan dışarıya çıktık. Koyu bir sisin altında silüet gibi yükselen konağı görünce tüylerim ürperdi. Tökezler gibi durunca Sude de durdu. Merakla öne doğru eğilerek yüzüme baktı. 


Soluklarım hızlandı, damarlarımda akan kan ısındı.        


Nedenini anlayamadığım bir korkuyla doldum. Zihnime bir sancı saplandı; hatırlayamadığım anların eksikliği altında ezildim. Bir şeyler noksandı içimde ama ne olduğunu hatırlayamıyordum. 


Arkalarından gitmediğimizi fark eden kadın durdu. Elindeki feneri bize tuttu. Ama adam durmamıştı; biraz ötedeki golf arabasına doğru aceleci adımlarla ilerlemeyi sürdürüyordu. 


"Çınar arabayı buraya getirir şimdi, kendini yorma." dedi kadın, yatıştırıcı bir gülümsemeyle. Gözlerinde ilgili bir yakınlık olsa da duruşunda ve tavrında bariz bir soğukluk mevcuttu. Hatta biraz da tetikte gibiydi; mesafesini hep koruyordu. 


Tıpkı dediği gibi, Çınar golf arabasını önümüze kadar getirmişti. Sude ve ben arkaya otururken, kadın hızlıca aşağıya sarkan battaniyemin ucunu içeriye sokuşturup ön tarafa yerleşti. Omzunun üstünden bizi kolaçan eden Çınar, her şeyin yolunda olduğuna inandıktan sonra oyalanmadan yola koyuldu. 


Dağın eteklerine çökmüş kasvetli pusu yararak konağa doğru ilerledik. Yalnızca birkaç dakika süren yol boyunca hiç kimse konuşmadı. Sımsıkı sarıldığım battaniyenin altından, burnumun ucuna kadar sürtünen zifiri karanlığı izlemekle yetindim. Ne durmadan gözlerini üstümde hissettiğim Sude'ye bir karşılık verdim; ne de dört kişilik bir ağırlığa sahip sessizliği hafifletebilme çabasına girdim. Tuhaf bir suskunluktu ve herkesin, ormanın derinliklerinde buldukları bir kızdan sesli bir hamle beklediği de aşikârdı. 


Ama kendimi bu sessizliğe karşı borçlu hissedemeyecek kadar kayıp bir hâldeydim. Bu yüzden sustum. Rüzgarın tokat gibi suratıma çarpmasına, soğukluğuyla tenimi kemirmesine göz yumdum.


Araba yavaşça yokuşun ortasında durunca başımı çevirdim, önümüzdeki ufak evle göz göze geldim. Artık eskisinden biraz daha süslüydü. Işıkları yanıyordu, etrafına uzun çalılar ekilmişti. Kapıyla son bulan kısa patika, bu çalıların arasında kalmıştı.


Yabancı hissettiren bir aşinalığı vardı. Sanki geçmiş suların yüzeyine çıkan bulanık bir hatıra gibiydi.


Çınar elini direksiyondan çekmeyerek omzunun üstünden geriye bakınca gözlerimiz birbirine değdi. Niçin yerimden kımıldamadığımı sorgulayan, meraklı bir bakışı vardı. Pınar yavaşça arabadan inmişti; yardımcı olmaya hazır bir hâlde beni bekliyordu. Tam bu esnada Sude'nin elini sırtımda hissettim. 


Yalnızca, "Evimize geldik." dedi.


Ama tek bir sözü bile içimde bir yerleri kırmaya yetmişti. Ona benim bir evim yok demek istedim ama diyemedim. Buradan, tüm bu insanlardan uzaklaşmak çok istedim ama uzaklaşamadım. Dilimin ucunda biriken amalarla yavaşça arabadan indim. Pınar'nın kolumu tutma çabalarına isteksizce göz yummuştum. 


Sözsüz bir itirazla evime doğru yürürken aniden gözüme ilişen bir karartıya yolun ortasında duraksadım. Göğsüme bir sızı yayıldı. Neredeyse ayaklarımın ucundaki battaniyeye takılarak yüzüstü yere devrilecektim. Benimle birlikte Pınar da durmuştu; düşeceğimi zannetmiş, kolumu daha hoyrat kavramıştı. Sude henüz peşinden gitmediğimizin farkında değildi; çoktan dar patikaya girmişti.


Bu onu gördüğüm ilk andı. Çünkü bazı insanları gerçekten görebilmek zaman alırdı.           


Başı içindeki düşünceleri taşımakta zorlanıyormuş gibi hafifçe önüne eğikti, dalgındı. Tek eli cebindeydi, diğer eliyle dudaklarındaki sigaraya tutunmuştu. Tepesinden yükselen beyaz duman, puslu havayla harmanlanıyor; onu geceye çöken sisin suçlusuymuş gibi gösteriyordu.


Sonra birden başını kaldırdı, üstündeki yükün sebebini arar gibi geceyi kolaçan etti. Gözlerimiz kesiştiği an birden durdu, zihninden dışarı çıktı; sanki göremediği bir gerçeğe toslamıştı.


Yanağımın üstünde gezinen nazik dokunuşları. Kafes gibi etrafımı kuşatan tanıdık kokusu. Gözlerindeki ışıltı. "Korkmadan yavrum, korkmadan." 


Zihnimin içine devrilen sesi baştan aşağıya titretti beni. Yanıma sokularak bana bu yatıştırıcı telkini fısıldayışını hatırlayabiliyordum; fakat hangi âna ait olduğunu çıkaramıyordum. Sanki sahip olduğum tüm anılar birbirine bulaşmış, zihnimde anlamsız bir cümbüş doğurmuştu.


Gözlerini üstüme kenetlendiği her saniye soluklarım o kadar sığlaştı ki sonunda nefes almak için çabalamak anlamsız bir hâle geldi. Kendimi boğuluyormuş gibi hissettim. Sanki çağlayan bir ırmak gibi göğüs kafesime dolan onlarca duygunun içindeydim ve boğuluyordum. Aniden ağlamak istedim.


Ama yapmadım. 


Yanımdaki kadının ikimiz arasında gidip gelen şaşkın bakışlarından kurtulmak için hızlıca önüme döndüm. Ben yürümeye başlayınca o da yürümek zorunda kalmıştı. Arkamızda kalan Çınar'ın ona seslenmesiyle birden irkildim; ismini duymak tüylerimi ürpertti. Daha fazla içinde bulunduğumuz âna tahammül edemedim ve dışına çıkmak ister gibi adımlarımı hızlandırdım. 


Çoktan zili çalmış olan Sude, arkasında bizi bulamamanın şaşkınlığıyla duraksamıştı. Aralanan kapının ardı karanlıktı ama eşikte bir karartı dikiliyordu. Yaklaştıkça bunun tek bir karartıdan ibaret olmadığını anladım. 


Tanıdık bir ses, "Şuradan ışığı yak, Ece." dedi. 


Attığım birkaç savsak adımdan sonraysa sesin sahibini görebildim. Aniden parlayan sarı ışık eşikte beni bekleyen silüetlerin üstüne devrilmişti. Teker teker tanıdık simaların üstünde gezinirken, eşikte durdum.


Ani bir suskunluk oldu; ansızın uçurumla son bulan bir yol gibiydi.


"Demre..." Hayretle adımı fısıldayan Sinem, sessizliği savuşturabilecek cesareti bulan ilk kişi olmuştu. Tıpkı yanında dikilen Ece gibi, onun da suratında şaşkınlığın ve endişenin verdiği bir çatışma hakimdi. Kapının arkasından merakla başını uzatan Aylin, benimle göz göze geldiği anda elini ağzına örttü.


Hepsinin önünde duran Meral abla, ışığı açmalarını söyledikten sonra bir daha hiç konuşmamıştı. Yalnızca suratıma bakıyordu; ne hissettiğini ve düşündüğünü anlayabilmek olanaksızdı. Ama yaşadığı değişim göz ardı edilemeyecek gibiydi. 


Saçlarının önü griye kaçan kırçıllarla dolmuştu. Toprak rengi gözlerinde ölgün bir koyuluk vardı; sanki kaybettiği bir şeyleri oraya gömmüştü. Onu en son ne zaman gördüğümden emin değildim; ama bu sürede yaşlanarak yıprandığına şüphe yoktu. 


Bir annesine, bir bana bakan Sude cesaretlendirir gibi elini tekrar sırtıma koydu. Bu dokunuşla birlikte içimi bir ürperti sarmıştı. Acaba Merih hâlâ yakınlarda mıydı? Ama artık hiç ses gelmiyordu bahçeden. 


Derin bir soluk alarak gözlerini üstümden ayıran Meral abla, hâlâ yanımda dikilmeyi sürdüren kadına döndü. "Yardımın için teşekkürler Pınar'cığım, artık işine dönebilirsin." 


Kadın hafifçe başıyla selam verip kolumu bıraktı ve saniyeler içerisinde geceye bulandı. Sude onun bıraktığı boşluğu doldurarak kolumu daha sıkı tutarken, beni evin içine doğru çekti. 


"Üşümüşsündür, böyle gel Demre." Kenara kaçılan Meral abla arkasında birikmiş meraklı kalabalığı da beraberinde geriletmişti. Eliyle davetkâr bir şekilde içeriyi gösteriyordu. Sinem şefkatle gülümserken, Ece başını sallayarak yüreklendirmeye çalışıyordu.


Sımsıkı tutunduğum battaniyenin ucuna baktım. Ayakkabımı çıkarma içgüdüsüyle dolmuştum ama ayaklarımda yalnızca çorap olduğunu gördüm. Daha erken fark edemediğim için kendime şaşırdım. Yavaşça içeriye girerek sonunda soğuğun acısından kurtuldum. 


Kapı usulca arkamdan kapandı, üzerimde kesişen gözlerin ağırlığı altında öylece kalakaldım. En arkada, uzakta duran iki yabancı simayı yeni fark etmiştim. Kısa boylu, orta yaşlarda esmer bir kadın ve onun hemen yanında kendisiyle neredeyse aynı boyda olan genç bir kız dikiliyordu. 


Kızın perçemleri yeşil gözlerine kadar iniyordu; koyu saçları o kadar kısaydı ki kulaklarının hemen altına ancak uzanabiliyordu. Gözleri epey iriydi, yumuşak yüz hatlara sahipti; teni o kadar beyazdı ki bu onu biraz cansız gösteriyordu. Ama sevimli bir tebessümle, önündeki karşılamayı seyrediyordu.


Yanında duran kadınsa onun aksine çok tepkisizdi. Duruşunda meydan okuyan bir diklik vardı, ellerini karnının üstünde kavuşturmuştu. Çökük siyah gözlerinin çevresi sürmeli gibiydi. Üstelik alnının ortasında geleneksel izler taşıyan ufak bir dövme vardı. Başta bunu doğum lekesi zannetmiş olsam da kısa bir süre sonra yanıldığımı anlamıştım.


"Demre," Derin bir sessizliğin içinden yüzeye çıkan Meral abla aniden dikkatimi dağıttı. İki yabancıdan gözlerimi ayırarak ona döndüm. Gözlerinde karşılaştığım acıma şaşırmama neden olmuştu. Henüz nedenini düşünemeden, kendimi ona doğru çekilirken buldum. Battaniyenin üzerinden güçsüz bedenime sardığı kollarıyla, sımsıkı beni kendisine bastırdı. "Seni sağ salim aramızda görmek çok güzel, evine hoş geldin."


Tepki veremeyecek kadar afallamıştım. Karmakarışık bir düğüm gibiydi hislerim; içimden aynı anda binbir türlü duygu silsilesi akıp geçiyordu. Bir an öfkeyi seziyordum, bir an sonraysa özlemi. Bir an anlayışı, bir an sonraysa ihtirası. Bir şeylere karşı nefret ve öfke doluydum ama neye karşı olduğunu hatırlayamıyordum. 


"Boğacaksın kızı şimdi," diyen Sude gülerek araya girdi. Hafifçe koluna vurmuştu. "Senin elinden sağ salim kurtulamayacak bu gidişle anne."


Doğru ya, diye düşündüm dalgınlaşarak, öz annesiydi. Zihnimde parladığı an geri sönen bu düşünce bana kendimi budala gibi hissettirmişti. Bu kadar bariz bir detayı unutmak, ayağımda ayakkabı olmayışını fark edememekten daha sarsıcıydı.     


Kızların arasında gülüşmeler olurken, Meral abla kollarını çözerek beni kendisinden uzaklaştırdı. Etrafımı kuşatan şefkatli sıcaklığını da böylece geri çekmişti. 


Duygularını bu kadar çıplak göstermenin şaşkınlığını kendisi de yaşıyormuş gibi hızlıca saçını, başını ve üstüne düzeltti; hiç dağınık olmamalarına rağmen. Ardından hafif bir baş manevrasıyla silkelenerek, omuzlarını dikleştirdi. Bu onun sözsüzce her neyse işimize dönelim deme biçimiydi. 


Etrafındaki bütün suratlarda tek tek gözlerini dolandırdı. "Saat çok geç oldu, ses duymak istemiyorum. Herkes yataklarına gidecek. Demre'nin başına üşüşmek yok, bırakın da kız dinlensin. Ağrıları vardır belki," Gözleri tekrar beni buldu. Üstümdeki battaniyenin ucunu elinin tersiyle hafifçe silkeledi. Temizleme amacından çok, kirini gösterme çabasıydı bu. Hafifçe yüzü buruşmuştu çünkü. "Sen de bir güzel yıkan, temizlen Demre. Şu battaniyeyi de kirli sepetine bırak. Yıkansın, çok kirlenmiş."


Yalnızca başımı sallamakla yetindim. Hâlâ kendimde kelimelere uzanacak gücü bulabilmiş değildim. Üstelik istifini dahi bozmadan arkada dikilen kadının bakışları da huzursuzluk vericiydi. Sürmeli gözleri hiç kırpılmaksızın, dosdoğru içime bakıyordu.


Öyle ki yanıma sokulan Sude'nin, "Hadi gel, odaya çıkalım." demesiyle birlikte minnet duydum. İtirazsızca beni merdivenlere yönlendirmesine izin verdim. 


Meral ablanın peşimize düşmeye çalışan kızları durdurmak için çabaladığını ama sözünü geçirmekte ne kadar zorlandığını duymak mümkündü. Kızların birbirine karışan, "Sadece on dakika!" yalvarışları sonunda bıkkın bir kabullenişle kesilmişti. 


Biz neredeyse üst kata varmışken, Meral ablanın, "Sadece on dakika, on birince dakikada ensenizdeyim ona göre!" diyen sesi tüm evde yankılanıyordu. Biraz bağırması gerekmişti çünkü tam anlamıyla bir hengâme kopmuştu; izni alır almaz koşuşturmaya başlayan kızlar resmen basamakları çiğniyorlardı. 


Saniyeler içerisinde bize yetişmişlerdi. Sinem ile Aylin'in telaşı arasında itilip kakılan Ece tökezleyerek düşmüş, elleriyle basamaklara tutunarak geri doğrulmuştu. Acıyla inliyordu. "Ayı mısınız ya? Yavaş olun!"


Odaya girdiğimde gözüme takılan ilk şey yatağımın üstünde duran üniforma oldu. İtinayla katlanmış, sahibini bekler gibi ucuna bırakılmıştı. Bana mı aitti? Şu anda üstümde ne olduğunu merak ederek, sımsıkı tuttuğum battaniyenin uçlarını ikiye ayırdım. Aynı üniforma üzerimde de vardı. Ama tıpkı çoraplarım gibi, her yeri toz toprak olmuş ve kirlenmişti. 


Daha fazla ağırlığını taşıyamadığım battaniyeyi omuzlarımdan iterek yere, duvarın dibine bıraktım. Odanın ortasında sessizce dikilirken, kızlar çekingen adımlarla içeriye girdi. Sude kendi yatağının ucuna oturmuştu. Ara sıra birbirleriyle göz göze gelmek dışında benden başka hiçbir yere bakmıyorlardı. 


Oda hiç değişmemişti; her şey aynıydı. Keza eşyalarım da hâla bıraktığım yerdeydi. Yatağımda uzun zamandır kimsenin yatmadığı belliydi, yorganın uçları düzgünce kenarlara sıkıştırılmıştı. 


Kızlar yanımdan geçerek Sude'nin yatağına otururken, arkalarından tuhaf bir suskunluk savruldu. Kimse ne diyeceğini bilemiyormuş gibi tutuktu. 


Birden ayağa kalkan Sude bu garip atmosferi dağıtma çabasına kapıldı. Kendi komodinine doğru yürümüştü. "Telefonunu buraya koymuştum. Vermek için dönmeni bekliyordum. Doktorun verdiği ilaçlar da burada, aksatmadan içmen gerekiyormuş." 


Önce komodinin üstündeki ilaçlarla dolu poşeti gösterdi. Ardından çekmeceyi açıp elini üst üste konmuş atletlerin altına soktu. Telefonumu çıkarıp bana uzattı. Dudaklarında anlayışlı bir tebessüm oturmuştu. Kafa karışıklığını anlayabiliyorum der gibiydi bu gülümseme.


Telefonumu alıp kendi yatağıma, kızların tam karşısına oturdum. Düğmesine basınca ekranda şarjının bittiğine dair bir uyarı belirdi. Ellerim, telefonla birlikte kucağıma düştü. Aylin'in sesini duyana kadar gözlerimi karanlık ekrandan ayırmadım. 


"Nasılsın, iyi misin?" Gözlerimiz birbirine değdi; korkuyla bakıyordu. Kim bilir nasıl gözüküyordum oradan? Belki de delirmiş bir hâlim vardı. Korkmakta haksız sayılmazdı. "Biraz hasta gözüküyorsun." 


"Bugün..." Sesimdeki pürüzleri duyunca boğazımı temizledim. Söylediklerini duymazdan geldim. "Bugün günlerden ne?"


Bir süre düşünen Sude, "14 Ekim sanırım." dedi. Yanında oturan Sinem hızlıca onu onaylamıştı. 


Birden tereddütle doldum. "2023 yılındayız, değil mi?"


Sorduğum soru hepsini şaşkına çevirdi. Birbirine değen bakışları, kaygılı bir sessizlik takip etti. Ve bana kendimi ahmak gibi hissettirdi. Buz kesmiş elimi alnıma dayayarak rahatlamaya çalıştım. Başımda bir zonklama vardı. 


"Evet, hâlâ 2023 yılındayız," diyen Sude'yi duyunca ne zaman kapattığımı anlamadığım gözlerimi araladım. "Kafanın karışık olması çok normal. Neredeyse dört aydır komadaydın."


Şaşkınlıktan alnıma bastırdığım elim kucağıma düştü. Kaşlarımı çatarak, tek tek hepsiyle göz göze geldim. "Ne oldu bana? Doğru düzgün hatırlayamıyorum, her şey bölük bölük."


Sude ayağa kalkıp hızlıca yanıma oturunca yatak hafifçe sarsıldı. Sinem de aynı şekilde ayaklanmış, öteki yanıma geçmişti. Şimdi ikisinin de eli sırtımdaydı. Yüzümü daha iyi görebilmek için öne doğru eğilmişlerdi. 


Sabırsızlanarak bir ona bir diğerine baktım. "Bir kaza oldu," Bunu söyleyen Sinem'di; ama bu sarsıcı cümlenin devamını Sude getirdi. "Sen de yaralandın bu kazada. Dört aydır hastanede tedavi görüyordun. Uzun bir süredir uyanmanı bekliyorduk."


Nasıl yaralandığımı hatırlamak için zihnime daldım fakat anlamsız birkaç hatıra dışında hiçbir şey bulamadım. Nasıl unuturdum? Göğsümü saran tuhaf bir öfke ve karnımın alt kısmına saplanan ince bir sızıdan öteye gidememiştim. Başımdaki ağrı şiddetlenirken, gücümün çekildiğini sezdim. 


Zihnim unutmuştu belki; ama hislerim her şeyi hatırlıyordu.


Ellerimi saçıma daldırarak parmaklarımla geriye doğru yatırdım. Burnuma nemli toprak kokusu gelmişti. "Neden ormandaydım peki?" 


Aynı soruyu onlar da yanıtlamaya çalışıyormuş gibi duruyorlardı. Sude dudaklarını büzmüş, kaşlarını kaldırmıştı. "Bilmiyoruz, saatlerdir seni arıyorduk. Sabah hastaneden getirmişlerdi seni, buradaydın. Sonra birden kayboldun. Hiç hatırlamıyor musun?"


Karamsarlığa boğularak başımı iki yana salladım. Ellerimi saçlarımdan çekmiştim çünkü sinirden yolma arzusuyla dolmuştum. Birkaç derin nefes aldım, sakinleşmeye çalıştım. Sakin olmak zorundaydım. Telaşa kapılmazsam, elbet hatırlardım.


Tekrar kızların gözlerine baktım. "Sen de yaralandın derken, benimle birlikte başkaları da mı yaralandı yani?"


Kısa bir bakışma yaşandı aralarında. O kadar bariz bir keder dolmuştu ki odaya, resmen görünmez bir karabasan gibi tepemize çökmüştü. Sude'nin hafifçe geriye çekildiğini gördüm; böyle bir soruyu yanıtlamanın yükünden kaçtığı barizdi.


"Aslı ve Buket," dedi Sinem. İsimlerini duyunca irkildim. Tuhaf bir his nüfuz etti içime. Hafifçe yüzümü buruşturdum. Neydi bu his? İnsanı kemiren bir duyguydu. Sanki pişmanlık gibiydi. "Son olarak, Dilara. Maalesef üçünü de kaybettik. İşin tuhafı nasıl vefat ettiklerini biz de bilmiyoruz, bu konu hakkında konuşmamız katiyen yasaklandı." Müthiş bir acı belirmişti suratında. Biraz inkârla karışık bir acıydı bu. "Tüm yaşananlar korkunç bir sır olarak kaldı. Yine her zamanki gibi." 


Hâlâ yasını tuttukları arkadaşlarının anılması, tıpkı bir illet gibi zamanı tökezletmişti. Uzun bir süre kimse konuşmaya kalkışmadı. Sanki hiçbir kelimenin bu trajediyi taşımaya gücü yetmeyeceğini herkes biliyordu.


Sırf odadaki kederi dağıtabilmek için, konuyu değiştirdim. "Peki aşağıdaki kadın ve kız kim?"


"Ah, onlar mı?" Düşüncelerin elinden kurtulan ilk kişi Sude oldu. Belli belirsiz gülümsedi, böylece çökük yanakları biraz daha belirginleşti. Onu en son gördüğümden beri çok zayıflamıştı. "Dilan abla seneler önce de burada çalışıyordu. Aslında kendisi hemşire, Zeren'le ilgilenmek için geri döndü. Hastalığı biraz şiddetlendi çünkü." 


"Zeren nerede peki?" diye sordum.


"Haftanın bazı günleri tedavi için bir yere gidiyor, şu anda da orada kalıyor," Dudaklarını büzmüştü. "Ama neresi olduğunu biz de bilmiyoruz," Sonra birden konuya geri döndü. "Nalan da Dilan ablanın yeğeni. Buket ve Aslı'nın yerine geldi ama onlar gibi tam olarak sağır sayılmaz."


Ece sözü devralarak, sanki aynı cihaz kendisinde de varmış gibi kulağını gösterdi. "Cihaz takınca bizi duyabiliyor ve biraz peltek de olsa konuşabiliyor. Toplantılara katılırken bu cihazı takması yasak tabii." 


Yavaşça başımı salladım. Dilan abladan hiç hazzetmediğimi onlara söyleyemedim. Onun yerine merak ettiğim başka bir detayı sorguladım. Sude'ye dönmüştüm. "Az önce bizi getirenler kimdi? Birbirlerine çok benziyorlardı." 


"Evet çünkü ikizler," dedi gülerek. "Pınar ve Çınar onlar. İşe başlayalı bir ayı aşkın oldu. Sen gittikten sonra çok şey değişti buralarda." 


Kaşlarımı çattım. "Nasıl yani?"


Bacaklarını kendisine çekerek bağdaş kuran Ece, karşı yataktan sohbete dahil oldu. "Merih abi ve Oğuz abi hariç bütün korumalar işten çıkarıldı, hepsi yenileriyle değiştirildi. Sanırım içerde köstebek varmış. Kızların da zaten bu yüzden," Bir an durdu, acıyla yutkundu. Gözleri o kadar hızlı yaşarmıştı ki duygularını bu kadar zahmetsiz yansıtabilmesine şaşırdım. Hatta biraz da imrendim. "Onların da bu yüzden cezalandırıldığını düşünüyoruz."


Kısa bir duraksama oldu.


"Artık biraz korkuyoruz açıkçası," diye fısıldayan Aylin, herkesin dönüp kapıyı kolaçan etmesine neden olmuştu. Böyle bir itirafın başkası tarafından duyulması sıkıntı doğururdu. "Kızlara ne olduğunu öğrendikten sonra hepimiz yıkıldık. Meral abla kahroldu. Başta senin de öldüğünü düşünmüştük. Ama Tan Bey'in o gece yaptığı konuşmadan sonra sesimizi bile çıkaramadık. Konak artık eskisi gibi değil."


Tıpkı onun gibi ben de fısıldadım. "Eskisi gibi değil derken?"


"Denetimi çok arttırdılar," Bir an duraksayarak kulak kabartan Sude, annesinin yakınlarda olmadığına ikna olarak sözüne devam etti. "Eve kim giriyor, kim çıkıyor her şeyi kontrol ediyorlar artık. Özellikle de toplantı günlerinde. Yeni aldıkları korumalar çok katı ama Pınar ve Çınar pek öyle sayılmazlar. Tanıdıkça seversin eminim ki."


Sinem birden uzanıp bacağımı sıkınca suratına baktım. Çikolata rengindeki gözleri esmer teniyle uyum içerisindeydi. Koyu saçları sıkıca ensesinde toplanmıştı; yüz hatlarını meydana çıkarmıştı.


"Peki en son hatırladığın şey ne?" diye sorunca, birdenbire gerildim. Diğer kızların da ilgisini çekmişti bu soru; gözlerdeki tüm merak üstüme binmişti. 


Hiç tereddüt etmeden yalan söyledim. "En son Zeren'in sergisine katıldığımı hatırlıyorum. Sonrası kesik kesik." 


Pek de yalan sayılmazdı; sonrası gerçekten de karmakarışıktı. Ama pürüzsüz bir şekilde hatırladığım son an bu değildi. Merih'le aynı yatakta geçirdiğimiz geceydi. Ona ilk kez dokunduğum anlardı. Karanlık zihnimin noksan taraflarına sinmiş ufak mumlar gibiydi hepsi. 


Diğer tüm hatıralar birbirine karışmıştı belki; ama onun varlığıyla doldurduğu hiçbir ân zarar görememişti. Titrek bir alev gibi, içine hapsolduğum karanlığı yakıyordu.


"Zamanla hatırlarsın bence, kendini çok yorma." Sinem'in nazik tesellisi, aniden açılan kapıyla birlikte bölündü. Tıpkı benim gibi diğerleri de merdiveni tırmanan adımları duymamıştı belli ki; herkes yerinden sıçramıştı. 


Kapıyı sonuna kadar ayıran Meral abla içeri girmeyerek eşikte dikildi. Suratında hoşnutsuz bir ifade vardı; nitekim tek kelime dahi etmeden kızları yerinden kaldırmaya yetecek güçteydi.


Odadaki herkes çil yavrusu gibi dağılırken, Sude de ayaklanarak yatağını uyumaya hazır hâle getirmeye koyuldu. Elimdeki telefonu bırakmadan ayağa kalktım, henüz Meral abla dönüp gidemeden onu durdurdum.


"Meral abla," Peşinden sürüklediği kapıyla birlikte durup, geriye itekledi. Onunla birlikte diğer kızlar da durmuştu; arkadan merakla bana bakıyorlardı. "Eğer müsaitse ben tekli bir odaya geçmek istiyorum. Aşağıdakine geçebilir miyim?"


Bu beklenmedik istek herkesi şaşırttı. Meral ablanın kaşları hafifçe havalandı; arkamdaki kızına kaçamak bir bakış fırlattı. Yatağını silkeleyen Sude birden durmuştu; omuzlarıma bakışlarının ağırlığı çökmüştü resmen. 


"O şekilde daha rahat edeceksen, geçebilirsin tabii ki Demre'ciğim," Ilıman tuttuğu bir sesle konuşmuştu. Kısa bir anlığına gözleri tekrar kızına dokundu. Bu ani değişimin sebep olabileceği yanlış anlaşılmayı düzeltmek istemişti. "Benim bilmediğim, seni rahatsız eden bir durum mu var?" 


Hızlıca kendimi açıkladım. "Hayır, her şey yolunda. Sude'yle aramızda hiçbir problem yok. Ama iyileşme sürecimde kimseye rahatsızlık vermek istemiyorum, yalnız kalsam daha iyi olacak. Ağrılarım olduğu için uykumda sayıklayacağıma eminim."


"Anlıyorum, çok ince düşünmüşsün," dedi dudaklarını birbirine bastırırken. Anlayışlı bir ifade belirmişti gözlerinde. "Yarın Mercan'ın eski odasına geçebilirsin. Zaten bu hafta izindesin, rahat rahat eşyalarını taşırsın."


Teşekkür ederek başımı sallayınca kapıyı üstümüze örttü. Aniden arkasındaki meraklı bakışlarla karşılaşınca kısık azarı odanın içine kadar sızmıştı. "Siz hâlâ burada mısınız ya? Çabuk yataklara!"


Dolabıma doğru yürüyüp kapağını açtım; içeriye hapsolmuş havasızlığı alınca yüzümü ekşittim. Zaten fazla eşyam da yoktu, taşınması zor olmayacaktı. Şarj aletimi her zaman koyduğum yerde bulup prize taktım ve telefonumun başında beklemeye koyuldum. 


Sessizce yatağına giren Sude'nin, "Kalman için ısrar etmeyeceğim ama istediğin zaman geri dönebilirsin, burası senin de odan." dediğini duyunca omzumun üstünden ona baktım.


Aramızda kısa bir bakışma yaşandı. Belki de onda hiçbir düşünceye sebep olmayan bir bakıştı bu; ama benim için pek öyle değildi. Henüz bana ne yaptığını bilmiyordum fakat ona baktığım her an içimde kabaran öfkeye kayıtsız kalamazdım. 


Hislerime inanmak zorundaydım çünkü artık elimde kalan tek güç, kaybolan anılarımın bana yaşattığı duygulardı. Hislerime güvenmekten başka çarem yoktu.


"Teşekkürler ama böylesi daha iyi," dedim, hafifçe gülümserken. Birden telefonumun titrediğini duyunca ilgim tamamen oraya kaydı. Uzanıp elime alınca Sude de yattığı yerde doğruldu. Gözleri benim üstümdeydi.


"Ne oldu? Birisinden haber mi bekliyorsun yoksa?" Tereddütle sorduğu bu soru, göğsümde alev gibi bir öfkenin alazlanmasına neden oldu. Resmen ağzımdan laf almaya çalışıyordu. Her ne kadar soluduğum öfkede kavruluyor olsam da hiçbir tepki vermedim; içimdeki yangınları kimseye göstermeyecektim.


"Hayır, sadece telefonuma bakıyorum." dedim, başımı bile kaldırmadan. Çünkü kaldırırsam suratımdaki düş kırıklığıyla göz göze gelmesinden korkmuştum.


İnternetimi açmadan önce, gelen bildirimlerle titrememesi için telefonumu tamamen sessize aldım. Uraz'ın bana ulaşmak için çabaladığına emindim; ama her nedense korkudan başka hiçbir duygu hissedemiyordum. Göreceklerimden mi korkuyordum, yoksa göremeyeceklerimden mi emin değildim. 


İnterneti açtığım an peş peşe ekranıma dökülen bildirimler kalbimi sıkıştırdı. Gerçekten de hepsi Uraz'dandı ve hepsi dört ay öncesine aitti. Üstelik beş cevapsız çağrı da vardı. Hepsi aynı gün, aynı saat içerisinde yapılmıştı; sonrasında gelen hiçbir bildirim yoktu. Peki ama neden yoktu? İki güçlü el misali boğazıma sarılan korku, anında soluklarımı kesti.


Hızlıca bildirimlere tıklayarak üst üste gönderilmiş mesajları okumaya başladım. Okudukça, daha çok korkunun ellerinde ufalandım. 


Demre bana kızacağını biliyorum ama o telefon konuşmasından sonra benim içim hiç rahat etmedi. Sanki vaktin tükenmiş gibi konuştun durdun, hiç hoşuma gitmedi bu.


Bir tane güvenilir avukat buldum yarın görüşeceğiz. Tüm kanıtları ona vereceğim. Bu insanlar manyak diyorum sana, seni asla onlara yedirmem. Sen çok daha güzel bir hayat hak ediyorsun Demre, kendini bu hayattan mahrum etme. 


Sen mahrum etsen de ben sana o güzel hayatı yaşatacağım. 


İyi olduğunu görmezsem bu gece rahat uyuyamam.


Neredesin? Neden telefonlarımı açmıyorsun? Sen böyle yapınca daha çok endişeleniyorum.


Demre lütfen kısa da olsa bir cevap ver.


Biliyorum söz verdim ama eğer bu sefer de açmazsan yanına geleceğim.


Yirmi dakikaya oradayım.  


Defalarca kez ekranı yukarı kaydırarak mesajları baştan sona tekrar okudum. Her seferinde hissettiğim acı katlanarak büyüdü; bedenime, ruhuma sığamaz oldu.


Uraz o gece buraya gelmişti.


Korkuyla bakan ela gözleri karanlık zihnimi delen bir ışık yalkısı gibiydi. Kötü bir şey olmuştu ve Sude de bunu biliyordu. Suratına bakmıyor olsam da görebiliyordum. Hiç kımıldamadan, tedbirli tedbirli beni seyrediyordu. Sanki tetikte gibiydi; duruşu her an her şeye hazırlıklıydı.


Üzerime çullanan bu sessiz şüpheye daha fazla katlanamadım. Hızlıca telefonumu şarjdan çıkararak ayaklandım. Ayladır dolapta bekleyen kıyafetlerden gelişigüzel birini seçtim ve kapıya doğru yürüdüm. Henüz dışarıya çıkamadan, sorusuyla beni durdurdu. 


"Yoksa bu gece mi ineceksin aşağıya?"


Hafifçe gülümsedim. "Hayır tabii ki, duşa girip geleceğim. Bu gece buradayım."


Gülümsediğini görünce odadan çıktım. Bir müddet karanlık bir silüet gibi koridorda dikildim; iliklerime kadar ait olmayışımı bana hissettiren evi dinledim. Ansızın kıyılarıma vuran sıcak yaşlar gözlerimi yaktı. Sanki bu çaresiz his içimdeki bir güdüyü harekete geçirmişti; kendimden kaçar gibi hızlıca ileriye atıldım.


Banyoya girerek kapıyı arkamdan kilitledim. Kucağımdaki kıyafetleri bir kenara fırlatmıştım. Yaylım ateşi gibi yanaklarıma devrilen yaşları sildim ve tıpkı bir rüzgar gibi küvete doğru estim. Hızlıca suyu açtım ama içine girmedim. Telefonumu alarak rehbere girdim ve hiç düşünmeden Uraz'ı aradım. 


Banyonun içinde bir ileri bir geri yürürken, farkında olmadan tırnaklarımı kemirmeye başlamıştım. Kulağımın kıyısındaki çalışlar her yükselişinde kalbimi tekletmeye yetti; ama yine de durmadım, dakikalar boyunca devam eden bu kısır döngünün içinde savruldum.


Artık yanıtlamayacağına ikna olduğum bir esnada kapatmaya yeltenmişken, yabancı bir kadın sesi duyunca irkildim. Hızla telefonu kulağıma geri bastırdım. 


"Evet?"


"Merhaba, ben Uraz'a ulaşmaya çalışıyorum," Sertçe küvete çarpan suyun sesinden kendimi duyurabilmek adına banyonun öteki ucuna çekildim. Sesimin dışarıya taşmaması için elimi ağzımın üstüne örtmüştüm. "Kiminle görüşüyorum acaba? Uraz'ın telefonu değil mi bu?"


"Ben ablasıyım," dedi kadın, beni afallatan agresif bir tavırla. "Ayrıca evet, onun telefonu. Demre sensin herhalde, Uraz çok bahsetmişti senden. Zaten telefonuna da Demre'm diye kaydetmiş," Birden kendi kendine mırıldandı. "Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim." 


"Evet benim, Demre. Sizden de bana bahsetmişti," Farkında olmadan gülümsedim fakat o kadar kısa süre kalmıştı ki bu neşe belirtisi suratımda, yok oluş hızı biraz ürkütücüydü. Kendimle verdiğim çetin savaşın birkaç saniyelik özeti gibiydi. "Daha önce tanışma fırsatımız olmadı, memnun oldum sizinle tanıştığıma."


Keyifsiz bir gülüşe benzer, sertçe üflenen nefes sesi duyuldu. "Dalga mı geçiyorsun şu anda? Bizimle dalga geçmek için mi aradın?"


Ne diyeceğimi bilemedim, bir süre sustum. "Hayır... Dalga geçmiyorum, hayır. Bu şekilde anlaşıldıysa özür dilerim. Uraz'ı merak ettiğim için aradım. Kötü bir şey mi oldu ona?"


İçten içe biliyordum bu sorunun yanıtını fakat yine de kendimden duymak istemediğim bir yanıttı bu. Başkasından duymaya ihtiyacım vardı. Kesik kesik zihnime akseden anılar zaten her şeyin kötü bir sonla noktalandığının bir nevi kanıtıydı. Ama ben yine de inanmak istemiyordum. Geçmişi baştan yaşamaya henüz hazır değildim.


Nitekim ablasının hazır olmamı bekleyecek bir tahammülü yoktu. Yaptığımız şu konuşmanın bile sabrını sınadığı belliydi. 


"Uraz dört ay önce vefat etti, günaydın. Bu kadar zaman geçtikten sonra mı aklına geldi onu sormak?" Kendimi açıklamak istedim ama yalnızca kekeledim. Zaten benden bir açıklama duymayı da beklememişti; azar mahiyetindeki konuşmasını sürdürüyordu. "Normalde bu telefonu arayan hiç kimseyi açmıyorum ama ismini görünce senden bahsettiğini hatırladım, bu yüzden açtım. Kardeşimin seveni çoktu, son yolculuğuna yalnız uğurlanmadı. Ama yine de senden bu umursamazlığı beklemezdim. Bir de açmış utanmadan bana Uraz'ı soruyorsun."


Acıyla gözlerimi yumdum. Sımsıkı birbirine bastırdığım dudaklarım titredi. Telefonu kendimden uzaklaştırarak sesime kavuşmaya çalıştım, konuşabileceğimi zannederek tekrar kulağıma yasladım. Ama yine konuşamadım. Elimi alnıma yaslayarak tenimi kuşatan alevleri söndürmeye çalıştım. 


Uraz'ın ölüm haberiyle o kadar sarsılmıştım ki kendimi aklama çabasına bile kapılamamıştım. Ani bir ölüm kadar yıkıcıydı evet; ama bir yandan zaten bildiğim bir hakikat gibiydi. Üstü tozlanmış bir anıyı silkelemekten farksızdı.


Sonunda gözlerimi açarak, sırtımı soğuk duvara yasladım. Karşımdaki aynada beliren yabancı kızla bir anlığına göz göze geldim. Neredeyse irkilecektim. Zar zor ilgimi telefona verebildim. "Eğer bir mahsuru yoksa, nasıl öldüğünü öğrenebilir miyim? Ne diyeceğimi bilemiyorum ben şu anda, kusura bakmayın."


Hatta kısa bir sessizlik oldu.


Duyacaklarımdan korkmuştum; aynadaki kızın gözlerini bürüyen koyuluk bile bu duygunun varlığını kanıtlıyordu.


Kadın öylesine derin bir nefes almıştı ki çıkan gürültü soluksuz kalan birini andırıyordu. "Bayraklı sahilinde bulundu, denize düşüp boğulmuş, nasıl olduysa. Cesedi kıyıya vurmuş. Vücudunda birkaç morluk vardı ama bir şey çıkmadı, kayalara çarptığı için olabileceğini söylediler. Bu şekilde kapandı mevzu." 


Sanki zihnimde bir şimşek çaktı ve o meşum geceye sığdırdıkları tüm günahlar bir anlığına aydınlandı. 


Uraz'ın yaşamak için can çekiştiği anlar kara bir perde gibi gözlerimin önüne devrildi. Soğuk duvara tutunarak ayakta kalmak için çabaladım. Nefeslerini boğazına dizen urgan, sanki şu anda benim boynumdaydı. Mideme tortu gibi bir his çöktü; ansızın öğürme isteğiyle doldum.


Gözlerimin önünde öldürülmüştü.


Kulağımın ucundaki sesin hâlâ bir şeyler anlattığını duyabiliyordum ancak hiçbir şey anlayamıyordum. Kelimeler üstlerinde taşıdığı anlamları düşürmüştü sanki. Artık manasız bir harf yığınından farksızlardı. 


Elim binbir zorlukla taşıdığı telefonla birlikte aşağıya kaydı. Kardeşinin acımasızca katledilişine anbean şahit olmama rağmen susmak zorunda olmak resmen ruhsal bir işkence gibiydi. İnsan olan taraflarımı yağmalayan bir histi.


Binbir güçlükle, "Benim kapatmam lazım, her şey için özür dilerim." diyebildikten sonra konuşmayı sonlandırdım ve anında kendimi klozete doğru attım.


Tüm umutlarımı ve mutluluklarımı çıkarırcasına öğürdüm. Ardından tiksintiyle kendimi geriye attım. Ağlayarak önüme devrilen saçları itekledim. Hışımla üstümdeki kazağı çıkarıp yere fırlattım; üstümdeki her kumaş bulaşıcı bir hastalık taşıyormuş gibi saniyeler içerisinde hepsinden kurtuldum. Yalnızca iç çamaşırlarımla kalarak, soyunuşumun aksine ağır adımlarla aynanın karşısına geçtim. 


Aniden nefesim kesildi.


Hiç olmadığım kadar zayıftım; o kadar çelimsiz ve sağlıksız görünüyordum ki bedenimi tanımakta zorlanmıştım. Üstelik tenim farklı tonda morluklarla bezeliydi; ancak kollarıma yükseldikçe bu çürükler daha çok belirginleşiyordu. Kanıma bir şeyler zerk edildiği, kolumdaki iğne izlerinden belliydi. Damarlarımda neyin aktığını bilmiyordum fakat vücudumda alışılmışın dışı bir hissiyat sezebiliyordum. Tuhaf bir şekilde dudaklarım uyuşuyor, günlerce su içmediğimi düşündürtecek kadar ağzımın içi kuruyordu. Üstelik durmadan gözlerim kararıyordu; bir an oluk oluk terleyip, bir an kemiklerime kadar üşüyebiliyordum.


Karnımın sağ tarafından çapraz şekilde göğsüme uzanan dikiş izlerine baktım. Parmak uçlarımı hafifçe bu ize sürtünce içimi tuhaf bir his sarmaladı. Kendimi bir akıntının içinde sürükleniyormuş gibi hissettim. Zihnimin içinde gezinen maskeli bir adam, sımsıkı tuttuğu silahı hiç tereddüt etmeden ateşledi. Kulaklarımı bir gümbürtü tıkadı; içime saplanan merminin sızısını hissettim. Hatırlamanın korkusuyla irkilmiştim.


Çünkü vurulmuştum.          


Bahsettikleri kaza vurulmuş olmamdı. Zira gerçekten de bir kazaydı; ölmeme izin vermemişlerdi. Kurtulmak için kaçtığım hayatın kıyısında beni yakalayıp, zorla bu hayatın içine geri sürüklemişlerdi. Çünkü bazı bedeller o kadar ağırdı ki ölü bedenler bu yükü taşıyamazdı. Bu bedeller ancak yaşayarak ödenebilirdi.


Hayatta oluşumun acısını çıkarırcasına derin bir nefes aldım. 


Elimi dikiş izinden çekip, aynaya sokuldum. Yüzümde hiçbir morluk yoktu; ancak bir çöküklük vardı. Neredeyse siyaha kaçan aynadaki gözler, beyaz bir tenin üstüne kazılmış iki derin mezarı andırıyordu. İki yanımdan uzanan kömür karası saçlar, iri dalgalar hâlinde belime iniyordu. Bakımsız kaldıkları belliydi; uçlara doğru inceliyorlardı. Üstelik durmadan da dökülüyorlardı. Oysaki benim saçım hiç dökülmezdi. 


Saçımı avucumun içine hapsederek öfkeyle sıktım. Birdenbire duygularımın verdiği bir çatışmanın ortasında buldum kendimi. 


Saçımı parmaklarımın arasındaki çiğnerken, çenemi sıktım.


Hışımla aynanın yanındaki tek kapaklı dolabı açarak kör gözlerle makas aradım. O kadar şiddetli bir arzuyla dolmuştum ki; avucumdaki saçı kökünden kesip atsam, kaybettiğim dört ayın bende bıraktığı tahribatı da bedenimden söküp atacaktım sanki.


Ama makası bulamadım.


Kendimi hâlâ akan suyun altına atınca, beni saçıma kıyma raddesine getiren gaddar duygulardan da arındım. Saniyeler içinde, aldığım kararın pişmanlığını solumuştum. Nasıl böyle bir şey düşünmüştüm? Oysaki saçlarımı çok severdim. Kardeşimin ölümünden sonra hiç dokunmamıştım. Verdiğim tüm kayıpların ve yaşadığım tüm üzüntülerin izi yıllardır uzayan saçlarımdaydı çünkü.


Evdeki ilk gecemde belki de saatlerce suyun altında kalarak kendimi keselemiş, vücuduma sinen yabancılıktan kurtulmaya çalışmıştım. Dört ayın hayatımdaki noksanlığı düşündükçe öylesine çileden çıkıyordum ki, bana kimlerin dokunduğunu; kanıma nelerin karıştığını sorgulamaktan kendimi alıkoyamıyordum. 


Kendimden o kadar koparılmıştım ki bu dört ayda, böyle bir savunmasızlık yaşamak beni ürkütüyordu.   


Bu yüzden saatlerce suyun altından çıkamadım; bir andan sonra arındırmaya uğraştığım şey bedenim olmaktan çıktı, yalnızca ruhumdu. Nitekim artık hiç arınmayacak gibiydi.


Ertesi gün umduğumdan da kötü uyandım. 


Tan ağarana kadar adeta hoyrat bir uykunun ellerinde kıvranmıştım. Duvarlara vuran ilk gün ışığıyla birlikte gece benim için son buldu; ancak bu sefer de uyanıkken kıvranmaya başladım.


Yattığım yerde güneşin varlığını bulmak epey afallatıcıydı. Bu sıcak hissi büsbütün unutmuştum; aylarca küçük bir kutunun içine mahkum edilmiş, yeniden doğan acemi bir insandan farksızdım.


Yattığım yeri yadırgamaya daha fazla tahammül edemeyerek yorganı üstümden attım. Ağır bir yükmüş gibi doğrularak oturdum; elim istemsizce karnımdaki bulantıya tutunmuştu. Hâlâ komodinin üstünde duran ilaçlar gözüme ilişti. Henüz elime bile almamıştım. Alaca karanlığın içinde koyu bir tümseği andıran Sude'ye baktım. Tüm gece boyunca bana hiç uğramamaya ant içmiş bir huzurla derin derin uyuyordu.


Ayağa kalkarak, bir daha yatmamak üzere yatağımı düzelttim. Tüm gece prizde bıraktığım telefonu şarjdan çıkararak saate baktım. Altıyı beş geçiyor. Telefonu dolabımın içine koyup, sessizce odadan çıktım. Henüz kimsenin etrafta olmadığı evde aşağıya inerek karanlık mutfağa girdim. İçim kupkuruydu; o kadar susamıştım ki hiçbir türlü bu susuzluğu giderememekten korktum. 


Ama bu gülünç bir korkuydu, farkındaydım; fakat susuzluğumu gideremedim. İkinci bardağı içmeme rağmen içimdeki kuraklığı dindiremedim. Birden ellerim titremeye başladı. Sinirle bardağı masanın üzerine koyunca istemediğim bir gürültüye sebep oldum.


İçinde yaşadığım bedenin hakimiyetine sahip olup olmadığımı anlayabilmek için, parmaklarımı defalarca kez kapatıp açtım. Tezgaha tutunarak gözlerimi yumdum. Derin derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştığım esnada ansızın mutfağın ışıkları yakıldı. İrkilerek doğruldum, telaşla tezgahtan çekildim. 


Eşikte dikilen kadın, hafifçe kaşlarını çatıp gevşetti. Omuzlarından uçları nakışlı bir şal sarkıyordu. Altın bileziklerin olduğu eli hâlâ duvardaki düğmenin üstündeydi; gözlerinde anlam veremediğim bir ifade vardı. Benim aynalarda göremediğim bir şeyi görüyordu sanki.


"Günaydın." dedim, masadaki bardağı geri alarak. Öylece dikilmektense bir amacım varmış gibi gözükmek istemiştim.


"Hep bu kadar erken mi kalkardın?" diye sordu, tuhaf bir şekilde geçmiş zaman kullanarak. Bazı hecelerine vuran belli belirsiz vurgularda uzaktaki memleketinden izler vardı. "Hasta gibisin." 


Tekrar bardağa doldurduğum sudan büyük bir yudum alırken, "Hastayım evet." dedim kısaca. Karşısına geçip elimi uzatmıştım. "Tanışma fırsatımız olmadı, ben Demre." 


İstifini hiç bozmadan kara gözlerini havada bekleyen elime indirdi. Sonra dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı; biraz mağrur biraz da alaylı bir gülümseme belirmişti suratında. Ama gözleri tekrar gözlerime yükseldiğinde artık gülümsemiyordu. 


Hızlıca elimi sıktı. Tutuşu çok güçlüydü. "Dilan abla diyebilirsin, hemşireyim ama Meral'e ufak tefek şeylerde de yardımcı oluyorum."


Duruşundan konuşma tavrına kadar konakta hürmet gören birisi olduğu belliydi. Her ne kadar bende olumlu bir izlenim uyandırmasa da üstteki insanlarla aramın kötü olmaması önemliydi. 


Bu yüzden o yanımdan geçip mutfağa girerken, kapı eşiğinde durarak ilgili ilgili sohbeti sürdürdüm. "Ne zamandır burada çalışıyorsunuz?"


Dolaptan aldığı bardağa su doldururken bana yandan bir bakış bahşetti. "Aslında burada hatırı sayılır on beş senelik bir mazim var. Üç sene önce annemin rahatsızlığı sebebiyle Mardin'e geri dönmek zorunda kaldım. Ama buralar biraz karışmış, huzuru da kaçmış. O yüzden dört ay önce Tan Bey'in ricasıyla konağa geri döndüm. Artık asayiş berkemal."


Yaşanılanlara rağmen konaktaki nizamın yeniden sağlandığına dair yaptığı atıfı duymazdan geldim. Ortalığı benim karıştırmış olmam dışında hiçbir sorun yoktu. Tek sorun, henüz nasıl karıştırdığımı tam olarak hatırlamamamdı. 


"Ben burada yokken her şeyin düzelmiş olması ne güzel," dedim, rahatlamış bir edayla. Boğazım tekrar kupkuru kesildiği için elimdeki bardaktan büyük bir yudum içmek zorunda kalmıştım. "Umarım düzeni bozanlar da cezasını çekmiştir."


"Ah, evet," dedi gülerek. Bardağını bırakmış, omzundaki şalı düzeltmişti. "En ağır cezayı çektiklerine emin olabilirsin."


İçtenlikle gülümsedim. "Rahatladım." Gitmek için kapıya doğru dönmüştüm. "Tanıştığıma memnun oldum, Dilan abla."


Yalnızca gözlerini kırpıp gülümsedi. Kısacık bir an birbirimize gülümseyerek baktık. Ama bu bakışma henüz bize gerginlik sezdirmeden son bulmuştu. 


Arkamı dönerek merdivenlere doğru yürüdüm; dudaklarımdaki tebessüm müthiş bir hızla solup gitti. İçimden bir ses aynı şekilde onun da maskesini indirdiğini söyledi; ama bu sesi haklı çıkarmak için uğraşmadım. 


Odaya geri döndüğümde Sude hâlâ uyuyordu. Mesai yedide başlıyordu ve henüz yarım saatten fazla vardı. Sessizce elimdeki bardağı komodinin üstüne bırakıp, henüz dün gece yıkanmış olmama rağmen tekrar duşa girmek için odadan ayrıldım.


Hem içimdeki harareti dindiremiyor, hem de tenimin üstünde gezinen ürpertiyi gideremiyordum. Yorgun argın girdiğim suyun altından bu sefer çok daha hızlı çıktım. Hiç acele etmeden dişlerimi fırçaladım, ardından etrafta bulduğum birkaç nemlendiriciyi süründüm. Usulca saçlarımı tararken, tarağın üstünde birikenleri gördükçe ağlama arzusu kabardı içimde; fakat kendimi tuttum. Yutkunarak bu hissi geldiği yere geri gönderdim.    


Saçlarımı nemli bırakarak omuzlarımdan aşağıya saldım ve banyodan çıktım. Odaya geri döndüğümde Sude'yi uyanmış, yatağını toplarken bulmuştum. Çoktan üstüne üniformasını geçirmişti. 


Beni görünce duraksadı, mahmur gözlerle baştan aşağıya süzdü. "Uyandığımda seni göremeyince şaşırdım. Dedim herhalde sabahın köründe taşındı."


"O kadar da değil." Gülerek elimdeki havluyu cayır cayır yanan kaloriferin üstüne bıraktım. Ellerimi de üstüne bastırmış, ısıtmaya çalışmıştım. Ne oluyordu bana böyle? Birden üşüyüp, birden terliyordum. Resmen bedenimin ani gereksinimlerine adapte olamıyordum.


"İzinli olduğunu biliyorum ama sen de gel bizimle kahvaltı yap," dedi yatağını düzeltmeyi bırakıp bana dönerken. O kadar isteksizce toplamıştı ki yorganını, eskisinden daha dağınık duruyordu. "Özlemişsindir zengin kahvaltılarımızı." 


Sıcakladığımı hissederek kaloriferden uzaklaştım. "Özlemedim desem yalan olur."


Sevinçle üstüme zıplayarak yanımda bitti ve henüz ne olduğunu anlayamadan kolunu boynuma doladı. Beni de peşinden sürükleyerek dışarı çıktığında, koridorda diğer kızlarla karşılaştık. Ece ile Sinem karşımızdaki odada belirirken; Aylin ile Nalan en uçtaki odadan çıkıyordu. Artık herkes üst katta kalıyordu belli ki.


"Günaydın!" Ece sabahın bu saatinde epey yaygara koparan bir neşeyle yanımıza koştu. Herkes gibi, o da saçlarını sımsıkı topuz yapmıştı. Yeşil gözleri açığa çıkmıştı. "Hadi yine iyisin Demo, bir hafta yatacaksın."


Arkadan bize yetişen Sinem ağırbaşlı bir şekilde güldü. Dişlerindeki teller artık çıkmıştı; biraz da zayıflamıştı. "Dün bahçenin meyvelerinden sana pasta yaptık, Demre. Kahvaltıdan sonra yiyelim."


Şaşırmıştım. "Bana mı yaptınız?"


Önden zıplaya zıpalaya basamakları inen Ece, kendi kendine, "Hem zaten evde hiç Şahoğlu yok şu an, rahat rahat oturup yeriz." diyordu. Sonra birden duraksadı, kurnazca sırıtarak bize baktı. "Sude dışında tabii." 


Yaptığı şaka kızları güldürürken Sude'yi kızdırmıştı. Vurarak hıncını çıkarmaya çalıştı ama Ece çevik bir zıplayışla çoktan basamakların aşağısına kaçmıştı.


Bu esnada Aylin, "Keşke hiç gelmeseler, biz de tüm konağa çöksek." diyerek abartıyla yakındı. Hışımla arkasını dönen Sinem parmağını dudağına bastırmış, susması için onu uyarmıştı.


Meraklanarak sordum. "Neden yoklar, nereye gittiler ki?" 


Peş peşe sıraladığım yanıtsız soruları sadece Sude duymuştu. "Şehir dışına çıktılar Belkıs Hanım'la. Ayrıca evet, sana yaptık pastayı tabii ki! Dört aydır yoksun aramızda, çok özlettin kendini."


Birden kolunu kıstırarak beni kendisine yaklaştırdı, başını gülünç bir şekilde başıma sürttü. Arkamızdan gelen Aylin de konuşmamızı duymuş, kolumu sıvazlamıştı.


"Evet çok özledik seni," dediğini duyunca omzumun üstünden ona döndüm, gülümsedim. Yanından gelen Nalan'la kol kola girmişlerdi; ikisinde de hâlâ uyku sarhoşluğu seziliyordu. Dalgın dalgın mırıldandı. "Artık daha fazla eksilmeyelim lütfen."


Sude'nin omzumdaki kolu gevşerken dudaklarındaki gülümseme ansızın soldu. Çaresizce edilen bir dua gibi Aylin'in dudaklarından dökülen bu cümle ânında ruh hâlini değiştirmişti.


Son basamağı da indiğimiz sırada, sırf konuyu değiştirebilmek için, "Bu arada az önce banyodayken birinin nemlendiricisini kullandım, söyleyeyim de," demiştim. 


 Sude'nin ağırlığı altında ezilirken kızların ardından aralık bıraktığı kapıya doğru sürüklendim. Suratıma çarpan soğuklukla titremiştim. "Kullan tabii, yabancı mısın sanki?"


Keyifsizce güldüm. Bir yandan da kenarda bulduğum terlikleri ayağıma geçiriyordum. "Öyle gibiyim desem yalan olmaz." 


Beni bırakarak kendi terliklerini giydiği sırada duraksadı, şaşırarak suratıma baktı. Kaşları hafifçe havalanmıştı. "Ne demek şimdi bu?"


Aylin ve Nalan merdiveni telaşsızca indikleri için henüz yanımıza varamamıştı. Belli ki Nalan kulağına cihazını takmıştı; çünkü Aylin durmadan ona bir şeyler anlatıyordu. Diğer kızlarsa önden yürüyordu; gülüşlerle dolu sohbetleri, yeni ağarmış olan sabahı resmen inletiyordu.


Kısa bir an, sessizliğin ortasında birbirimizle bakıştık. "Hafızamla ilgili sorunlar yaşıyorum ya, o yüzden öyle söyledim. Doğal olarak kendimi her şeye yabancı kalmış gibi hissediyorum."


Dudaklarını birbirine bastırarak anlayışla gülümsedi. Gözlerine hüzün konmuştu ama ürkerek hemen uçup gitmişti. Tekrar beni kendine çekip patikaya doğru yürütürken gülümsüyordu. "O zaman, biz de seni tekrar etrafla tanıştırırız."


Yokuşun karşısına geçip uzun ağaçların arasından konağın önündeki avluya girdiğimizde, aniden karşımızdaki kapı aralandı. Evin içinden çıkan uzun boylu, zayıf bir adam peşinden sürüklediği iki korumayla bahçeye doğru yürümeye başlamıştı. Daha önce burada hiç görmediğim bir simaydı. 


Keskin yüz hatları vardı; zayıftı ama buna rağmen dinç duruyordu. Hafif yanık tenliydi. Gözlerindeki yeşil o kadar belirgindi ki bu mesafeden bile kolayca seçilebiliyordu. Araba anahtarını döndüren ince parmaklarının üstünde roman rakamından yapılmış dövmeler vardı. Takım elbisesiyle aykırı duran bir görüntüydü.


Sude adımlarını hızlandırarak beni yana doğru sürüklerken, adamı görmemiş gibi davranmayı seçmişti. Zaten onun da bizi gördüğü yoktu; peşindekilerle birlikte hızlıca geçip gitmişti.


"Konaktan çıkan kimdi?" dedim, omzumun üstünden bakarak. Ama adamı tekrar görememiştim. "Genç birisine benziyordu. İlk defa görüyorum."


"Mirza Hürkan," dedi, sesini alçaltarak. Adam uzaklaşmış olmasına rağmen hâlâ tedbirliydi. "Emre'nin arkadaşı. Bu aralar çok sık takılıyorlar ama kimse yokken niye buraya gelmiş pek anlamadım. Aynı zamanda babaları da çok yakın arkadaş. Ceren'in en son sergisine de katılmıştı babası."


Daha fazla sorgulamamıştım çünkü kim oldukları ilgimi çekmemişti.


Birlikte mutfağın arka kapısından eve girdiğimiz ân birden kendimi tuhaf hissettim. Bizden önce varan Sinem'le Ece çoktan kahvaltıyı hazırlamaya başlamıştı. Havada kızarmış ekmek kokusuyla taze demlenmiş çayın sessiz çatışması vardı. Sinem bir kenarda ekmekleri doğrarken, Ece ocağın başına geçmiş yumurtaları kırıyordu. 


Uzun zaman sonra yeniden bu mutfağa giriyor olmanın karşı konulmaz bir heyecanı tünemişti içime. Tıpkı bıraktığım gibiydi her yeri; ufak tefek birkaç dokunuş dışında hiçbir şeyin yeri değişmemişti. Gidenlerin arkasında bıraktığı boşluk kolayca sezilebilse de yaşanılanların herkesi birbirine daha sıkı bağladığı da bir gerçekti.


Sude beni bırakıp kızlara yardım etmeye giderken, ortadaki masaya konulmuş bir kase dolusu elma gözüme takıldı. İlk defa aşağıya inmeden önce burada geçirdiğim gergin bekleyişi anımsatmıştı bana. Buket'in beni tıpkı bir yem gibi nasıl önlerine attığını hatırlayınca sırtımdan aşağı bir ürperti aktı.


"Bak bu ayva reçelini biz yaptık," Tezgahtan aldığı küçük kaseleri masaya dizen Sude, reçeli bana doğru kaldırmıştı. "Ama sadece biz yiyoruz, evdekilere yedirmiyoruz."


Sinem kesme tahtasından başını kaldırıp ona anlamlı bir bakış attı. "Çoktan yedirdik maalesef, Meral ablanın gözünden kaçar mı sence?"


"Yedirdik mi?" Sude'nin gülünç ciyaklayışı herkesin yüzünü ekşitmesine neden oldu. "Ya benim bu annem niye çalıp çırpmasını hiç bilmiyor? Kime çekmişim ben böyle?"


Üçümüz de aynı anda duraksadık. "Babana."    


Kızlarınki nükteli bir yanıt olsa da benimki kinayelerle doluydu. Mutfakta gülüşmeler olurken ben de sofrayı kurmalarına yardım etmeye koyuldum. Tam bu esnada arka kapı açıldı. 


Meral abla eşikte belirmişti. Bahçedeki işlerle ilgilendiği peşinde getirdiği soğuktan belliydi. Omuzlarındaki şalı çekiştirirken, "Bakıyorum da konak boş diye kuş gibi şakıyorsunuz," dedi. 


Şalını kapının yanındaki askıya bırakırken, gözü bir anlığına önünden geçen bana takıldı. Birden yanıma gelerek, saçlarıma dokundu. Salık oldukları için kızacağını zannederken, beni şaşırtmıştı. "Bu soğukta saçın ıslak mı geziyorsun sen?" Saçlarımı nazikçe okşayarak omuzlarımdan aşağıya sarkıttı. "İyice hasta olacaksın güzel kızım."


Güzel kızım.


Aniden beliren bu içten sevgiyle o an baş edemedim; tepkisiz ve sessiz kaldım. Birisinin kızı olmak böyle bir his miydi?


Sokakta kalmış bir çocuktan farksızdım o an. Annemin bizden sakındığı sevgi, saatlerce zilini çalarak kapısının önünde beklediğimiz anlarla öylesine özdeşleşmişti ki; sevgiye maruz kalmak resmen bu hissin kamçısıydı. Bir çocuğun sokakta kalmışlığıydı.


Kahvaltı tamamen kurulunca herkes başına üşüştü. Meral abla elini sırtıma koyarak beni davetkâr bir tutuşla sandalyeye oturttu. Benim dışımda herkesin bir işle uğraştığı telaş esintisi vuku bulmuştu. Meral abla çay bardaklarını hazırlamak için uzaklaştığı sırada kapı tekrar açıldı. Anında içeriye sızan soğuk, sıcaklığı yararak suratımıza çarpmıştı.


Aylin hızlıca önden girerek peşinden Nalan'ı da sürükledi. Ama başkaları da vardı; omzunun üstünden gülerek birileriyle konuşuyordu. Aniden tüm mutfak birbirine karışan seslerin uğultusuyla çınlamıştı. Sinem yeni doldurduğu çayı tabağımın yanına bırakınca dikkatim dağıldı.


İçindeki kaşığı çıkarmak için uzanırken birden onunla göz göze geldim. İri bedeniyle örttüğü kapıdan henüz yeni girmişti; tenine sinmiş soğuğu ellerini birbirine sürterek savuşturmaya çalışıyordu. Ama gözlerimiz kenetlendiği ân elleri de durmuştu.


Panikleyince elimdeki kaşık bardağa takıldı; çay saniyeler içerisinde masaya saçılarak kucağıma döküldü. Sıcaklığıyla irkilerek hızla ayağa fırladım.


Mutfakta bir telaş fırtınası koptu.


"Ay yandın, Demre!" Sinem hemen arkamda belirerek üstümdeki kazağı kendisine doğru çekiştirdi. Diğer eliyle de hava yaparak serinletmeye çalışıyordu.


"Ah be kızım, bir yerine bir şey oldu mu?" Bir solukta yanıma gelen Meral abla telaşla kenardan kaptığı peçeteleri kazağımın altına sokuşturdu. 


"Hayır bir şey olmadı, iyiyim," Hâlâ masadan yere damlayan çaya baktım. Ondan tarafa bakmamak için çetin bir savaş veriyordum. "Çoğu yere döküldü zaten."


Çabucak yerdeki çayı silen Sude neredeyse gülerek, "Üstün başın mahvoldu." dedi. Eğildiği yerden kalktı, bu sefer de masayı temizlemeye koyuldu. 


"Ben üstümdekini vereyim, içimde tişört var zaten." Merih odadaki telaşı yararak yanıma geldi. Arkasında dün ormandan beni kurtaran ikizler belirmişti.


Ben henüz şaşkınlığımı yaşayamadan, üstündeki siyah kapüşonluyu çıkarmak için ensesine doğru uzandı. Resmen herkesin içinde soyunacaktı. Panikle ellerimi kaldırarak çıkarmasına engel oldum. "Gerek yok, önemli değil. Ev yakın zaten ben gidip değiştiririm hemen."


Belli ki kimse benim kadar yadırgamamıştı bu teklifi; suratında şaşkınlık sezilen tek kişi, sessizce arkada dikilen Pınar'dı. Hafifçe kaşlarını çatmış, soyunma hevesini sorgularcasına Merih'i izliyordu. 


Elindeki kirli peçeteleri çöpe atan Sude mutfağın öteki ucundan bize doğru çemkirdi. "Geçir işte şimdilik üstüne, sen gidip gelene kadar yumurtalar soğur. Aylar sonra birlikte yaptığımız ilk kahvaltı bu."


Meral abla hiçbir yerimi yakmadığımdan emin olmuş, çoktan sakinleşerek işine geri dönmüştü. Tezgahta bekleyen yeni konulmuş çayları masaya taşırken, resmen eliyle bizi kışkışladı. İşine engel olan bir yığıntı çıkmıştı sanki yoluna. "Tamam siz ayak altından çekilin hadi, dışarda soyunun. Sofra başında bekletmeyin bizi, çabuk bak herkes aç." 


Merih emredersiniz dercesine başını hafifçe eğip itaatkâr bir şekilde kapıya doğru yürüdü. Benim aksime çabuk kabullenmişti bu durumu. 


Meral ablayı daha fazla kızıştırmamak için gönülsüzce peşine düştüm. Ayaklarım geri geri giderken mutfaktan çıktım, kapıyı arkamdan çektim. Konağın içinde resmen kulakları baskılayan bir sessizlik vardı. Mutfaktan taşan gülüşmeler bile bu ağır sessizliğe hükmedemiyordu.


Merih peşinden gidip gitmediğime dahi bakmadan en yakın odaya doğru yürürken, elini ensesine atarak çevik bir hareketle üstündekinden kurtuldu. Altındaki siyah tişört de yukarıya doğru kaymış, kısa bir anlığına sırtındaki yara izlerini meydana çıkarmıştı. Birden ılık bir his yayıldı karın boşluğumda. Tıpkı devasa bir ağaç gibi içime serpildi, dallanıp budaklandı.


Karışan saçlarını düzeltirken birden durdu, epey arkasında kalan bana baktı. Göz göze geldiğimiz ân ileriye atılarak hızlıca yanına yaklaştım.


Tereddütlü hâlimi görmezden gelerek, önünde durduğumuz kapıyı işaret etti. "Çalışma odasında giyinebilirsin, evde kimse yok zaten."


Çıkardığı üstü bana doğru uzattı. Yüzüne bakmaktan kaçınarak alırken ellerimiz birbirine değdi; kalbime beni sinirlendirecek kadar koyu bir özlem doldu. Hızlıca yanından geçerek odaya girdim. Kapıyı istemeden biraz fazla sert çarpmıştım; sırtımı yaslayarak bir süre çıkan gürültünün arkasından ne geleceğini dinledim. Ama aşina bir sessizlik dışında hiçbir şey gelmemişti.


Birden nerede olduğumu fark ederek etrafta göz gezdirdim. Kenarda duran pikap gözüme ilişti önce; ardından iki koltuğun arasına yerleştirilmiş kristal satranç takımı.


"Boğmaca Matı'nı bilir misin?"


Nefeslerim hızlanırken sırtımı kapıdan ayırdım. Bir an önce odadan çıkmak için üstümdeki kirli kazaktan kurtuldum. Atletime de bulaştığını görünce onu da çıkardım, artık yalnızca sütyenle kalmıştım. Vücudumdaki morluklardan rahatsız olarak ürperdim; hızlıca bana verdiği kapüşonluyu başımdan geçirdim. 


Buram buram üstüme çöken kokusu resmen nevrimi döndürmüştü. Öylesine güzel bir kokuydu ki bu, kendimi arsızca derin bir nefes çalarken bulmuştum. Kollarımı da geçirip üstümü düzeltince aniden kıyafetin içinde kayboldum. O kadar uzun olmuştu ki kolları neredeyse dizlerime değecekti; üstü üste kıvırsam da düşüp duruyordu. Dağılan saçlarımı düzelttim, çıkardığım kıyafetlerimi de alarak kaçarcasına odadan ayrıldım. 


Merih'i duvara yaslanmış beni beklerken bulunca şaşırdım. Çıktığımı görünce hemen doğruldu, karşıma geçti. Bir süre sessizce bekledi, gözleriyle suratımın her köşesinde gezindi; sanki görüşmediğimiz zamanın bende doğurduğu farklılıklara yetişmeye çalışıyordu.


"Uzun zaman oldu," dedi, sitemkâr bir sesle. Sanki aramıza bu kadar girdiği için zamanın kendisine sitem ediyordu. "İyi misin?"


İyi değilim. Etrafa saçıldım, toplayamıyorum. Parçalara ayrıldım, geri bütünleşemiyorum. "İyiyim, evet."


Sözlerimdeki yalanı duymuş gibi baktı yüzüme; ama üstelemedi. Gözleri hızlıca üzerimdeki kıyafette gezinirken hafifçe güldü. "Çok yakışmış ama ufak bir dokunuş istiyor."


Yanıma sokularak omuzlarımdan düşen kumaşı çekiştirdi, iyice üstüme oturttu. Belli belirsiz nazik dokunuşlarla saçlarımı kenara çekerek iki yanımdan arkama doğru uzandı. Göğsü o kadar yaklaşmıştı ki suratıma, resmen davetkâr denebilecek bir mesafedeydi; başımı yaslamak için çabalamama gerek bile yoktu. Adeta beni kafeslemişti tüm varlığıyla; kalbimi boğazıma tırmandırmıştı. Hızlıca içine katlanmış kapüşonu silkeleyerek düzeltti. Sırf onunla göz göze gelmemek için başımı eğdim, üstümle ilgileniyormuş gibi davrandım.


Kendimi berbat hissediyordum. 


Çünkü kor gibi yanan öfkemin diğer tüm duygularımı kavurup kül edeceğine hiç şüphesiz inanmıştım. Ama şimdi, kendimden şüphe duyacak hâldeydim. Herkesin bana yaptıklarını unutmuştum ama bir tek onun yaptıklarını unutamamıştım. Söylediği her lafı, attığı her bakışı hatırlıyordum. Tüm yaralarımı dikmiştim de onun açtığı yaralara dokunamamıştım.


Sonunda geriye çekilerek, hafifçe gülümsedi. Gözlerini mesken tutmuş olan yorgunluk dışında, hiç değişmemişti. Tek fark, her nasıl becerdiyse, biraz daha kaslı ve yapılı duruyor oluşuydu. Üstündeki kumaş parçası tüm vücudunu sarmalamıştı. 


"Yine benden daha iyi taşıdın." dedi, yumuşacık bir sesle. 


Yaptığı imayı anlamış olsam da anlamamış gibi davrandım. Yavaşça geriye kaçılmıştım. "Yine derken?"


Gözlerini kırpmış, hafifçe kaşlarını çatmıştı. Sanki ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. "Birlikte uyuduğumuz gece de benim kıyafetimi giymiştin. Hatırlamıyor musun?"


Sesini yalnızca benim duyabileceğim şekilde alçaltmış olmasına rağmen yine de gerilmiştim. Endişeyle mutfak kapısına baktım; içerdeki gürültü o kadar yüksekti ki birisinin bizi duyması resmen olanaksızdı. 


Tekrar gözlerine döndüm. Bariz bir umutla, hatta biraz da kaygıyla suratımda gezinen bakışlara rağmen, hiç tereddüt etmeden yalan söyledim. "Hayır, hiçbir şey hatırlamıyorum. Sen de unutsan iyi olur, duyulması hiç hoş olmaz. Üst için teşekkür ederim. En kısa zamanda geri vereceğim, Merih abi."


Müthiş bir şaşkınlık kapladı suratını. 


Hafifçe kıstığı gözleri, bir yalan kalıntısı bulabilmek için yüzümün her tarafına dokunmaya başlamıştı. Bir şey söyleyecekmiş gibi dudakları aralandı ancak konuşmaya fırsat bulamadı; çünkü onu beklemeden mutfağa doğru yürümeye başlamıştım.


Bir süre hiç kımıldamadan orada dikildiğini, ardından peşimden geldiğini duydum. Sırtımdaki bakışlarını hissetsem de arkamı hiç dönmedim. Mutfağa girerek kapıyı aralık bıraktım. Elimdeki kıyafetleri katlayarak bir kenara koymuştum. 


"Hele şükür gelebildiniz!" Masanın en ucunda oturan Sude eliyle yanına oturmamı söyledi. "Demre sen böyle gel. Başlayalım hadi buyurun, gömülün."


Meral abla ona imalı bir bakış fırlattı. "Düzgün konuşsana kızım. Ne öyle, değişik değişik terimler..."


Herkes masanın etrafındaydı. Dilan abla da gelmişti; Nalan'ın yanında yerini almıştı. Hemen karşısında Meral abla vardı. Sinem'le Sude'nin arasına geçtiğim sırada dalgın dalgın içeriye giren Merih, çaprazımdaki ikizlerin yanına oturmuştu.


"Diğer çalışanlar böyle ağırlandığımızı görse bize torpil geçtiğinizi sanacak." Bunu söyleyen Çınar'ydı. Kabarık saçları tel tel havalanmıştı; tıpkı ikizi gibi, onun da gözleri bal rengiydi. Yumuşak hatlarını gizleyen kirli sakallarında sarı gölgeler vardı.


"Buraya ilk gelen sizsiniz sonuçta," Kızarmış ekmeklerden birini alan Sude ona kaçamak bir bakış atarak sözünü devam ettirdi. "İlk sizinle tanıştık, arkadaş olduk."


"Demre'yle de tanışın." Birden ilgiyi üstüme toplayan Ece kasılmama neden oldu. Tüm gözler suratıma kenetlendi; ama her nasılsa, en çok onunkiler kendisini hissettiriyordu.


"Çınar abi ve Pınar abla, dün bahsetmiştik zaten sana," Beni onlara takdim eden Sude tanışmamıza yardımcı olmuştu.


Gülümseyerek başımla selam verince ikisi de aynı şekilde karşılık verdi. Çınar'ın biraz daha sıcakkanlıydı bakışları, ılık bir yaz akşamı gibiydi; onun aksine kardeşinde bariz bir soğukluk vardı, bakışları kasvetli bir kış gecesinden farksızdı. Keza tavırlarında da bir mesafe seziliyordu. 


Fakat bu mesafeyi herkesle arasına sokmuyordu belli ki. Yanında oturan Merih'e karşı şaşırtıcı derecede samimi ve ilgiliydi. Gülüşlerinde bile bir içtenlik vardı. Durmadan ona doğru sokulup gürültünün kolayca yutabildiği bir kısıklıkta sohbet ediyor, tabağını o söylemese bile eksilen kahvaltılıklarla tekrar dolduruyordu. 


Merih'in bu yakınlıktan hiç rahatsızlık duymadığı da belliydi; kız ona ne söylese büyük bir ilgiyle dinliyor, dosdoğru gözlerinin içine bakıp gülümsüyordu.


İştahım kaçmıştı.


Zaten karnımdaki bulantı yüzünden boğazımdan bir lokma bile geçirmesi zorken, karşımda olanlar tüm çabalama arzumu benden alıp götürmüştü. Tabağımdaki zeytinleri çatalımın ucuyla itekleyip sessizliğimi kuşandım.


Tepemizde esen ses furyasına, "Demre de uzun zamandır burada çalışıyor aslında, kaza geçirdiği için yoktu," cümlesi devrilince, dikkatim dağıldı. Bunu söyleyen Aylin'di, sözlerine bir parantez açmamı bekliyormuş gibi gülümseyerek bana bakıyordu.


Ama henüz ben konuşamadan, Pınar yumuşak bir sesle araya girmişti. Sorduğu soru, etrafımıdaki uğultuyu adeta bir bıçak gibi kesti. "Sormamda bir sakınca yoksa eğer, ne kazası?"  


Herkesin ilgisi bana kaymıştı. Yanında oturan Merih de bu soru üzerine başını kaldırmış, gözlerimin içine bakmıştı. İçlerinde kuşkuyla harmanlanmış yoğun bir merak vardı.


"Hatırlamıyorum maalesef," Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım. "Hafıza kaybı yaşadım, buraya ilk ne zaman geldiğimi bile hatırlamıyorum."


Yanımda oturan Sinem uzanıp sırtımı sıvazladı. "Merak etme, bir sabah her şeyi hatırlayacaksın." 


Ece ile Aylin bu sözleri içten bir dilek gibi tekrarlarken, masadaki diğer herkes suskunluğunu korumuştu. Bu ihtiyatlı sessizlik, her nedense, içimdeki kızgınlığı harladı. Öfke damarlarımdaki kanı alazladı. Kısa süre sonra tekrar neşeli, koyu bir sohbet başkaldırdı fakat ben artık hiçbir sesi duyamaz oldum. Çünkü kendi içimde kaybolmuştum.


Artık oyunun nasıl oynandığını anlamıştım. İnsanlara kötülük yapabilmenin en kolay yolu, bunu bir iyilik gibi göstermekti. Şeytanların aziz gibi davrandığı bir oyunda kimin gerçekten aziz olduğunun artık hiçbir önemi kalmazdı.


Çünkü her günah başka bir günahın tohumuydu. Bazı tohumlar ekilmeden de yeşerirdi; bazı zehirler içilmeden de öldürürdü. İnsan kendi içindeki en günahkâr şeytanla yalnızca aziz biri gibi davrandığında tanışabilirdi.


Tatlı tatlı gülümseyerek yanındaki kadını dinleyen adama baktım. Alnına dökülen koyu saçlarında, ara sıra çatılıp gevşeyen biçimli kaşlarında, yanık tenini ikiye bölen ince yarasında; geniş omuzlarında, gözündeki mavi aykırılıkta ve sık sık yaladığı kızarık dudaklarında gezindim.


Üstündeki ağırlığı sezmişti sanki. Dirseğini masaya yaslayarak yavaşça üst bedenini kadına doğru döndürürken, beklenmedik bir ânda gözlerimiz birbirine kenetlendi.


Çabasız bir çekicilikle alt dudağını dişlemişti; söylenen bir şeye muzipçe gülümsüyordu. Ama benimle göz göze geldiği ân gülüşü yavaşça dağıldı. Dişlerini üstünden çekerek dudağını serbest bıraktı; ısırışından ötürü hafifçe şişmiş ve daha da kızarmıştı. 


Gözlerine çöken puslu bir geceyle, o da beni usulca süzdü.


Uğultunun ve kargaşanın ortasında, sanki etrafta bizden başka kimse yokmuşçasına, pervasızca bakıştık. Onun zihninde bir keşmekeşlik olduğu belliydi; fakat benimki dibi gözüken duru bir deniz kadar berraktı. Yalnızca tek bir düşünce vardı. 


Sana söz sevgilim, kazdığım tüm mezarlar çiçeksiz kalacak; ama seninki menekşelerle dolacak.





Demre'mi hasta ettileeer nerede benim bıçağım🔪 Bölümü nasıl buldunuuz? 🥲 Bir sonraki bölümde çoğunlukla Demre, Merih ve Pınar üçlüsü var desem yalan olmaz hslsjhjsşk Bu üçlü çok güçlü jdodjsşdl Haftaya Cuma yine aynı saatte görüşürüüüz çok öbdüm 🤍


Her şey için çok teşekkür ederim. 


Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-