27

 27: EN BÜYÜK ZAAFIM




Benim zaferim buradaydı; dizlerimin üstüne çöktüğüm yerdeydi. Çünkü onun gibilerin önünde çökmek, kibirlerini ayağa kaldırmaktı. Büyük insanların azametine dokunabilmenin en kısa yolu, önlerindeki küçüklüğünü onlara göstermekti.


Dizlerimin yere değmesiyle çıkan tok ses öylesine ağır bir sessizlik zuhur ettirmişti ki, bizi tüm kelimelerin anlamını yitirdiği sağır bir dünyaya hapsetmişti. Dudaklarımdan taşan hıçkırık, bu sağır ânı yaralayan bir zanlıdan farksızdı.


Eğik başımı kaldırarak, bağışlanmayı dileyen bir kıvranışla karşımdaki gri gözlere baktım. Dudakları aralıktı; kaşlarının ucu neredeyse birbirine değecekti. Elinde tuttuğu bastonuyla, bastığı zemine mıhlanmıştı. Ne olduğunu anlamaya uğraşan zihni, düşüncelerin istilasına maruz kalmıştı. 


Yaylım ateşi gibi yanaklarıma devrilen yaşlar, etrafımdaki tüm bedenlere kilit vurmuştu. Huzursuzca yerinde kımıldanan Merih dışında, hiç kimse canlılık belirtisi göstermiyordu. Tüm gözler içlerine aldıkları hayretle irileşmiş, acı yalvarışlarıma kenetlenmişti.


"Suçumun ne olduğunu bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum! Bütün hafızamı kaybettim. Belli ki size karşı büyük bir hatam olmuş ama lütfen beni bağışlayın!" Kesik kesik ağlayarak başımı iki yana sallayınca birkaç tutam suratıma devrildi ve tüm bu çabama perişan bir dokunuşta bulundu. "Ben size hizmet etmekten başka hiçbir şey yapmayan basit bir temizlikçiyim. Nasıl bir gücüm olabilir sizin gibi birinin karşısında?" Ciğerlerimi hırpalayan derin bir nefes aldım. "Benim buradan başka gidecek bir evim yok. Bütün ailem burada. Yalvarırım beni onlardan ayırmayın!" Hakkımda vereceği fermanın altında ezilen bir çaresizlikle başımı önüme eğdim. "Lütfen bağışlayın beni!"


Kimse konuşmaya yeltenmedi; sanki dilsizlerle dolu bir odanın ortasındaydım ve tek bir kelime duyabilmenin açlığıyla kıvranıyordum. Ama kesik iç çekişlerim dışında hiçbir gürültü yoktu. Asırlar gibi hissettiren bir duraksamanın ardından, bu sarsıcı bağışlanma isteğini sineye çekebilen ilk kişi Tan Şahoğlu olmuştu. Zaten o bir hamle yapmadığı müddetçe, kimsede yapabilecek bir cesaret de yoktu.


Usulca kurbanına sokulan bir yırtıcı gibi yanıma yaklaştığını gördüm; ama başımı kaldırıp da gözlerine bakmadım. Resmen soluklarım boğazımı tıkamıştı; kucağımda titreyen ellerim sımsıkı birbirine kenetlenmişti. Bu benim tek şansımdı. 


Öyle bir çökmüş olmalıydım ki karşısında, uzanıp da yerden kaldırmaya değeceğini düşünmemeliydi. Tüm hırsını yitirmiş ve mazinin bir kıyısına fırlatılmış zavallı bir düşman olarak görmeliydi beni.


"Sen..." Ama derinlerinden yükselen bu kelime, tek başına bile umutlarımı yağmalayabilecek hiddetteydi. Öfkesinden sözünü dahi sürdürememişti; bastonunu yere sürterek bana doğru birkaç adım daha attı. Birden çaresizlikten zihnim uyuştu; ne düşüneceğimi şaşırdım. Çünkü onu kendime inandıramadığımı anlamıştım. 


Yapamamıştım, kurtulamamıştım. Tekrar beyaz duvarlardan oluşan bir mezarlığa hapsolacaktım.


Tan Şahoğlu üstüme devrilmeye hazırlanan kara bir gölge gibi önümde durmuşken, ansızın bir tok bir gümbürtü koptu. Omzuma yaslanan ağırlıkla sıçrayarak yanıma döndüm; uyuşmuş bir zihinle gördüklerimi algılamaya çalışıyordum. 


Sinem kendisini yanıma atarak dizlerinin üstüne çökmüştü. Ellerini birbirine kenetlemişti; başı önüne düşüktü, korkudan beti benzi atmıştı. Sanki yüksek bir yerden inmiş gibi soluk soluğaydı. 


Aniden dudaklarından ağlamaklı bir yakarış döküldü. "Onu alacaksınız beni de alın. Lütfen bizi daha fazla ayırmayın!"


Ellerimdeki tüm güç çekildi. Yeterince aşağıda olmama rağmen düşecekmiş gibi yere tutundum. Nasıl hayatını böyle hiçe sayabilirdi? Dehşete kapılarak onu iteklemeye ve yerden geri kaldırmaya çalıştım. "Sinem yapma ne olursun, ne yapıyorsun?"


Adeta bir cellat gibi tepemizde dikilen Tan, fersiz gözlerini önündeki şaşırtıcı fedakarlığın üstünde gezdirdi; sonra içli bir soluk aldı ve akıbetimizi belirlemiş gibi dudaklarını araladı. Fakat konuşmaya fırsat bulamadı.


Önce titreyerek ayakta dikilen Sude; hemen ardından Ece ile Aylin dizlerinin üstüne çöktü. Peş peşe sessizliğe darbe indiren dizlerin gürültüsü, tutulan bir sadakat yemini gibiydi. 


Meral ablanın, taşıyamadığı ağır bir şaşkınlıkla durduğu yerde sendelediğini gördüm. Duvar kenarına sinmiş olan Zeren'den hayret dolu bir gülüş yükselmişti.


"Üç kayıp verdik biz bu aileden!" Bu öfkeli sitemi yapabilecek cesarete sahip olan tek kişi Sude'ydi. Diğer kızlar gibi onun da başı eğikti ve ayaklarına kapandığı babasının suratına dahi bakamıyordu. Fakat yine de sesini çıkarabilecek kadar yürekliydi. "Daha fazla kayıp vermek istemiyoruz. Siz ailenizi koruyorsunuz, o zaman bizim de korumamıza müsaade edin! Madem birimiz azalacak, öyleyse hepimiz azalırız."


"Hayır..." Panikleyerek sözlerini etkisiz kılmak istedim ancak ne diyeceğimi şaşırmıştım. Zaten yere vurduğu bastonu, itiraz duymak istemediğinin sözsüz bir uyarısıydı. Kızların, tepelerine inen bu hiddetli gürültüyle korkarak irkildiğini fakat buna rağmen hiçbirinin geri adım atmadığını gördüm.


"Siz benimle..." Resmen fısıldıyordu; ama her nasılsa, kelimeleri ufaldıkça sesinin hacmi artmıştı. "Siz benimle alay mı ediyorsunuz?" Kimseden bir yanıt gelmedi. Aniden geriye kaçıldı, önündeki teslimiyet dolu tablodan tiksinerek dudağını büktü. Müthiş bir aşağılamayla elini savurmuştu. "Madem öyle, istediğiniz gibi olsun. Alın götürün bunların hepsini. Kalkın gidin, kalkın!"


Tereddütlü ufak kımıldanmalar oldu. Sude çoktan asabi bir tavırla, babasına meydan okurcasına ayağa kalkmıştı. Başına gelecek her şeye razıymış gibi ağırbaşlıydı. Onun hemen arkasından Sinem de titreyerek kalktı; bense hâlâ yerdeydim, durdurmak için panikle onların koluna asılmıştım.


"Kimse gitmiyor!" Birden hepimiz durduk. Tüm gözler bu keskin buyruğa itiraz edebilen cüretkar kadına döndü. Hışımla araya girerek adamın karşısında duran Meral abla, ansızın dizlerini kırarak afallatıcı bir güçle yanıma çöktü. 


Kızlar hızla kendilerini yere geri attı; anneleri olarak benimsedikleri bir kadının diz çöktüğü odada ayakta durmak artık tüm anlamını yitirmişti. Gözlerini Meral ablaya dikmiş olan Merih şaşırarak kaşlarını çattı; hızla bıraktığı nefesi göğsündeki şişliği söndürmüştü. Gergindi. Önündeki güç kavgasını onun da hiç beklemediği belliydi.  


Tan Şahoğlu tanık olduğu bu başkaldırışın şaşkınlığıyla, birkaç adım geriledi. Kızların hayret dolu hareketlenmesi bana da aksetmişti. Kolunu tutarak Meral ablayı durdurmak istedim ama yapamadım. Çenesi dimdikti; o kadar zarafetli bir yavaşlıkla çökmüştü ki yere, resmen yukarda kalanları aşağıya imrendiren bir güçteydi.


Bu bir ihtilaldi. Onun diz çöküşü, bütün üstünlüğü tepetaklak etmişti. Keza yıkıcı bir hasar bırakmıştı. Bizdeki çöküşü adeta eline almış, yontarak direnişe çevirmişti.


Yaptıkları şey benim için diz çökmekten de öteydi. Düştüğüm yeri kendi düştükleri yer gibi benimsemekti. 


Hiç önüne eğmediği başıyla, dosdoğru karşısındaki adamın gözlerine bakıyordu. Soluklarından taşan öfkenin alazlarını hissedebilmek mümkündü. 


Daha önce hiç onda görmediğim ezici bir kindarlıkla mırıldandı. "Bir sene önce bana verdiğiniz ama tutmadığınız o sözünü hatırlayın. Hiçbir yere gitmeyecekler. Demre hâlâ hasta, iyileşemedi. Üstelik ağır bir hafıza kaybı yaşadı. Bir gün her şeyi hatırlayacağı da meçhul. Size vereceğimi verdim ben, bundan sonra kimse kızlarıma dokunmayacak." Diz çöküyor olmasına rağmen baskınlık sağlayabilmesi afallatıcıydı. Birden yüzünü bize doğru çevirerek tahammülsüz bir tavırla azarladı. "Kaldırın şu başınızı siz de! Madem bir dava edindiniz kendinize, duruşunu da edinin."


Yavaşça başlarımız kalkarken tedirgin tedirgin birbirimizle bakıştık. Yanımızdaki kadının öylesine kendinden emin bir hâkimiyeti vardı ki tüm evin önünde diz çöken bizler değildik sanki.


"Ne yapıyorsun, Meral?" Tüm hiddeti dinmiş olan adam, yalnızca şaşkınlığın ve sönük bir kızgınlığın etkisindeydi artık. Bastonunu vuruşu bile sadece sitemliydi. "Kendine gel. Kalk yerden, ne söyleyeceksen öyle söyle."


Ama karşısındaki kadının küçük görülmek gibi bir kaygısı yoktu; çünkü zaten önündeki adamı hor gören kendisiydi. "Kızlarımın ayaktayken konuşamadığı bir evde ben de ayaktayken konuşmam. Kızmayın bana hemen. Diz çöküyorsam bu benim zayıflığımdan değildir, önünde diz çöktürenlerin zayıflığındandır."


Tam bu esnada keyifli bir piyes izliyormuş gibi gülümseyen Mirza Hürkan öne çıktı. Kışkırtıcı bir tonla, "Ben anlayamadım, tüm bu yaygara basit bir temizlikçi yüzünden mi kopuyor? Genç bir kızdan ürkecek adam mıydın sen ya, Tan amca? Babam görse ne gülerdi." diyerek, konuşmayı bölmüştü.


Tan ondan tarafa bakmadı ama gururunun zedelendiği belliydi. Gerçekten de evindeki temizlikçiden çekinen korkak bir adam izlenimi uyandırdığını fark etmişti; büyüklüğünü sarsan bu düşünce, aynı anda yüzünü de düşürmüştü.


"Ya sabır..." Kendi kendine söylenerek alnını ovuşturdu, ısrarla dizlerinin üstünde duran kadına döndü tekrar. Gri gözleri, hâlâ korkuyor olsa bile artık başını dik tutabilen kızların üstünde gezindi. Bir süre bende takılı kalarak ufak bir korku yaşattı; ama hemen sonra tekrar önündeki kadına kaydı.


Tahammülsüz bir kabullenişle dişlerini sıkarak, "Tamam, kalk." dedi. Ona karşı bir saygı beslediği belliydi; kendisini, önünde bu hâle sokmasına sinirlenmişti.


Ama karşısındaki kadın yine de kılını kımıldatmadı. Sıkılı dişlerinin arasından, "Tamam ne?" diyerek üstelemişti. Ürkütücü bir cesaretti.


Tan agresifçe sözünü tamamladı. "Tamam kahretsin tamam, kızlarına kimse dokunmayacak. Ama ben yokken evde neler döndüğünü de öğreneceğim, burada kapanmadı bu mevzu."


Meral abla bu sözleri duyar duymaz çöktüğü kadar zarafetle geri ayağa kalktı. Aynı anda bize hızlıca, "Kalkın yerden." demiş, saniyesinde kalkmamızı sağlamıştı.


Tan Şahoğlu tek kelime dahi etmeden hışımla arkasını dönerek salona yürüdü. Yalnızca ağzının içinde, "Misafir varken yaşadığımız şu rezilliğe bak!" laflarını gevelemekle yetinmişti. 


Poyraz ve Emre hızlıca sadık bir kuyruk misali peşine düşerken; Mirza Hürkan bir süre daha duraksamış, meraklı meraklı bana bakındıktan sonra ancak gitmişti. 


Merih de kenarda onunla birlikte duraksamış, yürümesini beklemişti. Mirza'nın sessizce beni süzdüğü şu kısacık ânda, yadırgayarak o da onu süzmüştü. Agresif olduğu zamanlarda yaptığı gibi gevşekçe beline koyduğu ellerinden, çatık kaşlarına kadar gerginliği ortadaydı. 


Mirza'nın peşinden gitmeden hemen önce, gözlerimiz yalnızca bir saniyeliğine birbirini bulmuştu. Ne düşündüğünü anlamak zordu. Giden herkesin aksine, Zeren kılını bile kımıldatmamıştı. Hâlâ yaslandığı duvardan bizi izliyordu.


Tan Şahoğlu'nun yakınımızdan uzaklaşmasıyla birden herkes tuttuğu solukları bırakmıştı. Kızlar hızlıca Meral ablayla etrafıma üşüşmüş, adeta bir endişe tufanı gibi üzerimize çullanmışlardı.


Sinem kolumu tutarak, "Demre iyi misin?" diye fısıldadı. Sesini alçak tutmak zorunda kalmıştı çünkü hâlâ yerinde duran Zeren'in, gözlerini dikerek bizi dinlediğini fark etmişti.


"İyiyim, merak etmeyin." Elimin tersiyle yanağımdaki ıslaklığı silerken, Meral ablaya döndüm. Niçin yapmıştı bunu? Beni önlerinde diz çökecek kadar koruması ve savunması hiç beklemediğim bir manevraydı; ona karşı beslediğim tüm kuşkuları sarsmıştı. "Seni soktuğum durum için özür dilerim Meral abla, benim yüzümden Tan Bey'le aranızın bozulmasını hiç istemem."


Dudaklarını birbirine bastırarak, anlayışla gülümsedi. Uzanarak elimi tutmuş ve sıcaklığıyla beni şaşırtmıştı. "Özür dilenecek bir durum yok ortada, canını sıkma. Yeterince kayıp verdim ben şu konakta. Aynı şeylerin tekrar yaşanmaması için elimden gelen her şeyi yapacağım." Birden durdu, kaşlarını çatarak kızlara baktı. "Ama yine de kendinizi böyle bir tehlikeye attığınız için sinir küpü gibiyim şu anda!"


"Ne yapsaydık ya?" Sude neredeyse ağlayacakmış gibi bir sesle savunmaya geçti. "Demre'yi tekrar bizden alıp götürmelerini sessiz sessiz izlese miydik?"


"Hayır tabii ki!" Meral abla birden uzanarak kızının kolunu çimdikledi. Sude acıyla inleyerek huysuzlanırken onu bırakarak diğer kızlara da aynısını yapmıştı. Teker teker hepsinden acı bir inleme yükseldi. "Ben zaten halledecektim, siz karışmasaydınız. Ben alışık olduğum için Tan'a karşı koyabilirim ama siz koyamazsınız. Hiçbirinizin gözünün yaşına bakmaz. Zaten bakmayacaktı da."


Ufak tefek homurdanmalar dışında kimseden bir yanıt alamamıştı. Eliyle yönlendirerek bizi mutfağa doğru götürürken, "Hadi, işinizin başına." dedi. "Aylardır sıkılıyoruz diyordunuz, alın işte size de güzel bir heyecan oldu."


Tam bu esnada Ece meraklı meraklı fısıldadı. "Demre nasıl dışarıya çıktı derken neyden bahsediyordu? İyileşti ve hastaneden geldi sonuçta. Duyan da kızı zorla akıl hastanesinde tutuyor zanneder."


Sinem de bu sorguya katılmıştı. "Evet, onu ben de hiç anlamadım. İyileşmiş olsa bile, tekrar hastaneye mi götüreceklerdi kızı?"


Aylin'in de sorusu bu silsilenin içine karıştı. "Tan Bey neden bu kadar kızgın bu meseleye onu da anlamadım ben." 


Belli ki olan biten hiçbir şeyden haberleri yoktu. Sude'nin önüne eğilen başı ve fikir belirtmekten ısrarla kaçışı çok şey anlatıyordu; fakat kızlarda sadece saf bir merak ve şaşkınlık vardı. Belli ki yaşanan her şey, bir günah gibi saklanmıştı.


Meral ablanın bile, "Kafa yormayın siz böyle şeylere." diyerek hızlıca kızları susturuşundan her şeyi bildiğini anlamak zor değildi. Konağın sahibini bile önünde geriletebilen gizli üstünlüğü vardı; az önce yaşananlardan sonra artık bu yadsınamazdı. Hâkimiyet kayışlarından birisi de onun ellerindeydi. 


Hararetli fısıldaşmaları dağıtan, "Demre bir dakika benimle gelir misin?" sorusu birden herkesi durdurdu.


Zeren artık çalışma odasının önündeydi, aralık hâlde bekleyen kapıyı gösteriyordu. Hiç sorgulamadan yanına gideceğim esnada Meral abla kolumu tutarak beni durdurdu. Uyguladığı güçle geriye çekilirken şaşırdım; merakla ona döndüm. 


Ama o bana değil, karşısındaki kadına bakıyordu. "Bir isteğiniz mi vardı, Zeren Hanım? Demre şu anda izinde, kızlardan biri size yardımcı olsun."


Zeren yüzünü buruşturarak, aşağılayıcı bir tavırla söylediği lafları ağzına tıktı. "Kıt mısın Meral'ciğim? Başkasını isteseydim onun adını söylerdim herhalde. Ayrıca Zeren kadar başınıza taş düşsün de geberin, Beren var sizin karşınızda ahmaklar! Sen..." 


Uzun tırnaklarla pençeyi andıran elini, saplamak ister gibi bana doğrulttu. Ardından odayı gösterdi ve sözünün geri kalanını kelime kullanmadan tamamladı. Başka bir kişi zannedilmeyi hakaret olarak algılamıştı, belliydi. Artık çok daha huysuzdu.


"Sorun yok, Meral abla." Kolumdaki elini sıkarak içini rahatlatmaya çalıştım. Onunla konuşmamı istememesi, aramızdaki husumeti bildiğinin bir nevi kanıtıydı.


Fakat yine de beni tekrar durdurmamıştı; yanından ayrılarak çalışma odasına doğru yürüdüm. Arkamda bıraktığım meraklı bakışlarla içeriye girdim ve odanın ortasında durarak Beren'i beklemeye başladım. 


Kenardaki şöminenin içinde oynaşan çelimsiz ateş, etrafa yanık odun kokusu salmıştı. Üstelik tatlı bir nergis kokusuyla harmanlanmıştı. Bazı kötü anılarım burada yaşamıyor olsaydı eğer, içerdeki sıcaklık beni huzurlu hissettirebilirdi.


Kapıyı yavaşça örttüğünü duyunca yüzümü ona döndüm. Gözlerimiz birbirine değdi; ama yalnızca birkaç saniye sürmüştü bu. Kasırga gibi yanıma eserek tüm gücüyle suratıma tokat attı.


Başım yana düştü, birkaç adım sendeledim. Ne hissedeceğimi bilemediğim, kısa bir tutukluk yaşadım.


Fakat benim aksime o, çok berrak hislere sahipti. Aramızdaki mesafeyi hiçe sayarak yanıma sokuldu. "Bu, güzelim göğsümü ortadan ikiye yaran dikiş izi için."


Başımı kaldırınca gözlerimiz birbirine dokundu. Çenesi dikti, mavi gözleri kısıktı. Ama uyguladığı şiddete tezat bir şekilde kızgın da değildi. Sonra birden eli yeniden havayı yardı ve saniyeler içinde tekrar suratıma indi. "Bu, bana ihanet ettiğin için."


Başım tekrar yana düştü; ancak bu sefer sendelemedim. Attığı tokattan çıkan nahoş gürültü, susmasına fırsat tanımıştı. Kısa bir süre konuşmadı. Darbenin acısını savuşturup, doğrulmamı bekliyordu sanki. 


Ufak iğneler suretinde tenime batan acı, gitgide artınca tadım kaçtı. Elimi sıkıp gevşettim. Aralık kalan dudaklarımdan şaşkın bir gürültü taştı. Dilimi yanağımın içinde gezdirdim. Gözüme cayır cayır yanan şöminedeki alevler ilişti. Tuhaftı, sanki alazları benim de içime sıçramıştı.


Sakinleş, derin bir nefes al.


Kendi buyruğuma girerek derin bir nefes aldım ve çabucak yatıştım. Yediğim darbeleri sineye çekerek, nihayet doğrulabildim. Gözlerimiz yeniden kesişti; suratımda bulduğu durgunluk onu şaşırtmıştı. Birden eli tekrar havayı yardı. "Bu da..."


"Yeter." Hızla bileğini yakaladım; tenin tene çarpma sesi yükseldi. Rahatsız edici bir gürültüydü. Sanki ezici bir üstünlüğün senfonisiydi. Elini kurtarmak isteyerek çekiştirdi ama bırakmadım.


Öfkeyle silkelendi, uzun saçları önüne döküldü. Tokatı atamamış olsa da yarım kalan sözünü tamamlamıştı. "Bu da beni öldürmeyi beceremediğin içindi." 


Şaşırarak bileğini bırakınca hınçla geriye kaçıldı. Parmaklarımın kapandığı yeri ovuşturarak odanın öteki ucuna doğru çekildi. Gözlerini üstümden ayırmıştı, büyük ahşap komodinin çekmecelerinden birini açmıştı. Sırtımı ona dönmemeye dikkat ederek, sızlayan yanağımı ovuşturdum.


"Sadece tek bir planın vardı, o da beni öldürmekti," Pipoya benzeyen ahşap bir şey tutuyordu. Telaşsız bir yavaşlıkla elini cebine atarak ufak bir poşet çıkardı. Sırtı hâlâ bana dönüktü. "Onu da layığıyla beceremedin, zavallı."


Üşüdüğümü hissedince kollarımı kendime sararak şömineye sokuldum. "Neyden bahsettiğinizi bilmiyorum, maalesef hafızamı..."


"Of kes bana masal okumayı!" Omzunun üstünden bana bıkkın bir bakış fırlattı. Ardından tekrar önüne döndü, göremediğim bir şeylerle ilgilenmeye devam etti. "Bu masallarla herkesi, hatta içimdeki kadınları bile uyutabilirsin ama beni uyutamazsın."


Birden çakmak sesi duyuldu. Yavaşça yüzünü bana döndü; dudaklarının arasına kıstırdığı piponun ucuna, elinde tuttuğu ufak alevi yaklaştırmıştı. Bir şeylerin közlenme çıtırtısı yükseldi. Çakmağı kenara atarak derin bir soluk çekti; yanakları içine çökmüştü. 


Kurnaz parıltıların oynaştığı gözlerini suratıma dikti. Dudaklarından taşan kalın dumanı yararak, yaklaştı. "Önceden de benzediğimizi düşünürdüm ama şimdi," Gülümseyen gözleri, kendisinden bir parça bulmuş gibi bakıyordu bana. "Daha da çok benziyoruz."


Belli belirsiz kıvrılan dudağımı fark ederek kıkırdadı. "Ne oldu? Hoşuna gitmedi mi yoksa iltifatım?" Yalnızca gülümsedim. Sessizliğimi korumayı seçmiştim çünkü onunla mücadele etmenin zorluğunu unutmuş değildim. "Eğer geçen zaman seni biraz da olsa akıllandırdıysa, ne demek istediğimi anlayacaksın."


Pipodan çektiği derin dumanı ağzının içinde yuvarladıktan sonra sertçe suratıma üfledi. Keskin kokusu soluklarıma karıştığı ân göğsümde korkunç bir arzu şahlandı. Kalbim hızlandı, başım döndü. Gözlerim elinde tuttuğu şeye kenetlendi. 


Onu istiyordum, benim olmalıydı. 


Yıllarca susuz kalmış biri gibi yutkunarak, "İçtiğiniz şey ne?" diye mırıldandım. Yoksa damarlarımda akan zehir bu muydu? Dört ay boyunca kanıma zerk ettikleri şey, elinde tuttuğu şey olmalıydı.


Pipoyu dudaklarından ayırarak başını geriye yatırdı ve şuh bir kahkaha attı. Hiç olmadığı kadar neşelenmişti. "Düşündüğümden de hızlısın şekerim. Akıllanmışsın artık."


Ama ben onu duymuyordum. İçimdeki arzu gitgide vahşileşiyordu. Zırvalıklarına tahammül edemeyecektim; istediğim yanıt bu değildi. Sorumu tekrarladım. "İçtiğiniz şey ne?"


"Bak sen," dedi, son heceyi uzatarak. Hafifçe geriye çekilmişti; dudaklarında gururlu bir tebessüm yerleşmişti. Birden elindeki pipoyu bana uzattı. "Al, tadarak öğren."


Aramızda duran zehre baktım. Uzanıp da almamak için kendimle müthiş bir çatışmaya girmiştim. Bana verdikleri şey bu muydu hâlâ bilmiyordum; fakat beni tetiklediğine emindim. Parmaklarımı birbirine kenetledim.


Benden istedikleri zaten buydu. Zayıf düşmemdi, kendi arzularımın kölesi olmamdı. Onlara değil; kendime diz çökmemdi. Çünkü kendisine yenilen bir insan zaten herkese yenilirdi. İçerdeki düşman her zaman dışardakinden daha güçlüydü. 


Reddetmenin pişmanlığını şimdiden sezerek, hafifçe geriye kaçıldım. "İstemiyorum, sağolun. Başka söyleyecek bir şeyiniz yoksa ben artık gideyim."


Kapıya doğru dönmüştüm; ama uzaklaşabilmek için onun müsaadesini bekliyordum. Muhtaç olduğu zehre kavuşamayacağını fark eden bedenim, ânında hastalığın belirtileriyle kuşanmıştı. Nasıl bir anda kendimi bitkin hissedebilirdim? Başım artık daha fazla dönüyor, kalbim daha çaresiz atıyordu.


"Benden sana bir uçak bileti," dedi birden, elini cebine atıp avucunun içine zar zor sığabilen ufak poşeti çıkarırken. İçinde haplara benzer parlak, mavi boncuklar vardı. "Al bunu, uçmak istediğinde sadece arkana yaslan ve bir tane yut. Sonra gelip bana teşekkür edersin şekerim."


İfadesizce havada tuttuğu poşete baktım. Hem şaşırmış hem de öfkelenmiştim. Sertçe nefesimi burnumdan üflerken, bezgin bir tavırla, "Böyle bir şeye ihtiyaç duymuyorum, bu konuşma hiç yapılmamış gibi davranacağım." dedim.


Arkama döndüm ama yalnızca birkaç adım atabildim. Söyledikleri olduğum yere mıhlamıştı beni. Artık ne kurnazlıklar vardı sesinde, ne de kışkırtmalar. "Şu anda şiddetli olmayabilir ama içten içe yoksunluk çekiyorsun. Aylarca kullandığın bir maddeyi bir sabah aniden bırakamazsın. Dozunu azaltarak bırakman gerek," Tekrar ona döndüğümde omuzlarını silktiğini gördüm. İhtiyatlı bir tavırla poşeti cebine geri koyuyordu. "Ama sen bilirsin. Zaten birkaç gün sonra yanıma gelip vermem için bana yalvaracaksın. Ben de sana bittiğini söyleyeceğim. Ve mutsuz son."


İnkar etmek çok istedim; ölecek olsam bile gelip ondan böyle bir şey talep etmeyeceğimi söylemek çok istedim. Ama sadece sustum. Zira ben bile kendime bunun temennisini verememiştim. Şu anda bile beni yerimde zor durduran bu vahşi arzu, birkaç gün içinde kim bilir ne hâle evrilecekti. O kadar ürkütücüydü ki bu bilinmezliği düşünmek; bana aklımı kaybetmiş gibi hissettiriyordu.


Gururumu hırpalayan bir bozgunlukla, yanına sokuldum. Tereddütlü adımlarımı görünce elini cebine atarak poşeti geri çıkarmıştı. Aç kalmış bir yırtıcıyı kışkırtmak amacıyla, yem gösterir gibi hafifçe salladı; içindeki mavi boncuklar sarsılarak parlamıştı.


Buz gibi sesle mırıldandım. "Nedir bu?"


Tekinsiz bir keyifle gülümsedi. "Nazar boncuğu şekerim. Nazar değmesin diye yutuyoruz, zararsız yani. Nazar değmiş sana, al iç işte."


Dudaklarındaki neşeden tiksinmeme ramak kalmıştı. "Cidden soruyorum, nedir bu?"


"Ben de ciddi söylüyorum zaten." Sıkılmış bir çocuk gibi yüzü düşerken poşeti suratıma fırlattı. Yakalama telaşıyla ileriye uzandım; avucumun içine çarpan şeffaf poşete baktım. 


Yalnızca dört adet boncuk vardı; gerçekten de nazar boncuğuna benziyorlardı. Renkleri berrak bir su gibi turkuazdı. Üstlerinde beyaz, onun da üstünde daha küçük, siyah bir nokta bulunuyordu. 


Her biri ufak gözleri andırıyordu.


"Bana verdikleri madde bu mu?" diye mırıldandım, hâlâ boncukları incelerken.


Pipodan derin bir soluk çekip yanık dumanını odaya salarken, "Bilmiyorum o kadarını," demekle yetinmişti. "Ama her ne verdilerse bundan daha iyi olamaz, çok özel ve pahalı bir karışım bu."


Böyle bir şeyin iyisini aramadığımı açıklamakla kendimi yormadım; ona laf anlatmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktu çünkü. Elimdeki hapları kullanmayacaktım ama kanımdaki zehrin ne olduğunu bulabilmek için de bu kozdan faydalanacaktım. Bu yüzden yanıma almaya karar verdim.


"Siz nereden buluyorsunuz bu özel bir şeyi?" diye sordum, merakla.


Yapmacık bir tavırla güldü. "Her sorunu yanıtlayacağımı düşünmen çok şeker."


Poşeti cebime koyarken, aramızda kısa bir bakışma yaşandı. "Bu iyiliğin karşılığında benden ne istiyorsunuz peki?"


Birdenbire dudakları gevşedi, ciddileşti; hatta beklenmedik bir şekilde biraz da hüzünlendi. Pipoyu tutan eli, düşüncelerinin ağırlığıyla hafifçe aşağıya kaymıştı. Dilini yavaşça dudaklarının üstünde gezdirirken, karşısında olduğumu unutmuş gibiydi.


"Bana tüm sadakatinle bir söz ver," dedi, ninni söyler gibi mırıldanarak. Yanında dikildiğimiz şöminedeki yalımlar suratına devriliyor, mavi irislerini kızıllaştırıyordu. "Bir dahaki sefere mermiyi doğru yere isabet ettirdiğinden emin ol. Beni bu dört kişilik bedenden kurtar."


Şaşırarak kaşlarımı çattım. Benimle eğlendiğine neredeyse emindim ama hiç gülümsemiyordu. Gerçekten de benden böyle bir sadakat sözü alabilmenin beklentisiyle, suratıma bakıyordu. Karşımdaki kadının zekasında ürkütücü bir kıvraklık gizliydi; beni her an tetikte tutmaya mecbur kılıyordu. 


Bu yüzden hüzünle söylediği bu sözleri anlamamış gibi davranmayı seçtim. "Beren Hanım, hatırlamadığım bir mesele hakkında konuşmamızın bir anlamı yok. Geçmişte yaşananlar için de lütfen beni affedin."


Derin bir nefes alarak yüzünü şömineye döndü. Hiçbir karşılık vermemişti. Dalgın dalgın çıtırtılar eşliğinde raks eden alevleri seyrediyordu. "Çıkabilirsin."


Ama yerimden kımıldamadım. Beni bu dört kişilik bedenden kurtar sözlerindeki çaresizliği resmen iliklerime kadar hissetmiştim. Kendisinden vazgeçmenin eşiğine gelmiş bir kadın duruyordu karşımda. Hastalığına yenilmesine ramak kalmıştı, belliydi. Belki de bir gün bu fırsatı kimseye sunmayacak, kendi cinayetini kendi işleyecekti.


Bu sözleri Ceren'in hassaslığından duymak kimseyi şaşırtmazdı; ama Beren'in yıkılmazlığından duymak afallatıcıydı. Ama bu kadar zayıfladığı bir dönemde zihnini bulandırmak da bir o kadar zahmetsiz ve kolaydı.


Elimi cebime sokarak poşetin içindeki boncuklarla oynarken, birden cazip bir düşünceye kapıldım. Hâlâ yerimden kımıldamadığımı fark edince yan gözle bana bakarak kaşlarını kaldırdı. 


"Beren Hanım aslında size bu iyiliğin karşılığını başka bir şekilde ödeyebilirim." Eliyle zarif bir hareket yaparak devam etmemi buyurdu. "Beni tekrar şahsi hizmetçiniz yapın. Konaktaki diğer kulağınız da ben olayım, duyduğum her şeyi size anlatayım."


"Demek o zamanları hatırlıyorsun?" diye sordu, teklifimi tartmadan önce.


Masum bir tavırla gözlerimi kırpıştırdım. "Kesik kesik de olsa böyle ufak detayları hatırlıyorum." 


Ama çoktan yanıtıma karşı ilgisini yitirmişti. "Konaktaki diğer kulağım olup da ne yapacaksın sanki?"


Düşünceli düşünceli dudaklarımı büzdüm ve zihnine ilk kuşku tohumlarını ektim. "Konakta hakkınızda konuşulan her şeyi gelip size anlatacağım. Burada herkes bana güvenir, rahatça her şeyi konuşurlar yanımda."


Kaşları çatıldı; yavaşça bedenini bana döndürdü. Pipoyu dudaklarına yaklaştıracakken duydukları yüzünden geri uzaklaştırmıştı. "Kim benim hakkımda konuşuyor ki?"


Çekingen gözükmeye uğraşarak, yalan söyledim. "Herkes konuşuyor. Ben pek dinlemiyorum ama bundan sonra sizin için dinleyebilirim."


Tam da umduğum gibi, "Sana neden güveneyim?" demişti.


Ne fazla alakadar ne de fazla umursamaz gözükmemeye çalışarak omuzlarımı silktim. Hâlâ avucumun içinde tuttuğum poşeti cebimden çıkarmış, ona göstermiştim. "Beni besleyen birisine neden ihanet edeyim ki? Haklısınız, yoksunluk çekiyorum. Bir gün size yine ihtiyacım olacak." 


Aslında henüz tam anlamıyla yoksunluk çekmiyordum; fakat o yıpratıcı sürecin usul usul yaklaştığını da sezebiliyordum. Yine de bu bana verdiği yabancı maddeleri kullanacağım anlamına gelmiyordu. Ancak ona yaklaşmamı bir çıkar ilişkisi gibi göstererek, ortak bir amaçta buluştuğumuza inandırmam şarttı.


Sessizce poşeti tekrar cebime koyuşumu seyretti. Ardından ikna olmuş bir tavırla yavaşça başını salladı. Ama tıpkı benim gibi, onun da bana karşı tetikte durduğu aşikârdı. "Tamam, peki. Tekrar hizmetçim ol bakalım. Ne kaybederim sanki, kaybedecek bir şeyim mi kaldı? Ben ilgilenirim bu meseleyle, şimdi çıkabilirsin."


Sessizce kapıya doğru yürüyerek onu orada, yanık tütün kokusunun içinde yalnız bıraktım. Henüz çok uzaklaşmamıştım. Kapının kolunu tuttuğum esnada, duraksayarak ona döndüm. "Beren Hanım?"


Omzunun üstünden bana baktı. Suratını istila etmiş düşünceler, onu olduğundan daha ihtiyar göstermişti.


"Az önce dört kişilik beden dediniz," Bu ufak nüansı fark edebilmiş olmama gururlanır gibi, hafifçe gülümsedi. "Dördüncü kim?"


Tüm çehresi gölgelendi; geri önüne dönmüştü. "Yakında tanışırsınız."


Daha fazla sorgulamadım ve karmakarışık bir zihinle yanından ayrıldım. Bir süre kapının önünde dikilerek salondan taşan uğultulara kulak kabarttım. Sanki az önceki güç çatışması bu koridorda yaşanmamış gibi, çoktan hazin bir sükunet etrafa hakim olmuştu.


Koridoru geçerek mutfağa girince masaya tünemiş olan kızlar birden ayaklandı ve bu ani hareketlenmeyle beni ürküttü. Sude çabucak yanıma gelerek koluma girdi. Ece tezgahtaki işini bırakmış, tıpkı Sinem ve Aylin gibi masaya sokulmuştu. 


"Ne konuştu seninle?" Kulağımın kıyısına fısıldayan Sude, beni sandalyelerden birisine oturttu. Dördü de merakla dudaklarımın arasından çıkacak kelimeyi bekliyordu; sabırsızca dönmemi bekledikleri gitgide heyecanlanmalarından belliydi. Teker teker etrafımı sarmış olan gözlerin içinde gezindim.


Hiçbirine güvenmiyordum. 


Fakat bu güvensizliği sineye çekecek de değildim. Yanımda diz çökmüş olmalarının ve hayatlarını hiçe saymış olmalarının benim için anlamı epey büyüktü; istemsizce minnet duymamı sağlamıştı. Fakat yine de aramızdaki dostluğun tekin hissettirdiğini söylemek zordu. Kimin gerçekten güvenilir olduğunu anlayabilmenin de tek bir yolu vardı; o da kulaktan kulağa oynamaktı.


Aynı sırrı değişik şekillerde iki farklı kulağa fısıldadıktan sonra geriye yalnızca arkama yaslanmak ve hangi sırrın bana geri döneceğini beklemek kalıyordu. Kimin verdiğim sırrı kulaktan kulağa gezdirdiğini bilmek, yanında her zaman tetikte olmamı sağlayacaktı.


"Beni tekrar şahsi hizmetçisi yapacakmış," dedim, sanki bu teklifi Beren'e sunan asıl kişi ben değilmişim gibi. Sesimdeki soğukkanlılığı duyunca içten içe kendime şaşırmadan edemedim. "Benden resmen laf taşımamı bekliyor. Sizin onun hakkında konuştuğunuz her şeyi kendisine anlatmamı istiyor," Hafifçe geriye kaçılarak yüzümü buruşturdum. "Nasıl böyle bir şey yapmamı bekler benden, anlayamadım. Artık ufak tefek yalanlar söyleyip geçiştireceğim, başka çare yok. Hem sizi de uyarmış olayım, bize kafayı takmış sanırım."


"Haksız da sayılmaz," diyen Aylin, masadan aldığı peçeteyle oynamaya başladı. "Durmadan arkasından konuşuyoruz gerçekten."


"Ne istiyor senden bu kadın?" Sude bambaşka düşüncelerin tutsağı olmuş gibiydi; kaşlarını çatarak huzursuzca kollarını önünde kavuşturmuştu. "Sizin aynı odada bile durmamanız gerekirken..."


"Neden ki?" diye sordum, şaşırmış gibi davranarak. Diğer kızların da merakla ondan bir yanıt beklediğini görünce, Zeren'i vurduğumdan bihaber olduklarına iyice emin oldum. "Sadece ilk geldiğim zamanlarda aramız kötüydü. Sonrasında ciddi bir sıkıntımız hiç olmadı."


Sude kekeleyerek ağzının içinde hızlıca bir şeyler geveledi. "Yani sağı solu belli olmuyor o kadının. Senden uzak durması, hatta bizden uzak durması en iyisi."


Kimsenin bu sözlere karşı gelecek hâli yoktu; sessiz bir kabulleniş çökmüştü mutfağa. Beren'in davranışları insanı tehlikede hissettirecek denli tutarsızdı.


"Bu arada," Gülümseyerek, üstümde toplanan gözlere baktım. "Yanımda durduğunuz için teşekkür ederim. Böyle bir şey hiç beklemiyordum doğrusu."


"Neden beklemiyordun ki?" Sadakatinin beklenmedik bulunması Sinem'i biraz gücendirmişti. Abartılı bir kınamayla bakıyordu suratıma. "Bakma sen, bazen içimizde birbirimize düşman kesiliyoruz da asıl düşman dışardan geldiği zaman işin rengi değişiyor. Ama tabii ben de Meral ablanın o şekilde meydan okumasını hiç beklemiyordum."


Aylin masanın üstünden uzanarak, "Kesin bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyor, hiç böyle görmemiştim çünkü onu. Ben size diyorum bak, yakında felaket bir şeyler olacak konakta." diye fısıldadı.


Birisinin bu gizemli ihtimali kendisiyle birlikte eşelemesini ummuştu ama kimseden karşılık bulamamıştı. Tıpkı bir kehanet misali söylediği bu sözler, herkesi ürkütmüştü. Çünkü konağa bir felaket musallat olduğunda, bizim gibi ufak insanlar masumken bile suçlanır ve ezilirdi. Muhakkak aramızdan biri bu felakete kurban giderdi.


Sude ona kısa, sert bir bakış fırlattı. Sonra birden arkamdan gelerek kollarını boynuma doladı. Çenesini başıma yaslarken, hırslı bir vurguyla mırıldanıyordu. "Bundan sonra hiç ayrılmayacağız birbirimizden. Kimse bize kolay kolay dokunamaz artık. Annem sadece diz çökmedi, bizi senelerce çöktüğümüz yerden kaldırdı."


Sinem de yanıma sokuldu ve başını omzuma yasladı. Aylin duygulanır gibi dudaklarını büzerek, tiftik tiftik ettiği peçeteyi masaya fırlattı; üstümüze atlar gibi sarılarak bizi ağırlığı altında hafifçe sarstı. Ece ağlamamak için kendisiyle mücadele vererek, "Birlikteyken hepsinden güçlüyüz." diye fısıldadı. O da başını Sude'nin sırtına yaslamıştı.


Etrafımı kuşatan bu sıcaklık, içimdeki soğukluğu titretmişti. Kuraklığın ortasında kalmış susuz bir ağacın üstüne devrilen ilk yağmur damlasını andırıyordu bu his. Hafifleten ama aynı zamanda da ürküten bir histi.


Birden mutfağın kapısı açıldı. Adeta bir yumak hâlini aldığımızı gören Meral abla, karşılaştığı manzaraya şaşırarak güldü. "Ne oluyor? Bana hiç yer bırakmamışsınız."


Sinem kıkırdayarak ayaklandı. Yanına giderek onu elinden yakalamış ve peşinden bize doğru sürüklemişti. Meral abla kollarını iki yana araladığı anda tatlı bir telaş vuku buldu; dağılarak tekrar birleşen kızların bu şefkate sığınmaları sadece birkaç saniye sürmüştü. İtişip kakışmalar ve gürültülü gülüşmeler oldu.


"Ne bakıyorsun bön bön? Gelsene kızım!" Birden kollarımdan tutularak aralarına sürüklendim. Saçlarımı okşayan nazik bir elin afallamasıyla doldum. İçimde, kendisine sığınacak bir yuva bulan sokak çocuğu hissi kabarmıştı.


Bir yere sığınabilmek güzel bir histi. Ama ben ne kadar istesem de güvenemiyordum sığındığım yuvaya; bir gün tepeme yıkılmasından, beni enkazın altında bırakıp terk etmesinden korkuyordum.


"Tamam yeter bu kadar şımarmak, hadi herkes işinin başına," Meral abla geriye çekilerek önündeki kalabalığı da dağıtmış oldu. Ağır adımlarla uzaklaşan kızların homurdanmaları doldurmuştu mutfağı. "Ece misafirlere birer kahve yap kızım, Sinem sen de git boş su bardaklarını topla."


Peş peşe yüklediği sorumluluklar herkesi hareketlendirmişti. Kapıya doğru yürürken, "Sude sen iki dakika benimle gel," diyerek kızını peşine taktı. Ama sonra birden gözleri beni buldu, duraksadı. Aralık kapıyı hafifçe örterken, "Ah doğru, neredeyse aklımdan çıkıyordu. Beren Hanım'la bir tatsızlık yok, değil mi?" diyerek yokladı. 


"Hayır yok, merak etmeyin." dedim gülümseyerek. Tenimdeki tokatların acısı kendisini hatırlatır gibi ince ince sızladı. 


Fazla üstelememişti; peşine taktığı kızıyla birlikte mutfaktan ayrıldı ve kapattığı kapının ardında beni Ece'yle baş başa bıraktı. Çekmeceden aldığı cezveye su doldurmakla uğraşıyordu. Arkasındaki varlığımı hissedemeyecek kadar da unutmuştu.


Oyunu başlatmanın vakti gelmişti.


Kendime bir bardak su doldurarak yaklaştım, kalçamı ocağın yanındaki tezgaha yasladım. "Ne diyeceğim sana..." Kısa, meraklı bir bakış attı ama önüne geri dönmüştü. Sessizce fincanları sayarak cezveye su dolduruyordu. "Ama hiç kimseye söylemeyeceğine söz vermen lazım." 


Kaşlarını çattı, gözleri kamaşmıştı. Bir anlığına duraksadıktan sonra kaşık kaşık kahve doldurmaya devam etti. "Tamam söz, çatlatma insanı da söyle hadi."


"Beren'in dördüncü bir kişiliği daha varmış, az önce yanlışlıkla ağzından kaçırdı bana." Şaşkınlığını izlemek için duraksadım, usulca elimdeki bardaktan büyük bir yudum aldım.


"Yok artık, daha neler!" Sessiz olması için telaşla elimi salladım. Hızlıca kapıyı kolaçan ederek tekrar bana döndü. Gözleri belermiş, kaşları hayretle havaya kalkmıştı. "Nasıl bir kişilikmiş bu peki? Bu sefer nasıl bir cadıya dönüşmüş?"


Hafifçe ona doğru sokulunca, o da bana sokuldu. "Bu sefer yaşlı bir kadınmış."


Dudakları dehşet içinde aralandı; ama geriye kaçıldığında bu aralıktan tiz bir kahkaha taşmıştı. Hızlıca eliyle ağzını örttü; böyle bir sırrın ona verdiği zevk istemsizce beni de güldürmüştü. Fakat o kendisine güldüğümü anlayamadı. "Çok manyak gördüm ama bunun kadarını da görmedim. Konakta bir moruk daha eksikti, tam oldu."


Birisini sırf hastalığı yüzünden bu şekilde hakir görmesi hoşuma gitmemişti. Bu yüzden yalnızca, "Sakın kimseye söyleme, söz verdin bak!" diyerek tembihlemekle yetindim. Bu tatsız sohbeti sürdürmemi sağlayan hevesimi yitirmiştim. Zaten çoktan önüne yemi atmıştım; daha fazla konuşmaya da gerek yoktu.


Tam bu esnada kapı yeniden açıldı. Sude annesinin yanından dönerek içeriye girdi ve beni konuşmanın yükünden kurtardı. Ece hiç bozuntuya vermeyerek cezveyi karıştırmaya başlamıştı. Elimdeki suyu tek dikişte bitirip bardağı bir kenara koydum. Tezgahtan uzaklaşırken, gözlerimi Sude'ye dikmiştim. "Kilerden kendime yeni bir üniforma bulmam lazım, bana yardım eder misin?"


Arka kapıdan bahçeye çıkarken, sorgulamadan peşime düşmüştü. "Ederim tabii ama çok vaktim yok."


Birlikte soğuğu yararak bahçenin arkasına dolandık. Kilere girerek kenara çekildim ve arkamdan gelmesini bekledim. Ellerini birbirine sürterek içeriye daldığında yaptığı ilk şey ışığı yakmak olmuştu. Etrafı çelimsiz bir sarılık kapladı.


Kapıyı örtüp, ona döndüm. "Konuşmak için buraya çağırdım seni."


Üniformaların olduğu rafa yürüyecekken aniden durdu, şaşırarak geri yanıma sokuldu. Kendisiyle gizli saklı konuşma zahmetine katlanmam onu endişelendirmişti. "Kötü bir şey mi oldu?"


"Hayır, sadece bir şeyi merak ettim," Kollarımı kendime sararak, zararsız gözüken bir merak kuşandım. "O gün akşam uyandığımda ormandaydım ama bana öncesinde eve getirildiğimi ve ondan sonra kaybolduğumu söylemiştin. Yani beni ilk kimin getirdiğini biliyor musun?"


Hızlıca başını iki yana salladı. "Hayır, aslında hiçbirimiz görmedik. Kızlarla senin döndüğünü bile sen kaybolduktan sonra öğrendik. Çünkü o esnada herkes konaktaydı, mesaiye kalmıştık. Evde de sadece annem vardı sanırım. Dilan abla ve Nalan hep aşağıda oluyor zaten, yukarda çalışmıyorlar."


Resmen şaşkınlığa bulandım; bu bariz duyguyu dışarıya yansıtmamak için üstün bir çaba sarf etmek zorunda kalmıştım. Meral ablanın beni aşağıdan kurtarma ihtimalini düşünmek bile yeterince sarsıcıydı. "Ormanı aramak nereden aklınıza geldi peki?"


Kısa bir süre düşündü; ince kaşları çatılmıştı. "Merih abinin fikriydi, yoksa bizim aklımıza hiç gelmemişti."


Ansızın çağlayan bir ırmak gibi göğsümden akıp giden duyguların içinde boğulduğumu zannettim. Ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Nereden biliyordu ormanda olduğumu? Önce inanmak istemedim; sonra inanmaya mecbur kaldım, bozguna uğradım. Zira onun gibi birisinin beni kurtarması imkansızdı. Yapmış olamazdı. Ne sadakatle bağlı olduğu bir adama ihanet ederdi; ne de hayatının önüne koyduğu bir yemini bozardı.


Bozduysa bile, bunu beni yaşatmak için yapmazdı. Hangi çıkar uğruna böyle bir düzenbazlığa kurban edildiğimi düşündükçe, daha çok ağrı saplandı başıma. 


Kendimi örselenmiş bir yere yapılan basit bir yama kadar önemsiz hissettim. Sanki sadece bir şeyleri örtbas etmek için kullanılmış bir parçaydım.


"Merak etme," dedi birden omzumu sıvazlayarak. Ne ara bu kadar yakınıma sokulduğunu düşünürken, gerçekliğini sorgularcasına dudaklarındaki anlayışlı gülümsemeye baktım. "Kafanın karışması çok normal, emin ol herkesin kafası karıştı. Seni kimin hastaneden getirdiği yakında ortaya çıkacaktır. Artık güvendesin, önemli olan bu."


Yalnızca buruk bir şekilde gülümsedim. Güvende hissedebildiğim tek bir soluklanma ânım dahi yoktu. Her an ensemde dolanan meşum bir hisle yaşamaya çalışıyordum. Resmen bir başımaydım. Tüm iyi huylarımı yağmalayan etrafımdaki kötülüklerle tek başıma savaşıyordum.


"Biliyorum, siz yanımdayken güvendeyim," Eğik başımı kaldırarak minnet duyarcasına gülümsedim. Zihnimi tarumar eden bütün düşüncelere sağırlaşmış, silkelenerek toparlanmıştım. "Neyse kapatalım bu meseleyi, yakında kokusu çıkar zaten. Bu arada, az önce çok tuhaf bir şey öğrendim."


Meraklanarak kaşlarını kaldırdı. "Ne öğrendin?" 


Sözlerime tezat düşen bir rahatlıkla fısıldadım. "Beren'in dördüncü bir kişiliği varmış, yanlışlıkla ağzından kaçırdı. Sen biliyor muydun?"


"Çüş!" Birden uzaklara dalarak düşüncelere kapıldı. Belli ki bu dördüncü kişiye daha önce hiç rastlayıp rastlamadığını sorguluyordu. Sonunda hiç tanışmadıklarını anlayınca, şaşkınlığı biraz daha kabardı. "Daha ne kadar mitoz gibi bölünecek bu kadın? Hem kimmiş bu dördüncü kişi?"


"Bu sefer genç bir erkekmiş." diye mırıldandım kapıya doğru yürürken. Işığı kapatmadan hemen önce omzumun üstünden ona baktım. "Ama sakın kimseye söyleme, bak sadece sen biliyorsun."


"Tamam, tamam. Delirdi bu kadın iyice." dediğini duyduğumda çoktan dışarıya çıkmıştım. Arkamdan gelerek demir kapıyı çekti. Hâlâ hezeyanlı biri gibi söyleniyordu. "Neler yatıyor bu kadının bilinçaltında böyle? Kim bilir nasıl bir kişilik çıkardı yine başımıza. Erkekmiş bir de aldık başımıza belayı. Daha neler göreceğiz kim bilir."


Sude işinin başına dönmek için mutfağa girerken, ben vedalaşarak müştemilata doğru yürüdüm. İkisine de emanet ettiğim sırlardan hangisinin hiyanete uğrayacağını düşünmek, şimdiden gerilmeme neden olmuştu. Yalnızca birkaç gün bekleyecektim; sonra hepsinin nabzını ölçmeye başlayacaktım.


Bütün gün konağın içerisinde kasırga gibi esen gerginlik, akşama doğru tamamen dağılmıştı. Etrafa huzursuzluk veren bir sakinlik çökmüştü. Sude'nin söyledikleri zihnimi kurcalamaya devam ettiği için saatlerce başka hiçbir şeye odaklanamamıştım. Hangi işi yapmaya kalkışsam, hevesimi yitirip yarım bırakmıştım.


Akşam güneşi utangaç bir çocuk gibi dağların ardına saklanırken, en sonunda dayanamayarak Merih'in yanına gitmeye karar verdim. Çünkü onun attığı bu kördüğümü kendi başıma çözemeyeceğimi anlamıştım. Söyleyemediğim onlarca söz içimde kaldıkça büyüyen bir tümörden farksızdı; sanki konuşmayıp da yuttukça beni tüketiyorlardı.


Bu yüzden tüm cesaretimi toplayarak yanına gitmek için müştemilattan ayrıldım. İçimdeki kızgınlık o kadar kalabalıktı ki diğer tüm duygularıma önderliği ürkütücüydü. Fakat ne evinde bulabilmiştim onu; ne de konağın başka bir yerinde. 


Keza ertesi gün de hiçbir yerde rastlayamamıştım; sanki kayıplara karışmıştı. İki gün boyunca içinde hiçbir ışık yanmayan evi adeta karanlığa hapsolmuştu. Metruk bir yerden farksızdı.


İkinci günün akşamında gitgide meraklanarak aramayı düşündüm; ama sonra vazgeçtim. Bunun biraz fazla ilgili gözükeceğini fark etmiştim. Onun yerine mesaj yazmaya karar verdim.


Odamda oturmuş, iki cümlelik mesaj üzerine gereğinden fazla kafa yorarken birden kapımın açılmasıyla irkildim. O kadar dalmıştım ki elimdeki telefona koridordan yükselen gürültüleri dahi duyamamıştım.


"Dışarda kar yağıyor," Sinem yanıma gelerek yatağıma oturunca telefonu hızlıca kilitleyip kenara bıraktım. Mesajı atamamıştım.


"Öyle mi?" Sesimdeki renksizliği duyunca biraz daha ilgili gözükebilmek adına arkamı döndüm, pencereden dışarıya baktım. Gerçekten de karanlık geceyi lekeleyen ufak taneler aheste aheste cama çarpıyordu. Birden pencerenin kenarında takılı kaldı gözüm. Ucuna tüneyerek gülümseyişi ve elini sallayışı zihnime nüfuz etti. Göğüs kafesimi huzursuzluğa benzer bir his doldurdu.


Sanki yokluğunun üstünden iki gün değil, iki yıl geçmişti.


"Sıcak çikolata içeceğiz, sen de gel hadi." Suskunluğuma dokunmak istemeyerek hafifçe bacağıma vurdu, ardından yanımdan kalkarak kapıya yürüdü. Çıkıp gitmeden hemen önce de şunları demişti. "Bu arada Merih abi gelmiş galiba, kızlar ışıklarının yandığını görmüş. Dünden beri soruyordun, kıyafetini geri vereceğim diyordun. Ondan haber vereyim dedim."


Kapıyı kapattığı an ayağa fırlayarak dolabıma koştum. Üstüme hızlıca bir hırka geçirince cebimdeki ufak poşet yere düştü. İçinde mavi hapların durduğu poşeti alarak dalgın dalgın cebime sıkıştırdım. Ardından telaşla pencereye yürüdüm; bu saatte kapıdan çıkamazdım. Dışarda kar yağıyorken evden ayrılmak tüm şüpheyi çekerdi.


Bu yüzden pencereyi sonuna kadar ayırarak insanın etini kemiren soğuğu odamın içine soktum. Suratıma çarpan ufak kar taneleri altında buz gibi demire tutundum. Ayağımdaki terliklerle korkuluğu tırmanarak kendimi çabucak öteki tarafa, toprak zemine bıraktım. Ancak umduğumdan da yüksekti burası; atlamak canımı yakmıştı. 


Nasıl zahmetsizce tırmanabilmişti buradan? 


Pencereyi ufak bir aralık bırakacak şekilde geri kapattım ve hiç beklemeden duvar dibinden yürümeye başladım. Soğuktan uyuşmam saniyeler sürmüştü; karları etrafa savuran ayazların altında koşarak yokuş aşağıya indim. Uzaklarda yankılanan boğuk havlayışlar korkmama neden olmuştu; tekrar bir köpek tarafından kovalanmak isteyeceğim son şey dahi değildi.


Diğer müştemilata vararak evin önüne dolandım. Gerçekten de giriş kattaki ışıklar yanıyordu. Oğuz'un da evde olma ihtimaliyle gerilerek, zile bastım. Bir dakika daha dışarda durursam soğuktan zangır zangır titremeye başlayacaktım. Şu anda bile dişlerim birbirine çarpıyordu. 


Kimse kapıyı açmayınca tekrar zile bastım. Bahçedeki çoğu ışık yanmıyordu; etrafta kademsiz bir sükunet vardı. Gökyüzünden dökülen beyaz tanelere çok yakışan bir sakinlikti bu. Arkamdaki karanlığı kolaçan ettiğim esnada kapı sonunda açıldı.


Hızla önüme dönünce eşikte dikilen Pınar'la karşılaştım. Gözlerimiz kesiştiği an şimşek gibi bir öfke çaktı suratında. Akşamın bu saatinde niçin buraya geldiğimi sorgularcasına üstümü süzmüştü. "Neden geldin?"


Suratındaki onlarca kaygı beni de endişelendirdi. Gözleri ağlamış gibi hafifçe kızarmıştı. Kötü bir şeyler olduğunu sezerek içeriye bakmaya çalıştım; ancak zaten belli aralıkta tuttuğu kapıyı biraz daha örterek görmeme engel olmuştu. Utanmasa suratıma çarpacak gibiydi.


Birden öfkeden gözüm karardı; belki soğuktan donmamdan belki de bana karşı takındığı tavırdan ötürü pervasızca ileriye atıldım. Kapıyı sertçe geriye itekleyerek hızlıca yanından geçtim.


Henüz iki adım atmışken koluma asılarak beni durdurdu. Işığı yanık olan lavabodan içeriye, aralık duran kapıdan bakmama izin vermemişti; hoyratça kendisine döndürdü. "Müsait değil şu anda. Çık git, sonra gel."


"Çek elini üstümden, seni ilgilendirmez ne yaptığım." Silkelenerek kolumu kurtardım; o kadar hiddetli kavramıştı ki tırnaklarının tenimde iz bıraktığına emindim.


"Sen hiç laftan anlamaz mısın be aptal!" Tüm gücüyle sıktığı yumruğunu omzuma indirince geriye doğru sendeledim. Gözleri öylesine kararmıştı ki artık ela renginde durmuyorlardı. Nedenini anlayamadığım marazi bir öfke patlamasıyla bana saldırmayı sürdürdü. "Aptalsın sen aptal! Hiç var olmaman gerekiyordu senin. Neden varsın ya sen? Neden buradasın? Geberip gitsene!"


"Bir kere daha vur, bak nasıl kırıyorum o elini." Hışımla göğsünden itekleyerek kendimden uzaklaştırdım. Omzumdaki sızı öfkemin de nabzı gibiydi. Soluk soluğa kalarak geriledi; kızıl saçlarındaki dağınıklığı hırsla itekledi. 


"Pınar!" Tekrar üzerime yürüyecekken, birden salonun kapısı savrularak açıldı. Merih eşikte duruyordu ama bir tuhaflık vardı. İçimdeki sezgiyi haklı çıkaracak biçimde, yaralıydı. Kaşının kenarı patlamıştı; suratının kenarında kızarık bir iz vardı. Akan kan silinerek temizlenmişti, belliydi.


Arkasından tanıdık bir çehre daha belirdi. Çınar, günlerce hiç uyuyamamış biri kadar bitkin duruyordu. Her daim gözlerinde olan ışıltı bu gece yerinde yoktu. Hengâmenin sebebini anlamaya çalışırcasına, bir kardeşine bir bana bakıyordu.


Merih kapının kolunu bırakmayarak fersiz gözlerini bana çevirdi. Bakışlarında bir sönüklük vardı. Geniş göğsü, dalgalarla sarsılan bir deniz gibi inip kalkıyordu. Ayakta durmakta zorlanarak, birden devrilircesine omzunu kenara yasladı. "Bir şey mi oldu? Neden bu saatte geldin?"


Tüm gözler, içindeki sorgularla birlikte üstüme bindi. Her nedense, ikizlerin şu anda beni burada görmek istemediğini sezmiştim. Yanlış bir zamanda, yanlış bir yerdeydim. Üstelik konuşmaya geldiğim adam bu beklenmedik isteği yerine getirmek için pek hevesli de durmuyordu. Bana hiçbir kelime borçlu değilmiş gibi bakıyordu.


Ama bu kadar zahmete susup da geri dönmek için katlanmamıştım. Yokluğumu fark etseler bile kızların beni ele vermeyeceklerini biliyordum; ancak yine de yakalanabilirdim ve bu sıkıntıyı bir hiç uğruna çekmek istemiyordum. 


Kollarımı önümde dolayarak, sırtımı hemen arkamdaki soğuk duvara yasladım. "Seninle konuşmam gereken bir konu var."


Karşımdaki kadından sinir bozucu tizlikte bir kahkaha taştı. Eli hesap sorarcasına havaya kalkmıştı. "Ya sen dalga mı geçiyorsun bizimle? Müsait olmadığımızı görmüyor musun?"


"Ne bağırıyorsun ciyak ciyak tepemde?" Resmen sabrımı sınıyordu bu kadın. Suratına çarpmamak için yumruk yapmak zorunda kalmıştım elimi. "Kes şu sesini artık."


"Bana bak..." Tehditkar bir tavırla parmağını suratıma sallarken, çıkmak üzere olan tüm laflar ağzına tıkıldı.


"Tamam, yeter." Merih kenara çekilerek eliyle kapıyı gösterdi. İkizlere bakıyordu. "Bir süre müsaade edin bize." 


Çınar göğsünde sıkışmış olan nefesi sertçe üfledi; yüzü düşmüşse de sözüne karşı gelmemişti. Hızlıca salondan çıkarak kapıya doğru yürüdü. Yanından geçerken kardeşinin de koluna asılmış, peşinden sürüklemişti. Benden tarafa hiç bakmıyordu.


Pınar inatla kolundaki güce karşı koyarak, omzunun üstünden ona baktı. "Merih yaralısın, farkındasın değil mi? Böyle bir konuşmaya ayıracak vaktin yok."


Sinirli sinirli mırıldandım. "Ölmez hemen merak etme."


Merih keyifsizce güldü. Çınar aralık kapıdan kardeşini dışarıya iteklerken, kadının alev saçan gözleri kısa bir anlığına da olsa suratımı bulabilmişti. Ama istediği kadar uzun bakamamıştı; çoktan sertçe çarpılan kapının ardında kaybolmuştu. Dudaklarından taşan ağır sövgü sahibi gitmiş olsa da içeride kalmıştı.


Gidenlerin ardında bıraktığı ağır sessizlikte birbirimizle bakıştık. Sırtımı duvardan ayırarak kollarımı çözdüm. Tortu gibi merdivenlerin tepesine çökmüş olan karanlığa bakıyordum. "Evde başka birisi var mı?"


"Hayır, yok." dedi ağırlığını kapıdan alarak salona geri dönerken. Belindeki silah, henüz yeni konulmuş gibi yamuktu.


Yavaşça peşinden giderek içeriye girdim. Sehpanın üstündeki dağınıklık gözüme ilişti birden; birçok merhem ve ilaç paketleri saçılmıştı. Kullanılarak kenara atılmış kanlı pamuklar vardı; keskin kokusu havaya sinmişti.


"Silahın dolu mu?" diye sordum, ilgisiz bir tonla.


"Evet, neden?" derken varlığından emin olmak istercesine elini beline attı. Soğuk metale değen parmakları, rahatlayarak geri çekilmişti.


Umursamazca omuzlarımı silktim. "Merak ettim."


Merih ağır bir külçeyi andıran bedenini koltuğa bırakarak başını geriye attı. Kısa bir an gözlerini yumdu; göğsü içine çökmüştü. Ellerinde bir mücadelenin izlerini taşıyan çizikler vardı. Kaşındaki yaranın üstünde taze kan birikmişti.


Odadaki varlığımı anımsayarak aniden gözlerini açtı. Başı hâlâ taşıması zor bir yük gibi arkaya yaslıydı; hiç kımıldatmadan gözlerini suratıma dikti. "Ne konuşacaktın?"


Sorusunu duymazdan geldim. "Neden yaralandın?"


Gözlerini üstümden çekti. Elini saçına daldırırken, merakımı gidermeye uğraşmayarak, "Önemli bir mevzu değil." demişti.


"Önemli olup olmadığını sormadım." Yanına giderek koltuğa oturdum. Ketum tavrı kızgınlığımı harlamaktan başka bir işe yaramamıştı. Sehpanın üstündeki temiz pamuğu alarak ona döndüm. Kalbim kasıla kasıla dizimi kırmış, rahatça uzanabilecek kadar yakınına sokulmuştum. "Kim bilir ne işler çeviriyorsun. Şu konaktaki herkesten daha tehlikelisin de kimse farkında değil. Ama merak etme, ben farkındayım."


Şakağına doğru akan ince kanı pamukla yakalayarak sildim. Gözlerini yumarak gülünce birden canı yandı; gülüşü titredi, hafifçe yüzü buruştu. Eli içgüdüsel olarak tüm acının devşirdiği yere, karnına gitmişti.


Elini yaranın üstünden itekleyerek ne olduğunu görebilmek için kazağının ucunu kaldırdım. İzin beklemeyen bu cüretkar harekete şaşırsa da durdurmamıştı. Çıplak tenindeki çürüğe benzer morlukları görünce kaşlarım çatıldı. Sanki çektiği acı bulaşıcı bir hastalık misali bana da geçmişti; istemsizce yüzümü ekşittim.


Bu sefer de o elimi itekledi; beni kaygılandırdığını fark ederek hızlıca kazağını geri indirmişti. "Bakma böyle çirkin şeylere güzelim boşver."


Gözlerimiz kesişti birden. Söylediği içten iltifat, aramızdaki uçurumlarla alay eder gibiydi. Havada asılı kalan elimi yavaşça kucağıma düşürmüştü; hâlâ tuttuğum kanlı pamuğu asabi bir tavırla sehpaya fırlattım. Yaptıklarıyla tezat düşen bu sözler resmen ona karşı beslediğim tüm kini yüzeye çıkarıyordu.


Önce kayarak yere düşen pamuğa, ardından bana baktı. Onun da gözlerinde usulca kızgınlığın belirtileri diriliyordu. Gecenin bu saatinde konuşmak için ısrar etmem yetmiyormuş gibi kaşısında bu tavırla durmam onu sinirlendirmişti. Bakışlarında görebiliyordum.


Aramızdaki gerginlik gitgide somut bir hâl alıyordu. Lafı daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. "Beni çıkaran sen miydin?"


Sorduğum soru zerre kadar kalmış huzurunun katili olmuştu. Yaralı bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle aniden doğruldu ve yanımdan kalktı. Kaçarcasına giderken, beni yanıtlama gereksinimi dahi duymamıştı. 


"Öylece dönüp gidemezsin Merih," Hışımla oturduğum yerden kalkarak önüne geçtim. "Bana bir açıklama yapacaksın. Söyle, neyin peşindesin sen?" Üfleyerek gözlerini kaçırdı, benden başka her yere bakmaya başladı. Hiç yapmak istemediği bir konuşmanın içine zorla sürüklenmişti gibiydi. "Beni sen mi çıkardın henüz bilmiyorum ama böyle bir şeyi benim için yapmayacağını çok iyi biliyorum." 


Gözleri adeta bıçak gibi suratıma saplandı. Suratına müthiş bir öfke ve düş kırıklığı bulanmıştı. Ancak tüm bu yoğun duygulara rağmen sessiz kalmayı başarabilmişti. 


"Nasıl bir oyun oynuyorsun bilmiyorum," Sesimin titrediğini duymak kendime olan güvenimi zedeledi. Zar zor da olsa öfkeme tutunabildim; her an hayal kırıklıklarıma yenilecek gibiydim. "Ben bu kirli oyunun içinde yokum, tamam mı? Beni kendi amaçların uğruna kullanmana izin vermeyeceğim. Kendimi sana harcatmam."


Yaşadığım hiddet beni soluk soluğa bırakmıştı; ama o durgun bir denizden farksızdı. Kopkoyu olan gözlerini üstümdeki öfkenin izlerinde gezdirdi. 


"Tamam." Renksiz sesi, bendeki cümbüşün yanında hakaret gibiydi. Yanımdan geçerek giderken eli tekrar karnına tutunmuştu.


"Ya sen..." Yüklemsiz bir cümle taştı dudaklarımdan. Aldırışsızlığına inanamayarak tekrar koluna asıldım ve pervasızca yoluna çıktım. "Dinlemiyor musun sen beni? Bana vereceğin tek cevap bu mu? Sadece bir tamam mı?"


Kolunu çekerek kolayca kıskacımdan kurtuldu. Kışkırtmalarıma yenik düşerek birden celallendi. Üzerime devrilecek gibi eğilmişti; öfkesi bir tokat gibi suratıma indi. "Sana hiçbir açıklama yapmak zorunda değilim, tamam mı? İstediğin kadar teori üretmekte özgürsün, beni alakadar etmiyor."


"Mirza Hürkan denen o adamı bugün zorla konağa davet etmenin sebebi de buydu değil mi?" Aniden konuyu değiştirmeme şaşırdı, kaşları çatıldı. "Tan çıktığımı öğrendiğinde fazla tepki vermesini engellemek için misafir çağırdın."


Yalnızca kinayeli kinayeli güldü; ama yine de şaşırmıştı duydukları karşısında. "Bu zekanı dört ay önce kullansaydın, şu anda bu hâlde olmazdın."


Yanımdan geçmek istedi; elimi göğsüne koyarak sertçe durdurdum. "Bunları yaptığın için seni affedeceğimi mi düşünüyorsun?"


İçimi ürperten buz gibi bir tonla, "Orası seni ilgilendirir." dedi.


İçimdeki kızgınlık öylesine kabardı ki bana kendi bedenimde yer bırakmadı. Ruhum içime sığamaz oldu. Boğazıma kadar tırmanan yenilgi, gözlerimdeki yaşlarda varlığını gösterdi.


"Hepsi beni ilgilendirir!" Kendimi tutamayarak göğsüne vurunca hissettiği acıdan yanağı seğirdi. Ama yine de beni durdurmadı. Boğazıma kadar çaresizliğe saplanarak ağlamaya başladım. "Madem gelecektin neden bu kadar geciktin? Aylarca ilaç vererek işkence ettiler bana Merih. Sana hiç güvenmiyorum, sen benim iyiliğimi isteyemezsin," Hışımla yakasına asılarak çekiştirdim. Ne yaparsam yapayım ona karşı olan kırgınlığımı geçiremiyordum. "Senden o kadar çok nefret etmek istiyorum ki, yapamadığım her an kendimden nefret ediyorum."


Tüm gücüyle çenesini sıktı; ellerimin altındaki bedeni kaskatı kesilmişti. Hiddeti alnındaki damarda atıyordu artık. "Seni defalarca kez uyardım, Demre. Aşağıya indiğinde bile seni kurtarmayı teklif ettim. Reddeden sendin, sonuna kadar gitmek isteyen yine sendin." Hıçkırıklarımı duyunca kısa bir an duraksadı; kızgınlığı dinecek gibi oldu. "Ağlama lütfen, ağlama böyle."


"Sonra bir gün geldin, beni çıkarmaya karar verdin öyle mi?" Son sözleri daha da çığrından çıkmama sebep olmuştu. Yakasını bırakarak itince birkaç adım geriledi. "Benim sana hiçbir minnet borcum yok, tamam mı? Sadece tek bir mermi borcum var sana. Başka da hiçbir şey yok."


Birden alayla güldü. Onun da öfkesini içine sığdıramadığı belliydi. Dudaklarından taşan bu gülüş, kendisini sakinleştirmeye çalışan birisinin gürültüsüydü sadece. Başını eğdi, dilini dudaklarının üstünde gezdirdi. Sonra birden doğruldu, gözlerimin içine bakarak ukala bir tavırla mırıldandı. "Her şeyi unutan birisine göre sence de çok fazla detay hatırlamıyor musun?" 


"Hayır, hatırlamıyorum!" diye bağırdım, burnumu çekerek. 


Yanaklarıma devrilen yaşlar gururuma atılan kurşunlardan farksızdı. Onun karşısında bu kadar gardımı düşürmüş olmak kendime duyduğum nefreti körüklemişti. Birden hiç olmadığım kadar yenik düştüm. Binbir zorlukla astırdığım hıçkırıklar peş peşe dudaklarımdan dökülmeye başladı; ne tutabildim içimdeki acıyı ne de durdurabildim. "Hatırlamıyorum hiçbir şeyini, anla artık alçak herif. Unuttum seni. Her şeyini unuttum!"


Gözlerindeki koyuluk, yıldırım gibi içlerine düşen öfkeyle birkaç saniyeliğine aydınlandı. "Her şeyimi unuttun, öyle mi?"


Elimin tersiyle, agresifçe yanaklarımdaki yaşları silmemi seyretti. Kesik kesik çıkan bir sesle suratına bağırdım. "Her şeyini unuttum, evet!"


"Unuttun demek..." Sıkılı dişlerinin arasından taşan bu fısıltı, tıpkı bir haykırış kadar güçlüydü. "Öyleyse bırak, sana hiçbir zaman unutamayacağın bir şey yaşatayım."


Yalnızca tek bir adım attı. Yüzümü kavrayan güçlü elleriyle kaçma arzumu darmadağın etmişti. Soluklarıma karışan kokusu, üzerime devrilen gölgesiyle harmanlanarak usulca zihnimin derinliklerine kazındı. 


Dudaklarımın üstüne kapanan dudakları, söylenememiş onlarca kelimeyi mühürlemişti. Dokunuşu sanki tüm yangınlarımı söndürmüştü. Karnımdaki hissin sahip olduğu güç, çok sarsıcıydı. Zaman resmen eriyerek etrafımızdan çekildi, bizi noksanlığına hapsetti.


Dudaklarındaki hoyrat duygulardan ürkerek irkilince ansızın tutuşu gevşedi, nazik bir hâl aldı. Kalbim duracak denli yavaşladı; beni korkuttu. Gözlerimi sımsıkı kapatınca birkaç damla yaş ellerinin üstüne devrilmişti. Dudaklarını aralayınca sıcak nefesi tenime sürtündü.


Kendimi bayılacakmış gibi hissettim.


Ama sonra birdenbire dokunuşu hafifledi; hızlıca kaçılarak sıcaklığını üstümden kaldırdı. Birkaç adım geriledi, tıpkı benim gibi o da şaşkındı. Soluk soluğa kalmıştı. Ellerini nereye koyacağını bilemiyormuş gibi şuursuzca kımıldandı. Yoğun duygularından arınmanın savunmasızlığını yaşıyordu sanki; yaptığı hareketin sarsıcı bedellerini soluyordu. 


Kaşlarını çatarak gözlerini yumdu; başını belli belirsiz iki yana sallıyordu. Bir an bile gözlerime bakmamıştı. Büyük suç işlemiş masum kimse gibi, karmakarışık bir mahcubiyetle dolmuştu. "Özür dilerim büyük bir hataydı bu, özür dilerim..."


Dudaklarımdan kesik bir hıçkırık döküldü. Zihnim uyuşmuştu sanki; içindeki hiçbir düşünce kımıldayamıyordu. Dudaklarımda izini bıraktığı dokunuş aynı anda ruhuma da dağlanmıştı. Hiç tatmadığım bir histi bu. Göğsümde yeşeren duygular bedenime o kadar yabancıydı ki, bana kendimi yasak arzulara yenilmiş günahkâr birisi gibi hissettirmişti.


Hâlâ kendi duygularıyla savaşan karşımdaki adama baktım. Gözlerime nükseden sıcak yaşlar, tüm dünyamı bulanıklaştırdı. Birbirine bastırdığım dudaklarım titredi. Hayatımda ilk defa, kısa bir anlığına dahi olsa, amacımdan vazgeçmek istedim.


Ürkekçe yanına sokularak, iki elle omuzlarına tutundum. Gözleri beni bulunca kaşları çatıldı. Ne yaptığımı anlamanın şaşkınlığıyla tüm bedeni kaskatı kesildi ama yine de beni durdurmaya kalkışmadı. 


Parmak uçlarımda yükselerek dudaklarına uzandım.


Acemice yaptığım bu çekingen dokunuş, birden ellerimin altındaki bedeni gevşetti. Beni utanca boğan, kopkoyu bir arzuyla gölgelenmişti gözleri. İçli içli burnumu çekince, sevimli bir gülümseme yerleşti dudaklarına. Yakıcı sıcaklığı, bedenimde gezinen ateşlerin de sahibiydi sanki. Birden kolunu belime sararak beni kendisine bastırınca soluklarım kesildi. 


Kalbim canımı yakacak şekilde tekledi. İki elle göğsüne tutunarak, kendimi ona bıraktım. Artık istesen de gidemezsin diyen güçlü bir tutuşla beni kollarının arasına hapsederken, eli yavaşça boynuma kayarak başımı geriye yatırdı. Sabırsızca tenimdeki yangını söndürmesini bekledim ama bu sefer öpmek için aceleci davranmamıştı. Gözleri büyük bir zevk alır gibi her tarafıma dokunuyordu. Aralık dudaklarından ufak bir nefes taştı. Ellerimin altındaki kalbin vuruşları kulaklarımda uğuldadı.


O da benim kadar heyecanlıydı. 


Birden aramızda örülen tutkuyu sahiplenerek, cesurca gözlerimin içine baktı. Parmağıyla yaşların ıslattığı tenimi okşarken, derinlerden gelen boğuk bir sesle fısıldadı. "Keşke sana gösterebilseydim."


Gözlerine bakmakta zorlanarak, "Neyi?" diye sordum. Utançtan kıpkırmızı kesilmiştim. Üstelik hâlâ içimdeki ağlama isteğini de bertaraf edememiştim; ufak ufak iç çekmeyi sürdürüyordum.


"Ne kadar güzel olduğunu." Söylediği son söz bu olmuştu. Bastırmakta zorlandığı bir tutkuyla, tekrar dudaklarımın üstüne kapandı. Ürkütmekten çekinen, ufak bir dokunuştu bu. 


Aylar sonra ilk kez yaşadığımı hissettim. İçimdeki tüm ölgün tarafların bu yumuşak dokunuşlarla yeniden dirildiğine tanık oldum. Sonra beni bile şaşırtan bencil bir arzuyla doldum; onu kendimle birlikte bu büyülü ânın içine hapsetmek istedim. Hep bu ânın içinde kalmak, etrafımızdaki tüm hazin gerçekliklerden uzaklaşmak istemiştim.


Ama bu benim ona vedamdı.


İkinci hayatıma uyandığım günden beri dokunsalar ağlayacak bir hâldeydim; sırf bu yüzden, kimsenin bana dokunmasına izin vermemiştim. Fakat onun en hassas duygularıma uzanmasına ve beni ağlatmasına göz yummuştum. Benim zaafım buradaydı, bu adamın sıcaklığındaydı. Ama zaaflar köreltilmedikçe, bir gün elbet insanı köreltirdi. Yavaşça elimi sırtından beline doğru kaydırırken, bu sefer de bizim için ağladım. En ağır kaybım için ağladım. Dudaklarımdaki nazik veda için ağladım.


Birden belindeki silahı çekip alarak tüm gücümle göğsüne vurdum ve aramıza aşılması zor uçurumlar soktum. Sımsıkı tuttuğum elimdeki silah, yalnızca saniyeler içinde havayı yararak hedefini buldu. 


Namlunun ucu, sevdiğim adamın kalbindeydi.



*


Okuduğunuz için çok teşekkürler 🤍 Ay ben birazcık heyecanlanmış olabilirim malum sahnede 👉🏼👈🏼 Her şey güzel gidiyor derken Demo yaptı yine yapacağını 🫠🫠🫠 Zeren'in dördüncü kişiliği nasıl biri sizce? Tanıştığınızda ne tepki vereceğinizi çok merak ediyorum çünkü aşırı değişik birisiii 🤭 Haftaya yine Cuma günü görüşürüüüz ❤️‍🔥


Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-