25

 Herkese selamm 🫶🏻 Yeni yıla girmemize çok az kaldııı, hepinize mutlu ve sağlıklı bir yıl diliyoruum umarım her şey istediğiniz gibi oluur sevgili okurlarım 🥹🖤✨ Hayallerinizi gerçekleştirmek için ne yapmanız gerekiyorsa yapın!! Yapın yapın ben arkanızdayım!!! 🤝 


Neyse lafı uzatmayayım ben, oylarınızı ve yorumlarınızı merakla bekliyorum 🥹🤍✨


25: NE KADAR DERİN, O KADAR KOYU



Günler geçtikçe her şey daha da ızdıraplı olmaya başladı. Zar zor içine geri itildiğim hayat, soluduğum her nefesin acısını benden çıkarmaya ant içmiş gibiydi. Sanki artık yaşamın içinde bana yer yoktu. 


Konakta gözümü açtığım üçüncü günün sabahı, aralarından en sarsıcı olanıydı. Henüz tan ağarmamışken bunalarak uyanmış, evdeki sessizliği ürkütüp de kaçırmamaya çalışarak hızlıca duşa girmiştim. Ardından tekrar yorgun düşerek sıcak yatağın içine kıvrılmıştım.   


Ama henüz huzuru tadamadan histerik bir titremeyle uyandım ve ansızın boğulurcasına öksürmeye başladım. 


Yorganımın üstüne sıçrayan minik kan lekelerini görünce, panikleyerek kendimi yataktan attım. Yaşadığım korku o kadar ağırdı ki neredeyse taşıyamayıp yere kapaklanacaktım. Elimle ağzımı örterek sendeleye sendeleye banyoya koştum. Telaştan ötürü kapıyı arkamdan kapatmayı unutmuştum; sonuna kadar açtığım suyla hızlıca ağzımı çalkalarken, birden aynada onu gördüm.


Neredeyse irkilecektim.


Dilan abla, her sabah omuzlarına attığı şalıyla aralık kapının önünde durmuştu. Geçerken ilgisini cezbeden bir telaşa tanık olmuş gibi, merakla izliyordu. Hızlıca suyu kapatıp doğrulduğumda, parmağının ucuyla hafifçe kapıyı iteklemişti. 


Aynadan gözlerimi ayırarak ona döndüm; her ne kadar hiçbir sorun yokmuş gibi davranmaya uğraşsam da soluk soluğa kalmıştım. Tüm ağırlığımı lavaboya yaslamıştım; dik durabilmek için de sımsıkı tutunmuştum. Çünkü yaşadığım korku hâlâ saldırgan bir nâbız gibi tenimi yumruklamayı sürdürüyordu.


Koyu gözleri dudaklarımdan ellerime kayıp, usulca gözlerime geri yükselirken, "Kan mı kusuyorsun?" diye sordu birden. Sorduğu soruyla çok uyumsuz bir sakinlikliğe sahipti. Ama önündeki belirtileri teşhis edebilme hızı çok daha ürkütücüydü; resmen mesleğinin ona sağladığı deneyimi gösteriyordu. 


Hızla inip kalkan göğsüm, ondaki dinginliğin yanında çok toy bir duygunun iziydi. Tehlikeli bir kadındı bu. Yakındayken tetikte olmamı gerektiren bir kadındı. 


Başımı iki yana sallayarak göz temasını kestim. "Hayır, neden kan kusayım ki? Burnum kanadı sadece. Bazen böyle kanıyor."


Önüme dönmüş, tekrar ellerimi yıkamaya başlamıştım. Artık soluklarım yatışmıştı ama kaygılarım hâlâ diriydi. Arkamdaki bakışlar da bunun büyük bir sebebiydi. Fakat üstümdeki kan damlası aynadan gözüme ilişince birden tüm hislerimi unuttum. Ufacık bir leke, tüm ilgimi kendisine kenetlemeyi başardı. 


Çünkü bu onun bana ödünç verdiği kıyafetti. 


Hızlıca kapüşonundan tutup üstümden çekip çıkardım. Birdenbire önünde soyunarak sadece sütyenle kalmış olmamı yadırgadı, hissetmiştim; ama umursamadım. Eğer üstünde leke kalırsa geri vermeye utanırdım, bu yüzden telaşlanmıştım. Bu kadar erken de yıkamak istemiyordum; eğer yıkarsam, üstüne sinmiş olan koku da gidecekti. 


Çünkü dün gece biraz daha rahat uyuyabilmiş olmamın en etkili sebebi bunu giyerek yatağa girmemdi. İnkar edemezdim. Kendimi kandırmamın da bir anlamı yoktu en nihayetinde.


Çabucak lavabonun altındaki dolaptan aldığım deterjanı lekeye dökerek, sıcak suyun altında çitelemeye başladım.    


"Bir doktora görünsen iyi olur," dediğinde gözlerimiz tekrar aynada kesişti. Hâlâ orada olduğunu bile unutmuştum. Hoş bir sohbetin peşindeymiş gibi içtenlikle gülümsüyordu. "Zaten yeterince kansızsın, tenine bak ruh gibi beyaz. Daha fazla kan kaybetmen senin için tatsız olur. Benden sana bir hemşire tavsiyesi."


Bir karşılık almayı beklemeden yavaşça uzaklaştı. Mutfağa girdiğini, dolaplardan birini açtığını duymuştum. Sabır dilenir gibi gözlerimi yumarak sertçe nefesimi üfledim. Etrafımdaki insanların niyetlerini anlamaya uğraşmak, anlayabildiğim niyetlerle savaşmaktan çok daha yorucuydu. Zira rengini belli etmekten kaçanlar, dürüstçe ben siyahım diyebilenleri alt edebilecek kurnazlıktaydı.


Çünkü grinin belirsizliği, siyahın dürüstlüğünden daha tehlikeliydi.


Lekenin tamamen çıktığını görene kadar sıcak suda ovalamaya devam ettim, ardından geri üstüme giydim. Sanki bir kumaş parçası değil de onun kokusuydu üstüme geçirdiğim; resmen buram buramdı. Ellerim yanmış, biraz da kızarmıştı; acıyla yüzümü buruşturdum. Bir süre soğuk suyun altında bekleterek ferahlatmaya çalışmıştım. 


Tekrar ağzımı çalkaladıktan sonra hızlıca dişlerimi fırçaladım. Kendimi bitkin hissediyordum. Duvarlar etrafımda dönmeye başlayınca bir süre lavaboya tutunarak tekrar gözlerimi yummak zorunda kaldım. İyi hissettiğime emin olduktan sonra da hızlıca banyodan ayrıldım.


Boğazım kupkuru olduğu için büyük bir bardak su içme ihtiyacı duyuyordum ancak o kadın hâlâ oradayken mutfağa gitmek hiç istememiştim. Bu yüzden yorgun argın odama geri döndüm. 


Dün bütün günümü yeni odaya taşınmakla geçirmiştim. Kızlar öğle arasında yardıma gelmiş olsalar da kısa bir sürede bırakıp işe geri dönmek zorunda kalmışlardı. Yine de beklediğimden çabuk yerleşmiştim.


Tam karşımda olan, Meral ablanın kaldığı odaya benziyordu burası. İçinde ufak bir kitaplık, çalışma masası ve sıcak tonlarda bir manzara tablosu dışında farklı bir eşya yoktu. Fazla geniş sayılmazdı fakat arka bahçeye açılan boydan pencere odayı olduğundan daha ferah gösteriyordu. Tül perde yoktu, yalnızca camın iki yanında yere kadar dökülen kalın, kadife perdeler asılmıştı. Uzun taş duvarın izin verdiği kadar güneş ışığı girebiliyordu içeriye.


Ama zaten bu durumdan şikayetçi de değildim; henüz güneşin odama dolmasını kanıksayamamıştım.


Başta öldürülmüş birisinin odasına geçmek beni huzursuz hissettirmiş olsa da yalnız kalmaya karşı duyduğum arzu, bu rahatsız duyguyu bastırmıştı. Gün geçtikçe vücudumda zuhur eden tuhaflıkların farkındaydım; bu tuhaflıkların şiddetlendiği ânlarla yalnızken baş etmek istiyordum. Çünkü henüz ne kadar ileri gidebileceğini bilmiyordum.   


Hâlâ alışmakta zorlanıyordum. Sanki bambaşka bir bedende yaşamaya başlamıştım. Üstüne geçirilmiş bir cesedi taşıyan güçsüz bir ruhtan farksızdım.


Yavaş yavaş havadaki karanlığın dağılmasıyla birlikte evde bir hareketlilik başkaldırdı. Yeni yıkadığım kıyafetlerimi katlayıp dolaba koymakla uğraşırken, birilerinin gürültü çıkarmaktan hiç çekinmeyerek merdivenleri indiğini duydum. 


Aynı anda karşı odanın kapısı açıldı ve Meral ablanın cılız söylenmeleri yükseldi. "Günaydın kızlarım. Merdivende tepinmeden güne başlayamayan kızlarım."


"Günaydın!" demişti birileri ama kim olduklarını algılayamamıştım. Çünkü mutfaktan çıkan Dilan ablanın huysuz sesi kızlarınkini epey baskılamıştı. "Kaç yaşına geldiniz, biraz kız gibi davranın yahu!"


Saniyeler içinde kapım gümbürtüyle açılmış, içeriye Sude'nin rüzgârı esmişti. Her sabah olduğu gibi, gözleri hafifçe şişmişti. Hemen arkasından odaya dalan Ece, saçlarını toplamakla uğraşıyordu; tokasını dişlerinin arasına kıstırmıştı.


Kapıyı hızlıca arkasından örterken kısık bir sesle Dilan ablayı taklit etti. Ağzındaki tokadan ötürü kelimeleri boğuk boğuk çıkıyordu. "Biraz kız gibi davranın yahu!"


Absürt bir şekilde incelttiği sesi bizi güldürürken, Sude yanağımdan makas alarak yatağa doğru yürüdü. "Günaydın sabah kuşu, bugün nasılsın?" 


Yalnızca birkaç dakika önce kan kustuğumu düşünürken, "Biraz daha iyiyim." dedim. Yalanın gitgide dilime pelesenk olduğunu fark ettikçe tadım biraz daha kaçıyordu ama başka çarem de yoktu. Kucağımdaki katlanmış kıyafetleri alarak dolaba yürüdüm.


Dalgın dalgın raflara yerleştirirken, Sude'nin ani sorusuyla irkildim. "Demre, bu kan ne böyle?"


O kadar keskin bir manevrayla arkamı dönmüştüm ki raftaki kıyafetlerden birkaçı yere düşmüştü. Ece de yatağa yaklaşmıştı, kaşlarını çatarak bahsettiği kanı görmeye çalışıyordu. Resmen tamamen aklımdan çıkmıştı; içten içe kendime kızdım. Telaşla yanlarına gidip yorganı çekiştirdim, nevresimin üstündeki ufak lekeleri gizlemeye çalıştım. 


"Gece âdet olmuşum, yatağa geçmiş biraz." dedim, sakince omuzlarımı silkerek. Ama yorganı büzüştürüp yıkamak için kenara bıraktığımda tezat bir biçimde tertemiz olan alttaki çarşafı açığa çıkarmıştım.


Ece gülerek yatağın ucuna oturdu. "Ne biçim uyuyorsun sen? Yorgana bulaşmış ama çarşafa hiç bulaşmamış."


Ben de güldüm ama gerilmiştim. Çünkü bulaşmış bir kandan ziyade sıçramış bir kan olduğu çok belliydi. Ama neyse ki kızlar bu nüansı fark edememişti. "Gece uyurken üstümü açıyorum, ondan herhalde."


Sude zıplayarak Ece'nin yanına bıraktı kendini. Yatak bu ani oturuşla birlikte sarsılmıştı. "Yeni yeni huylar edinmişsin bakıyorum da. Eskiden hiç üstünü açmazdın."


"Sorma," dedim, alay ederek. Geriye kalan birkaç kıyafeti de katlayıp dolaba yerleştirmiştim. "Ben de alışmaya çalışıyorum bu yeni huylara."


İkisi de sözlerimdeki kinayeleri duymamıştı. "Hadi işini bitir de kahvaltıya gidelim. Tatilinde bile harıl harıl çalışıyorsun kızım sen de."


"Zaten haftaya konakta davet olacakmış sanırım," Ece onun sözünü keserek kendi kendine homurdanmaya başladı. Bahsederken bile şimdiden yorulmuş gözükmüştü. "Bir ton iş çıkacak başımıza. Enerjini ona sakla."


"Ne daveti?" Omzumun üstünden onlara baktım.


"Tan beyefendinin işleri biraz bozuldu," diyerek yanıtladı Ece. Yanında oturan Sude yavaşça başını sallayarak sözlerini onaylıyordu. Bahsi geçen kişi babası değilmiş gibi tepkisizdi. "Durmadan şehir dışına çıkıp yoldaşlarının gönlünü almakla uğraşıyor. Sanırım tekrar müritlerini toplamış olacak ki haftaya kutlaması yapılacak."


Söyledikleri ilgimi çekmişti; ama dudaklarımdan çıkan ses aksine aldırışsızdı. "Neden araları bozulmuş peki?" 


Henüz bir yanıt bulamadan odanın kapısı tıklatıldı. Hafifçe aralanan kapıda Meral ablanın çehresi belirmişti. Sanki az önce söylenilenleri duymuş gibi, kızlara doğru, "Siz önden gidin kahvaltıya," dedi. Üstlerinden çektiği gözleri, bu sefer bende takılı kaldı. "Demre'ciğim seninle biraz odamda konuşabilir miyiz?" 


"Tabii, geliyorum hemen." Elimdeki işi bırakıp peşinden gittim. Kızlar da bizimle birlikte odadan çıkmıştı.


"Uzun süre tutma kızı, zaten hiçbir şey yemiyor," diyen Sude, çoktan Ece'yi de koluna takarak dış kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Bu esnada diğerleri de aşağıya iniyordu. "Çok proteinsiz kalmış, iyice beslemek lazım."


Meral abla onu duymazdan gelerek odasının kapısını aralamıştı. Bir eli kulpunda, içeriye geçmem için sabırla bekliyordu. Dudaklarında içten bir karşılamayı andıran, güven verici bir gülümseme vardı. 


Birkaç sefer kıvırmış olmama rağmen ısrarla düşen kollarımı çekiştirerek içeriye girdim. 


Her şey bıraktığım gibiydi. Pencerenin kenarına dizilmiş ufak kaktüsler, içerde raks eden kahve kokusu, duvardaki eskimiş fotoğraf. Hiçbir şey değişmemişti. Birden odanın kenarında duran ahşap kitaplık gözüme ilişti.


Eskiden üç tünel vardı. Ama onun odasına açılan tünel seneler önce kapatıldı.  


Merih'in kulaklarımda çınlayan sesi, ensemden tutup beni maziye sürükleyen haşin bir elden farksızdı. Dar ve basık duvarlarda karanlığı yararak koştuğum o korku dolu ânın içine fırlatmıştı sanki bedenimi. Tüneldeydim, kaçıyordum. Zihnime doluşan ânlarla baştan aşağıya ürperdim. Düşüyordum, ellerimi kanatıyordum. Sonunda yerin altından çıkarak, odasına saklanıyordum.


Tüm geceyi onunla aynı yatakta geçiriyordum.


"Gel, oturalım şöyle." Birden sırtımda hissettiğim sıcak dokunuşla zihnimden koparıldım. Gösterdiği koltuğun kıyısına otururken dalgın dalgın konuşmasını bekliyordum. Beyhude gibi gözüken detaylar bile hafızamın kamçısı olabiliyordu; belki de tünelin kapısına gitmeliydim.


Elini sırtımdan çekmeyerek tüm bedeniyle bana doğru dönünce, dizlerimiz birbirine değdi. "Seninle oturup doğru düzgün konuşamadık hiç. Nasıl olduğunu sormak istedim. Yaşadıkların kolay şeyler değildi sonuçta."


Söyledikleri zihnimdeki bulanıklığı giderdi. Gözlerinin içine bakarak gülümsedim. "Öyleymiş sanırım, ben pek hatırlamıyorum gerçi neler yaşadığımı."


"Ah, doğru ya," Bu hazin gerçeği yeni anımsamış gibi göründü. Hafifçe geriye kaçılmış, ince kaşlarını çatmıştı. "Hafızanla ilgili sorunlar yaşıyormuşsun, duydum. En son hatırladığın şey ne peki?"


Dudaklarımı büzdüm, düşünüyormuş gibi kaşlarımı çattım. "Sergiye katıldığımı hatırlıyorum ama o da kesik kesik şekilde. Genel olarak her şeyi hatırlamakta sıkıntı yaşıyorum."


"Anladım," dedi, teselli etmek istercesine sırtımı sıvazlarken. Anlayışlı, biraz da endişeli bir bakışı vardı. "Kendini çok zorlama, zamanla hafızan geri gelecektir zaten," Bir an duraksadı, artık tereddütle konuşuyordu. "Peki vücudunda bir farklılık veya olağandışı bir şeyler hissediyor musun?"


Sorusu resmen içimdeki güveni yerle yeksan etti; beni de bu yıkıntının altına terk etti. Biliyordu. Bana ne yaptıklarını biliyordu. Kanıma zehir karıştırdıklarını biliyordu. Beni hasta ettiklerini biliyordu. Gözlerimi sıcak sudan ötürü kızarmış ellerime indirdim, bir süre sessiz kaldım. 


Ardından tekrar doğruldum, çekik gözlerine baktım. Her geçen gün kendisini bedenimde gösteren bir hastalığı, en nihayetinde onlardan saklayamayacağımı biliyordum. Bu yüzden ilk defa dürüst olmaya karar vermiştim. "Evet, kendimi biraz tuhaf hissediyorum ama neden olduğunu anlayamıyorum."


Gözlerindeki endişe bariz bir şekilde koyulaştı. Ama içindeki bazı güdüleri bertaraf etmeye çalışıyormuş gibi dudaklarını birbirine bastırmıştı. "Dört ay boyunca komadaydın, o yüzden kendine iyileşmek için biraz zaman tanı. Acele etme lütfen. İlaçlarını aksatmadan içiyorsun, değil mi?"


Yalnızca ağrı kesiciyi kullanıyordum; çünkü bazen kemiklerimi bile sızlatan şiddetli ağrılara maruz kalıyordum. Bir saatten fazla bu acıya dayanamıyordum. Nitekim ben yine de, "Evet, hepsini kullanıyorum." demiştim. Zira bu ilaçları gerçek bir doktorun verdiğinden bile şüphe ettiğimi söyleyemezdim.


"Güzel, aksatmadan kullanmaya devam et. Bir sıkıntın olursa kapım hemen karşında artık, biliyorsun." dedi, şefkatle gülümseyerek. Konuşmanın bittiğini belirtir gibi elini sırtımdan çekip önüne döndüğü esnada durdurdum. 


"Meral abla," Bu sefer ben ona dönmüştüm. Parmaklarımı birbirine kenetleyerek kendimden güç almaya çalışıyordum. "Aslında benim bir ricam olacaktı."


Merakla kaşlarını kaldırırken, devam etmemi buyurur gibi hafifçe başını salladı. Duruşunda bile otorite vardı; reddedilme ihtimalinin korkusunu yaşatıyordu bana. 


"Az önce de belirttiğim gibi, kendimi pek iyi hissetmiyorum," Elim istemsizce karnıma gidince, onun da gözleri kısa bir anlığına oraya kaydı. Kaşları o kadar çatılmıştı ki arasında çizgilerden tümsekler oluşmuştu. "Bir doktora görünsem çok iyi olur. Geceleri ağrıdan uyuyamıyorum hiç."


Suratındaki ifadeden beni reddedeceğini anlamıştım. Nitekim öyle de oldu. "Tan Beyler evde yokken bu pek doğru olmaz. Ama onun bilgisi dahilinde gidebilirsin tabii, neden olmasın?"


Fakat sesinde güven kırıklığı belirmişti. Çünkü kendisi de Tan Şahoğlu'nun böyle bir isteğe müsamaha göstermeyeceğini çok iyi biliyordu.


"Lütfen, rica ediyorum," Sonucunun ne olacağını bilmiyordum ama ben yine de ısrar edecektim. Gün geçtikçe beni neyin tükettiğini öğrenmek zorundaydım. "Kimsenin haberi olmayacak, söz veriyorum. Daha etkili bir ilaç yazsınlar en azından, bütün gece acıdan kıvranıyorum. Diğer kızlara tereddütsüz kullanacağınız inisiyatifi bir kereliğine bana da kullanın, lütfen."


Hayretle geriye çekildi. "Demre, nasıl böyle bir şey düşünürsün..."


Ama sözünü tamamlayamadı. O kadar şaşırmıştı ki dudakları bir süre kelimelere dokunamamıştı. Acımasız dürüstlüğümü sindirmeye çalıştığı, kısa bir suskunluk yaşadı.


Sonra birden silkelendi, derin bir nefes aldı. Kendi kuralını çiğnemeye hazırlanan biri gibi gerilmişti. "Tamam, peki. Seni bu düşünceye ne itti hiç bilmiyorum ama diğer kızlara nasılsam, sana da öyleyim. Hiçbir zaman kimseyi kayırmadım," Gücenmişti besbelli, saklamaya da uğraşmıyordu. "Gitmene izin vermemin sebebi bu sözler değil, öncesinde söylediklerin. İyi olmanı istiyorum ve bunun için de elimden geleni yapacağım."


Rahatlamıştım ama daha çok da şaşırmıştım. Benim için herhangi bir kuralı hiçe sayacağına dair bir inancım yoktu çünkü. "Teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim." 


"Ama ne olursa olsun," diyerek parmağını havaya kaldırdı. Hafifçe irileştirdiği gözlerini dosdoğru suratıma kenetlemişti. "Kimsenin bundan haberi olmayacak, anlaşıldı mı? Ev sakinleri konakta olmadığı için izin veriyorum buna. Ama hiç kimsenin kulağına gitmemesi lazım. Yoksa seninle birlikte benim de başım yanar."


"Kızların da mı?" Konakta olmayışımı onlardan saklamak neredeyse imkansıza yakındı.


"Kızlara ucundan çıtlatabilirsin. Nalan hariç," diye ekledi birden ama hemen sonra pişman oldu. Hiç huyu olmadığı hâlde gaf yaptığının farkındaydı, toparlamaya çalıştı. "Yani sonuçta yeni geldi buraya, tam anlamıyla tanımıyoruz kendisini."


Gülmek istedim ama kendimi tuttum. Hiç bozuntuya vermeyerek, "Tamam, kime söylediğime dikkat edeceğim." dedim. Hafifçe dizime vurarak ayağa kalktığında ben de kalktım. Gitmek için kapıya yürümüştüm. 


"Merih'e söylerim bugün seni götürür," Birden o kadar hızlı arkama döndüm ki cümlenin ortasında beklenmedik bir virgüle denk gelmiş gibi duraksamak zorunda kalmıştı. "Saatini konuşursunuz."


"Merih abiyle gitmesem, olmaz mı?" Karşı çıkmam onu şaşırttı. "Yani doktorun yanına bir kadınla girersem kendimi daha rahat hissederim. O yüzden dedim."


Kısmen doğruydu; doktorun yanına tek başıma girmeme müsaade etmeyeceklerini biliyordum. Çünkü bana güvenmedikleri yadsınamaz bir gerçekti. Bu yüzden içerde üçüncü bir kişinin daha olacağı şimdiden belliydi.


"Doğru, haklısın," Şaşkınlığı bir sis gibi dağıldı. Bunun hoşgörülür bir istek olduğuna karar vermişti. "Tamam o zaman, Pınar da sizinle gelir. Yeni bir çalışanla durduk yere dışarıya çıkman şüphe çeker, Merih başlarındaki kişi o yüzden kimse hesap sormaz. Hem sözüne itimat edilen birisi olsun yanında." Çabucak telefonuna doğru yürüdü. "Ben şimdi arayıp haber vereceğim ona, hemen gidip geri gelirsiniz."


Tadım kaçmış olsa da boyun eğdim ve sessizce yanından ayrıldım. Onun yakınlarında bulunmak duygusal anlamda hırpalıyordu beni; ne zaman ona yaklaşsam kendimi tahribatla dolu bir savaşın ortasında buluyordum.


Bu nasıl bir savaştı, derken buluyordum her yenilginin sonunda kendimi. Sadece ben savaştım.


Gitgide acıktığımı hissedince odama hiç girmeden dosdoğru evden çıktım, konağa yürüdüm. Soğuğun içine girdiğim an tüm vücudum gevşemişti, rahatlamıştım. Kollarımı kendime sararak ağır ağır patikayı aşarken, Kubi'yi ne kadar özlediğimi düşünüyordum. Dün hiç evden çıkmadığım için hâlâ yanına uğramaya fırsat bulamamıştım.


Konağa uzanan yokuşu geçtiğim an biraz ötede onu gördüm; kulağına tuttuğu telefonu çekip kapatırken, "Tamam, sen merak etme." diyordu birisine. Bir yere gidecekmiş gibi döndüğünde gözü beni buldu, aniden durdu. Yolunu değiştirerek hızlı hızlı bana doğru yürümeye başladı. 


Dünkü kahvaltıdan sonra bu onu ilk görüşümdü. Üstünde boğazlı, siyah bir kazak; altındaysa yine siyah kumaş bir pantolon vardı. Koyu saçları üstündeki siyahlıkla da birleşince; buz mavisi gözünü olduğundan daha dikkat çekici kılmıştı. Göz alıcı bir manzaraydı. Ondaki kusursuzluğun yanında bendeki sönüklüğü fark etmek birden canımı sıktı.


Aniden nasıl göründüğümü önemser oldum; istemsizce üstümdeki paspallıktan utanmıştım. 


Suratım o kadar solgundu ki hastalıklı durduğuma emindim. Dilan ablanın da dediği gibi belki de ruhsuz bir beyazlıktaydım. Üstelik sabah duştan sonra yeniden uyuduğum için saçlarım kendi kendine kuruyarak kabarmıştı. Yediği rüzgar darbeleriyle de iyice dağılmıştı. Elimle yatıştırmaya çalıştım ama sonra bu çabanın faydasız olduğunu anlayarak bıraktım, onun yerine üstümü düzelttim. 


Sonra birden ne giydiğimi fark ettim.


Sanki yaklaştıkça zihnimdeki gürültüyü de duyabilir olmuştu. Hafifçe gülümserken, üstümdeki kapüşonluyu süzdü. Artık birkaç adım ötemdeydi. "Çok sevdin herhalde? Hiç çıkaramadığına göre."


"Az önce geçirdim üstüme." dedim, kollarımı önümde kavuştururken. Yokuşun aşağısında kaldığı için aramızdaki boy farkı azalmıştı. Gözlerimiz neredeyse aynı hizadaydı.


"Sende kalabilir, ödeşmiş oluruz." dedi muzipçe gülerek. 


Yaptığı imayı anlamamıştım. "Ne ödeşmesi?"


"Kazağın hâlâ bende," Bunu dedikten hemen sonra mühim bir detayı anımsamış gibi dudaklarını büzdü. Sesindeki alayı duymamak için sağır olmak gerekirdi. "Ama doğru ya, sen şimdi hatırlamazsın hiçbir şeyi. Aklımdan çıkmış."


Sessiz kalmayı tercih ettim. Ama dudaklarıma yayılan sinirli gülümsemeye de engel olamamıştım. Halbuki kazak detayını gerçekten de hatırlamıyordum. Hafızamı kaybetmiş olmama açıkça inanmadığını sezdirmesine gerilmiştim. Çünkü onun gibi bir adamla baş etmenin ne kadar zor olduğunu tekrar anlamıştım. 


Duygularımı tüm çıplaklığıyla görebiliyormuş gibi tatlı tatlı gülümsedi. Zaten görebildiğine de şüphem yoktu. Artık onun beni çözdüğü gibi, ben de onu çözmüştüm. 


Kısa bir ân birbirimize gülümseyerek baktık. Aniden karnımda orada olmaması gereken bir şeyler kımıldandı. Bakışma uzadıkça hızlanan nabzım, hızla gözlerimi kaçırmama neden oldu. Dudaklarımdaki gülümseme titreyerek solmuştu. 


"Bu arada," diyerek konuyu değiştirince tekrar gözlerine bakabildim. Biraz da olsa yatışmıştı nabzım. "Az önce Meral ablayla konuşuyordum. Hastaneye gitmek istiyormuşsun," Hevesle başımı salladığımı görünce haraketlendi. Kazağını çekiştirip kolundaki saate bakmıştı. "Tamam o zaman hazırlan, yarım saate çıkalım. Güvenliğin önünden alırım seni." 


"Tamam," dediğimi duyunca gitmeye yeltendi. Meral ablanın üçüncü kişi detayını söylemeyi unuttuğunu sandım; telaşla söze girdim. "Ama şey de gelecekti..."


"Evet, şimdi Pınar'a da hazırlanmasını söyleyeceğim, merak etme." dedi omzunun üstünden. Ardından dönerek yokuş aşağıya yürümeye başladı. Telefonunu tekrar çıkarmış, kulağına tutmuştu.


Hastaneye aç gitmeye karar vererek geri müştemilata yürüdüm. Kahvaltı yapmaktan vazgeçmiştim. Kan tahliline müsaade edecek kadar şeffaf olacaklar mıydı henüz bundan bile emin değildim ama ben yine de şansımı deneyecektim.


Eve geri girdiğimde koridorda yine Dilan ablayla karşılaştım. Sırf konuşmamak için acelem varmış gibi davranarak çabucak odama geçtim. Artık aşağıda kaldığım için istemediğim kadar çok karşılaşır olmuştuk.


Çabucak üstümdekilerden kurtularak siyah, dar bir kazak ile kot pantolon giydim. Zayıfladığımı zaten biliyordum ancak pantolonun üstümden düşüşünü görmek tüm keyfimi kaçırmıştı. Kederli kederli belime kemer takarak kazağı içime soktum. Eskiden de pek dar sayılmazdı ama artık resmen çuval gibiydi. 


Kendi kendime homurdanarak çalışma masasına oturdum, üstündeki aynayı kendime çektim. Gerçekten de hastalıklı biri gibi solgundum. Bu saçlarla mı karşısına çıkmıştım? Ama çıktıysam da bunun ne önemi vardı ki? Hışımla kenardaki tarağı kaparak birbirine dolanmış dalgaları ayırmaya çalıştım. Ama daha da kabarmalarına neden olmuştum. Parmaklarımla tarayarak yukarıya kadar topladım. Bileğimdeki tokayı geçirecekken, aniden duraksadım.


Saçlarını daha sık salsana, sana çok yakışıyor. 


Dönme dolaptayken kulağıma mırıldandığı sözler, sanki ilk defa duymuşum gibi içimi ürpertti. Ellerimi saçımdan çektim. Omuzlarımdan dökülmesine izin vererek, tekrar düzelttim. Makyaj yapmam biraz tuhaf kaçacaktı belki; ama yine de solgunluğumu biraz gidermek istemiştim. Tüm malzemeleri masanın üstüne yayarak hızlıca sürmeye koyuldum.


En son elim rimele uzanınca tereddüte kapıldım. "Yok ya, alt tarafı hastaneye gidiyorum. Abartmaya gerek yok."


Dudağıma renkli bir nemlendirici sürerken yarım saatin neredeyse dolmak üzere olduğunu gördüm. Telaşlanarak masadan kalktım, üstüme şişme montumu geçirdim. Bilinçsizce etrafta kardeşimin sarı atkısını aradım ancak bulamadım. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Dönünce düşünmeye karar vererek, çantamı omzuma geçirdim. Ardından koşar adımlarla evden ayrıldım. 


Patikayı aşarak telaşla çalıların arasından çıkarken son anda birisine toslamaktan kurtulmuştum. Sinem korkuyla kollarıma tutununca ben de düşmemek için ona tutundum.


"Demre, ödümü kopardın!" Resmen yakarmıştı, eli göğsündeydi. 


"Demo nereye böyle?" Arkadan koşarak yokuşu tırmanan Sude saniyeler içinde yanımızda beliriverdi. Birden kolumu tutarak beni kendisine çevirdi. "Makyaj mı yaptın sen? Ne güzel olmuşsun kız!"


Tam bu esnada kapı sesi duyunca yokuşun tepesine baktım. Merih çoktan arabasını park etmiş, bir süre daha bekleyeceğini öngörerek dışarıya çıkmıştı; sigarasını dudaklarına kıstırırken gözü gürültülerin geldiği yere, yani bize, kenetlenmişti.


"İlk defa böyle makyaj yaptığını görüyorum." Aniden nereden belirdiği belli olmayan Aylin'in sesini duyunca tekrar onlara döndüm. Susturmak istemiştim ama hangi birine yetişeceğimi şaşırmıştım. "Süslenip püslenip nereye gidiyorsun kız? Parfüm de sıkmışsın." 


Sinem alaylı alaylı kıkırdadı. "Tanımasam, sevgilinle buluşmaya gidiyorsun sanacağım."


Ama Sude bu ihtimali fazla ciddiye almıştı. Parmağını suratıma doğru kaldırmıştı. "Demre, doğruyu söyle, yoksa gerçekten sevgilin mi var?" 


Telaşlanarak elimle susmasını söyledim. Merih'in bizi dinlediğine o kadar emindim ki neredeyse kıpkırmızı kesilecektim. Yanlış anlaşılmaktan korkmuştum. "Saçmalamayın ya, ne sevgilisi? Hastaneye gidiyorum." 


Birden hepsi ciddileşti, tüm gülüşmeler kesildi. Sude sessiz olmaya çalıştığımı fark ederek bana doğru sokulurken, "Neden hastaneye gidiyorsun?" diye sordu.


"İlaç almak için, önemli bir şey değil," Teker teker hepsinin gözlerine baktım. Artık ben de fısıldıyordum. "Ama kimsenin bilmemesi lazım, Meral abla çok sıkı tembihledi. Sadece biz, bir de Ece, başkası bilmeyecek."


Hepsi ketum bir şekilde başını sallarken, birden yokuşun ucunda Pınar belirdi; aheste aheste yukarıya tırmanıyordu. Üstüne siyah deri bir ceket giymişti. Altında siyah, dar bir pantolon vardı; kumaşı kalçalarını o kadar iyi sarmıştı ki bir anlığına, sadece kısacık bir anlığına, gözlerim çuvaldan hallice pantolonuma kaydı. 


Alev gibi parlayan kızıl saçları tepeden sımsıkı toplanmıştı; ayazların altında yürüdükçe sırtına çarpıyordu. Dolgun dudaklarında kan kırmızısı bir ruj vardı. Beyaz teninde hoş bir aykırılık doğurmuştu.


"Yuh şunun sürdüğü ruja bak!" Aylin'in fısıltısını duyunca geri önüme döndüm. Pınar çoktan yanımızdan geçmiş, arabaya varmıştı. Ben de yanlarına gitmek için hareketlendim; ama Sude'nin fısıltısını duyunca, Merih'in hâlâ sigarasını bitirmemiş olmasını bahane ederek tekrar aralarına sokuldum.  


"Pınar iyi hoş kız da bence biraz Merih abiye yanık."


"Kesin kesin," diyerek ona katılan Sinem ihtiyatlı bir edayla başını sallıyordu. Sanki kimsenin bilmediği bir sırra nail olmuştu. Gözleri hâlâ kızın üstündeydi. "Ama Beren böyle bir şeye hayatta müsaade etmez."


"Beren istediği kadar müsaade etmesin, sence Pınar gibi bir kadının yanında hiç şansı var mı?" Sude neredeyse çemkirerek söylemişti bunu. "Beren'den daha aklı başında sonuçta. Ayrıca Merih abiyi de eskiden beri tanıyormuş."


Şaşırarak sözünü kestim. "Öyle mi? Nereden tanışıyorlarmış?"


Sinem gözlerini onlardan ayırıp, bana çevirdi. "Aralarındaki ilişkiyi bilmiyoruz ama ikizlere Merih abi referans olmuş burada çalışmaları için. Demek ki güvendiği kişiler."


Derin düşüncelere dalmışken, göz ucuyla Merih'in sigarasını ezdiğini fark edince aceleye kapıldım. Kızlara çabucak veda etmiştim. "Sonra görüşürüz."


Arabaya doğru koştuğumu görünce şaşırtıcı bir centilmenlikle arka kapıyı açarak beklemeye başladı. Üstünde aynı kıyafetler vardı; yalnızca siyah bir deri ceket giymişti. Açık tuttuğu kapıdan girerek arkaya oturduğumda Pınar'ın çoktan ön koltuğa kurulmuş olduğunu gördüm. 


Merih kapımı örterek sürücü koltuğuna geçerken, Pınar'ın ela gözleri beni buldu. Gülümseyerek selam verince ben de gülümsedim. Beren'in gerçekten de bu kadar çekici bir kadının yanında pek şansı yoktu. Öylesine attığı bakışın dahi bir yoğunluğu ve kendince bir cazibesi vardı. 


Huzursuzlanarak oturduğum yerde kımıldandım. Merih yanına geçince gözlerini çabucak benden ayırmıştı; artık tüm ilgisi onun üstündeydi. Merih'in sesini duyduğu ânda ela gözleri görebildiği her şeyden vazgeçip direkt ona kenetleniyordu.


Derin bir nefes veren Merih, "Gidelim bakalım." diyerek yola koyuldu. Hangi hastaneye gideceğimizi bilmiyor olsam da karışmamayı tercih etmiştim. Zaten nereye gittiğimiz çoktan kararlaştırılmıştı belli ki; benim pek bir söz hakkım yoktu.


Nitekim de öyle olmuştu. Sessiz geçen yirmi dakikalık bir yolculuğun sonunda özel bir hastane binasının önüne varmıştık. Etrafta sigara içmeye çıkmış insanlar ile yakınlarını bekleyenlerin oluşturduğu ufak bir güruh hâkimdi. Şehrin içine girdikçe ısınan hava, henüz dışarıya çıkmamışken bile hissediliyordu. 


Merih omzunun üstünden geriye dönerek gözlerimin içine baktı. Hafif bir gerginliği vardı. "Gidelim hadi."


Birlikte arabadan inip binanın içine girerken kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Duyacaklarımdan şimdiden ürkmüştüm ama öte yandan gerçekleri öğrenebilme ihtimalinden ötürü de heyecanla dolmuştum. 


Resepsiyonda kayıt işlemlerini yaptırdıktan sonra, tarif edilen kata çıkmak için birkaç kişinin bulunduğu büyük bir asansöre binmiştik. Merih kenara yaslanınca Pınar da onun yanına geçmişti; ben de boş bulduğum bir kıyıya, yaşlı bir kadının yanına çekilmiştim. 


Etraftaki insanların, siyahlara bürünmüş bu iki kişiye attığı meraklı bakışları fark etmek pek de zor değildi.


Birbirleriyle o kadar uyumlulardı ki kusursuz bir çiftten farksızlardı. Bakışlarından, tavırlarına kadar birbirlerini tamamlıyorlardı. Öyle ki yanlarında duran aykırılığıma asansörün boydan aynasında tanık olduğum ân neredeyse gülecektim. Pınar'daki yoğun kadınsılığın yanında görünüşüm toy bir genç kız gibi kalıyordu. Üstümdeki beyaz mont ve spor ayakkabılarla, ikisinin de zorla alıkoyduğu liseli bir kızdan farksızdım.


Polikliniklerin olduğu kata varınca sessizce asansörden çıktık. Hastaneye girdiğimiz ândan beri kimse doğru düzgün konuşmamıştı. İkisi de önemli bir işe odaklanmış gibi ciddiydi. Ara ara benim duyamayacağım şekilde birbirleriyle mırıldanmak dışında da sessizlerdi.


Özel hastane olduğu için etraf epey sakindi; bu yüzden fazla sıra beklemeden doktorun yanına girebilmiştik. Pınar elini sırtıma koyarak tahmin ettiğim gibi bana içeriye kadar eşlik ederken, Merih kapının hemen önünde kalmıştı.


Odaya girdiğimiz ânda soluklarıma karışan tanıdık bir ilaç kokusuyla yüzümü buruşturdum. Karnımda gergin bir kımıltı oldu. Ama bu kokunun hangi hatırayla bağdaştığına dair yeterince kafa yoramamıştım.   


Doktor yaşlı bir adamdı. Havasız ve ufak bir odada, bilgisayarının başında oturuyordu. Biz içeri girer girmez boynundan sarkan gözlüğü suratına oturtmuş, kibarca masasının önündeki tekli koltuklara oturmamızı söylemişti. 


Gülümseyerek karşısına otururken, Pınar'ın yerinden kımıldamaya tenezzül bile etmediğini gördüm. Kollarını önünde kavuşturmuş, kasvetli bir varlık gibi duvarın kenarına sinmeyi yeğlemişti. Soğuk yellerin estiği ela gözleri üzerimize kenetliydi.


Davetinin duymazdan gelinmesi adamda kısa bir tutukluk doğurdu. Sıradan, genç bir kızın peşinde beliren eşkıya kılıklı kadındaki tezatlık doktoru biraz şaşırtmıştı belli ki. Ufak gözleri adeta ikimizin arasında mekik dokuyordu.


"Arkadaşım oturamıyor," dedim birden, gülümseyerek. Pınar'ın sebep olduğu yersiz tuhaflığı gidermeye çalışıyordum. "Malum, kalçadaki kıl dönmesi insanı hiçbir yere oturtmuyor."


Kadının kaşları ürkütücü bir hızla çatılırken, küfür yemiş gibi bir ifade belirdi suratında. Öyle ki doktorun teselli dolu tavsiyesini işitince tersleyecek gibi göründü, beni ürküttü. Ama neyse ki diline hâkim olabilmişti.


"Evet, şikayetiniz nedir?" diye sorarak konuyu geçiştiren doktor, rahatlamama neden oldu. Üzerimdeki ateş saçan gözleri aldırış etmeyerek tamamen adama odaklandım.


"Her yerim ağrıyor, kaslarım ve hatta kemiklerim bile ağrıyor sanki," Elimle ağrıyan yerlerimi, yani neredeyse vücudumdaki tüm uzuvları, göstermeye başladım. "Mide bulantısı da çekiyorum çok sık. Geceleri uyutmuyor beni."


Şikayetlerimi dinlerken yavaşça ayağa kalkan adam eliyle bana da kalkmamı söylemişti. "Üstündekileri çıkar şöyle gel, muayene edelim."


Çantamı ve montumu koltuğun üstüne bırakarak peşinden gittim. Sedyenin üstüne oturduğumda önümüzdeki perdeyi çekerek bizi ardına saklamıştı. Bu ani gizlilikten hoşlanmadığı belli olan kadın, hızla yanımıza sokuldu. Perdenin hemen arkasındaydı; gölgesi kolayca seçiliyordu. Konuşulanları duymaya çalıştığı belliydi.


Doktor gözlüğüne gereksinim duymayarak geri çıkarmıştı. Boynundan sarkan steteskobu kulağına takarken, "Kazağı yukarıya sıyıralım," dedi, dalgın bir şekilde. Her gün hastalara aynı talimatları vermenin tekdüzeliği vardı sesinde.


Ama tenimdeki izleri muhakkak görmesi gerekiyordu. Bu yüzden yalnızca sıyırmamı söylemiş olmasına rağmen, kazağı tek bir manevrayla üstümden çekip çıkardım. Yanıma yaklaşacakken aniden duraksadı; eli steteskopla birlikte havada asılı kalmıştı. 


Başını hafifçe aşağıya eğerek gözlüğünün üstünden daha iyi görmeye çalıştı. Düşünceli bakışlar vücudumun her tarafında gezindi, ardından tekrar gözlerime yükseldi. İhtiyatlı bir tavırla yanıma yaklaşmıştı.  


Hiç bozuntuya vermeyerek, "Derin bir nefes alalım." dedi. 


Göğsüme yasladığı soğukluğun altında derin bir soluk aldım. Aynı işlemi birkaç sefer daha tekrarlatıp, cebinden çıkardığı ufak ışığı gözlerimin içine tuttu. Kenardan aldığı bir tahta çubukla ağzımın içine de baktıktan sonra çöpe fırlattı.


"Aniden üşüdüğün ya da terlediğin oluyor mu?" 


Yaşadığım durumu birebir dile getirmesi beni şaşırtmıştı. Hızlıca başımı sallayarak onayladım.


"Peki halüsinasyon tarzı şeyler görüyor musun?" Sorunun ürkütücülüğünü fark ederek biraz daha yumuşatılmış bir dille söylemeye hazırlanıyordu ki onayladığımı görünce duraksadı. Aslında artık kardeşimi görmüyordum; ama bu soruyu tekrar bütünleşmeye çalışan hafızamın zihnimdeki seslerini ve kesitlerini düşünerek yanıtlamıştım.


Hafifçe geriye çekilen doktor, bu sefer de kollarımdaki izleri gösterdi. "Bunlar ne zaman oldu?"


Başımı iki yana salladım. "Bilmiyorum." 


"Tamam, giyinebilirsin." dedi, hiç üstelemeden. Perdeyi açmadan masasına geçerken beni orada yalnız bıraktı. Ama sesi hâlâ yanımda konuşuyormuş gibi netti. "Bugün biraz hastanede tutacağım sizi. Bazı özel testler yaptırmanızı isteyeceğim sizden. Ondan sonra tekrar görüşelim."


Doktor bunu söylediği ân odada beklenmedik bir hengâme koptu. Yaşanılanlar saniyelere sığamayacak kadar hızlıydı.


Heyecandan kazağımı bile giyemeden sütyenle perdenin arkasından fırladığım esnada, Pınar'ın uzanarak kapıyı tıklattığını gördüm. Henüz ne yaptığını sorgulayamadan tüm laflar boğazıma dizildi. Çünkü tıklattığı anda kapı geriye doğru savrulmuş ve Merih birdenbire odanın içine dalmıştı.


Gözleri beni bulunca duvara toslar gibi durdu. 


Yalnızca bir anlığına göğüslerime inen bakışları, hızlıca gözlerime geri yükseldi. Telaşla elini kaldırarak arkasını döndü; odanın ucuna doğru kaçarcasına uzaklaşmıştı. "Pardon, çok pardon."


Pınar çabucak önümü kapatırken, utançtan yerin dibine girdiğimi hissettim. Aynı anda doktorun öfkeyle, "Ne oluyor beyefendi? Hasta var içeride!" diye çemkirdiğini duydum. 


Panikleyerek arkamı döndüm, elimdeki kazağı üstüme geri geçirdim. Tenimde bir ateşin alazlandığına ve sarmaşık gibi tüm vücuduma dolanarak beni cayır cayır yaktığına emindim. Resmen kıpkırmızı kesilmiştim.


Kazağımı pantolonumun içine sokarken, içimde yoğun bir ağlama isteği kabardı. Beni bu kadar içler acısı bir hâldeyken görmüş olması kendimi o kadar kötü hissettirmişti ki, yarı çıplak görmesinin utancını bile bastırıyordu. Çünkü tenimdeki çürükler bazen beni bile tiksindiriyordu.


"Bu ne saygısızlık?" Üstümü düzeltip geri döndüğümde doktorun tekrar çemkirdiğini duydum. Odasında vuku bulan bu ani patavatsızlık onu kızdırmıştı. "İçeride hasta varken böyle girilir mi?"


"Sorun değil, Doktor Bey," Hızlıca araya girdim. Bir an önce yatıştırılmazsa olay daha da hararetlenecek gibi duruyordu. "Kendisi yabancı değil." 


Sözlerimi duyan Merih sonunda üstümü giyindiğimi anlayarak tekrar bize döndü. Odaya dalarken takındığı kendinden emin tavırdan resmen eser kalmamıştı; artık daha tutuk ve yavaştı. Onun da suratı hafifçe kızarmıştı. Bir süre ellerini nereye koyacağını bilemedi; en sonunda da pantolonunun cebine soktu. Aniden gözlerimiz birbirine değince ikimiz de aynı anda başka tarafa döndük. 


"Ah, öyle mi?" diyen doktor, biraz da olsa rahatlamış göründü. Hâlâ bu beklenmedik girişi kınadığı belliydi ama en azından kızgınlığı dinmişti. "Eşiniz mi yoksa diyeceğim ama az önce verdiği tepkiden olmadığı belli."


Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemezken, Pınar içtenlikle gülerek araya girdi. "Yok artık, daha neler. Abisi yaşında adam."


Kelimelerin üstüne kasten yaptığı bariz vurgular sinirimi bozmuştu fakat yine de sessiz kaldım. Merih boğazını temizleyerek onu uyarınca, meseleyi de hızlıca kapatmış oldu. Sanki orada yokmuşum gibi benden tarafa hiç bakmıyordu. Masaya yanaşarak dosdoğru adama konuşmuştu. "Biz sadece ilaç almaya geldik. Testmiş bilmem neymiş hiç gerek yok böyle heyecanlara, Doktor."


Adam karşılaştığı muameleyle afalladı. Artık büsbütün agresifleşmişti. "Ne demek gerek yok? Siz mi karar veriyorsunuz buna?"


Merih ukala bir cesaretle masaya biraz daha yaklaştı. Resmen gözdağı veriyordu adama. "Evet, ben karar veriyorum. İlacını yaz, gönder hastayı. Bizi de kendini de uğraştırma, lütfen. Rica ediyorum."


O kadar baskın bir ricaydı ki bu, emirden hiçbir farkı yoktu. 


Karşısındaki ürkütücü adamdan gözlerini ayıran doktor, önce arkasındaki agresif kadına, ardından kenarda bekleyen bana baktı. Ne biçim bir belaya düştüğünü sorgular gibiydi. Ama buna rağmen diretecek kadar da cesurdu.


"Neyi örtbas etmeye çalışıyorsunuz anlamadım," Birden elini kaldırarak hışımla beni gösterdi. Sesine küçümseyici bir ton bulaşmıştı. "Kız madde bağımlısı olduğu için polis çağırmamdan mı korkuyorsunuz?"


Afallayarak masaya doğru yaklaştım. Bu kadar ağır bir ithamla nasıl baş edeceğimi şaşırmıştım. "Madde bağımlısı mı? Yok öyle bir şey, ortada büyük bir yanlış anlaşılma var."


Adam yalnızca güldü ama epey aşağılayıcı bir gülüştü bu. Sinirli sinirli masasından kaptığı kalemle, önündeki kağıda hızlıca bir şeyler yazmaya başladı. Bir yandan da kendi kendine homurdanıyordu. "Sizinle mi uğraşacağım ben sabah sabah? Zaten işim başımdan aşkın." Üstüne birkaç ilaç sıraladığı reçeteyi masanın ucuna doğru fırlattı, ardından geri bilgisayarının başına oturdu. "Buyurun reçeteniz, geçmiş olsun."


Merih reçeteyi alarak cebine sıkıştırdı. Adama ağzının kenarıyla, "Eyvallah." dedikten sonra yavaşça bana döndü. Sıkıntı çıkmayacağını anladığı için gerginliği de uçup gitmişti. Artık sesi sakindi. "Gidelim mi?"


Başımı sallayarak hızlıca ceketimi ve çantamı aldım ve odadan ayrıldım. Arkamdan çıkan Pınar kapıyı kapatmış, aceleyle asansöre doğru yürümüştü. Tuşuna basarak kollarını önünde kavuşturdu, gözlerini arkasından gelen bize dikti. Merih elini sırtıma koyarak beni yönlendirmek isteyince, birden dokunuşuyla birlikte omuriliğim boyunca bir his akıp geçti.


Dans et benimle, bu bizim veda dansımız.


Hafifçe ürperdim; elinin altındaki titreyişi fark etmişti. Kucağımda taşıdığım montu gösterdi. "Üşüdün mü? Montunu giy istersen, birazdan dışarıya çıkacağız zaten."


Sırf dokunuşundan uzaklaşmak için dediğini yaptım. Montumu üstüme geçirirken asansörün kapıları açılmıştı; içinde yalnızca genç bir hemşire vardı. Çantamı omzuma geri takarak boş bir köşeye çekildim. Karşıma geçen Pınar, gözlerini rahatsız hissettirecek kadar kesintisiz bir hâlde suratıma dikti. 


Sonunda dayanamayarak bakışlarına karşılık verince, agresif bir edayla, "Kalçada kıl dönmesi, öyle mi?" diyerek hesap sordu. Gururu zedelenmiş gibi duruyordu; ki bu durumu daha da gülünçleştirmişti.


Dudaklarımı bastırmış olsam da kendimi tutamadım. Alay eder gibi gözünün içine baka baka güldüğümü görünce resmen asileşti. Merih ne konuştuğumuz hakkında hiçbir fikre sahip olmamasına rağmen sanki nükteyi anlamış gibi, gülümseyerek bana bakıyordu.


"Ne yapsaydım?" dedim sertçe. Huysuzluğu beni de germişti ama yine de sırıtıyordum hâlâ. "Sen de öyle izbandut gibi dikilmeseydin tepemizde, otursaydın normal birisi gibi. Adam neye uğradığını şaşırdı."


Bu şekilde terslenmeyi beklemediği apaçıktı. Dudaklarını aralık bırakacak şekilde güldü, kaşları hafifçe çatılmıştı. "Bak sen, ağzı da laf yapıyormuş..." Gözlerini devirerek önüne döndü. Kendi kendine fısıldıyor olsa da hiçbir duyulma korkusu yoktu. "Neden başını belaya soktuğun şimdi anlaşıldı."


Merih aramızdaki kızışmayı yatıştırmak için araya girdi. Söylenenlerden meseleyi yakaladığı belliydi; kinayeli kinayeli gülmüştü. "Demre'nin bu ani hamlelerine alışsan iyi edersin. İnsanı nereden vuracağı hiç belli olmaz."


Aramızda kısa bir bakışma yaşandı.


Yaptığı imalı dokunuş huzuruma denk gelmiş olsa da sesimi çıkarmadım. Haklıydı çünkü, duygularıma yenik düşüp toy hamleler yaptığım için bu kadar hırpalanmıştım. Gürültülü bir öfkenin bana hiçbir faydası yoktu. Artık susmayı öğrenmiştim.


Ama yine de bu gerçeği ondan duymak hoşuma gitmemişti. Aramızda esen soğuk rüzgâr Pınar'ın da suratına çarpmış gibi, şimdi de meraklı meraklı gözlerini üzerimizde gezdiriyordu. Ama o da sessiz kalmayı tercih etmişti. 


Asansörün kapısı aralanınca hiç beklemeden önden çıktım. İstediğim yanıtları alamadan buradan ayrılıyordum belki ama büsbütün bir hayal kırıklığı olduğu da söylenemezdi. En azından artık tüm şüphelerim yitip gitmişti. Damalarlarımda gezen maddenin gizliliği, kan vermeme müdahale edilecek kadar mühimdi. Resmen doktorun ağzından test yaptıracağım sözleri dökülür dökülmez hiç beklememiş, atağa geçmişlerdi.


Arka koltuğa oturup üstümdeki ceketi çıkarırken, araba hızlıca sessizliğin kıyısında yola koyuldu. Ya da belki de konuşuyorlardı; fakat ben duymuyordum. Kazağımın kolunu dirseğime kadar sıyırarak parmaklarımı dalgın dalgın izlerin üstünde gezdirdim. Defalarca kez aynı yerlere saplanan iğnelerin bedeli tenimdeki çürüklere saklanmıştı sanki. Gerçekten de umarsız bir madde bağımlısına benziyordum.


"Demre, duyuyor musun?" İrkilerek başımı kaldırınca Merih'le göz göze geldim. Omzunun üstünden attığı anlık bakış önce çıplak kolumu, ardından gözlerimi buldu. Telaşla kazağı geri çekiştirdim. "İyi misin?"


Hızlıca önüne geri dönmüştü ama dikkati yolda değildi. Benden bir yanıt duyabilme isteği, hafifçe yana eğilerek dikiz aynasından gözlerimi bulacak kadar ısrarcıydı. "Evet, iyiyim. Dalmışım sadece. Ne demiştiniz?"


"Pınar kokoreç yemeye gidelim mi diyor, ister misin?" dedi, gözlerini üstümden ayırmayarak. Alacağı tepkiye göre direksiyonun yönünü her an değiştirecekmiş gibi duruyordu.


"Bayraklı'da çok güzel kokoreç yapan meşhur bir yer var. Denemek ister misin?" Pınar sırtını koltuktan ayırarak birden bana döndü. Ela gözlerini koyu bir heves bürümüştü. Hastanedeki gerginliği üstünden atabilmiş gibiydi.


İştahım hiç olmasa da pürüz çıkarmak istememiştim. "Kahvaltımı kokoreçle yapmış olacağım ama tamam, yerim."


Pınar keyiflenerek önüne dönerken, "Ne kahvaltısı kız, çoktan öğlen oldu." demişti. Böylece araba otobana kıvrılarak son sürat şehrin merkezine doğru ilerlemeye başladı. Radyodan yükselen kısık müziğe kısa sohbetlerin karıştığı yirmi dakikalık bir yolculuktu. Kendi aralarında yaptıkları için dahil olamadığım muhabbetler, gerçekten de geçmişe dayalı ilişkilerini kanıtlar nitelikteydi.


Ne kadar derin bir ilişkiydi bu, henüz çözememiştim; ama kızın istediği her an ona dokunabilmesine müsaade edecek türden bir ilişki olduğu belliydi. Ayrıca aralarındaki sohbeti süsleyen bu ufak dokunuşların Merih'i hiç rahatsız etmediği de belliydi. Üstelik kıza karşı çok da güleçti.


Beren de sık sık dokunurdu ona; ama bu yakınlaşmalardan hazzetmediğini sezmek mümkündü. İşi gereği katlanmak zorunda olduğu bir durum gibiydi. Keza ona karşı bu kadar güleç de değildi.


Zihnimin içini talan eden düşüncelere daha fazla katlanamayarak kendimi susturdum. Böyle gülünç kıyaslar yapabilmek için delirmiş olmam gerekiyordu. Ne işi vardı bu düşüncelerin zihnimde? Ne işi vardı bu ağır duyguların hafifliği arzulayan yerlerimde? Kendimi anlamak istemiyordum artık.


Araba durunca ceketimi geri giydim. Pınar hızlıca arabadan çıkarken, Merih omzunun üstünden tekrar bana baktı. Gözlerinde ilgili bir ifade vardı. Dışarıya çıkmadan hemen önce bir karşılık almayı beklemeden, "Önünü kapat istersen, çok soğuk." dedi.


Arkasından ben de çıktım. Söylediğini yaparak fermuarımı çeneme kadar çekmiştim. Gerçekten de insanın içine sızarak tenini kemiren bir soğuk vardı. Tek tük insanın bulunduğu sakin bir ara sokağa gelmiştik. Yolu gösterircesine önden giden Pınar'ın peşine düşünce Merih de arkamdan yürümeye başladı. 


Erken bir saat olmasına rağmen içerde birkaç müşterinin olduğu salaş bir yere girdik. Aralıksız yanan ocağın sıcaklığıyla karışmış yemek kokusu bizi karşılayan ilk şey olmuştu. Tezgahın arkasında duran orta yaşlardaki bir adam, Pınar'ı görünce gülümsedi. Usta manevralarla doğradığı soğanın kokusu buraya kadar gelmişti. 


"Hoş geldiniz çocuklar," Başını kaldırmış olsa da parmakları hâlâ tezgahın üstündeki soğanları doğramayı sürdürüyordu. "Uzun zamandır ortalıkta yoktunuz."


"Sorma ya, özledik biz de." Pınar boş bulduğu alçak masalardan birine geçmişti. Sırtını arkasındaki duvara yaslarken bacak bacak üstüne attı. "Sen bize üç tane yarım gönder."


"Benimki soğansız olsun lütfen." diyerek ekledim. 


Arkasından giderek karşısındaki ufak iskemleye oturdum. Ceketimin önünü yarıya kadar indirdim ancak tam açmadım. Henüz hâlâ ısınamamıştım. Merih cebinden çıkardığı cüzdanla arabanın anahtarını masaya bırakmıştı ama oturmamıştı. 


"Siz oturun, ben iki dakika nefeslenip geliyorum." dedi, aniden kararını değiştirmiş gibi. Ceketinin iç cebinden çıkardığı sigara paketiyle birlikte uzaklaşırken bizi de yalnız bıraktı.


Pınar dirseğini masaya yaslayarak rahat bir pozisyon aranırken, bal rengi gözlerini suratıma dikti. İlgili ve düşünceliydi. Karşısında duran kilitli bir kapıyı nasıl açabileceğini bulmaya çalışıyormuş gibi bakıyordu. 


"Yaşın kaç?" diye sordu birden.


"Kaç duruyorum?" dedim, hafifçe kaşlarımı kaldırarak.


Sanki aradığı yaşı üstümde bir yerlerde bulacakmış gibi gözlerini gezdirdi. Dudaklarını büzüşünde küçümseyici bir çaba gizliydi. "Yirmi."


Şaşırarak güldüm. "Tutmadı, o kadar küçük değilim. Yirmi dört."


Alaylı alaylı tıslar gibi güldü. "Hâlâ küçük."


Tüm çehresini kuşatan horgörüyü izlerken ceketimin önünü koparırcasına açtım, çıkararak yanımdaki taburenin üstüne bıraktım. Yeterince ısınmıştım. Omzumu duvara yaslarken hâlâ gözlerinin içine bakıyordum. "Sen kaç yaşındasın?"


Sesimdeki hırçınlık beni şaşırtsa da o bunu fark edememişti. Masanın üstünden aldığı kürdanlarla oynuyordu. "Yirmi dokuz."


Hafifçe gülümsedim. "Hadi ya, çok büyük gösteriyorsun."


Kan kırmızısı dudakları gerildi, içtenlikle gülümsedi. Başını kaldırmasa da gözleri beni bulmuştu. Parmaklarının arasında döndürdüğü kürdanı, aniden ortasına bastırarak kırdı. Nahoş bir çıtırtıyla irkiltmişti sessizliği. 


"Bana bak ablacığım," dedi, gözlerinden başka hiçbir yere bakmıyor olmama rağmen. Abla kelimesinin üstüne yaptığı yükleniş haddimi bildiren bir vurgu gibiydi. "Ben öyle gülüşüp eğlenebileceğin birisi değilim, şaka hiç sevmem. Yanlış kişiyle şakalaşıyorsun."


"Ne oldu ya? Alt tarafı şakalaşıyoruz şurada," Abartılı bir masumiyetle gözlerimi büyüterek geriye kaçıldım. Tehditkârlığı yalnızca gülme isteği uyandırmıştı içimde. Sekiz ay önceki Demre böyle bir ikazla kolayca korkutulabilirdi belki; ama artık her şey değişmişti. Duygularım eskisi kadar ürkek değildi. "Konak'ta herkes böyledir. Merih'le de böyle şakalaşırız hep, alışmışım ondan. Senin de şaka kaldırabileceğini sandım, kusura bakma."


Beklenmedik bir şekilde, kelimelerin arasına gizlenmiş bir detayı tutup yakalayarak beni şaşırttı. "Aranızda altı yaş varken neden ismiyle hitap ediyorsun ona?"


Aldırışsızca omuz silktim ama sorunun hadsizliğine sinirlenmiştim. Fakat kimseyle ters düşecek de değildim. "Bazen laf arasında kaçıyor, farkında olmuyorum."


Karşılık vermeye fırsat bulamadı çünkü Merih yanında taşıdığı tütün kokusuyla içeriye girmişti. Masaya yaklaştığını görünce, içgüdüsel olarak yanımdaki iskemleye koyduğum ceketi geri aldım. Ama sonra bu kadar beklentili bir hareket yaptığım için kendime kızdım. Çünkü aynı anda Pınar da toparlanmış, yanındaki boş tabureyi oraya oturacağı zaten belliymiş gibi düzeltmişti. Yaptığım harekete fırlattığı bakışsa, sorgularla doluydu.


Bu sessiz dâvetim bir anlığına Merih'i duraksatmış olsa da en nihayetinde onun yanına oturdu. Uzun bacakları masayla arada kalan boşluğa sığamadığı için iskemlesini biraz geriye çekmek zorunda kaldı. Üstüne taze yakılmış sigara kokusu sinmişti.  


Utançla kucağımdaki ceketi geri tabureye koyup garsonun az önce masaya bıraktığı suya uzandım. Salak mıyım ben? Ne gerek vardı böyle bir şeye? Üstelik karşımdaki kadının kıvrak zekasından da kaçmamıştı bu içgüdüsel hamle. Artık bariz bir küçümsemeyle bakıyordu bana. 


Hızlıca suyu tepeme dikerken birden Merih'le göz göze geldim; tatlı bir gülümseme oturmuştu dudaklarına. Yanındaki kasvetli suratın aksine onunki göz kamaştıracak kadar aydınlıktı.


Kollarını dizine yaslayarak masaya yaklaşırken gözlerini üstümden ayırmadı. "Beni yanına çağırıyorsun iyi hoş da sen sigara kokusunu sevmezsin yavrum, unuttun mu? O yüzden buraya oturdum."


Su boğazıma kaçınca telaşla şişeyi dudaklarımdan ayırdım. Doğru mu duymuştum? Kalbim yerinden sökülecek denli atarken, binbir zorlukla yutkunarak öksürmeye başladım. Hızla elimle ağzımı örtmüştüm. 


Farkında olmadan söylediği kısacık bir anlığına suratını esir alan şaşkınlıktan belliydi; fakat benden çok daha hızlı toparlanmıştı. Yaptığı gafla keyiflenecek kadar da cesurdu.


Pınar'ın gizlemeye gayret bile göstermediği müthiş bir şokla ona baktığını görmek, daha fazla utanmama neden oldu. Gözlerini belertmiş, hayretle kaşlarını kaldırmıştı. 


Ama yanındaki adamdan attığı bakışlarına bir karşılık bulamıyordu çünkü gözleri hâlâ arsızca benim üstümdeydi. Şişeyi masaya bırakıp çabucak peçete aldım, çenemden akan suyu sildim.


"Ne oldu ya birdenbire? Yavaş iç, yavaş." dedi, gülümsemesi usulca genişlerken. 


İlk defa başkasının yanında bana yavrum demesi zaten yeterince afallatıcıyken; onun bu kadar tasasızca geçiştirmesi daha da sersemleticiydi. Tek bir kelimeyle nevrimi döndürmeyi, elimi ayağımı birbirine dolamayı başarmıştı. 


Üstelik kendisi de farkındaydı kıvranışlarımın. Besbelli keyif alıyordu sebep olduğu bu durumdan. Bakışlarından, gülüşünden ve hatta duruşundan bile belliydi aldığı keyif. 


Pınar'ın hayret dolu bakışlarıyla diken üstünde otururken aniden masaya yaklaşan garson tuhaflığı biraz da olsa savuşturdu. Önümüze bıraktığı tabakların ardından hızlıca uzaklaşmıştı. Bütün ilgimi önüme konulan ekmeğe adarken, ikisiyle de göz göze gelmemek için başımı eğmiştim. Hâlâ alev alevdim; hâlâ kalbimin vuruşlarından kaçamıyordum.


"Seviyor musun kokoreç yemeyi?" diye sorduğunda ilk ısırığımı almaya hazırlanıyordum, duraksadım. Adeta gözlerine benimle daha fazla konuşmasan olmaz mı dercesine bakmıştım. Zira o benimle konuşmaya devam ettikçe karşımdaki kadının bakışlarına tuhaf bir koyuluk yayılıyordu.


"Küçükken babamla yemiştim, pek hatırlamıyorum." dedikten sonra tekrar önümdekiyle ilgilenmeye döndüm. Bir süre masada hiç muhabbet olmadı. Biz kaskatı hâlde kokoreçlerimizi yerken, Merih durmadan tezgahın arkasındaki adamla sohbet edecek kadar rahattı.


Henüz ekmeğimin yarısına bile gelememişken iştahımın zorlandığını sezdim. Mideme nükseden bulantıyla ekmeği tabağa bıraktım, geriye çekildim. Çiğnedikçe yavanlaşan lokmayı sonunda yutarak duvara yaslandım. 


Merih tabağımdaki yarımı görünce, "Beğenmedin mi?" diye sordu. Kendi ekmeği neredeyse bitmek üzereydi. 


Elimi karnımın üstüne koydum. "Beğendim ama iştahım pek yok, o yüzden bitiremedim."


"Zorlama o zaman, ben bitiririm." dedi uzanıp kendi tabağına alırken. Her nedense, yaptığı bu hareket yanındaki kadını daha fazla şaşırtmıştı. Yeni ısırdığı büyük bir lokmayı çiğnerken Merih'e yadırgayarak bakıyordu.


"Hayret," dedi, eliyle ağzını örterken. Sesi boğuk boğuktu ama yeteri kadar anlaşılırdı. "Aynı şişeden bile içmeyen sen, başkasının bıraktığı yarımı mı yiyeceksin şu anda?"


Merih hafifçe gülerek yandan bir bakış attı ona. "Kokoreç bu kızım, kırmızı çizgimiz."


Başkasıyla aynı şişeden içmeyi sevmemesine rağmen benim ısırdığım ekmeği yiyecekti demek. Onunla ilgili ne kadar az şey bildiğimi fark ettirmişti bu bana. Gerçekten de çok az tanıyordum onu. Başkasının şişesinden içmeyi sevmediğini bile bilemeyecek kadar az hem de.


Aniden en sevdiği yemeğin ne olduğunu merak ettim; ama başkasının yanında sormaya çekinmiştim. Özellikle de az önce yaşanandan sonra gereksiz bir şüpheye daha mahal vermek istemedim. Bu yüzden onlar tabaklarını bitirene kadar sessizce oturarak, beklemeyi tercih ettim.


Dakikalar sonra dışarıya çıkarken aramızda keyifli olan tek kişi Merih'ti. Pınar fark edilmemesi zor bir durgunlukla kuşanmıştı. Kendi zihninde kaybolmuş kimse gibi dalgındı. 


Arkasından arabaya doğru yürürken Merih'in seslenmesiyle ikimiz de durduk. "Bekleyin, şu ilaçları alalım da öyle gidelim," Elini cebine atmış, buruşmuş olan reçeteyi çıkarmıştı. Sokağın başındaki ufak eczaneyi gösteriyordu. "Şuradan alabiliriz."


Yanına giderken, "Doğru, unutmuşum ben ilaçları," dedim.


Ukala bir kinayeyle güldü; dişleri gözükmüştü. "Senin bu gidişle unutmadığın hiçbir şey kalmayacak."


Ters ters ona bakarak yürüdüğüm sırada, Pınar'ın arkadan, "Ben buradayım, halledin gelin." dediğini duydum. Arabanın kaportasına yaslanmıştı; dudaklarına kıstırdığı sigaranın ucunu tutuşturmaya çalışıyordu. Çakmağı yakma çabasında agresif bir taraf vardı.


Merih ona bir yanıt vermeden yürümeye devam edince ben de aceleyle peşine düştüm. Soğuk ayazları yararak küçük bir çiçekçi dükkanının önünden geçtiğimiz sırada omzunun üstünden gözlerini bana dokundurdu. Sonra birdenbire durarak önüme geçti; o kadar beklenmedik bir duruştu ki bu, resmen göğsüne toslamama neden olmuştu. Kokusu etrafımda esmiş, soluklarıma karışmıştı. 


"Ne yapıyorsun?" dedim, geriye çekilerek.


Ama daha fazla uzaklaşmama müsaade etmedi. Gülerek ceketimin uçlarına uzanırken, "Gel buraya kaçma," dedi muzipçe. Fermuarımı tutarak hızlıca yukarıya çekti ve çeneme kadar kapattı. Ardından geriye kaçıldı. "Hastasın zaten, iyice üşüteceksin."


Tekrar önüne dönerek eczaneye girince yavaşça peşinden gittim. Ama bir süre eşikte oyalanarak soluklarımı yatıştırmam gerekmişti. Merih eczacı adama elindeki reçeteyi verip, tezgaha yaslanarak beklemeye başlayınca ben de etrafa bakınıyormuş gibi davrandım. Yanına gitmek, gözlerine bakmak istemiyordum.


Hata yapıyordum. İçimdeki öfkenin alazlarını yitirmesine izin veremezdim. Bu kadar toy duygulara yenilemezdim. Bana yaptıklarını bu kadar çabuk unutamazdım. Onun ihanetini unutmak, kendime ihanet etmek demekti.


Adamın poşete doldurduğu ilaçları alarak kasaya geçtiğini görünce, hemen arkasından yetiştim. Kendi ilaçlarımı kendim ödeyecektim. Elimi çantama atarak cüzdanımı çıkarmaya kalkıştığımı görünce beni durdurdu. 


"Bütün tedavi masrafların Tan Şahoğlu tarafından karşılanıyor, o yüzden hiç uğraşma ödemekle." dedi, cüzdanından çıkarttığı kredi kartını kasanın ucunda bekleyen adama uzatırken. 


İsmini onun ağzından duymak tüylerimi ürpertmişti. Sanki bana kimin adamı olduğunu yeniden hatırlattığı bir yemin gibiydi. Hiçbir zaman bozmamaya ant içtiği bir yemin.


İlaçları alarak eczaneden çıktık ve tekrar çiçekçi dükkanının önünden geçtik. Birden yavaşladığımı görünce o da yavaşladı. Dışarıya koydukları tezgahta rüzgârların darbeleri altında sarsılan kırmızı bir menekşe takılmıştı gözüme. Çelimsiz gövdesi ve birkaç solgun yaprağıyla, diğer çiçeklerin arasında kaybolmuş hâldeydi.


"Eğer içeriye girmek istiyorsan," dedi yavaşça. Benimle birlikte tezgaha yaklaşarak arkamda durmuştu. Ama biraz çekingendi, bariz bir mesafe sokmuştu çiçeklerle arasına. "Sana eşlik edemeyeceğim maalesef."


Onu duymazdan gelerek tezgaha uzandım. Etrafındakileri kenara iterek menekşeyi altında ezildiği çiçeklerin arasından kurtardım. Rengi o kadar koyu bir kırmızı tonundaydı ki neredeyse siyaha kavuşacaktı. Artık kolayca seçilebilen çiçeği göstererek ona döndüm; pür dikkat beni izliyordu.


"Hiç bu kadar koyu kırmızı bir menekşe görmemiştim," Hafifçe gülümsedim; ama içimde tuhaf bir acı zuhur etmişti. "Kanın rengi de derinleştikçe bu kadar koyulaşıyor, biliyor musun?" Bu ani soru onu şaşırttı ama sessizliğini sarsamadı. Hafifçe kıstığı gözleri usulca suratımda geziniyordu. "Yara ne kadar derinse, kan da o kadar koyu akıyor."


Süslü kelimelerle yaptığım cambazlıklardan hoşlanmadığı belliydi. Bedeni kasılmıştı, biraz da huzuru kaçmıştı. Fakat yine de sabırlı bir sessizlikle, beni dinliyordu. Ne anlatmaya çalışıyorsun dercesine kaşlarını çatmış, başını hafifçe yana yatırmıştı.


"Sen zaten biliyorsundur ama," dedim derin bir nefes alarak. Gözlerimizdeki bağı kopardım ve ince ince titreyen çiçeğe baktım. Sesimde tuhaf bir kabulleniş vardı; ama zayıf bir neşeyle baskılanmıştı. "Yine de görmek ister misin?"


"Neyi?" Sesindeki sertlik beni keyifsizce güldürdü. Sanki yapacağım taşkınlığı çoktan sezinlemişti; şimdiden başkaldırışla doluydu.


"Ne kadar koyu olduğunu." Tezgahın ucundaki sivri çıkıntıya elimi yaslayarak sertçe aşağıya kaydırdım. Belli belirsiz irkilmiştim. Tenime yayılan keskin sızı bir ürperti gibi tüm bedenimi sarmaladı. Ama avucumdan akan kana nazaran çok çelimsiz bir acıydı bu. 


Sanki kendi canı yanmış gibi gürültülü, kısa bir nefes içine çekerken telaşla bileğimi yakaladı. Ancak kendime yaptığım bu hızlı ve beklenmedik saldırıyı durduracak kadar çevik olamamıştı. Beni kendisiyle kenara sürükleyerek kaba bir tavırla tezgahtan uzaklaştırdı.


"Ne yapıyorsun kızım? Tuhaf tuhaf hareketler..." dedi birden, öfkeyle çıkışarak. Elimdeki kesikle gözlerim arasında mekik dokuyan bakışlarını alevler bürünmüştü; hâlâ sımsıkı bileğimi tutuyordu. Ama sonra her ne gördüyse gözlerimde birdenbire yatıştı; keza parmaklarındaki güç de çekildi. "Niye durduk yere canını yakıyorsun? Yapma yavrum böyle şeyler. Niye yapıyorsun?"


Sesindeki sitem istemsizce beni de yatıştırmıştı. İçimdeki bütün hınçlar, anlayışlara yenilmişti. "Canım yanmıyor ki."


"Hayır, yanıyor. Sadece sen hissetmek istemiyorsun." Kısa ama delici bir bakış fırlattı. Avucumun içine yayılan kanı görünce birden hareketlenmişti. "Eczaneye geri gidiyoruz gel, orada bir şeyler yaparlar."


Beni de peşinden sürüklemek istedi ama yerimden kımıldamadım. Kolunu tutarak onu da durdurunca agresif bir hızla tekrar bana döndü. "Durur musun? Ufak bir kesik sadece. Sanki daha büyük yaralar almamışım gibi davranma. Hem biraz kan akıtmanın bana zararı değil, faydası olur. Zaten içi zehir dolu."


Sözlerimi duyunca tahammülünü yitirmiş gibi nefesini üfledi. Önce elini cebine sokarak bir şeyler yokladı, sonra bulamayıp kendi kendine anlaşılmaz sözler mırıldandı. Belki de küfür etti. Gergin ve huzursuzdu. Deri ceketinin altından sıyırdığı kazağın kolunu, henüz ben karşı koyamadan kanayan yaranın üstüne bastırdı. 


"Yapma dur," Elimi çekmek istedim ama bırakmadı. "Kazağını mahvedeceksin, kan lekesi kolay geçmez..."


"Yara izi hiç geçmez!" dedi, hafifçe bileğimi sarsarak. Sanki sebep olduğu bu ufak sarsıntı bana gerçekleri idrak ettirme çabasıydı.


Artık eskisinden daha da hiddetliydi; parmaklarındaki güç tekrar dirilmişti. Üstelik daha önce hiç onda duymadığım farklı türden bir kızgınlık tünemişti sesine.


Afallamıştım çünkü bu hakikati bana mı yahut kendisine mi söylediğini anlayamamıştım. Sessizce, kör gözünün üstünden geçerek şakağından saçlarına doğru uzanan yara izine baktım. Sonra birden kolunun kıyısından, sokağın ucundaki kadın gözüme ilişti. Hâlâ arabanın kaportasına yaslıydı. Sigarayı tutan ince parmakları dudağının hemen kıyısında takılı kalmıştı. Aramızdaki vukuatın nedenini anlamaya çalışır gibi, arsız bir kuşkuyla bizi izliyordu.   


Yavaşça başımı önüme eğdim, sımsıkı yarama tutunan parmaklara baktım. Israrcı bir güçle elimi çekince avucumdaki kan, sürüklenen bir cesedin izi gibi tenimin üstüne yayıldı. Geriye kaçılarak derin bir nefes aldım. 


Yaşananlarla alay eder gibi gülümseyerek, saksıyı elime aldım. Hayatta kalmanın son çabası çiçeği öne doğru büktürmüştü; solmuş ve yıpranmıştı. 


Yeniden ona dönünce gözlerimiz tekrar birbirine tutundu. "Bunu senin için alacağım."


Hafifçe çenesini kaldırarak ellerimin arasındaki menekşeye baktı. İfadesiz ve soğuktu. "Çiçeklere alerjim var, sen en iyisi kendine al. Ayrıca," Çenesiyle aramızdaki menekşeyi gösterdi. "Rengine kanıyorsun da yaşatamayacaksın bunu. En güvenilmez olanı seçtin."


"Sana yakışanı seçmişim öyleyse." Sözler ağzımdan çıkar çıkmaz pişman oldum çünkü aramızda geçen eski bir konuşmaya atıf yaptığımı kolayca anlayacağını biliyordum.


Nitekim öyle de oldu. 


Merih dudaklarını bastırarak başını usulca aşağı yukarı sallarken, yavaşça yolumdan çekildi. Yaptığım saldırıyı ânında sineye çekmişti; sadece neşesiz bir alayla doluydu. "Biraz daha gerçekçi unut, olmamış bu." dedi, soğuk bir sesle. Ellerini cebine sokarken bir ayağını kaldırıma yasladı. "Al gel hadi, bekliyorum burada."


Konuşmanın bittiğini gösterir gibi cebinden çıkardığı telefonla ilgilenmeye başladı. Zaten diyecek bir sözüm de yoktu; bu yüzden buram buram çiçek kokan dükkana girerek menekşenin parasını ödedim. Kasadaki adamdan aldığım peçeteyle elimi silerken, kucağımda tuttuğum ölü çiçekle hızlıca dışarıya çıktım.


Başını telefondan kaldırmayarak yürümeye başlayınca ben de peşine düştüm. Sigarasını çoktan bitirmiş olan Pınar, ağırlığını arabadan kaldırarak doğrulmuştu. Bir anlığına kucağımdaki ufak saksıya dokunan gözleri, yanına gelen Merih'e kaydı. 


"Hele şükür, siz gelene kadar iki dal bitirdim," dedi, arabanın önünden dolanıp öteki tarafına geçerken. Yanımızda sürüklenen gerginliği sezebildiği belliydi çünkü bu gerginliği eşeler gibi konuşuyordu. Fakat kimseden bir söz koparamamıştı. 


Herkes arabadaki yerine oturunca omzunun üstünden bana dönerek yanıma koyduğum küçük saksıyı gösterdi. "Merih'in alerjisi var çiçeklere, biraz daha uzağa koy şunu."


"Daha ne kadar uzağa koyabilirim?" dedim, bastıramadığım bir sertlikte. İhtiyatlı tavrı her nedense sinirimi bozmuştu; zaten yeterince gergindim. "Küçücük çiçek zaten. Bagaja mı koyayım?"


Kaşları çatılırken dudağının üstü hafifçe yukarıya kıvrıldı. Saldırgan bir ifade zuhur etmişti suratında. "Ben seni bagaja koyacağım şimdi."


"Git kendini koy." dedim, sıkılı dişlerimin arasından.


"Yeter." Merih kemeri olması gerekenden daha hoyrat bir şekilde yuvasına oturtup takarken, dikiz aynasındaki gözleri dosdoğru bana saldırdı. Resmen burgu gibi deliyordu hedefini. "Pınar senin kaç yaş büyüğün, saygını bozma."


Sırf sesimi çıkarmamak için hırsla yanağımın içini dişlerken öfkeyle gözlerinin içine baktım. Pınar tartışmamızı bıçak gibi kesen bu ani ikazla önüne dönmüş olsa da hâlâ susmamıştı. Savunulmak besbelli zevk vermişti ona. Ama biraz önce yavrum diye seslendiği kızı şu anda paylıyor oluşuna da şaşırdığı belliydi.


Yine de alayla gülerek, "Bırak ya istediği gibi konuşsun, onun saygısını ne yapayım ben?" diye mırıldanmıştı.


Merih gözlerini benden ayırarak ona ters bir bakış fırlattı. Direksiyonu yola kırarken, tek bir lafıyla aniden tüm tartışmayı söndürdü. "Pınar tamam uzatma sen de. Çocukla çocuk olma."   


Göğsümde kavuşturduğum kollarım yavaşça çözülürken, dudaklarımdan hayret dolu bir soluk taştı. Gözleri tekrar dikiz aynasından beni buldu ama bu sefer çabuk koptu. Pınar gülerek çocuk olduğumun altını çizerken, sessiz kaldım. Çünkü tüm başkaldırışım dinmişti.


Beni çocuk olarak mı görüyordu? 


Hissettiğim düş kırıklığı o kadar keskindi ki ruhuma saplanarak büyük bir yarık açmıştı sanki. Ona karşı duyduğum geçmiş kırgınlıklar ve kızgınlıklar hiç olmadığı kadar kabarmış, birbiri içine devrilerek harmanlanmıştı.


Gözlerime batan sıcak yaşları sezince başımı pencereye çevirdim; ama ağlamayacaktım. Çünkü biliyordum, bu yalnızca bir tepkiydi. Canın çok yandığı zamanlarda ağlama isteğin olmasa bile bedenin bir tepki verirdi; bu tepki de gözlerinden akan yaşlarda belirirdi. Bu da öyle bir tepkiydi.


Çünkü öyle olmak zorundaydı. 


Konağa varana kadar bir daha hiç konuşmadım; bir pencere kadar ötemdeki hayatı seyrettim. Artık yabancı hissettiren hayatı. Arkama yaslanarak üşüyen ellerimi bacaklarımın arasına kıstırdım. Avucumunda ince bir zonklama vardı; ama yara artık kanamıyordu. Üstündeki kan çoktan kuruyarak tenimle bütünleşmişti.


Uzun dakikalar sonunda araba durduğunda müştemilatın önündeydik. Hiç tanımadığım siyahlı adamların etrafta gezindiği bahçenin ortasındaydık. Gökyüzü koyu bulutlarla örtülmüştü; henüz gündüz olmasına rağmen hava kasvetlenmişti.


Saksıyı ve ilaçları kucağıma alarak sessizce arabadan çıktım. Aynı anda onların da çıktığını gördüm ancak vedalaşma gereksinimi duymadım. Beni müştemilata kavuşturan dar patikaya girdiğim esnada Merih'in arkamdan bana; ama Pınar'ın da ona seslendiğini duydum. Böylelikle duymamış gibi davranarak yoluma devam etme bahanesi bulmuş oldum. Şu anda beni onunla konuşturacak hiçbir şevk yoktu içimde. 


Eve girerek kapıyı arkamdan örttüm, yorgun argın sırtımı yasladım. Dalgın dalgın kucağımdaki çiçeğe bakarak, bir süre öylece dikildim. Ardından ayaklarımı yere sürerek lavaboya girdim ve ellerimdeki kan lekelerini tamamen çıkardıktan sonra ancak odama geçtim. 


İçeriye girdiğimde evde kimsenin olmadığına inanmıştım fakat onu sessizce yatağımda otururken buldum. Sude kapıyı açar açmaz sırtını duvardan ayırmış, yatağın ucuna kayarak bacaklarını aşağıya sarkıtmıştı. Düşüncelerin sebep olduğu bir istila vardı suratında.  


Şaşkınlığıma karşılık, "İşim erken bitince buraya geldim, dönmeni bekliyordum." diyerek beklenmedik varlığının sebebini açıkladı. Dudaklarında endişeyle gölgelenmiş bir tebessüm vardı. 


"Kızlar hâlâ çalışıyor mu?" diye sordum, elimdeki ilaç torbasını masanın üstüne bırakırken. Montumu çıkarmış, sandalyenin sırtına asmıştım.


"Evet ama birazdan dönerler," dedikten sonra ayağa kalktı. Tam karşımda durdu; kaygılı gözleri üstümde dolanmaya başlamıştı. "Nasıl geçti? Doktor ne dedi? Bir sorun yok, değil mi?"


Peş peşe sıraladığı sorular, aylar önce yanıma gelerek ağzımdan laf alabilmek için gösterdiği çabayı hatırlatmıştı bana. Endişeyle gölgelenen kurnazlığı anımsamak, resmen tüylerimi ürpertmişti.


"Bir sorun yok, ilaç verdi sadece." Gülümseyerek masanın üstüne bıraktığım poşeti gösterdim. 


İlgisi kucağımdaki saksıya kaydı birden. Gözleri kamaşmıştı. "Çiçek mi aldın?"


Yanıma gelerek kolumun altından almaya yeltendi fakat bir anda elinden kayan saksı gürültüyle yere devrildi. Tutmaya çalıştım fakat tutamadım. Yüzüstü yere çarpan menekşe kendi yükünün altında ezilerek kırılmıştı. Tüm zemine saçılan toprağın nemli kokusu hızla soluklarımıza karıştı.


Ayağımı hafifçe silkelerken çoraplarımıza bulaşan toprağa baktım. Sakarlığıyla alay etmeye hazırlanırken gülüşlerimi kesen derin bir hıçkırık sesiyle donakaldım. 


Dudaklarımdaki gülümseme, tıpkı ayağımızın altındaki ölgün çiçek gibi solup gitti.


"Sude, ne oldu?" Tereddütle eğilerek yüzünü görmeye çalıştım fakat göremedim. 


Başını o kadar önüne eğmişti ki çenesi resmen göğsüne değiyordu. Omuzları kaskatıydı; iki yanından pantolonuna tutunan elleri yumruk suretini almıştı. Öylesine hırsla sıkıyordu ki kumaşı, parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. 


"Özür dilerim," diyen fısıltısını duyunca afalladım. Henüz yatıştıramadan sesine tuhaf bir inanç geldi ve birden ağlayarak sayıklamaya başladı. Ama suratıma bakamıyordu. "Demre çok özür dilerim, isteyerek yapmadım gerçekten. İsteyerek böyle bir şey yapamam ki! Taşıyabileceğimi zannettim ama taşıyamadım. Nasıl taşıyacaktım sanki? Aptalım ben, aptal!"


"Saçmalama, önemli değil ki!" Serseme dönmüştüm resmen; teselli etmenin şaşkınlığıyla kekeliyordum. Koluna tutunmak için uzandığımda birdenbire dizlerinin üzerine çökünce irkildim. Elim havada asılı kaldı. 


Histerik bir şekilde titreyerek yerdeki toprağı elleriyle süpürmeye başlamıştı. Hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da yalvarıyordu. "Özür dilerim, lütfen beni affet. Aptalım ben. Öldürdüm çiçeği, öldürdüm her şeyi," Toprağa bulanmış eliyle yanağını silince her tarafına bulaştırdı. Ama yine de perişan bir hâlde yeri süpürmeye döndü. "Sen de benim çiçeğimi öldür. Yukarda işte, odamda. Git öldür, istediğini yap ona."


Ama o da biliyordu; onun bana yaptığını ben ona yapamazdım.


Sanki saçılarak etrafı kirleten şey toprak değildi de pişmanlıklarıydı. Yeri topraktan değil; vicdanını pişmanlıklardan temizlemeye çalışıyordu. Belki çiçeğin ölümüydü onu ağlatan; ama çiçek yüzünden ağlamıyordu.


Birden bacağıma tutunarak durdu, başı eğik bir hâlde bir süre bekledi. Ardından tekrar çabalamaya devam etti.


Çaresizce toprağı avuçlayıp saksıya dolduran ellerden gözlerimi ayırarak, başımı geriye attım. İçine sığamadığım duvarlara, üstüme devrilecekmiş gibi hissettiren tavana baktım. Aylarca gökyüzü benimsediğim beyaz tavana. Gözlerimin kıyısına vuran yaşları sezince öfkeyle elimi sıktım, geri gevşettim. Yeniden sıkmak istedim ama bu sefer yapamadım; ellerimdeki tüm güç çekilmiş gibiydi.


Affedebilmenin insanı hafifletmesi gerekmez miydi? 


Affetmenin eşiğine varmıştım, evet ama hiç olmadığım kadar da ağırlaşmıştım. Çünkü birilerinin önümde diz çökerek bağışlanmayı istemesinden zevk alacak bir insan değildim. 


Olsaydım eğer, tahtında oturanlardan bir farkım kalmazdı. 


Benim böyle bir üstünlük kavgam yoktu. Onlar gibi bağışlamak, ağlayıp sızlayan kibirlerinin ağzına emzik tutuşturmaktan farksızdı. Benim amacım kibir beslemek değildi. Affedecektim ama neyi affettiğimi unutmayacaktım; affedecektim ki affetmemeyi öğrenecektim.


Tıpkı onun gibi, ben de dizlerimin üstüne çöktüm. Kollarına tutundum ve yatıştırmaya çalıştım. Sesim öylesine titriyordu ki kelimeler tuhaf bir dalgalanmayla çıkıyordu. "Olan oldu çoktan, kızgın değilim sana. Kendini hırpalamanın bir anlamı yok artık."


Sonunda başını kaldırarak gözlerimin içine baktı. Şaşırmıştı. "Affediyor musun yani beni?"


Gözlerimin önünde babası belirdi.


Suratına düşmüş tutamı kaldırarak, nazikçe yanağındaki toprağı sildim. "Bir gün erdemli olduğunu zanneden yaşlı bir adamla tanıştım. Beni karşısına oturtup ne dedi, biliyor musun?"


Kızarmış gözlerini kırpıştırınca birkaç damla daha yanağına devrildi. Yavaşça başını iki yana sallamıştı. "İntikam alarak affedebileceğini sanan erdemli bir aptal olma." Titrek bir nefes alacak kadar duraksadım. "Şimdi düşününce, affetmenin aslında ne demek olduğunu anlıyorum. Bana yapılanların benimle bir alakası yok yapanlarla alakası var. Seni affetsem de bu seni değiştirmez." Buruk bir şekilde gülümsedim. "Seni sadece sen affedebilirsin. Ve sadece sen değiştirebilirsin."


Umarım değiştirebilirsin.


Aralık duran dudakları titredi. Tekrar ağlayacakmış gibi yüzünü buruşturdu ama sonra içine çektiği derin bir solukla toparlandı. Gözlerimin içine bakarak çekingen bir sesle, "Hani hiçbir şey hatırlamıyordun? Yalan mı söylüyordun bize?" diye sordu. 


Yaşanılanları unutmuş olmam yüzüme bakabilmesini kolaylaştırıyordu anlaşılan; zira artık bakmakta zorluk çekiyordu.


Gülerek geriye çekildim ve kendime bile inandırdığım o yalanı söyledim. "Anılarımı unuttum, hissettiklerimi değil. Ama söylediklerinden bana kötü bir şey yaptığını anlamak o kadar da zor olmadı. Sırtımdan bıçaklanmışım belli ki."


Kollarını bıraktığım ân sanki benim tutuşumdan güç alıyormuş gibi omuzları çökmüştü. Gülebiliyor olmam onu şaşırttı. Kaşlarını çatmış, karmakarışık bakan gözlerini dudaklarımdaki tebessüme dikmişti.


"Nasıl hâlâ bana böyle gülümseyebiliyorsun?" Fısıldıyordu ama ben yine de duyuyordum. "Hatırlamadığın için böylesin. Biliyorum, o geceyi hatırladığın ân gelip suratıma tüküreceksin." 


Ona zaten hatırladığımı söyleyemedim. Yerdeki dağınıklığı toplamaya başlarken alayla güldüm. "O zaman hatırlamamam için şimdiden dua etmeye başla." 


Ama dudaklarımdaki gülümseme çabuk solmuş, içime puslu bir gece çökmüştü. Çünkü haksız sayılmazdı. Sırf bu hisse teslim olmamak için gururumla büyük çatışmalar yaşamış, ağır kayıplar vermiştim. Ama bu çetin savaş, iç burkan hıçkırıklarını duyana kadar sürmüştü. 


Çünkü o da oyunun içinde harcanan önemsiz bir hamleden ibaretti. Tıpkı benim gibi, kolayca kurban edilebilecek basit bir piyondu. Arkadaşlığımıza tekrar güven tohumları ekebilecek miydim henüz bilmiyordum; ancak aramızda bir pürüz yokmuş gibi davranmak zorundaydım. Basit bir piyon da olsa, en nihayetinde piyon da oyunun içindeydi. 


Ve ne olursa olsun, oyunun içindeki tüm taşlar önemliydi. Çünkü yapılan hamle taşın gücüne bağlı değildi; ufak bir piyon bile şahı tahtından devirebilirdi.


"Demre bak, böyle şakaya vuruyorsun ama..." Aniden elimi tutarak beni durdurdu. Müthiş bir korkuyla suratıma doğru sokulmuştu. "Bunun eğlenceli bir yanı yok. Konusu açılınca kızların suratına bakamıyorum utançtan, her şeyden habersizler. Resmen ailemizi öldürdüler! Arkadaşın Uraz'ı da..."


"Sus." Hışımla elini itince sıçradı. Kapalı duran kapıya hızlı bir bakış atarak tekrar gözlerine döndüm. Soluduğum öfke birden tüm kanımı ısıtmıştı. "Madem sana susman söylendi, o zaman susacaksın Sude. Başımızı yakmak istemiyorsan çeneni kapat. Olan oldu, ölen öldü!" Ölümlerin bu kadar kolay azımsanması onu irkiltti. Hayretle suratıma bakıyordu. "Geçmişi arkanda bırak, bana da hatırlatmaya çalışma. Ben hatırlamak istemiyorum çünkü. Kapatalım bu mevzuyu."


Tokat gibi suratına inen sözler onu susturmuştu. Başını eğerek bir süre sessizce içini çekti; duyduğu acımasız gerçekleri kendi içinde hazmetmeye çalıştığı barizdi. Nitekim hak verir gibi, yavaşça başını aşağı yukarı sallamıştı. 


Ağır bir sessizlikle etraftaki dağınıklığı toparladıktan sonra kırılmış çiçeği saksıyla birlikte masanın üstüne bıraktım. Sude üstünü silkeleyerek odadan çıkmaya hazırlanırken birden onu durdurdum. Bir süredir aklımı kurcalayan düşünce, yeniden zihnimin yüzeyine çıkmıştı.


"Bekle," dediğimde, merakla bana baktı. Hâlâ sessizce burnunu çekiyor, ara sıra da gözlerini siliyordu. "Benim diğer müştemilata gitmem gerekiyor. Merih abinin bana ödünç verdiği üstü geri götüreceğim. Meral abla sorarsa, beni on dakika idare edebilir misin?"


Hızlıca başını salladı. "Ederim, merak etme. Hemen hallet gel."


Çabucak yatağın kenarına bıraktığım kapüşonluyu elime alarak düzelttim ve koluma astım. Birlikte odadan çıktıktan sonra Sude merdivenlere yönelirken, ben alelacele evden ayrılmıştım. Koşar adımlarla yokuş aşağıya yürümeye koyuldum; hemen döneceğim için üstüme ceket almamıştım. Nitekim dışarıya adım atalı henüz bir dakika bile olmadan titremeye başladım.


Amacım ona üstünü geri vermek değildi. Ne kadar öfkeli olsam da aslında hiç yapmak istemediğim bir şeydi bu; mümkünse elimdeki kapüşonluyla eve geri dönmek istiyordum. Fakat evine girebilmek için daha sağlam bir bahanem de yoktu. Çünkü tünelin kapısını görmek zorundaydım. 


Hâlâ hafızamda bariz kopukluklar mevcuttu. Hatırlayabilmemin en iyi yoluysa geçmişi tetikleyebilecek yerlerde bulunmaktı; tek bir söz bile bana bir şeyleri anımsatabilirken, ânı yaşadığım yerde bulunmanın epey yardımı dokunabilirdi.


Tünele girmeye kalkışmayacaktım fakat en büyük korkuları sığdırdığım gecede, o tünelin içinden çıkmış ve tüm geceyi o evde geçirmiştim. Bana birçok şeyi çağrıştıracağına neredeyse emindim.


Bu yüzden dakikalar içerisinde kapının önüne vardığımda hiç olmadığım kadar gerilmiştim. Evde birisinin olup olmadığını bilmiyordum ancak zili çalmamayı tercih etmiştim. Mümkünse kimseyle karşılaşmadan, bir an önce müştemilata geri dönmek istiyordum. 


Saksının içinden aldığım anahtarla kapıyı açarak başımı aralıktan içeriye soktum. Bir süre öylece dikilip evi dinledim; hiçbir gürültü duyamadığımdan emin olunca da yavaşça içeriye süzüldüm. Kapıyı arkamdan örterken kalbim neredeyse boğazımdan çıkıp gidecek gibiydi. 


Hissettirdiği aşinalıklarla kısa koridoru geçerek, salona doğru yürüdüm. Kucağımda tuttuğum kıyafete öylesine sıkı sarılmıştım ki resmen kollarımın arasında buruşturmuştum. Merdivenin önünden geçerken yukarıya doğru baktım; ama hiçbir yaşam belirtisi bulamadım.


Salona girdiğim ân gözüme ilişen ilk şey sehpanın üstüne bırakılmış siyah kupa oldu; birden gerginliğim kamçılandı. Çünkü kupanın üstünde ince bir duman tütüyordu. Belli ki evde birisi vardı. Merakla omzumun üstünden koridoru kolaçan ederken aniden farkına vardığım başka bir detayla dikkatim dağıldı. 


Evde birisinin olabileceği ihtimalini o an için unuttum. 


Sımsıkı birbirine doladığım kollarım gevşerken salonun ortasına doğru birkaç tutuk adım attım. Aynı anda o kadar çok duygu içime sığmaya çalıştı ki tüm bu kalabalık, hislerimde ürkütücü bir düğüme sebep oldu.


Odanın içindeki ahşap kitaplık gitmişti. Söküldüğü yere tuğlalar örülmüş; geride bıraktığı boşluk duvarla kusursuzca yamalanmıştı. Artık bir tünel yoktu; sanki hiçbir zaman var olmamış gibiydi.



Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-