26

 26: DİZ ÇÖKENLERİN SAVAŞI






Zihnimde dolanan anıları bana bile yabancı hissettirecek kadar kusursuzca yamalanmış duvara baktım. Hayatta kalma korkusuyla içindeki tünelde koşmuş; nefes nefese onun odasına çıkmıştım. Elimi üstüne koyarak dokusundaki değişimi hissetmeye çalıştım fakat hiçbir fark hissedemedim. Hafifçe bazı yerlerine vurmaya başladım; iyice sokulmuş, çıkan gürültünün boşluğa devrildiği kısmı bulma çabasına kapılmıştım. Oysaki yerini doğru hatırladığıma emindim.


"Ne yapıyorsun?" 


Korkarak geriye çekilince, kapüşonlu elimden kayıp yere düştü. Hızlıca kucağıma geri aldım, suratıma kenetlenmiş olan ela gözlere döndüm. Çınar aralık duran kapının eşiğinde dikilmiş, benden başka kuşku uyandıran bir detay bulmayı amaçlar gibi salonu kolaçan ediyordu. Dışardan bakınca ne kadar tuhaf gözüktüğümün farkında olsam da duvar dinlerken yakalanmamış gibi aldırışsız davrandım. 


"Bir şey duyduğumu zannettim sadece." Omuzlarımı silkerek kapıya doğru yürüdüm. "Kıyafet bırakmaya gelmiştim ama daha müsait bir zamanda tekrar uğrarım."


Çınar içeriye girerek önümü açmış oldu; sehpanın üstündeki kupayı eline almıştı. Dumanı tüten çayı dudaklarına yaklaşırdı ama içmedi. Ela gözleri benden başka hiçbir şeyi görmüyormuş gibi, suratımdan ayırmıyordu. "Merih'in üstü değil mi o? Şuraya bırak istersen, ben veririm ona." 


"Hayır," Aniden dudaklarımın arasından kaçan tepki onu şaşırttığı kadar beni de şaşırttı. Hafifçe kaşlarını kaldırdı, yavaşça çayından bir yudum aldı. "Ayıp olmasın şimdi, ben veririm. Teşekkür ederim yine de."


Yalnızca omuzlarını silkerek yanıt verdi. Tavırları ve bakışları ikizinden çok daha içten ve yumuşaktı. Merih'i andıran bir muzipliğe sahipti; keza dudakları da tıpkı onunkiler gibi, her an gülümsemeye hazır bir hâldeydi.


Gitgide derinleşen sessizliğin yersiz bir bakışma doğurduğunu sezerek, "Siz de mi burada kalıyorsunuz?" diye sordum. Benim onu incelediğim gibi onun da beni incelediğini fark etmiş, gerilmiştim. 


Büyük bir yudum aldığı çay damağını yakmış gibi suratını buruşturdu. Sevimli bir acı zuhur etmişti çehresinde. "Biz derken?"


Fazla ilgili gözükmemeye çalışıyordum ama yine de meraklanmıştım. Yumuşak huylu birisine benzemesi, rahatça onunla sohbet edebileceğim izlenimini vermişti bana. "Pınar ablayla siz, burada mı kalıyorsunuz?"


Bu fikir onu eğlendirmiş gibi güldü. Gözleri kısılmış, dudağının kenarında minik bir çukur belirmişti. "Ben nadiren kalıyorum da Pınar nerede yattığı konusunda çok seçicidir. Ama sık sık vardiyaya kaldığımız için burada uyumuş kadar oluyoruz zaten." 


İçime bir hafiflik çöktü. Pınar'ın bu evde yaşadığını düşünmek bile tüylerimi ürpertmeye yetmişti. Henüz rahatlığımın tadına yeterince varamadan, birisi merdivenlerden inmeye başladı. Merakla arkamı dönünce Oğuz'un duvar kenarından beliren çehresiyle karşılaştım. Gözlerimiz kesiştiği ân geri önüme dönmüştüm.


Ansızın kalbim sıkıştı.


"Bak sen, kimler varmış burada," Kelimelerin sonunu uzata uzata bize doğru yaklaştı. Sesinde hem şaşkınlık, hem de cesur bir neşe harmanlanmıştı. Aralık kapıyı ayağıyla itekleyerek kenarına yaslandı. İçleri kamaşan gözlerini tembel tembel tüm vücudumda dolaştırmaya başladı. "Dokuz canlıyım diyorsun yani, küçük sünepe seni."


Çınar'ın suratını göremesem de yaşadığı şaşkınlık adeta bir dalga gibi sırtıma çarptı. Ama karşımdaki katilin başkalarının düşüncelerini kâle alacak kadar bile utanması yoktu. Açıkça saldıracak kadar da aldırışsızdı. Evde yalnızken karşılaşmadığımız için kendi kendime şükrettim. Onunla aynı odada dahi bulunmak ürkütücüydü.


"Umarım dokuz canlıyımdır," dedim, şakaya vurarak. Öyle olmadığını çok iyi bilmeme rağmen, nükte yapmış gibi davranmıştım. Kimseyle ters düşecek değildim.


"Kaldı sekiz," Hızlıca kaşlarını kaldırıp indirerek gülümsedi. "Ama dikkat et, tek seferde sekizini de devirebilecek birisi çıkmasın karşına."


Laflarının artık göz ardı edilemeyecek kadar tehdite döndüğünü fark eden Çınar, "Oğuz ne anlatıyorsun sen abi?" diye çıkıştı. Yaşadığı şaşkınlıktan elindeki çayı içmeyi unutmuştu; öylece havada bekletiyordu.


Oğuz yaslandığı yerden kaçılıp, alayla gülerek, "Takılıyorum sadece," demekle yetindi. Gitmek için döndü ama birkaç adım sonra bir şey anımsamış gibi, birden duraksadı. Kara gözleri tekrar beni bulmuştu. "Çıkarken mutfaktaki çöpleri at."


"Peki, atarım." dedim, sessizce dönüp gidişini izlerken. İçimdeki alevlerin üstüne su serperek, derin bir soluk aldım. Hâlâ şaşkınlığını atamamış olan Çınar'a döndüm. Aramızdaki husumetin nedenini çözmeye çalıştığı belliydi. "Ben gideyim en iyisi."  


Onu kendi düşüncelerine terk ederek mutfağa yöneldim. Büyük bir çöp poşetini peşimden sürükleyerek, binbir zorlukla evden ayrılmıştım. Bu adam burada olduğu sürece huzurumu kaçıracaktı belli ki. Hâlâ bir kâbus gibi zihnimdeydi. Boğazımı saran ellerini, beni öldürmeye ant içmiş gibi sıkan parmaklarını hafızamdan kazıyabilmek imkansızdı.


Poşeti resmen sürüklercesine taşırken, patikadan çıkarak yokuşun ortasında durdum. Aramızdaki mesafenin ümitsizliğiyle tepedeki çöp kutusuyla bakıştım; daha şimdiden soluk soluğa kalmıştım. Elimdeki kesik de durmadan sızlıyordu. Kolumdaki kapüşonluyu düşürmeme çabamın gitgide külfet olduğunu fark ederek, üstüme giymeye karar verdim.


Hızlıca kollarımı geçirmiş, binbir güçlükle ellerimi uzun kumaşın altından çıkarmıştım. Başımı sokmakla cebelleşirken birden arkamdan yükselen sesle panikledim. "Üstünü burada mı giyiniyorsun?"


Henüz kendimi düzeltemeden arkamı dönünce ağır ağır yokuşu tırmanarak yaklaştığını gördüm. Sabah giydiği deri ceketi çıkarmıştı; ama üstünde hâlâ aynı kıyafetler vardı. Dosdoğru üzerine vuran akşam güneşiyle gözlerini kısmış, hafifçe yüzünü buruşturmuştu. Ne yaptığıma anlam veremeyen, şaşkın bir gülümseme vardı dudaklarında. 


Kalbime sıcak bir heyecan nüksetti; fakat anında buz gibi bir öfkeyle söndürüldü. Dönüş yolunda yaşananların kızgınlığı içimi soğutmayı sürdürüyordu. Hâlâ bana çocuk demesini hazmedebilmiş değildim.


Karşımda geçerek güneşe sırtını döndü. Eğimin tepesinde durduğu için, aramızdaki boy farkı normalden de fazlaydı. Az önce çıktığım eve kısa bir bakış fırlattı. "Evime mi geldin?"


Hızlıca üstümü düzeltip dağılan saçlarımı yatıştırdım. "Kıyafetini geri vermek için gelmiştim ama seni bulamayınca vazgeçtim."


Ellerini cebine sokarken, gülümsemesi yavaşça genişledi. Gözlerini tembel tembel üstümde gezdirdi. "Vazgeçtiğin gibi üstüne mi giymeye karar verdin?"


"Üşüdüğüm için mecburen giydim." Aldırışsızca omuzlarımı silktim ama üstüme geçirirken yakalanmış olmak gururumu zedelememiş de değildi. Kendi talihsizliğime kızarak çöp poşetine uzandım. "Neyse, ben gideyim."


Ama önümden çekilmemişti. İki elimle asıldığım poşeti göstererek durmama neden oldu. "Bizim çöp mü bu yoksa?" Başımı salladığımı görünce hızlıca elimden aldı. Her nedense, biraz gerilmiş gibiydi. "Ben atarım, bırak sen. Bir daha bizim çöpleri atma."


Benim kıvranarak taşıdığım poşeti hiç zorlanmadan kaldırarak yokuş yukarı yürümeye başladı. Çabucak peşine düştüm; adımlarına yetişmeye çalışıyordum. "Neden atmayayım ki? Benim işim bu zaten."


Elinden almaya yeltendim ama müsaade etmedi. Suratıma bakmadan yürümeye devam ederken, kendi kendine mırıldanıyordu. Ama rüzgarlar söylediklerini bana savuruyordu. "İşinin bu olması hoşuma gitmiyor." Birden omzunun üstünden bana baktı; gözlerinde dikte edici bir ısrar vardı. "Bana söyle bundan sonra, ben atarım."


Hiçbir karşılık vermedim. Ona böyle bir talepte bulunamayacağımı kendisi de biliyordu. Konaktaki herkese yerini bildiren hiyerarşik merdivenin o da farkındaydı. Öyle ki kendisine ismiyle bile hitap edebilmemi engelleyen bir merdivendi bu. İstediğin gibi yukarı çıkıp inemeyeceğin türdendi. 


Meral ablanın bile basamakların tepesinde duran adamdan çocuk sahibi olmasına rağmen, evdeki sıfatını değiştirmesini müsaade etmeyen bir merdivendi. 


Aramızda çok fark vardı. Merih en üst basamaklardaydı; tepedeki adamın yakınındaydı. Bense merdivenin en alt basamağındaydım; verilen her emre boyun eğmek zorunda olduğum bir yerdeydim.


Çöpü atmaya gittiği esnada kenara çekilerek beklemeye başladım. Ellerini silkeleyerek tekrar yanıma geldi. Yokuşun tam ortasında, etraftaki çalıların bizi gözlerden ıraklaştırdığı bir yerdeydik.


Birden farkında olmadan ovduğum elime tutunarak, beni şaşırttı. Avucumun içinden bileğime doğru uzanan kesik izine baktı. Kaşları çatılmıştı. "Acıyor mu hâlâ? Benim eve gidelim gel, pansuman yapayım."


Bileğimi bırakmayarak yürümeye başlayınca, peşinden sürüklendim. Henüz birkaç adım atmışken güçlükle durabilmiştim. Gerilmiş, baştan aşağıya kasılmıştım. "Bir dakika dur. Olmaz, gidemeyiz."


"Neden gidemiyoruz?" Karşı koymamdan çok, söylediklerime şaşırmış gibiydi. Duraksayarak tekrar bana dönmüştü.


Endişeyle etrafı kolaçan ederek, hâlâ sımsıkı bileğimi kavramayı sürdüren güçlü parmaklara baktım. Yavaşça elimi çektim ve tekrar tutmasına mâni olabilmek için kollarımı göğsüme doladım. Kaşlarının ucu daha çok birbirine yaklaşırken, alnında sorgu dolu çizgiler belirdi. Aramıza soktuğum mesafe tadını kaçırmış gibiydi.


"Evin çok kalabalık," dedim, dürüstçe endişemi dile getirerek. Ne başkalarının ağzında sakız olmak; ne de o adamla yeniden karşı karşıya kalmak istiyordum. "Hoş olmaz şimdi, ben kendim yaparım pansumanı. Ama yine de teşekkürler, Merih abi."


Birden hoşnutsuzca yüzünü buruşturdu. "Bana küfret ama abi deme. Zaten küfreder gibi söylüyorsun, bir farkı da kalmıyor."


Kendimi tutamayarak güldüm. 


Aramızdaki mesafeyi koruyacak kadar ufak bir adımla yaklaştım ve sesimi gürleştirerek onu taklit ettim. "Bana abi diyeceksin, saygını koruyacaksın. Pınar senin büyüğün, sakın saygını bozma!" Şaşırarak gülünce gözleri kısıldı; dişleri gözükmüştü. Tepkisi biraz nevrimi döndürmüş olsa da, büyüklenerek sataşmaya devam ettim. "Sen değil miydin bana bu sözleri söyleyen? İşte o çok istediğin saygıyı gösteriyorum sana, Merih abi."


Aniden attığı tek bir adımla aramızdaki tüm uçurumları aşarak geçti. Gözlerinin içlerinde ve dudaklarının kenarlarında az önceki gülüşün izleri kalmıştı. Görmeyi ne kadar özlediğimi fark ettiren sevimli bir tebessümle bakıyordu.


Neden böyle olmak zorundaydı? Hiç veda dansı yapmak zorunda kalmadığımız bir hayatta karşılaşmış olsaydık, her şey daha farklı olur muydu?


Aniden tuhaf bir çekim vuku buldu aramızda; o kadar somut bir hissiyata sahipti ki, resmen beni dumura uğratmıştı. Sanki topraktan yükselerek bedenlerimizi birbirine düğümleyen güçlü bir sarmaşıktı. Resmen aramızdaki mesafeye meydan okuyordu. Katlanması güç, karşı koyması da bir o kadar yorucuydu.


Birden eli dokunacakmış gibi yüzüme doğru uzandı ama hemen sonra vazgeçerek, geri indirdi. Sanki bedeni kendisinden izinsiz yapmıştı bu cesur hareketi. Hızlıca ellerini cebine sokmuştu çünkü; beklenmedik arzularıyla çatışan ve kendisini yenmeye çalışan birisi gibiydi.


"Her şeyi hatırlıyorsun, değil mi?" diye sordu birden. Artık gülümsemiyordu. Suratımdaki bakışları o kadar kesintisizdi ki bütün yalanlarını görebiliyorum der gibiydi.


"Seni kendime inandırmak zorunda değilim," dedim, başımı geriye atarak. Asabi bir tavırla gözlerinin içine baktım. "Ayrıca seni hatırlamam için tutuşuyor gibisin. O kadar da önemli değil, boş versene sen."


Gözleri bu kışkırtıcı sözlerin çıktığı dudaklarıma kayınca birden tüm gardımı kaybettim, çenemi geri aşağıya indirdim. Bu ürkek kaçış onu güldürdü ama sözünü etmedi. Onun yerine başka bir yerden vurmayı seçmişti. "Haklısın, tutuşuyorum. Senin yüzünden yanıp tutuşuyorum."


Kısık sesle, ağır bir hastalıktan muzdarip kimse gibi söylediği bu sözler bana ânında geri adım attırdı. Hem verdiği hissiyatla ürkütmüş; hem de arsızca heyecanlandırmıştı. Gitgide somutlaşan aramızdaki bir şey adeta korkunç bir anafor gibiydi. Hemen uzaklaşmazsam, her şeyimle beni yakalayarak kendisine savuracak gibiydi.


Ben geriye kaçılsam da o yerinden kımıldamadı. Yaptığı itiraf onu da tökezletmişti sanki; artık o kadar da kendinden emin durmuyordu. Gözlerine anlayamadığım bir duygu sisi çökmüştü.


"Daha önemli işlerin vardır eminim ki, burada vakit kaybetme benimle," Ne dediğimi bilmeyerek hemen konuyu değiştirdim. Bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordum. "Hem senin de dediğin gibi, çoluk çocukla mı uğraşacaksın?"


Bakışları değişti birden; dudakları bir şey söyleyecekmiş gibi aralandı fakat söylemeye fırsat bulamadı. Çünkü çoktan arkamı dönmüş, kaçarcasına yokuşu tırmanmaya başlamıştım. Aramızda örülen çekimin boğucu etkisinden sıyrılmak resmen hafiflemişti beni. 


Arkama bile bakmadan müştemilata doğru yürüyerek, çabucak zile bastım. Kollarımı kendime sarmış, sabırsızca beklerken titremeye başlamıştım. Ama nedeni gerçekten üşüdüğüm için miydi, emin değildim.


"Sen mi geldin?" Aniden içeriye dalınca, Sinem araladığı kapıyla birlikte geriye sürüklendi. Merih'in lafları ağzına tıktıktan sonraki ifadesi beni tedirgin etmişti; her an peşime düşüp bir taşkınlık yapsa şaşırmayacaktım. "Ne oldu, ne bu telaş?"


Kapıyı arkamızdan örterken, ona dönerek gülümsedim. "Üşüdüm sadece, bir şey yok. Kızlar nerede?"


Gülümseyerek koluma asıldı. "Gel hadi, içerde oturuyoruz." 


Birlikte salona girdiğimizde, gerçekten de kızları bir köşeye tünemiş hâlde buldum. Nalan dışında herkes buradaydı. Ece ile Sude koltuğun ucuna yan yana kurulmuşlardı; Aylin yerdeydi, koltuğa yaslanmıştı. Biz bölmeden önce neşeli bir sohbet yaptıklarını anlamak pek de zor değildi. 


Ece eliyle yanlarına oturmamı söyledi. "Demo hastane nasıl geçti?" 


"Güzel geçti, bir sıkıntı yok." dedim, yanlarına giderken. Sinem kapıyı arkamızdan örterek sesimizin dışarıya taşmasına mâni oldu. Ben Sude'nin yanına otururken, o yere çökerek Aylin'in yanına sokulmuştu.


Aramızda geçenlerin Sude'yi hâlâ tedirgin ettiği belliydi; nasıl davranması gerektiğini kestiremiyormuş gibiydi. Göz teması kurmaktan çekiniyor, neredeyse benden tarafa hiç bakmıyordu.  


Dirseğimle onu dürterek bana bakmasını sağladım. Kimseyle aramın bozulmaması gerekiyordu. Gözlerimiz birbirine değince hiçbir kırgınlığımın olmadığını göstererek, gülümsedim. 


Haylaz bir çocuk gibi çekiştirerek koluna girince, sonunda o da güldü. İlerleyen saatlerde de iyice gevşedi; sohbet koyulaştıkça eski neşesine geri dönmüştü.


"Dökül bakalım, Demo," diyerek bana laf atan Aylin, tüm uğultuyu kabaca susturdu. "Merih'le Pınar'ın arasında gerçekten bir şeyler var mı? Tüm gün hastanede birlikteydiniz, sezmişsindir sen bir şeyler."


Aniden sohbeti bıçak gibi kesen bu soru tadımı kaçırmıştı; umursamazca omuzlarımı silktim. "Bilmiyorum, bana sormayın hiç. Ben anlamam böyle şeylerden, safım biraz."


Ece hayıflanarak bacağıma vurdu. "Ay saçmalama, anlamışsındır illa ki bir şeyler. Kendine mi saklıyorsun yoksa dedikoduları?"  


Beklentiyle suratıma bakan gözleri görünce keyifsizce güldüm. Arkama yaslanarak kollarımı önümde kavuşturdum; kurtulamayacağımı anlamıştım. Ağzımın içinde gevelediğim, "Yani evet olabilir sanırım, emin değilim." sözleri umduğumdan da büyük bir heyecan tufanına sebep oldu. Kuşkularla söylemiş olmama rağmen, kesin bir beyan sunmuşum gibi davranmışlardı.


Aylin zafer kazanmış bir edayla, "Biliyordum!" diye haykırdı.


Sinem omzuna vurarak onu sustururduktan hemen sonra, daha usturuplu bir zaferle, "Söylemiştim size, belliydi böyle olduğu." demişti.


"Tamam, Pınar hoş kız şimdi ama," Sude kendi kendine mırıldanıyordu; karmaşık bir denklem çözmeye odaklanmıştı sanki. "Beren ne tepki verir bunu duysa, düşünmek bile istemiyorum. Vay be, Merih gerçekten ondan mı hoşlanıyor?"


Ece kuşkuyla kaşlarını çatarak bana doğru döndü. "Demre emin misin aralarında bir şey olduğundan? Merih'in birisiyle sevgili olduğunu düşünmek çok tuhaf."


Tüylerim ürperdi birden; yaşadığım huzursuzluk yerimde oturmama müsaade etmedi. Huysuzlana huysuzlana ayağa kalktım. "Bilmiyoruz dedik işte, anlamıyor musunuz? Hiç güvenmeyin bana," Gürültülü bir neşe furyasıyla bahse girdiklerini görünce sinirlenerek kapıya yürüdüm. "Tuvalete gidiyorum ben."


Odadan çıkarak kapıyı sertçe arkamdan örttüm. Bir süre durduğum yerde soluklandım. Bahse girilecek kadar mühim miydi gerçekten bu mevzu? Söylene söylene odama çekilerek zihnimi hırpalayan gürültülerden uzaklaştım. Kapıyı arkamdan örterken, gözüm üstümdeki kıyafette takılı kaldı.


"Niye eline tutuşturmadım ki ben bunu?" Kendime öfkelenerek, adeta sökercesine üstümden çıkardım. Ardından hınçla odanın diğer ucuna, duvarın dibine fırlattım. 


Her seferinde itinayla katlayarak bir kenarda muhafaza ettiğim kıyafeti bu hâlde görmek kendimi kötü hissettirse de geri adım atmayacaktım. İnce bir pişmanlık sezince duygularımı sineye çekerek, dolabıma yürüdüm.


Hayır, oradan almayacaksın onu. 


Hastane kokusunun sindiği kıyafetlerden kurtularak pijamaların rahatlığına kavuştum. Yüzümde hâlâ makyaj olduğunu anımsamış, bir an önce temizleme arzusuyla dolmuştum. 


Ama kollarımdaki izleri görünce dikkatim dağıldı; sanki zihnimdeki düşüncelerin üstüne kalın bir sis çökmüştü. Parmaklarımın ucuyla tenimdeki morlukların üstünde gezinirken, doktorun sesi kulaklarımda çınladı.


Nasıl bir zehrin bağımlısı yapmışlardı beni? Ne tür bir maddeye tutsak etmişlerdi?


Beni kendi bedenimin düşmanı yapmışlardı. Belki de zamanla damarlarımda akan zehri arzulamaya başlayacaktım. Beni çürütmesine ihtiyaç duyacaktım.


Birden kumaşı çekiştirerek kollarımı altına gizledim. Daha fazla anlamak istemiyordum. Parmaklarımı saçlarıma geçirerek hızlıca tepemden topladım, hınçla sıktım. 


"Ah!" Canım yanınca tüm kabahat tokadaymış gibi sinirlenerek gevşettim. Ne diye salmıştım ki saçlarımı dışarıya çıkarken? Madem salık bırakmam onun hoşuna gidiyordu, o zaman bundan sonra hep toplayacaktım. Elimin tersiyle dudağımdaki nemlendiricinin kalıntılarını silerken, göğsümde şahlanan öfkeyi dizginlemekte zorlandım.


Birden kapıya vurulunca irkildim.


Kızların yan odadan gelen boğuk gülüşmelerini hâlâ duyabiliyordum. Zaten onların girmeden önce kapıyı tıklamayacağını da biliyordum; bu yüzden meraklanarak birkaç adım geriye kaçıldım. "Gelebilirsiniz."


Fakat kimse gelmedi. Kendim açmaya karar vererek kapıya doğru yürürken aynı tıklayış yeniden odayı doldurdu. Sesin arkamdan geldiğini anlayınca, şaşırarak o tarafa döndüm. 


Aniden tüm bedenimi kuşatan korku beni üstünde durduğum zemine mıhladı. Resmen dudaklarım aralık kalmıştı; ama hiçbir kelime çıkamıyordu. Çünkü nutkum tutulmuştu. 


Merih tatlı tatlı gülümseyerek pencerenin kenarına yaslandı; bir elini cebine sokmuştu, diğeriyle de usulca bana el sallıyordu. Karanlığın içinde, odamdan taşan ışığın altında öylece dikiliyordu.


Kalbim boğazıma tırmanırken, yerimden kımıldayamadım. Ne yapıyordu bu saatte burada? Çenesiyle sabırsızca pencerenin kulpunu gösterdi; ama ben yine de hareket etmedim. Bir duvar ötemdeki gülüşmelerin tedirginliğiyle, öylece odanın ortasında dikildim.


Birden nefesini üfleyerek pencereyi tuttu ve sertçe kenara itti. Zahmetsizce yana kayan boydan cam, resmen davetkâr bir kapı gibi sonuna kadar aralanmıştı. Soğuk bir ayaz tokat misali suratıma indi. Telaşlanarak birkaç adım geriledim. Aramızda hiçbir engel yoktu artık.


"Nezaketen senin açmanı bekledim ama," dedi, kısık bir sesle. Yaslandığı duvardan kalktı, ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalıştı. Birisi tarafından duyulma kaygısı bile yoktu. "Kar soğuğu var resmen burada, o yüzden müsaadenle kitapçı kız."


Birden pencerenin kenarına tutunarak kendisini yukarıya kaldırmaya hazırlandı. Neye yeltendiğini idrak edince müthiş bir panikle kuşandım. Ama benim aksime o epey soğukkanlıydı. Sanki gecenin bir vakti başkasının odasına izinsiz girmeye kalkışan kendisi değilmiş gibi, tasasız ve telaşsızdı.


"Ne yapıyorsun sen ya? Kafayı mı yedin?" diye fısıldadım. Dehşet içinde öne atılarak yanına yürüdüm; içgüdüsel bir tepkiyle pencereyi kapatmak istemiştim. Ama sonra bunun onu durduramayacağını anlayarak aksi yöne, kapıya doğru koşmaya karar verdim.


Kâbus görüyor olmalıydım.


Hızlıca kilidi çevirerek kendimi onunla birlikte içeriye hapsettim. Fakat yine de rahatlayamadım; hâlâ sesimizi duyabilirlerdi. Sırtımı kapıya yasladım ve yavaşça ona döndüm. Odama girmesi yalnızca üç saniyesini almıştı. Pencerenin pervazına asılarak, tek bir zıplayışta balkon korkuluğunu aşmasına anbean tanık olmuştum.


Ağırlığı altında ezilen zeminden tok bir gürültü yükseldi. Aynı anda içimde devrilen korku da bu sese benzer bir gürültü çıkarmıştı. Ellerini silkeleyerek doğruldu, yukarı katlanarak çıplak tenini gözler önüne seren kazağını düzeltti. 


İlgiyle kamaşan gözlerini usulca odanın içinde gezdirdi; her ne düşünüyorsa belli belirsiz başını sallıyordu. Sonra birden durdu. Özensizce yere fırlatılmış kapüşonluyu ve düştüğü için kökleri saksıdan dışarıya taşmış olan ölü çiçeği görmüştü. 


Hâlâ kapıya yaslanmış duran bana kaydı gözleri. Önce kilidin üstündeki elime, ardından hızla inip kalkan göğsümdeki tedirginliğe baktı. Bizi içine soktuğu durumun sebep olabileceği tahribatları küçümser gibi, birden gülümsedi.


"Hevesini aldın galiba." Hınzır bir alayla duvarın dibine attığım kıyafetini gösterdi.


"Sessiz olsana!" Sıkılı dişlerimin arasından taşan fısıltı, resmen zehir saçan bir yılandan çıkmış gibiydi. Hızla sırtımı kapıdan ayırarak yanına koştum. Kollarından tutarak gerisingeri pencereye doğru iteklemeye başladım. "Kafayı yemişsin sen! Nasıl izinsiz odama girebilirsin ya? Bizi nasıl bir duruma soktuğunun farkında mısın?"


"Bizi mi?" dediğini duyunca, daha da hoyrat itekledim.


Fakat iki adımdan fazlasını attıramadım; o kadar güçlüydü ki kendisi istemedikçe kılını bile kımıldatamazdım. Dudaklarından ayrılmayan tebessüm sinirlerimi daha çok yıprattı. Oyun mu oynadığını zannediyordu? Onun da kollarıma tutunmaya kalkıştığını sezince hışımla geriye çekildim. 


Mızrak misali suratına fırlattığım bakışlarla sırtımı döndüm, hızla duvar kenarındaki kıyafeti alarak yatağa fırlattım. 


Her ne kadar şu anda ona karşı muazzam bir hınç besliyor olsam da emanetine bu şekilde muamele ettiğimi zannetmesi pek hoş değildi. Birisi bizi duymuş olabilir miydi? Bir türlü yatıştıramadığım telaşla, duvara sokularak kulak kabarttım. Kızların gülüşmelerini duyunca, içimde sıkışan soluğu ancak bırakabilmiştim. 


"Deli tavuk gibi etrafta koşuşturma da gel şöyle," Yayvan bir şekilde yatağıma oturduğunu görünce şaşkına döndüm. Başını kaldırıp da yüzümdeki yadırgamayla karşılaşınca güldü. Eliyle hafifçe yanına vurmuştu. "Gel otur hadi."


Tavırlarındaki rahatlık, resmen yatağıma oturmamı lütfeden yüce gönüllü birisini andırıyordu. Odanın gerçek sahibi ben değildim de kendisiydi sanki.


Yerimden kımıldamadığımı görünce elini yatağın üstünde kaydırarak biraz daha kendisine yaklaştırdı. Davetkâr bir şekilde, tekrar usulca vurdu. "Peki tamam gel böyle otur, izin veriyorum."


Karşısında nazlanan bir kız varmış gibi davranması kızgınlığımı kamçılamıştı. Adeta benimle eğleniyordu. İki adımla yanında biterek öfkeyle omzuna vurdum. Hafifçe sarsılmıştı ama buna rağmen yediği darbeden zevk alarak gülmüştü. Dudaklarından taşan bu neşeli gürültü, birdenbire gözlerimi kararttı. 


Üzerine eğilerek çileden çıkmış gibi çemkirdim. "Ya sen beni delirtmek için mi geldin buraya? Amacın ne senin?" Tekrar omzuna vurarak hoyratça sarstım. "Ne işin var odamda?"


"Böyle söylenmeye devam edersen beni değil seni duyacaklar. Sakinleş önce, sonra gel şöyle." Ansızın belimi kavrayan güçlü parmaklar beni aşağıya doğru çekti; ama yalnızca sendeletmişti. 


Çünkü onu bile şaşırtan bir hışımla omuzlarına asılmış, geriye iteklemiştim. Öyle ki beni zapt edebilmek için iki elini birden kullanmak zorunda kalmıştı. Tenime dağlanan gücü hissedince çırpınmayı bıraktım. Ondan kaçamayacağımın farkındaydım; zaten saniyeler içinde de yanındaydım. Yenilgimle biten bu güç kavgası ufak bir arbede doğurduğu için istemsizce fazla savrulmuş, resmen kucağına oturmuştum. 


Telaşla göğsüne tutunarak arkaya doğru kaykıldım; hızlıca bacaklarının arasından geri çıktım. İçimdeki öfke patlayan bir cam misali un ufak oldu; saçılan parçaları sanki kalbime saplanmıştı.


"Pardon." dedi, olabildiğince çabuk bir şekilde bacağının üstünden kalkmam için yardımcı olurken. Sonra bu beklenmedik yakınlığın suçlusu benmişim gibi homurdanmaya başladı. "Ne diye sana bir şey yapacakmışım gibi çırpınıyorsun? Evin çok kalabalık rahat edemem dedin, ben de buraya geldim. Eline pansuman yapacağım sadece."


Hafifçe bana doğru eğilerek pantolonunun arka cebine uzandı. Üzerimdeki etkisinin farkında olan gözleri, bir ân olsun suratımdan ayrılmıyordu. Kendisine bu kadar keskin bir güvensizlikle karşı koymuş olmam tadını kaçırmışa benziyordu.  


"Burası daha kalabalık Merih," Resmen çileden çıkacaktım; kızların sesini duydukça bayılacak gibi hissediyordum. "Ne yaptığının farkındasın değil mi?"


Aniden duraksadı, hafifçe gözlerini kıstı. "Ne dedin az önce?" 


"Merih abi dedim." Sinirli sinirli çıkışınca yeniden güldü. 


Bu aldırışsız gülüşle birlikte omuzlarım da düştü; sonunda bana mağlubiyetimi kabul ettirmişti. Cebinden çıkardığı ufak merhemle, çiçekli yara bandını bacağının üstüne bıraktı. Ardından gözlerimin içine bakarak uzandı, elimi kendisine doğru çekti.


"Söyle bakalım," dedi elimi bacağının üstüne koyarak. Merhemin kapağını açmış, hafifçe yaranın üstüne eğilmişti. Koyu saçları da kendisiyle birlikte öne devrildi; içimde düzeltme isteği kabarttı. "Sen ne zaman ağırlayacaksın beni yatağında? İadeyi ziyaret yapmak gerek."


Elimi çekmek isteyince gülerek başını kaldırdı, hemen geri yakaladı. Hiç ikna edici olmayan bir tavırla dudaklarını bastırmıştı. "Tamam sustum, tamam."


Hiçbir karşılık vermedim ama elimi geri kucağına koymasına müsaade etmiştim. İstediğini yapmadan buradan gitmeyecek gibiydi; bu yüzden kaderime boyun eğerek, sessizce bekledim.


"Bugünkü olay için özür dilerim," dedi birdenbire. Mahcubiyet dolu sözleri o konuştukça avucumun içine dökülüyordu. "Çocuk gibi olduğunu falan düşünmüyorum. Pınar'ın yanında sana öyle davranmam gerekiyordu sadece." Başını kaldırarak gözlerimin içine baktı. "Seni kendimden itmeye çalışıyorum ama..."


Gülümseyerek sözünü kestim. "Çalışmana gerek yok, beni hiçbir şey yapmadan da itiyorsun zaten."


Suratına çarptığım lafın onu sinirlendirmesini beklerken, aksine gülümsedi. Tekrar elime eğilmişti. "Ama başaramıyorum diyecektim. Seni itiyorum ama sonra tekrar çekiyorum. İnan ben de ne yaptığımı bilmiyorum."


Bu beklenmedik dürüstlük dumura uğrattı beni; hiçbir karşılık veremedim. Parmağının ucuna aldığı merhemi nazikçe tenimdeki yaraya sürerken, yalnızca izledim.


Konuşmayacağımı anlayarak, sözüne devam etti. "Pınar hırsları olan bir kadın. Yanında sana," Kısa bir an elleri duraksadı. "O şekilde seslendiğim için seni hedef alacaktı, biliyorum. Tanıyorum onu. Seni çocuk gibi gördüğümü düşünmesi için öyle söyledim."


Şaşırarak, "Her yavrum dediğin kadını hedef mi alıyor bu?" diye sordum. Kendimi tutamayarak alaylı alaylı güldüm. "O kadar mı hoşlanıyor senden?"


Tekrar başını kaldırdı. Sanki bir sır verecekmiş gibi, usulca gülümseyerek bana sokuldu. "Tek yavrum dediğim kadın sensin çünkü. Her kadına böyle sözlerle takıldığımı mı düşünüyorsun gerçekten? Senden başka kime dedim?"


Sesindeki samimiyet içimi ürpertmişti. Yakınlığı kalbimi sıkıştırınca, gözlerimi kaçırarak önüme döndüm. Sırf ona ters düşmüş olmak için, "Beren'e güzelim demiştin diye hatırlıyorum." diye fısıldadım. Ama anında pişman oldum.


Geriye kaçılarak gülünce susturmak için öfkeyle kolunu itekledim. Parmağımı dudaklarıma bastırmıştım. Eğer birisi bizi duyarsa, tam anlamıyla biterdim.


"Hafıza kaybı yaşayan kıza bak sen, kime güzelim dediğimi bile hatırlıyor." diye fısıldadı, hınzır bir tavırla. Gözlerimi devirdim; pot kırdığım için kendime sinirlenmiştim. "Beren'le aramdaki ilişki o kadar karışık ki anlatsam bile inanmazsın. Bana neden iltifat etmiyorsun diye başımın etini yediğinden arada güzelim diyorum, doğru ama..."


"Her neyse, niye bana açıklama yapıyorsun?" Söylediklerini savuşturur gibi elimi salladım. Üzerinde düşünmek istemiyordum çünkü bana özel davrandığını anlamak, her şeyi daha da zorlaştıracaktı. Zaten kalbim yeterince kasılıyordu şu anda; daha fazlasını kaldıramazdım. Sabırsızca yaralı elimi kımıldattım. "Ne yapacaksan yap da bitsin artık şu pansuman."


Lafları ağzına tıkmamı anlayışla karşıladı ve konuyu daha fazla uzatmadı. Çiçekli yara bandını kaldırarak bana gösterdi. "Kubi'den aldım bunu."


İstemsizce güldüm; gerçekten de ona ait bir eşya olduğu belliydi. Acaba görüşmeyeli nasıldı? İçimde yoğun bir özlem kabarınca, hemen yarın ziyaretine gitmeye karar verdim.


Bandı yaranın üstüne kapatıp, "Tamamdır, bitti." dedi ve doğruldu. Yaptığı işten memnun bir ifade vardı suratında. Tek eliyle yatağa yaslanırken, arkasındaki kapüşonlu yine gözüne ilişti. "Seni bu yükten kurtarıp geri alabilirim istersen," Kaşlarını kaldırıp başını hafifçe yana eğdi. Gülünç bir şekilde dudaklarını büzmüştü. "Oraya buraya fırlattığına göre senin için yük olmuş belli ki."


Yorgun argın güldüm; kendimi diken üstünde hissetmek resmen bedensel olarak yormuştu beni. "Sana sinirlendikçe hıncımı ondan çıkarıyorum, ne yapayım. Yıkadıktan sonra hemen geri getireceğim."


Bedenini bana doğru döndürünce yatak hafifçe sarsıldı. Dizi bacağıma yaslanmıştı. Artık varlığıyla kalbime dokunabilecek kadar yakınımdaydı. "Benden çıkar hıncını. Hem niye sinirlendin sen bana, anlat bakayım?"


"Soruyor musun bir de?" diye fısıldadım, iğneleyici bir tonla. "Salağa yatma hiç, bundan daha akıllı bir adamsın sen. İstemediğim kadar çok şeyin farkındasın." 


Birden fısıldamayı bırakarak, alay kokan bir sesle mırıldandı. "Hiçbir şeyi unutmadığının farkında olmam gibi mi mesela?"


Bir duvar ötemizdeki sesler kesilince öfkeyle uzanıp elimi dudaklarının üstüne kapattım. Geriye çekilmeyerek kendisini susturmama izin vermişti. Kızların gülüşmelerini tekrar duyana kadar kımıldamadım. "Şu borazan gibi sesini kısacak mısın artık?"


Gülünce gözleri kısıldı; kirpikleri birbirine karışmıştı. Sıcak nefesi avucumun içine doldu. Ürpererek elimi dudaklarından ayırdım. Kıyılarından çekilen bir deniz gibi kendimi ondan uzaklaştırdım. Zira ait olmadığım kıyılara vuruyordum; beni boğabilecek güvensiz sulara karıştırıyordum kendimi. 


Sessizce ondan uzaklaşmamı seyrederken, gülümsemesi yavaşça soldu.


"Ne olacağız biz seninle böyle?" Fısıltısı o kadar çelimsizdi ki sanki amacı duyulmak değildi. Gözlerindeki yoğunlukta boğulurken nefeslerim boğazıma dizildi. Sesindeki çaresizlik içimdeki bir şeyleri öldürerek dirilmişti sanki.


Aniden derince bir nefes alıp oturuşunu düzeltti ve dizini kırarak tüm bedeniyle bana döndü. Artık ondan kaçmamın mümkün olmayacağı şekilde, dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu. "Demre, şimdi beni iyi dinlemeni istiyorum. Az sonra söyleyeceklerim çok önemli."


"Ne oldu?" diye fısıldadım, kaygıyla onu süzerken. Birdenbire ciddileşmişti.


"Birkaç saat önce haber aldım, Tan Şahoğlu yarın konağa dönecek," dediğinde, kaşlarım çatıldı. Bunu neden bana söylüyordu? Sesindeki temkin beni de germişti. İstemsizce kendimi ona doğru sokulurken buldum. "Eğer tekrar aşağıya inmek istemiyorsan, rolünü inandırcı oynamak zorundasın. Her şeyi unuttuğuna inandır onu."


Müthiş bir şaşkınlıkla geriye kaçıldım; gözlerinde kinaye görmeyi beklemiştim. Çünkü benimle eğlendiğini düşünmüştüm. Fakat hiç de eğlenir gibi bir hâli yoktu. Tedirgindi ama ağzından çıkan her sözün sorumluluğunu üstelenecek kadar da kendinden emindi.


Ama yine de hafıza kaybı yaşadığıma dair söylediğim yalanı bu kadar tereddütsüz suratıma vurabilmesi sinir bozucuydu. Damarlarımda akan kanın ısındığını hissettim; yine sinirlenmiştim.


"Ne demek bu?" Sesimdeki şüpheyi saklamaya hiç uğraşmadım çünkü ona güvenmediğimi bilmesini istiyordum. Keza iyiliğimi istediğine de inanmıyordum. "Ne istiyorsun benden Merih? Neden söylüyorsun bunları bana? Ayrıca senin sözüne inanacağımı mı düşünüyorsun gerçekten?"


O da hafifçe geriye çekildi; ama gözleri hâlâ üstümdeydi. "Bana güvenmek zorunda değilsin. Ama zamanında seni başına gelecekler için defalarca kez uyardığımı, durdurmaya çalıştığımı da unutma," Kısa bir ân sustu. Kendisi de dürüst olma hevesine şaşırmış gibiydi. "Hiçbir zaman kötülüğünü istemedim ama farkındayım, kötülüğünü isteyenleri de daha erken durdurmadım. Bana güvenmemene hak veriyorum."


"Kötülüğümü istemedin..." Kendimi tutamayarak güldüm. Gözlerindeki içtenliği görmek öfkemi törpülemişti sanki. "Ne anlatıyorsun ya sen? Bana bu kötülüğü yapanlardan hiçbir farkın yok senin! Onlar yapan tarafsa, sen de izleyen tarafsın." Yaşadığım adaletsizliğin öfkesine teslim olarak, hışımla omzuna vurdum. O kadar kaskatıydı ki vücudu, resmen elimi acıtmıştı. "Kan kusuyorum ben Merih. Kan kusuyorum! Ne anlatıyorsun sen bana? Hiçbir farkın olamaz senin o katillerden."


Sesimin titrediğini fark edince sustum, önüme dönerek duygularımın ağırlığı altında soluklandım. Sakin kalmam gerekiyordu. Avucumu alnıma yaslayarak serinlemeye çalıştım. Kendimi teskin etme çabalarımı izleyen Merih, bir süre kelimelere hiç dokunmadı.


Sessizliğin bize tabut olduğu kısa bir duraksamanın ardından, renksiz bir sesle mırıldandı. "Buraya nasıl geri döndüğünü hatırlıyor musun?"


Sorusu beni şaşırtmıştı; ama belirgin bir tepki vermekten kaçındım. Elimi alnımdan çekerek gözlerinin içine baktım. Fakat bir şey söylemeye fırsat bulamamıştım çünkü ansızın biri kapıyı açmaya çalışmıştı. 


Yaşadığım korkudan konuştuğumuz meseleyi unutarak çabucak ayağa fırladım. Birisi tekrar kapıya vurarak kulpu indirdi. Kızların birbirine karışan anlamsız seslerini duyunca, ne yapacağımı şaşırarak Merih'i kolundan yakaladım. Tüm gücümle çekiştirerek yataktan kaldırdım.


"Demo niye kapıyı kilitledin?" Ece'nin sorusu başımdan aşağıya kaynar sular dökülmesine yetmişti. Merih'in bir şey söylemek için aralanan dudaklarını görünce dehşetle elimi ağzının üstüne örttüm. Nasıl bir cesareti vardı bu herifin? Çaresizce göğsüne bastırarak pencereye sürüklemeye çalıştım. "Demo açsana iki dakika kapıyı." 


İnandırıcı duyulması için çaba sarf ettiğim bir sakinlikle, "Bir saniye, üstümü giyiniyorum!" diye seslendim.


"Görmedik sanki hiç ganimetlerini," diyerek gülen Sude, içimden okkalı bir küfür savurmama neden oldu. Merih kaşlarını kaldırarak gülümsedi. "Aç işte, ne saklıyorsun, bir şey soracağız sana."


Sabırsızca kapıya vurulunca elim ayağım birbirine dolandı. Merih odamda zuhur eden ufak kıyameti dindirmenin aksine; resmen kayıtsızlığıyla daha da şiddetlendiriyordu. Öyle ki çıkıp gitmeye hiç niyeti yok gibiydi. Etrafında esen telaştan hazzediyordu sanki; keyifli keyifli sırıtıyordu.


"Kızım ne giyiyorsun bu kadar, aç şunu bir şey olmaz!"


Panikleyerek koluna vurup gerilemesi ve kalın perdenin ardına girmesi için zorladım. Tüm gücümle göğsüne bastırınca sendeledi, sırtı duvara tosladı; ellerimdeki hoyratlık onu şaşırtmıştı, belliydi. Aralık dudaklarından nefesle karışık bir gülüş taştı. "Sevdim bunu, daha sık yapsana."


Ben bile zar zor duymuştum bu fısıltıyı ama yine de hadsizliği kızdırmıştı beni; susması için hınçla göğsüne vurdum. Nasıl bu kadar sorumsuz davranabilirdi? Neredeyse kafayı yiyecektim. Hızlıca perdeyi çekiştirerek kabartmış, iri bedenini görünmez kılabilmek için cebelleşmiştim. 


Soluk soluğa kalarak doğruldum. Hışımla yanına sokuldum, parmağımı suratına doğru kaldırdım. "Merih bak, eğer bir pislik yaparsan yemin ederim bu benimle konuştuğun son gece olur."


Kozları kendi elinde tuttuğunun farkında olan birisinin rahatlığıyla gülümsedi. Tek bir kelime dahi etmemişti. Geriye çekilerek aydınlık suratını perdenin arkasına saklarken, ellerimin titrediğini gördüm. Panikten bayılmak üzereydim. 


Tahammülsüzce vurulan kapıya koşarak, nihayet açtım. Soğuk bir cereyan misali içeriye giren Sude ile Ece dosdoğru yatağıma yürüdü. İkisi de dalgındı; etrafa hiç bakmamışlardı. Sadece kapıda bekletilmenin hoşnutsuzluğunu taşıyorlardı. Sude yatağa oturarak sırtını başlığa yaslarken; Ece yan uzanmış, elini başının altına koymuştu. 


"On saattir bunları mı giyiyordun?" Ece ağzının içinde gevelediği soruyla, üzerimi süzdü. Yarısı yatağın dışına taşmış olan bacaklarını hâlinden memnun bie şekilde sallıyordu.


İçten içe zelzele yaşıyor olsam da beni bile şaşırtan bir soğukkanlılıkla yalan söyledim. "Sütyenimi değiştiriyordum, o yüzden açamadım." Ama kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz onun da odada olduğunu hatırlamış ve utanmıştım. 


Sude telaşlı telaşlı kapıyı gösterince sessiz buyruğunu yerine getirerek yavaşça örttüm. Geri dönerken istemsizce perdeye kaçamak bir bakış atmıştım. Dikkatli bakıldığı müddetçe orada bir kabarıklık olduğu belliydi. Ruhumun daraldığını hissettim. 


Göğüs kafesimde o kadar büyük bir korku vuku bulmuştu ki resmen kalbimi uyuşturmuştu. Titreyerek önüme düşen saçları düzelttim. Ellerim beni ürkütecek kadar hızlı bir şekilde soğumuş, bacaklarımdaki tüm güç çekilmişti.


"Niye öyle dikiliyorsun?" Bunu soran Sude'ydi. Tam karşılarında durarak, dolaba sırtımı vermemi garipsemiş gibiydi. "Gelsene şöyle, sana bir şey soracağız." 


"Sabahtan beri oturuyorum zaten hastanede, ne soracaksınız?" Oturabilecek kadar sükunete sahip değildim. Başımı çevirip de perdenin hareketsiz durduğuna emin olmamak için kendimle mücadele veriyordum. 


Ece yayvan bir pozisyonda bir bacağını diğerinin üstüne atarken hafifçe kaşlarını çattı. "Merih'le Pınar'ın sevgili olmasından rahatsızlık mı duyuyorsun sen? Az önce çok gerildin çünkü ondan merak ettik."


Birden öksürmeye başlayınca ikisi de irkildi. Resmen kendi tükürüğümde boğulacaktım. Elimle ağzımı örterken perdeye baktım ama neyse ki hiçbir hareketlilik göremedim. 


"Saçmalamayın ya," dedim sonunda soluk soluğa kalarak tekrar doğrulmuşken. Sırtımı dolaptan uzaklaştırdım; bilinçsizce odanın içinde dolanmaya başlamıştım. "Neden rahatsız olacakmışım? Niye olayım yani? Saçmalamadınız iyice."


Sude kendisini savunmaya geçerek omuzlarını silkti. "Ne bilelim? Az önce tersledin bizi gittin..." 


"Yok ya," Henüz sözünü bitiremeden susturdum. "Onun için terslemedim, yorgunum o yüzden. Bu saçma soruyu sormak için mi geldiniz gerçekten?"


Kızgın kızgın ikisinde dolandırdığım bakışlar anlamsız bir suskunluk yarattı. Artık mekik dokumayı bırakmış, kollarımı önümde kavuşturarak odanın tam ortasında durmuştum. 


"Sen âdet olmuştun geçen gün, doğru ya. Ondan böyle agresifsin," Büyük bir sırra nail olmuş gibi gururla gülümseyen Ece, tepeden tırnağa kızarmama neden oldu. Merih'in durduk yere benimle ilgili bu kadar çok kişisel bilgiye sahip olması biraz rahatsızlık vericiydi. Üstelik şu anda âdet döneminde olmayışım durumu daha da gülünçleştiriyordu.


"Agresif falan değilim," dedim resmen aksini haykıran bir tavırla. Biraz daha ılımlı konuşmak için çabaladım. "Sadece yorgunum, erken uyusam iyi olur."


Ama ikisi de beni duymazdan geldi. Sude birden yaşadığım kâbusu uzatmaya ant içmiş gibi, pijamanasını çekiştirerek bacağını açtı. "Ya o değil de ağda bandı olan var mı? Benim ufak ufak çıktılar yine."


Tam soğuk terler dökerek onu susturmaya yeltenecekken Ece dalgın dalgın mırıldandı. Duyduklarım neredeyse beni bayıltacaktı. "Demo sen özel bölgeni neyle alıyorsun?"


Resmen çileden çıkarak, "Almıyorum, kapatın artık şu konuyu!" diye çığırdım. Utançtan ağlamama ramak kalmıştı.


Ece hayretle doğrulurken, Sude şaşırarak başını kaldırdı. Yavaşça bacağını geri örtmüştü. Nitekim ikisi de aynı anda şunu sordu. "Hiç mi almıyorsun?" 


"Hayır tabi ki alıyorum!" diye bağırdım, yanlış bir izlenim uyandırmanın çaresizliğiyle. Üst üste binmiş kelimelerle kendimi açıklamaya çalıştım. "Ben tüysüzüm zaten, baksanıza saçlarım bile çok değil. Hem şimdi gecenin bir vakti bunu mu konuşacağız? Uyuyacağım ben, hadi çıkın artık."


"İyi tamam," Sude gülerek ayağa kalkınca Ece'yi de peşinden sürüklemişti. İkisi de lafların ağzına tıkılmasının kırgınlığını taşıyordu. "İlk günlerinde senden uzak duracağız hanımefendi, belli oldu."


Odadan ayrılarak kapıyı örttüklerinde göğsümde sıkışan nefesi sertçe üfledim. Kımıltısız bir hâlde duran perdeye kısa, korku dolu bir bakış attım. Ardından kapıya yürüyerek yavaşça kilidi çevirdim. Yalnızca iki dakika durmuşlardı; ama resmen beni utançtan yerin dibine sokmuşlardı. 


Perdeye doğru yürüdüm ve gönülsüzce kenara itekledim. Her ne kadar yüzüne bakmak hiç istesem de bir an önce odamdaki bu dertten kurtulmam gerekiyordu. Gözlerimiz birbirine değdiği ân kendimi küçülüyormuş gibi hissettim. Dudaklarını birbirine bastırmıştı; suratında gülümsemenin izleri vardı. Kendisini tutmaya çalıştığı belliydi. 


"Lütfen git," Gözlerimi kaçırarak, arkasındaki pencereyi açtım. "Bir an önce uyumak istiyorum." 


Hiçbir şey söylemeyerek tırabzana tutundu ve onun için açtığım pencereden çevik bir manevrayla dışarıya atladı. Ellerini silkeleyerek bana döndüğünde, sessizliğinin her şeyi daha da kötüleştirdiğini düşündüm. 


Sanki zihnimden geçen sitemi duymuş gibi, "Bir dahakine herkesin uyuduğu bir zamanda gelmeye dikkat ederim, merak etme." dedi.


"Bir dahaki falan olmayacak." Öfkeyle pencereyi çekerek aralığı kapattım. "Görürsün sen, odamın her yerini çiçeklerle dolduracağım, bir daha hiç yaklaşamayacaksın."


"Yeter ki aramızdaki tek engel çiçekler olsun." Demir korkuluğa yaklaşarak kollarını üstüne yasladı. Başını geriye attı ve aşağıdan bana baktı. Kenardan vuran çiğ ışık yalnızca siyah gözünü aydınlatmıştı; artık körlüğü olmayan, yarasız ve normal bir adamdı.


"Aramızdaki tek engel çiçekler mi sence?" Bana yaptıklarını azımsaması hayal kırıklığı doğuruyordu içimde. Pencereyi biraz daha kaydırdım ama kapatmadım. "Ne kadar nefretle..."


Birden sözümü keserek tüm ağır lafları boğazıma dizdi. 


"İstediğin kadar çiçek koy yoluma ama nefretle koyma. Çiçekleri bir şekilde yenerim ama nefretini hiçbir şekilde yenemem," Parmaklarımı sıkarak pencerenin kulpunu tüm gücümün altında ezdim. "Haketmiş olsam bile, benden nefret etme."  


Gözlerimin dolacağını hissedince geriye kaçıldım. Pencereyi çarpmadan önce ondan duyduğum son söz bu olmuştu. Sertçe perdeleri çekerek, hüzünlerle gölgelenmiş suratını gözümün önünden uzaklaştırdım. 


Yaşadıklarımın şaşkınlığıyla ayaklarımı geriye doğru sürüyerek uzaklaştım. Gözlerimi perdeden ayıramıyordum. Gitmiş miydi acaba? Bir süre odanın ortasına dikilerek bedenimdeki gerginlikten arınmaya çalıştım. Sinirlerim o kadar birbirine düğümlenmişti ki ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Aynı anda içimden geçmeye çalışan onlarca duygunun altında eziliyordum sanki.


Eğer tekrar aşağıya inmek istemiyorsan, rolünü inandırcı oyna.


Ne demek istemişti? Kapımın kilidini açarak bitkin hâlde lavaboya gittim ve suratımdaki makyajdan kurtuldum. Zihnim dipdiriyken bedenim ölümü arzulayacak kadar ihtiyarlamıştı. Geri odama dönerek ayaklarımı sürüye sürüye yatağıma yürüdüm. Kızların hâlâ salonda fısıldaştıklarını duysam da yanlarına gitmek istememiştim. Tüm yorgunluğuma rağmen yorganın altına girerek başımı yastığa koyduğum ân, uyuyamayacağımı anlamıştım.


Gerçekten de tüm gece beni hırpalayan kâbuslar, sabah uyandığımda da zihnime saldırmayı sürdürüyordu. Merih'in yaptıkları ve söyledikleri o kadar dengemi sarsıyordu ki, dinlemem gereken asıl düşüncelerin sesini duymama imkan tanımıyordu.


Güneş gökyüzünün tepesinde yerini alana kadar evden hiç çıkmamış, saatlerce kendi içimde dolanarak odamı temizlemiştim. Sonunda biraz taze hava almaya karar vererek, kızların yanına gitmek için hazırlanarak müştemilattan çıktım. 


Hırkamın önünü iliklerken uzaklardan gelen boğuk kişneme sesleri duymuştum; yere çarpan toynakların gürültüsü kısık gülüşmelere karışıyordu. Havada kâh nazikleşen kâh haşinleşen rüzgarlar raks ediyordu. Ama yine de bu rüzgarlar tarafından hırpalanmak iyi hissettirmişti. Kollarımı kendime sararak patikanın içinden geçtim.


Çalıların arasından çıktığım esnada yokuşun aşağısındaki hareketlilik dikkatimi dağıttı. Üç büyük at, birbiri etrafında dönüyordu. Büyük bir toz dumanını havaya kaldırmışlardı. Adımlarım duracak denli yavaşladı; gözlerimi kısarak bahçede yankılanan bu yaygaranın sebebini anlamaya çalıştım. Ufak bir çember hâlinde dönen beyaz atları ve usta bir hâkimiyetle bu atları süren üç adamı görünce tekrar yürümeye başladım.


Kimdi bunlar ve amaçları neydi?


Günlerdir konaktaki egemenliğini süren sükunet, bugün itibariyle tahtından edilmişti belli ki. Belki de gerçekten Tan Şahoğlu geri dönmüştü. 


Ormanın kıyısından rüzgarları yararak konağa doğru gelen simsiyah bir at daha gözüme ilişti; ama tıpkı diğer üç atın sahibi gibi, onu da kimin sürdüğünü anlayabilmek imkansızdı.


Önüme dönerek adımlarımı hızlandırdığım esnada, aniden tanıdık bir sesle ayaklarım zeminde takılı kaldı. Kollarım yavaşça çözülürken tekrar çember suretinde dönen beyaz atlara döndüm. Adamların birbirine karışan gür kahkahaları tüm bahçeyi inletiyordu. 


Ama tüm bu furyaya rağmen Kubi'nin içli ağlayışlarını duyabilmek mümkündü. Çemberin tam ortasında yere çökmüştü; elleriyle de sımsıkı başına sarılmıştı. Kesik kesik inliyordu çünkü atlar en çok korktuğu şeydi.


Birden ileriye atılarak yokuş aşağı koşmaya başladım. Aramızdaki uzaklığı o kadar ürkütücü bir hızla katetmiştim ki saniyeler içerisinde yanlarına varmıştım.


"Ne yapıyorsunuz?" Ama daha fazla ilerleyemedim. Birbirini kovalayan devasa atların arasına giremediğim için geriye sendelemiştim. Sesimi duyurabilmek için öfkeyle bağırdım. "Durun! Ne kadar korktuğunu görmüyor musunuz? Lütfen durun!"


Atlardan biri yönünü sapınca çember de dağıldı. Bütün gülüşmeler kesilmişti; tüm meraklı gözler üstüme çullandı. Havaya karışan toprağı ellerimle savuşturarak öksürdüm.


"Nasıl bir cüret bu?" Tozu yararak atını üzerime süren kişi Emre Şahoğlu'ndan başkası değildi. Aradan geçen uzun zamana rağmen, biraz kilo almak dışında hiç değişmemişti. Eğlencelerini böldüğüm için suratıma attığı bakışlardan, atının kayışını çekiştirişine kadar agresiflik doluydu.


Ama beklediği yanıtı ona hemen veremedim. Tek bir solukta indiğim yokuş, soluklarımı üst üste bindirmişti. Ağzımdan çıkan kelimeler nefeslerimin altında eziliyordu. "Haddimi aşmak istemem Emre Bey ama bu yaptığınız acımasızca. Kubi'nin atlara karşı ciddi bir fobisi var."


Arkadan beliren ikinci atı Poyraz'ın sürdüğünü gördüm. Kardeşinin ölümüyle biten merasimden sonra, bu onu ilk görüşümdü. Resmen gençliğin toyluğundan sıyrılmış, büyümüştü. Kirli sakalları ve güçlendirdiği vücuduyla yetişkin bir erkekten farksızdı. 


"Fobisi mi var?" diyerek kıkırdadı. Pek hoş anılarımın olmadığı babası Turgut'u andıran gözlerini, üzerime dikmişti.


Atların dağılmış olmasını fırsat bilip, tökezleyerek yerden kalkmaya çalışan Kubi'nin yanına koştum. Havadaki toz artık yere sinmişti; tüm suretler daha belirgindi.


"Kubi iyi misin?" Kollarından tutarak ayağa kalkmasına yardım ettim. Ancak soruma yanıt alamadım. O kadar paniklemiş ve korkmuş bir hâldeydi ki yanındaki varlığımı bile fark etmemişti. Eğik başını bir an olsun kaldırmıyordu. Birden ellerimin arasından sıyrılarak çalıların arasına doğru topallamaya başladı. Arkasından seslensem de kendimi duyuramadım.


"Kubi atlardan korkuyor. Kubi atlar yüzünden topal oldu!" Kesik hıçkırıklarının arasından taşan sayıklamalarla, saniyeler içerisinde gözden kayboldu. "Kubi atlardan korkuyor. Kubi atlar yüzünden topal oldu!"


"Madem kıskandın eğlencemizi," Poyraz'ın küçümse dolu sözlerini duyunca ters ters ona baktım; ama ne kadar sinirlensem de sesimi çıkarmayacaktım. Tek eliyle tuttuğu kayışı yumruğunun içinde çiğneyerek hırsla kendisine çekti. "Seninle de eğlenelim öyleyse."


Birden ayaklarıyla atını dürterek, itaat arzulayan bir güçle, "Deh!" diye bağırdı. Hayvandan buyruğuna girdiğini kanıtlayan bir kişneme yükseldi. Ürkütücü bir tepinmeyle ileriye atılan beyaz at, aniden üzerime gelerek beni kafesledi. Emre'nin de gülerek altındaki hayvanı dürtmesi ve yeğenine katılması yalnızca birkaç saniye sürmüştü.  


Korkarak etrafımda döndüm; sıcak nefeslerini hissettiğim hayvanlardan kaçmaya çalışırken bir öne bir arkaya sendeledim. Toprağı eşeleyen toynakların ayyuka çıkardığı tozlar, tekrar kara bir bulut gibi üstümüze çöktü. Hızla gözlerimi yumarak ellerimi yüzüme siper ettim.   


"Durun." Tek kelimelik emir, hayret verici bir güçle ikisini de durdurmuştu. Poyraz söylenerek kayışları hoyratça çekti, çemberden çıktı; Emre de onu izlemiş, atıyla kenara çekilmişti. Ama hâlâ saldırabilecek kadar yakındaydı.


Boğazıma yapışan tozlu toprak yüzünden defalarca kez öksürdüm. Yeterince derdim yokmuş gibi bir de böyle şımarıklıklarla uğraşıyordum. Ellerimi indirince kenarda bekleyen üçüncü atın sahibiyle göz göze geldim. Durdurana kadar, önündeki zorbalığı eğlenceli bir piyes gibi izlemişti. 


İki gün önce konaktan çıkarken gördüğümüz dövmeli adamdı bu. Fakat ismini hatırlayamamıştım.


Adeta bir büst gibi oturuyordu atın tepesinde. Parmak kısımları olmayan, kahverengi deri eldivenler giymişti; bu yüzden ellerindeki dövmeleri görmek mümkündü. Hareket ettikçe kulağındaki ufak halka bir küpe onunla birlikte sallanıyordu. Suratıma kenetlenmiş yeşil gözlerde şaşkın bir merak vardı.


"Tanıyorum seni." dedi birden gülümseyerek. 


Tıpkı benim gibi, diğerlerini de şaşkına çevirmişti bu söylem.


Emre bende neyi tanıdığını anlamaya çalışır gibi hızlıca üstümü süzdü. "Nereden tanıyacaksın sen evimizdeki bu sünepe temizlikçiyi? Aynı yolda bile yürümemişsindir. Başkasıyla karıştırdın." Gülüşünde insanı hakir hissettirecek türden bir alay vardı.


"Hayır aptal, hayır," diye tersledi adam onu. Hafızasından şüphe duyulması ve sözüne itimat edilmemesi onu biraz sinirlendirmiş gibiydi. "Her gün evimde gördüğüm bir suratı başkasıyla karıştırmam imkansız. Sen karıştırırsın belki ama ben asla karıştırmam."


Sözleri beni afallatsa da inatla sessizliğimi korudum; zaten ne söyleyeceğimi de bilememiştim. Evimde mi demişti o? Yanlış duymuş olmalıydım. Ne münasebet. Beni tanımadığına emindim ama bunu belirtmemin onu kızdıracağına da az önce tanık olmuştum. 


Birden ayaklarıyla atını dürterek sabırsız hayvanı üzerime doğru sürdü. Kendime engel olamayarak korkuyla geriledim. Tam bu esnada zemini çiğneyen toynakların gürültüsü sessizliği yararak üstümüze çöktü. 


Ansızın bir gölge gibi aramıza giren kömür karası, devasa at ürkerek gerilememe neden oldu. O kadar ani belirmişti ki arkamdan, yüreğim ağzıma gelmişti.


"Merih..." Dudaklarımdan taşan fısıltıyı yalnızca ben duyabildim. Onu tekrar atın üstünde görmek, zihnimi birlikte sürdüğümüz anlarla bezemişti.


Ürkütücü bir hızla golf sahasını aşan kişi demek oydu. Sırtını bana dönmüştü; tüm ilgisi önündeki üç adamdaydı. Tıpkı onun gibi, Karan da soluk soluğa kalmıştı. Atın dizginlerine asılarak zorlanmadan itaat ettiren Merih, heybetli bir dağ gibi adama döndü.


"Sürdüğün at yabani ve eğitimsiz," dedi, gür bir sesle. Konuşmasında karşısındakini azarlayan bir üstünlük vardı; duymamak olanaksızdı. Nitekim herkesin duyduğu da barizdi. "Kaldı ki birisinin üzerine at sürmek nezaketsiz bir davranış. Madem söyleyecek bir şeyin var aşağı in, öyle söyle."


Apaçık azar yemesine rağmen bozuntuya vermeyen adam, yalnızca güldü. Kendi beyaz atının yanında resmen koyu bir cellat gibi dikilen Karan'a; ardından bu cellatı kendisine ram etmiş olan Merih'e baktı.


"Haklısın," Birden boyun eğerek atını kenara çekti ve hızlıca aşağıya indi. Toprakla buluştuğu an tok bir gürültü yükselmişti. Ellerini silkeleyerek Merih'e doğru yürüdü. Hemen önünde durmuş, hınzır bir tavırla sırıtmıştı. "Senden öğrenecek ne çok şey var böyle. Sürprizlerle dolu bir adamsın, Merih. Bugün ısrarla beni konağa davet etmenin nedeni bana böyle şeyler öğretmek miydi?" 


Karan'ın boynunu okşayarak birkaç kez vurduktan sonra yeşil gözleri bana kaydı. Merih temastan rahatsızlık duyarak, sessizce atını kenara çekmişti; artık suratı bize dönüktü. Her nedense, çok gergindi; kayışı tutan parmaklarının boğumları bembeyazdı. Fersiz gözleri durmadan ikimiz arasında gidip geliyordu.


Ondaki gerginlik bana da aksetti. Adam yanıma sokulup da elini bana doğru uzattığında huzursuzdum. Dudaklarındaki çarpık gülümsemeye, içine ormanlar sığdırmış yeşil gözlerine baktım. Parmaklarına kazınmış roman rakamlarını inceleyerek, havada bekleyen elini tuttum.


Gülümsemesi genişledi. "Seni bir gün canlı kanlı karşımda bulacağımı hiç düşünmezdim. Şaşırmadım desem yalan olur. Tanışalım, ben Mirza," Bir anlığına duraksadı. Sanki soyadını duyunca kim olduğunu hemen anlamam gerekiyormuş gibi, hızlıca eklemişti. "Mirza Hürkan."


Tanışalım derken kullandığı buyurgan tavır rahatsız hissettirmiş olsa da nezaketen gülümsedim. Hâlâ beni canlı kanlı karşısında bulmaya dair söylediği zırvalığı düşünüyordum. Dalgın dalgın elini sıkarken, "Demre." diyerek kendimi takdim ettim. Ardından toparlanarak geriye kaçıldım.


Sessizce kenarda bekleyen Merih'le gözlerimiz kesişti. Suratını gölgeleyen huzursuzlukla, başını belli belirsiz kımıldatarak konağı gösterdi. Gitmemi söylüyordu ve gözlerinde bir an önce yapmam için rica eden bir ısrar gizliydi.


"Ben işime döneyim artık, size keyifli günler dilerim." Burgu gibi suratımı delen yeşil gözleri görmezden geldim. Başımla nahif bir manevra yaparak arkamı döndüm ve ardıma bile bakmadan konağa yürüdüm. Sırtıma binen ağır bakışlar ayaklarımı birbirine dolandırsa da yavaşlamadım.


Ne saçmalamıştı bu adam? Canlı kanlı karşımda bulmak da ne demekti?


Her ne kadar Kubi'nin yanına gidip iyi olduğundan emin olmak istesem de şu anda pek doğru bir zaman değildi. Saniyeler içerisinde mutfağın arka kapısına vararak kendimi tek solukta içeriye attım.


Bulaşıkları yıkayan Ece beklenmedik ziyaretimle şaşırdı. "Sıkıldın mı evde oturmaktan?"


"Evet, biraz hava alayım dedim." Soluklanarak masaya doğru yürüdüm, kendimi sandalyelerden birine bıraktım. "Tan Beyler mi gelecek bugün? Az önce bahçede Emre ve Poyraz'ı gördüm. Konak tekrar sahiplerine kavuşuyor sanırım."


Köpüklediği bardakları suyun altında durularken, "Evet birkaç saate geleceklermiş, telaş var o yüzden evde," dedi. Kendisinin de bu telaşa kapılması gerektiğini fark etmişti; artık hareketleri daha çevikti.


Masanın üstündeki kaseden kaptığım mandalinayı usul usul soymaya başladım. Mutfakta yalnızca ikimizin olmasından fırsat bilerek, biraz onu konuşturmaya karar vermiştim. Kızlar hep birlikteyken rahatça her şeyden bahsetseler de, herkesin yalnızken söylediği şeyler farklı oluyordu.


"Poyraz'ı uzun zamandır görmemiştim burada," dedim ağzıma bir tane mandalina atarken. Dilimin üstüne yayılan mayhoşluk yüzümü ekşitti. "Şebnem Hanım ile Turgut Bey de geliyor mu artık? Oğullarının ölümünden sonra çok öfkelilerdi, haklı olarak."


Kısa bir bakış fırlattı bana. Kenardan aldığı bezlerden biriyle bardakları kurulamaya başlamıştı. "Sen burada yokken çok şey değişmiş, şimdi fark ettim. Çoktan barıştı onların hepsi," dediğinde mandalinayı çiğnemeyi bıraktım; şaşırmıştım. "Ufak gerilimler oluyor ama yine de günün sonunda aynı sofraya oturabiliyorlar. Poyraz da dedesine hayran olduğu için hep dizinin dibinde." Birden tekrar döndü, sesini alçalttı. "Yakışıklı olmuş ama hergele, değil mi?"


Gülerek mandalina yemeye devam ettim. Birden elimdeki yara bandı gözüme ilişti. Tuhaf bir durumdu. Ne kadar yakışıklı olursa olsun onun yanında herkes sönüyordu, göze görünmüyordu. Ama ben yine de şevklendirmek için sözlerini onaylamaktan geri durmadım. "Ne yalan söyleyeyim, yakışıklı olmuş gerçekten."


"Sence ilk kiminle olacak?"


Mandalina boğazıma kaçınca öksürdüm. "Anlayamadım?"


Aldığı tepkiye şaşırarak kıkırdadı. Elindeki ıslak bezi bezgin bir tavırla kenara fırlatıp bana döndü, kalçasını tezgaha yasladı. Bakışlarında çoktan anlamış olman gerekirdi küçümsemesi vardı.


Hızlıca kapalı kapıya dokundurduğu gözleri tekrar üzerime kaydı. Artık kısık bir şekilde mırıldanıyordu. "Allah aşkına, Demo. Tamam önceden yenisin diye sana pek güvenemediğimiz için bunları saklıyorduk. Ama yine de ucundan biraz çakmışsındır diye düşünmüştüm. Belkıs Hanım bile bu konu hakkında bizi haşlamıştı, sen de vardın o gün," Yaramaz bir çocuk gibi güldü. "Hatta sen de nasibini almıştın."


Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Sertçe yutkundum; hâlâ boğazıma kaçan ekşiliğin sızısını yaşıyordum. Tereddütlü bir şekilde, "Yani tamam, konakta bazı gizli aşkların yaşandığını anlamıştım, mesela Mercan gibi ama yine de ilk kiminle olacak demek bambaşka bir mevzu Ece." dedim.


Yavaşça başını iki yana sallarken, nefesle karışık güldü. Hafifçe öne doğru eğilmiş, koyu yeşil gözlerini suratıma dikmişti. "Bu kadar saf olma. Ben dahil tüm kızlar burada büyüdük, senin gibi dışarda başka hayatlarımız veya seçeneklerimiz olmadı. Manastır rahibesi falan mıyız biz? Belli bir yaşa geldikten sonra ne yapmamızı bekliyordun?"


Sorunun hoyratlığıyla huzursuzlandım. Hiç bu minvalde düşünmemiştim; ama zaten kendi gözlerimle tanık olmadığım müddetçe birisine böyle yakıştırmalar yapacak da değildim. 


Sessizliğimi bana saldırabileceği bir koz olarak görmüştü. Şaşkınlık ve kurnazlık karışımı bir tavırla fısıldadı. "Yok artık, sakın bana yirmi dört yıldır bakire olduğunu söyleme?"


"Ece!" Hayretle kapıları kolaçan ettim. Resmen ben utanmıştım onun yerine. Bu da yetmezmiş gibi ağzımın tadı bozulmuştu; sinirli sinirli mandalinayı masaya geri bıraktım. "Ne önemi var bunun? Senin hayatın için önemli olabilir bu ama benim için değil. Herkesin öncelikleri farklı, anlaşıldığı üzere."


"Tamam ya, ne celalleniyorsun hemen? Öncelikmiş..." Gülerek omuzlarını silkti, ardından işine geri döndü. "Aramızda ahlak kumkuması varmış da haberimiz yokmuş. Ama merak etme, sana da birisini buluruz yakında."


Arsızlığı karşısında resmen nevrim dönmüştü. Kollarımı kendime sararak, göremese bile arkasından saldırırcasına öfkeli bakışlar fırlatıyordum. Konuyu değiştirmenin telaşıyla, "Yani hepinizin sevgilisi mi var?" diye sorma gafletinde bulundum.


"Sevgili mi?" Absürt bir kavram söylemişim gibi gülmeye başladı. Omzunun üstünden bana baktı; bir yandan da bardakları kurulamayı sürdürüyordu. "Çok yanlış anladın sen olayı. Sence bu adamlar bizim gibi temizlikçilerle mi sevgili olur? Aynı sofraya oturabildiği kadınlarla sevgili olur." Geri önüne döndü. "Bizi ne yapacaklar? Amaç sadece eğlenmek. Filmlerde yaşamıyoruz sonuçta."


Elleri yavaşlamış, sesi durgunlaşmıştı; keza gülüşü de solmuştu. Arzuladığı gibi bir hayatı hiçbir zaman yaşayamayacak olmanın kırbacı sırtına inmişti sanki; omuzları kasılmıştı. 


Nitekim bahsettiği kadar eğlenmediğini kendisi de fark etmişti.


"Sen kiminle birliktesin peki?" diye sordum, çekingen bir sessizlikte. Hadsiz bir merak mı duymuştum, emin değildim. Ama içime korkunun filizlediği kuşku tohumları ekilmişti artık. Arkadaşlarımdan birinin onunla birlikte olma ihtimalini düşünmek bile beni çileden çıkarmıştı. Kendime engel olmam artık mümkün değildi. "Yani kim, kiminle birlikte? Merak ettim, resmen hiçbir şeyden haberim yokmuş."


Kuruladığı bardakları raflara dizmeye başladı. Hınzır bir edayla, "Onu kimse açıkça söylemiyor birbirine ama herkesin birileri hakkında tahminleri oluyor tabii." dedi.


Meraktan çatlamak üzereydim. Kaygılı bir hızla bacağımı salladığımın bile farkında değildim. "Senin tahminin ne peki?"


"Ağzımdan laf mı almaya çalışıyorsun?" dedi, bana bakmadan gülümseyerek. "Yoksa gözüne kestirdiğin kişi kapılmıştır diye mi korkuyorsun?"


Mandalinayı geri alarak tekrar yemeye koyuldum. "Sizin böyle korkularınız var herhalde? Ne o, yoksa birbirinizle mi kapışıyorsunuz?" Sessiz kaldığını görünce alayla güldüm. "Bak sen, ben de sanıyorum ki evdeki tek kurtlar sofrası içerde. Meğer biz de oturuyormuşuz bir tanesinde."


Söylediklerimi duymazdan geldi ama yüzü düşmüştü. Bu kapışmanın içinde olmayan biri tarafından tiye alınmak gururuna dokunmuştu, belliydi. Belki de bunun hararetiyle, hiç duymayı ummadığım bir şey söyledi. "Dilara uzun süredir Emre ile birlikteydi ama buna birliktelik denirse tabii. Öldüğüne üzülmedi bile pislik herif." Öfkesi yükseldiği hızla dindi, merakla bana baktı. "Siz birlikte çok vakit geçiriyordunuz, sana söylemiş miydi hiç?"


Afallayarak arkama yaslandım. Söylememişti ama yalnızca bununla da kalmamıştı. Resmen suratıma karşı Merih'in kanına girdiğimi söyleyip, nasıl bir kız olduğuma dair ağır ithamlarda bulunmuştu. Fakat yine de bu onur kırıcı tartışmayı anımsamak beni kızdıramamıştı; aksine hüzünlendirmişti.


"Her neyse, ölmüş birisinin arkasından konuşmayalım." Konuyu geçiştirmek istemiştim ama gülerek sözümü kesti.


"Tamam, ahlak kumkuması."


Gözlerimi devirerek mandalinadan geriye kalmış kabukları arkamdaki çöpe attım. Kafasına fırlatmamak için kendimi zor tutmuştum. Geri sandalyeye oturduğumda biraz daha sakindim. Çünkü olabildiğince konaktaki ilişkileri çözümleme peşindeydim. "Sude'nin birlikte olduğu kimse var mı peki?"


Tek bir isimle vereceği sarsıntının o da farkındaydı, gözlerimin içine bakmıştı. "Oğuz vardı sadece."


"Ne?" Tam anlamıyla beynimden vurulmuştum. Benimle alay ettiğini düşündüm; ama hiç de öyle bir tavrı yoktu. İki elle masaya tutunarak öne doğru eğildim ve şaşkınlığımda boğularak fısıldadım. "İyi de hep abi diyip duruyor ona. Ayrıca hiçbir zaman ondan hoşlanıyormuş gibi de değildi!"


"Yahu abi demesine mi takılıyorsun gerçekten?" dedi hayretle. "Konaktaki kurallara alıştığımız için böyle. Sanarsın yirmi yaş var aramızda. Ayrıca eskidendi ve çok kısa sürmüştü zaten ilişkileri. Sude seçicidir biraz." Karşıma geçerek direklerini masaya yasladı, suratını bana doğru yaklaştırmıştı. "Ama bak buraya yazıyorum, Sude'nin şu yeni gelen Çınar'a karşı ilgisi var bence."


Ferman imzalar gibi masanın üstünde kaydırdığı parmağına bakarken, birden kapı açıldı ve içeriye giren Sinem beni karşılık verme derdinden kurtardı. Yalnızca yirmi dakika içine sığdırdığım bunca sır kolay kolay hazmedilemeyecek kadar şaşırtıcıydı çünkü.


"Ne konuşuyorsunuz bakayım fısır fısır?" Gülümseyerek kapıyı ardından örten Sinem, elindeki tepsiyi masanın üstüne bıraktı; belli ki birisine kahve yapıp götürmüştü. Koşar adımlarla yanıma geldi, sandalyeye bıraktı kendisini. 


Omuzlarımız birbirine çarpınca sarsıldım. Henüz ben bir karşılık veremeden, Ece sinir bozucu bir sırıtışla atıldı. "Hiç sorma, aramızda başka bir rahibenin daha olduğunu öğrendim az önce."


Diğerinin kim olduğunu merak etsem de bu kadar hadsiz bir soru sorma niyetinde değildim.


Sinem neyi kastettiğini anlayamayarak kaşlarını çatınca, Ece çenesiyle beni gösterdi. Sertçe nefesimi üfledim; kendimi tutamamış, öfkeyle uzanarak omzuna vurmuştum. Acıyla inleyip geriye kaçılsa da, çarpık bir şekilde sırıtmaya devam etti.


Yaptığı imayı sonunda anlayan Sinem, "Salak mısın, Ece?" diyerek çıkıştı. Gösterdiği tepkiden ötürü kendisine minnet duymamı sağlamıştı çünkü onun da olgunluktan uzak bir tavırla alay edeceğini sanmıştım. "Senin yaptığın çok marifetmiş gibi bir de kızı küçümsüyorsun. Ne olmuş yani kız senin kadar geniş değilse? Evli barklı adamlara nasıl dadandığını da anlatsaydın bari."


Dehşet içinde elimi ağzımın üstüne örttüm. Daha neler duyacaktım? İrileşmiş gözlerle, kızarıp bozaran Ece'nin suratına bakakalmıştım. Onuruna saldıran bu sözler birden gözlerini karartmıştı. Oturduğu yerden hışımla kalkıp Sinem'in saçını çekiştirmeye başladı.


"Sadece bir kere oldu o!" Resmen tükürürcesine konuşuyordu; üstüne atılan lekeden kurtulmanın hırsıyla dolmuştu. Kızı hırpaladığını görünce araya girerek ayırmaya çalıştım. Fakat birkaç fiske de ben yemiştim. Acıyla inleyerek kolumu ovuşturdum. "Hem sen niye şimdi durduk yere benim sırrımı döküyorsun ortalığa? Yanlış anlayacak şimdi kız."


"Bıraksana be!" diye çığıran Sinem, öfkeyle silkelendi.


"Tamam, durun artık!" diye fısıldayarak, Ece'yi arkaya doğru itekledim. "Meral abla mı duysun istiyorsunuz? Kavganızın nedenini de evli adamlar diye açıklarsınız artık ona."


Gürültülü bir nefes verdi ve geri tezgaha yürüyerek sırtını yasladı. Yatışmıştı ama gözlerinden hâlâ alevler saçılıyordu. Sormamış olmama rağmen bana açıklama yaptı. "Eskiden güvenlik kulübesinde duran Burak'tan bahsediyor. Başka evli erkeklere falan dadanmıyorum, abartıyor."


Sinem sünen kazağını düzeltirken gözlerini devirdi; suskun kalmayı tercih etmişti. Az önce benim yediğim mandalinalardan birisini alıp, sessizce soymaya başladı. Kokusu anında havaya nüfuz etmişti.


Kimsenin konuşmadığı, kısa bir durgunluk oldu.


Düşünceli düşünceli tırnaklarını inceleyen Ece, sessizliği bozan ilk kişi olmuştu. "O değil de, Mercan'ı kimin hamile bıraktığı resmen sır olarak kaldı."


İçimde bir yerler sızladı. Aniden gözlerimin önüne devrilen cansız bedeni tüylerimi ürpertmişti. Sanki hâlâ zihnimin ücra bir kıyısında usul usul sallanıyordu. Ne kendisi ne de yaşatmak için çabaladığı bebeği; ikisi de her insanın hakettiği saygıyı hayattayken görememişti. En azından öldükten sonra görmeleri gerekirdi.


Bu yüzden sırrını kimseye söylememeye yemin etmiştim. Katilinin bir gün layığını bulması için elimden gelen her şeyi yapacaktım; ama masum bir anneye olan saygımdan ötürü bunu susarak yapacaktım.


"Bizi ilgilendirmesini isteseydi gelip anlatırdı," Sinem iki dilim mandalinayı birden ağzına attığı için sesi boğuk boğuk çıkıyordu. "Ama anlatmadığına göre, bizi ilgilendirmiyor. Ölen arkadaşına saygın olsun biraz."


"Saçmalama, tabii ki var." diyerek homurdanan Ece, birdenbire kederlendi. Omuzları çökmüştü. "Bazen kızları çok özlüyorum. Resmen üçü de aynı anda gitti. Hâlâ hiç gerçek gibi gelmiyor."


Sinem artık eskisi kadar şevkle yemiyordu meyveyi. Kara bulutları andıran bir hüzün çökmüştü herkesin üstüne. Tam bu esnada mutfağın kapısı tekrar açıldı. İçerdeki suskunluğu süzen Sude, beni fark edince gülümsedi.


Oğuz'la bir ilişkisi olmuş muydu gerçekten?


Yanıma geldi, kolunu omzuma yaslayarak ağırlığını üstüme verdi. "Yeni ilaçlar sana daha iyi geldi sanki, yüzüne renk verdi. Hem artık daha sık evden çıkıyorsun."


Mercan'ın katilinin kim olduğunu biliyor muydu acaba?


Gülümseyerek başımı geriye attım, suratına baktım. "Evet, daha iyi hissediyorum zaten."


Birden içeriye Meral ablanın telaş fırtınası esince herkesin dikkati dağıldı. Hızlıca elindeki kirli kahve fincanını lavabonun içine koydu. Eliyle arkasından gelmemizi söyleyerek çabucak geri çıktı. "Erken geldiler, karşılamaya kalkın hadi."


Sinem aceleyle mandalina kabuklarını çöpe fırlatıp son dilimi de ağzına attı. Ece üstündeki önlüğü çıkararak kenardaki askılığa bırakmıştı. Sude telaşla kolumdan tutarak beni peşinden sürükledi.


Bir yandan da dertli dertli mırıldanıyordu. "Ev ahalisi geldi, saltanatımız buraya kadarmış kızlar."


Hep birlikte mutfaktan çıktığımızda, dış kapının sahiplerini karşılarcasına sonuna kadar aralanmış olduğunu gördüm. Sinem bileğimden tutarak beni hafifçe arkaya, kızların hizasına çekti. Kendilerinden önce gürültüleri eve hükmeden Şahoğlu ailesi teker teker eşikte belirmeye başlamıştı.


Belkıs Hanım evine kavuştuğu gibi sırtındaki ihtişamlı kürkü çıkararak, yorgun argın Meral Hanım'ın kollarına teslim etti. Karamsar ve hoşnutsuzdu; çoktan bitmiş olmasına rağmen hâlâ yolculuğun uzunluğundan şikayetleniyordu. Duş alacağına dair bir şeyler mırıldanarak yanımızdan geçip gitti, merdivenleri tırmanmaya başladı. 


Omuz omuza veren Emre ile Poyraz hemen onun arkasından girmişti içeriye. Atları üzerime sürerken aldıkları keyif hâlâ dipdiriydi; kendi aralarında gülüşüp duruyorlardı. 


Peşlerinden gelen Mirza Hürkan, evin asıl sahibiyle yaptığı neşeli sohbetin hararetine kapılmıştı. Tan Şahoğlu'nun eli babacan bir tavırla omzunu kavramıştı; attığı ağır adımlarının arkasından onu da sürüklüyordu. Sımsıkı tuttuğu bastonuyla, yaklaşan kudretli varlığını etrafa duyururcasına zemini bağırtıyordu.


Onu en son gördüğüm geceden beri çok değişmişti.


Yaşlanmış değildi ama çökük bir yanı vardı. Tek bacağı kırılmış ihtişamlı bir tahtın her şeye rağmen imparatorunu devirmeme çabasını andırıyordu. Ama taşımak için mücadeleler verdiği imparator kendisi de değildi; örgütüydü. Çökmüştü ama hâlâ devrilmemişti; yavaşlamıştı ama hiç durmamıştı.


Boğmaca Matı'nın ne olduğunu öğrendin mi? 


Aniden omurgam boyunca akıp giden bir ürpertiyle titredim. Yüzümü buruşturarak karnıma tutundum. Bedenimde zuhur eden hareketliliği anlamlandırmaya çalıştım. Kusacak mıydım yoksa? Ama hayır, şimdi hiç sırası değildi. Kanımda akan bir şeylerin hızlandığını sezdim. Soluklarım derinliğini kaybetti.


Elbet bir gün öğrenirsin, bir ömürlük boş vaktin var artık.


İçimde yankılanan sesi, zihnime yapılan bir darbeden farksızdı. Resmen düşüncelerimin hâkimiyetini kendi eline almıştı. Hatırlıyordum. Bu sözleri beyaz odadaya tutsak ettiğinde fısıldamıştı kulağıma. Hatırlıyordum, yanıma gelmişti; ben uyuşturulmuş bir hâlde uzanırken, yatağımın kıyısına oturmuştu. 


Karnımda yabani bir içgüdü kımıldandı; içimdeki insanlığın kıvrandığını hissettim. Tüm evi sahipleriyle birlikte yakıp yıkma arzusuyla dolmuştum. Öylesine hiddetlenmiştim ki birden insan olmanın tüm ahlakını terk etmek istedim.


Hiçbir zaman bırakmak istememişti beni. Öyleyse niçin şu anda buradaydım? Hapsettiği beyaz bir odanın içinde ölene kadar çürütmek istemişti beni. Peki ama durduk yere fikrini değiştiren neydi?


Aniden kapıdan içeriye giren Merih'le gözlerimiz birbirine dokununca düşüncelerim dağıldı. Baştan aşağıya kasıldım. Bir terslik vardı. Onun peşinden sürüklediği kesif korku, benim kalbimi yerinden sökecek denli hızlandırdı. Suratını gölgeleyen endişeyi görememek için adeta kör olmak gerekirdi. Ne oluyordu? Duvarın dibinde bekleyen Meral ablayla aralarında kimsenin fark edemediği gerilimli bir bakışma yaşanmıştı. Fakat çok kısa bir andı bu. Merih başını çevirerek kenara çekildiği esnada eve başka birisi daha girdi.


Zeren eşikte dikilerek, buz mavisi gözlerini etrafını sarmış olan insanlarda gezdirdi; tam da umduğum gibi, herkesi sorunsuzca aşmış ama bir tek bende takılı kalmıştı. İnce kaşları hafifçe çatıldı; açık kalmakta zorlanıyormuş gibi gözüken gözleri, usulca vücudumda dolandı. Sağlam bir hâlde karşısında duruyor olmama şaşırmıştı, belliydi. Ürkütücü derecede zayıflamıştı; biraz da hasta ve histerik gözüküyordu.


Merih'in onunla karşılaşacağım için bu kadar gerildiğini zannettim; fakat çok geçmeden yanıldığımı anladım. Tüm bedenini kaskatı kesecek kadar kaygılandıran şeyin bu denli önemsiz bir karşılaşma olması imkansızdı. Başka bir sorun vardı.


Zeren babasının keyifli sohbetini bölerek herkesi nobranca susturdu. Kurnazlıklarla kamaşan gözleri üzerime çivilenmişti. "Ben de evin havasında ne değişiklik var diyordum. Meğersem neşesi geri gelmiş."


Tan Şahoğlu salona gitmekte olduğu yolun yarısında durarak ağır ağır arkasını döndü. Elini Mirza'nın üstünden çekmişti; konuşması bölündüğü için de hoşnutsuzdu. Kızının kesintisiz bakışlarını takip eden gri gözleri en sonunda bende durdu ve aniden hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu.


Bastonu elinden düştü.


Zeminle buluşan altın topuz, tüm kalpleri tekleten bir gümbürtü yükseltti. Etrafımdaki herkes irkildi. Sanki yere düşürdüğü bastonu değildi de çetin bir muharebenin ortasında elinden kayıp giden kutsal bir sancaktı.


Mirza gözünün ucuyla, ayaklarının dibine devilen bastona baktı; fakat eğilip de almadı. İstifini dahi bozmamıştı; çünkü bu beklenmedik zayıflığın nedenini anlamaya çalışıyordu. 


Kaza olamayacak bir zayıflıktı bu; çünkü tuttuğunu koparacak kadar sıkı kavrayan bu adamın durduk yere bastonunu düşürmesi görülmüş bir şey değildi. Sarılmaz duruşunu sarsan bir zayıflıktı.


Gürültüyü duyarak arkadan yetişen Poyraz, bastonu yerden alıp kutsal bir parçaymış gibi dedesine geri verdi. Ama uzakta dikilen Emre kadar, o da şaşkındı; ne olduğunu sormaya cesaret dahi edemeden hızlıca önünden çekilmişti.


Sessizliğin herkesi boğazladığı, cinayetten farksız bir ân yaşandı.


Birden bastonunu kaldırıp tüm hiddetiyle yere saplayan adam, ben hariç etrafındaki herkesi korkuttu. O kadar büyük bir güç sarf etmişti ki bu tepki için, tüm bedeni sarsılmıştı. Kırçıllı saçları dağılarak alnına dökülmüştü. 


Gri gözlerini belerterek bastonunun ucuyla beni gösterdi; çıldırmış gibi bir hâli vardı. "Ne işi var bu kızın burada?" Tekrar yere indirdi bastonunu; artık gitgide saldırganlaşıyordu. "Kim çıkardı bunu? Sadece bir haftadır yokum, karşılaştığım rezilliğe bak! Ne yaşanıyor bu Allah'ın belası evde ben yokken?"


Beni çıkaran o değildi.


Dizlerimin titrediğini hissettim. Tüm gözler sanki firar etmiş bir kaçakmışım gibi bana çevrildi; üzerime çullanan binbir çeşit şaşkınlığın altında ezildim. Ruhumu sendeleten bir korkuyla kuşanmıştım. Kazağımın kenarlarına tutundum, kumaşı yumruklarımın içine hapsettim.


Tan Şahoğlu kontrolden çıkmış gibi etrafındakilere bağırmayı sürdürüyor; bastonunu gözdağı verir gibi sallamaya devam ediyordu. Resmen öfkesiyle azap saçıyordu.


Ansızın gözlerim onu buldu. Daha önce hiç görmediğim kadar kararlıydı duruşu; sanki aynı güçlü duruşu bana da aksettirme çabasındaydı. Kör gözünde bile baktığı kişiyi yüreklendiren bir inanç hakimdi. Sonra birden, hiç beklemediğim bir şey yaptı; belli belirsiz kımıldayan dudaklarından, beni harekete geçiren o sessiz kelimeler döküldü.


"Korkmadan, benimlesin."


Yaşlı adamın kopardığı öfkeli yaygara altında başımı önüme eğdim ve kendimi az sonra yaşanacaklara hazırladım. Madem delirmemi istiyorlardı; öyleyse delirecektim. Madem oyun bitmişti; o zaman kimsenin bilmediği bir oyun oynamanın vakti gelmişti.


Birden dizlerimin üstüne çöktüm ve ağlamaya başladım.


𓄅



Okuduğunuz için çok teşekkür ederiimm 😭🤍 O kadar güzel yorumlar geliyor ki bunları hakedecek ne yaptım acaba diyorum bazen. Haftaya yine aynı günde görüşürüz!  Bir sonraki bölüm beni psikolojik olarak sarsan bir bölüm olacak gibi ama hadi bakalım giriştik bi işe dönüş yok 🫂 


Bu arada instagramdan oylama yapmıştım haftada bir uzun bölüm mü yoksa iki kısa bölüm mü diye, az farkla haftada bir uzun bölüm çıktı 🥲 Şimdilik böyle devam ediyorum o yüzden  Eğer beni sosyal medyadan da takip etmek isterseniz aşağıya bırakayım, gelin sohbet edelim. Sağlıcakla kalın 🫶🏻


Azalanlar instagram: @azalanlarofficial

Benim instagram: @monafesa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-