28
28: SEKİZ DAKİKA
Bir kurşun hiç atılmamış olsa bile insanın güvenine saplanabilirdi. Gerçekten de insana yenilgiyi yaşattıran kaybettikleri değildi; vazgeçtikleriydi. Ama göğsüne dayadığım silaha ve katili olduğum büyülü âna rağmen, ben ondan vazgeçmemiştim.
Ondan gerçekten vazgeçmiş olsaydım, bu şekilde yüzleşmekle uğraşmazdım. Kızgınlığımı, suratına doğrulttuğum bir silahla yaşamazdım. Tıpkı diğer herkese yaptığım gibi gerçek şahsiyetimi saklar, intikamımı sessizce alırdım.
Fakat ona sessiz kalabilmek çok zordu.
Göğsüne dayadığım silah aramızda açılan uçurumların bir timsaliydi. Kalbine dokunan tabancadan ayırdığı gözleri, yavaşça suratıma yükseldi. İçimde bir yerler kıyıldı. Gözlerinde kıymetli bir şeylerin devrildiğini, kırılarak parçalara ayrıldığını gördüm.
Hiddetlenmesini, suratına doğrultulan ölüm ihtimaliyle öfkelenmesini bekledim. Benden çok daha deneyimli ve güçlüydü; zahmetsizce elimde tuttuğum tehlikeyi savuşturabilirdi. Fakat yapmıyordu; yalnızca gördüklerini hazmetmeye çabalıyordu.
Öyle ki sadece şunu sordu. "Bunun için mi öptün beni?"
Sesindeki hayal kırıklıklıkları, duygularıma saplandı. Sanki elimdeki yük daha da ağırlaştı; bana vazgeçmenin cazibesini tattırdı. Ama yine de hislerime direndim ve binbir zorlukla dik durabildim. Madem bir hamle yapmıştım; sonunu da getirecektim.
"Evet." İlk defa söylediğim bir yalan, beni dürüstlüğe hasret bıraktı. "Seni gerçekten öpeceğimi mi sanıyordun? Uyan artık, tatlı bir rüya gördün sadece."
Gözleri yeniden silaha devrildi. Çatık kaşları hafifçe titremişti; sertçe yutkunmuştu. Hoyrat sözlerimin suratında sebep olduğu enkazı gizlemekte zorluk çekiyordu. Ellerini nereye koyacağını bilemeyerek kımıldandı; önce gevşekçe beline koydu, ardından çabucak geri indirdi. En sonunda ceplerine soktu. Suskunluğu ilk defa çok durgundu; ne düşüneceğini kendisi de şaşırmış gibiydi.
"Bana doğruyu söyle," dediğim ân, gözleri tekrar beni buldu. Artık yavaş yavaş açtığım yaraları sarıyordu; bana az önceki şefkatini özlettiren bir insafsızlıkla kuşanıyordu. "Uraz'ın cesedini denize atmalarına yardım ettin mi?"
Başını geriye atarak içinde birikmiş tüm sıkıntıları nefesiyle sertçe bıraktı. Adem elması, yutkunduğu onlarca sözle birlikte hafifçe kımıldanmıştı. Sonra başını geri eğdi, gözlerini tıpkı bir bıçak misali dosdoğru gözlerime sapladı. "Doğruları söylesem de inanacak mısın?"
Sanki konuşan çaresizliğimdi. "İnandır beni."
Sabrının son kırıntılarını da üstünden silkeler gibi huzursuzca kımıldandı. "Ne Uraz'a ne de kızlara, hiçbirine elimi sürmedim. Çünkü işin o tarafıyla ben ilgilenmiyorum."
Elimdeki tabancayı daha sıkı kavradım. "Mustafa abinin öldürülmesine yardım ettin mi?"
Suratına gölgeler devrildi; bu kadar maziden bir soru duymayı beklemediği belliydi. Hiç ummadığı bir yerden darbe yemiş gibi duruyordu. Ama buna rağmen ağırbaşlı kalarak açıklama yapabilmişti. "Hayır, yardım etmedim. O gece sadece faturaları ve belgeleri almak için kitabevindeydim, zaten alır almaz da çıktım. Ben o işlerde artık yokum, eskindendi."
Kelimelerindeki vurgu, içilen bir ant kadar güçlüydü.
Ürkek bir merakla, "Eskidendi derken?" diye mırıldandım. Hislerime sahip bir adamın katil olma şüphesi bile ruhumu daraltmaya yetiyordu. Büyük bir umutla, tüm bu yaftalardan kendisini aklamasını bekledim.
O kadar affetmek istiyordum ki onu; sırf bu kadar istediğim için affedemiyordum. Çünkü birisinin bu kadar masum olmasını dilemekte, insanı suçlu hissettiren bir ısrar gizliydi.
Fakat bu sefer sessiz kalmayı yeğlemişti. Hatta sorduğum soru gerginliğinin üstüne inen bir kırbaç gibiydi. Yine gözlerini kaçırmış, silaha dikmişti. Tozlanmış günahlarının cezasını hâlâ kendi içinde yaşıyordu.
Yeniden umutlarımı yeşertebilen bu sözlere inanmak istedim. Hakkını savunan sağlam duruşuna güvenmek istedim. Kaşlarını çatarak yaptığı serzenişe bile hak vermek istedim. "Bunları sormak için göğsüme silah dayamana gerek yoktu, ben zaten cevaplardım."
"Hayır cevaplamazdın, hiçbir zaman da cevaplamadın." Tahammülsüzce başımı iki yana salladım. Elimdeki silah hafifçe aşağıya düşmüştü. Gözlerime dolan yaşlar, tüm dünyamı bulanıklaştırdı. "Sen beni aptal yerine koymaktan başka hiçbir şey yapmadın. Sen bana," Sesim titredi; kelimeler hiç olmadığı kadar ağırlaştı. Öfkeyle namlunun ucunu göğsüne bastırarak itekledim. "Bana en büyük kötülüğü yaptın. Yapılanları görmezden gelmeyeceğiz dedin, doğru zamanın gelmesini bekleyeceğiz dedin. Sen beni kandırdın, umutlarımı çaldın! Neden kandırdın beni?"
Suratına savrulan sözler kısa bir süreliğine gözlerini yumdurmuştu ona. Geri açtığında artık duygularından da arınmıştı. Acımasız bir dürüstlükle, "Belki de zamanı daha gelmemiştir." dedi.
"Senin zamanın o, benim değil!" Hışımla sözünü kestim. Sessizce, yanaklarıma devrilen sıcak yaşları seyretti. Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı. "Salaktım ben, tam bir salaktım! İçim neyse dışım da oydu. Bu kadar kötülükle nasıl baş edilir bilemedim. Benim hayatım boyunca savaştığım tek kötülük annesiz bırakılmaktı. O kadar salağım ki, annesizlikten daha büyük bir kötülükle savaşacağımı hiç düşünmedim. Daha kötüsü olamaz dedim."
Boğazıma bir yumru tıkadı; nefeslerim hıçkırıklarla kesildi. Dudaklarımdan taşan itiraflar, gerisinde bir hafiflik bırakmak yerine daha da ağırlaştırmıştı içimi. Ama ne kadar bu ağırlıkta ezilsem de acımı susturamadım. Sanki yine mahzenin soğuk, nemli duvarlarındaydım. Etrafımı sarmış onlarca geyiğin ortasındaydım.
"Gözlerimin önünde arkadaşlarımı öldürdüler! Sadece bir kişiyi seçebilirdim, sadece bir kişiyi yaşatabilirdim. Beni bu iğrenç seçimi yapmaya mecbur bıraktı. Kızların gözlerine baka baka Uraz'ı seçtim, evet seçtim ama yine de yaşatamadım onu!" Başım önüme eğildi; omuzlarım düştü. Sesim artık yalnızca bir fısıltıdan ibaretti. "En başından beri hepsi ölüydü. Oyun oynadı benimle. Beni seçim yapmanın vicdanıyla cezalandırdı."
Yaşadığım hezeyanlar, içimde heyelanlar yaratıyordu. Kendi topraklarına tutunamayan, köksüz bir ağaç gibi bu heyelanlarda savruluyordum. Sessizliği, içimdeki tüm felaketlerin gürültüsüydü. Her şeyi daha da kötüleştiriyordu.
"Bana bak, beni ne hâle getirdiklerine bak," Ruhumun yere çöktüğünü hissettim; ama ben yine de başımı kaldırdım. "Bir insana silah doğrultacak biri değildim ben! Kendi kafama doğrulturdum ama başkasına doğrultmazdım. Eskiden kötülük yapmak için kendimden ödün verirdim, şimdiyse iyilik yapmak için kendimden ödün verir oldum."
Vakur bir edayla sözümü kesti. Dürüstlüğü savurduğu bir bıçaktan farksızdı. "Sana böyle bir kirle mücadele edemezsin demiştim. Çık git bu kirin içinden, hayatını yaşa demiştim," Sanki onun da içinde fırtınalar kopuyordu, yağmurlar yağıyordu; gözleri buğulanmıştı. "Kolay kolay çıkmaz üstünden. Bu öyle bir kir." Birden yanıma sokuldu; o yaklaştıkça, ben uzaklaştım. Yalvaran bir ifade zuhur etmişti suratında. "Hiç yakışmıyor üstüne bu kir, hiç yakışmıyor eline şu silah. Sakinleş gel, oturalım güzelce konuşalım."
Üstüme gelmeyi, beni geriletmeyi sürdürdü. Namlu tekrar göğsüne sürtündü; ama bu onu yine de durdurmadı. Sanki elinde silah tutan ben değildim, kendisiydi. Korkusuzca üzerime gelerek, beni kapana kıstırıyordu. Sonunda durarak karşı koydum. Fakat o yine de durmadı; karnına dayanmış silahı bedenlerimiz arasında sıkıştırana kadar yanıma sokuldu.
Artık aramızda yalnızca bir karış kalmıştı. Tepeden attığı fersiz bakışlar, bana kendimi küçücük hissettirdi. Elinde tuttuğu tehditin kendisine büyük geldiği ufacık bir bedendim sanki.
Birden iki elle silahı kavrayarak sertçe yukarıya kaydırdı; namlunun ucunu kalbinin üstüne getirdi. Hoyratça tenine bastırınca uyguladığı güçle beni kendisine doğru savurdu. "Oradan değil, buradan vuracaksın. Temiz iş yapmak istiyorsan, tek seferde devireceksin."
Elimi, içine hapsettiği gücün arasından çekip kurtarmak istedim ancak kurtaramadım. Öfkeyle çenemi sıktım. Gözlerinin içine bakarak, kışkırtıcı bir asilikle mırıldandım. "Yapamayacağımı mı sanıyorsun?"
Birden gözleri dudaklarıma kaydı. Tüm öfkemi titreten güçlü bir his kıpırdadı karnımda. Dakikalar önce şefkatle dokunduğu dudaklardan, şu anda bu kadar zehirli kelimelerin dökülebiliyor oluşu çok tezat bir durumdu. Yaşadığımız çatışmayı daha da sarsıcı kılıyordu.
"Aksine," diye fısıldadı. Üzerime doğru eğilmiş, soluklarımızı birbirine karıştırmıştı. "Yapabileceğini biliyorum. Ama yapmak istemediğini de biliyorum. O yüzden hadi bırak güzelim," Korkunç bir çeviklikle silahı parmaklarımın arasından kaparak, aniden beni kendi etrafımda döndürdü. Sertçe kendisine savurdu. Sırtım göğsüne çarptı; nefeslerim kesilmişti. Bileğimi bırakmayarak kolunu göğsümün üstüne bastırdı ve beni ağırlığıyla kelepçeledi. "Bari yaşadığımız şu güzel ânı kirletmeyelim. Biz elbet kirleneceğiz ama bırak, en azından yaşadıklarımız kirlenmesin."
Kulağımın kıyısına bıraktığı sözler ruhumu titretti. Boştaki elinde tuttuğu silaha, yakalayamadığım bir hızla vurarak şarjörünü söküp çıkarmıştı. Bir an önce kurtulmak istiyormuşçasına, sertçe koltuğa doğru fırlattı.
"Güzel ânı mı? Öptükten sonra pişman olan adam mı diyor bunu?" Öfkeyle silkelendim fakat bir yük gibi göğsüme bastırdığı kolundan kurtulamadım.
Neşesiz bir sesle gülünce göğsü dalgalandı. Ne kadar keyifsiz olsa da, gülüşü içimdeki puslu bir yeri aydınlattı. "Pişmanlık duyduğumu söylemedim, hata yaptığımı söyledim. Hâlâ hata olduğunu düşünüyorum. Sonumu getirecek büyük bir hata bu, farkındayım ama ben yine de pişmanlık duymuyorum. Zaten sorun da bu."
Yeniden silkelendim ama kurtulamadım. "Sana mermi borcumu ödediğim gün belki pişmanlık duyarsın."
"Bana mermi borcun falan kalmadı, kitapçı kız," Tekrar gülmüştü; bu seferki içten bir gülüştü. "Beni öptüğünde o mermiyi de harcamış oldun. Göğsüme silah sıksaydın, bu kadar tahribat bırakamazdın."
Kalbim hızlandı, kızgınlığım sendeledi. Binbir zorlukla dizginlemeye çalıştığı duygularının ben dudaklarına dokunduğum ân darmadağın olduğunu hatırlayınca, gülümsememek için dudaklarımı bastırdım. Bahsettiği tahribatın gururumu okşamaması imkansızdı.
"Dinle beni," diye fısıldadı, söylediği her kelimenin zaten zihnime kazındığından habersizce. Eliyle omzumu kavrayarak beni daha sıkı kendisine yasladı. Üzerime eğilmişti; suratı omzumun hemen üstündeydi. "Tam sekiz dakika. Sekiz dakika boyunca önlerinde diz çöktün, gelip de kaldıramadım seni." Kaşlarım çatıldı. Suratına bakmak istedim; ama o kadar yakınımdaydı ki kendimde cesaret bulamadım. "Bir gün senden aldıkları o sekiz dakikayı sana geri vereceğim. Onlar da sekiz dakika boyunca önünde diz çökecekler. Söz, o gün geldiğinde ben de yanında olacağım. Zamanı var ama acelesi yok."
Sesindeki sahiplenici ton, resmen kimsesizliğimin azılı düşmanıydı. Beni kendisine bastırışında bile yasla sırtını artık bana diyen bir güven vardı.
Hüzünlü bir fısıltı döküldü dudaklarımdan. "Zamanı var mı gerçekten? Sanki çoktan tükenmiş gibi."
Hafifçe doğruldu, çenesi saçlarıma sürtünmüştü. "Zaferin zamanı olmaz. Sana o sekiz dakikalık zaferi yaşatmak bir sekiz yılımı daha alacaksa, alsın benden. Ben sabredeceğim, sen de sabret."
Göğsüme o kadar zengin bir duygu dolmuştu ki, bana bu zamana kadar hissettiğim tüm duyguların yoksulluğunu fark ettirmişti. Tüylerim ürperdi. Ona karşı duyduğum inanç, henüz ölmediğini anlatırcasına derinlerimde kıvrandı.
Ama korkuyordum; ona yaslanmaya hazırdım ama yine boşluğa devrilmekten korkuyordum. "Yine umut veriyorsun bana..."
"Umut etmekten korkma güzelim," Bileğimdeki parmağıyla nazikçe tenimi okşayarak beni ürpertti. "Benimle umut ettiğin sürece, korkmana gerek yok."
"Maalesef ki senin yüzünden korkuyorum." Tekrar ağırlığından kurtulmaya çalışınca bu sefer durdurmadı. Sıcaklığı, dokunuşu; varlığı ve sözleri o kadar ruhuma işlemişti ki, içimde kaçma arzusu doğurmuştu. Zaten kalbim de atmaktan yorulmuştu. Varlığına artık alışmış olmam gerekmiyor muydu? Ama gitgide daha da fazla istila ediyordu.
Hızla yüzümü ona dönünce hırkamın cebinden düşen ufak poşet zemine çarptı. İkimizin de gözleri aynı anda poşete kaydı.
Ölümün gerisinde bıraktığı suskunluğu bile imrendirecek bir sessizlik başkaldırdı. Aniden odanın içindeki gerginlik tepetaklak oldu; ben de kendisiyle birlikte devirdi. Korkuyla sarsıldım. Hapları tanımıştı, bakışlarından belliydi.
Hızla yere çökerek poşete uzanmak istedim fakat yapamadım. Dudaklarından çıkan emir hiddet doluydu.
"Duracaksın orada." Ansızın kolumu yakalayan parmaklar beni yere mıhladı; sahip olduğu güç sersemleticiydi. Ne kımıldayabilmiştim ne de konuşabilmiştim. Duyguları resmen aklını defetmişti. Ürkütücü bir kâbustan kopmuş ufak bir kesit gibiydi öfkesi.
"Bir dakika şimdi, bir dakika. Nazar boncuğu..." İnanamıyormuş gibi sustu. Ama gözlerinde devşiren koyuluk resmen hiddetin rengiydi. Bir bana bir poşete dokunuyordu.
İlaçlara söylediği isim beni şaşırtmıştı; çünkü Beren'in benimle alay ettiğine hiç şüphem yoktu. Demek gerçekten de ciddiydi. Birden beni geriye itekleyerek poşete kendisinden önce ulaşmama mâni oldu. Saniyeler içinde yerden almıştı; artık avucunun içindeydi. "Ne işi var lan bunların sende?"
"Merih, yanlış anladın..."
Elini kaldırarak beni nobranca susturdu. "Nereden buldun sen bunları?" Aniden üzerime yürümeye başladı. Ağır bir korkunun ve öfkenin tezatlığıyla sınanıyordu sanki. "Kullandın mı?"
Hızla başımı iki yana salladım. "Hayır, kullanmadım."
Henüz sözümü bitirmeden, anlayışsız bir katılıkla sordu. "Nereden buldun dedim?"
"Nereden bulduğumun ne önemi var?" Uzanarak elinden almak istedim. Ama birden kollarımdan tuttu ve tüm çabamı gölgeledi; beni kendime getirmeye çalışır gibi hafifçe sarstı. Çileden çıkmış gibiydi.
"Doğruyu söyle bana. Kullandın mı?" Gözlerindeki korkular o kadar renkliydi ki, adeta uğursuz bir cümbüş doğurmuştu.
"Doğruyu söylüyorum!" Silkelenerek ellerinden kurtuldum.
Üzerime çullanan kızgınlığı beni boğmuştu; keza işime karışması da sinirlerimi bozmuştu. Poşeti cebime geri koyduğum için kendime sövdüm. Resmen en olmayacak kişiye yakalanmıştım.
İtirazlarıma sağır bir tavırla yumruğunun içinde ezdiği poşeti hafifçe salladı. Çıkmak için çabalayan kırıcı sözleri tutar gibi, dudaklarını bastırmıştı. Sonra birden poşeti cebine attı. "Bu bende kalacak."
"Niye sende kalıyormuş?" Hışımla koluna asılarak cebinden çıkarmaya çalıştım. Kullanmayacak olsam bile bende kalmalıydı. "Benim olanı ne hakla benden alabiliyorsun?"
"Kızım bak beni çıldırtma! Çıldırtma beni! Senin falan değil bu." Çenesini sıkarak geriye çekildi, hızla benden uzaklaştı. Durduğu yere sığamıyormuş gibi bir ileri bir geri yürüdü.
İlaçları alamayacağıma artık emindim ve her nedense, diri diri çaresizliğe gömülmüş gibiydim. O kadar kararlıydı ki bakışları, ikinci kez almaya yeltenmemiştim bile.
Tahammülsüzce suratıma doğru kaldırdı parmağını. "Göğsüme silah dayamanı bile affederim ama bunu asla affetmem."
Hiçbir karşılık veremedim. Sesini süsleyen vurgular, üstüne bir laf söylemeye müsaade etmiyordu. Zaten daha fazla konuşmaya da vaktimiz olmamıştı. Birden kapı açıldı ve eşikte Çınar'ın yorgun çehresi belirdi. Hemen ardından içeriye giren Pınar, artık çıktığı anki kadar hararetli değildi. Hatta biraz da durgundu; sanki kardeşinden azar yemiş gibiydi.
Karmakarışık bir hâlde Merih'e, ardından cebindeki eline baktım. Alamayacaktım, artık hiç şansım kalmamıştı. Burada durmanın da anlamı yoktu. Zaten tüm yaşanılanlardan sonra, kaçarak uzaklaşma dürtümü de bastıramıyordum.
İkizlere hiç bakmadan hızlıca kapıya doğru yürüdüm ve anında serin geceye karıştım. Artık kar yağmıyordu; ama yeryüzüne terk ettiği soğuk hâlâ insanın tenini kemirebiliyordu. Kollarımı kendime sararak yokuş yukarıya koşmaya başladım. Dakikalar içerisinde müştemilatın arkasına dolanmış, odamın aralık penceresine varmıştım. Artık ışıkları yanmıyordu; bu da demek oluyordu ki birisi ben yokken odama gelmişti.
Titreye titreye kendimi içeriye atarak sıcağın şefkatine sığındım. Bir süre hiç kımıldamadan durdum, evin ıssızlığını dinledim. Hiç ses yoktu; belli ki herkes yataklarına çekilmişti.
Ne yaşamıştım ben öyle?
Kirlenen terliklerimi bir kenara bırakarak soluk soluğa kendimi yatağa attım. Bir süre karanlığın ensesinde uzandım, tavanı seyrettim. Üstümden bir kasırga geçmiş gibi hissediyorum; sanki tarumar edilmiş bir şehirdim de ruhum ıssız sokaklara savrulup gitmişti.
Parmaklarımın ucuyla hafifçe, dudaklarımda kalan hisse dokundum. Aynı anda birçok duygunun ellerinde ufalanıyordum. Heyecan, korku, arzu, sevinç, hüzün, utanç... Tüm bu kalabalık, içimde bir yeri çökertti. Karnıma bir ağrı saplanmıştı.
Yanına sokularak cesurca dudaklarına dokunuşumu anımsayınca tüm bedenim ürperdi. Ne yapmıştım ben? Ellerimle yüzümü örttüm. Göğsüne silah dayadıktan sonra bile suratına bakabilmek daha kolaydı. Ama onu öpmek... Üstelik o bile, tüm duygu yoğunluğuna rağmen beni öptükten sonra geri kaçılabilmişti; bir şekilde yaptığı hatayı toparlamaya hazırdı.
Ama onu öpmem, her şeyi geri dönülmez bir yola sokmuştu.
Onun beni istemesi bir ilk değildi; ama benim onu istemem bir ilkti. Birden daha da fazla utanca boğuldum. Uzun bir süre hiç kımıldamadan, kendi içimdeki yokuşlarda yuvarlandım.
Başıma nükseden ağrıyı sezince ellerimi suratımdan çektim. Kupkuru kesilen boğazım canımı yaktı; birkaç sefer yutkundum. Odanın duvarlarına sinmiş karanlıkta, tuhaf gölgelerin oynaştığını görür gibi oldum. Kör gözlere etrafa bakındım.
İki gündür böyle hissettiğim gecelerde yaptığım gibi, elimi bilinçsizce cebime soktum. Ama boşluktan başka bir şeye dokunamadım. Birden panikledim; poşeti onun aldığını hatırlamıştım. Ne çabuk unutmuştum? Elimi cebimden çıkararak terleyen alnıma yasladım. Kızgınlığın parlattığı mavi ve siyah gözleri zihnimde zuhur etmişti.
Nasıl izinsizce alabilirdi ilaçları? Kendimi hiç olmadığım kadar öfkeli ve çaresiz hissettim. Kıymetli bir eşyam çalınmış gibi bozguna uğramıştım.
Hızlıca gözlerimi yumarak derin derin soluk aldım. Ama verdiğim her solukla birlikte içimdeki kıvranışlar da arttı. Sakinleşmek zorundaydım. Hiçbir şeye muhtaç değildim.
Binbir güçlükle yan dönerek kendi içime kıvrıldım. Göz kapaklarıma binen ağırlık, aynı anda bedenime de çöken kalın bir yorgandı. Sanki boğucu bir yakaza hâlindeydim. Şuursuzca uzandığım esnada, birden odamın kapısı aralandı.
Her kim geldiyse, tıklamamıştı; o kadar yavaş indirmişti ki kapının kolunu, çıkan gıcırtı hiç son bulmayacak denli uzundu. Yoksunlukla savaşan arzuların içinde kıvranırken, bulanık gözlerle eşikte dikilen silüete baktım.
"Uyudun mu?" Fısıldamıştı. Ama sesin kime ait olduğunu çıkaramamıştım. O kadar algılarımdan koparılmış bir hâldeydim ki nerede olduğumu bile unutmuştum.
"Yardım et bana." demek istedim fakat sesimi yitirdim.
Uzun bir karartı yatağımın kıyısına sokularak tepemde dikilirken, yalnızca bakabildim. Nefes nefeseydim; kan ter içinde kalmıştım. Titreyen elimi kaldırmak istedim ama bedenimde yeteri kadar güç bulamadım.
Birden üzerime doğru eğildi; odadaki gölgeler o kadar koyuydu ki simasını seçebilmem mümkün değildi. Suratıma dökülen fısıltısı, ufak iğneler gibi tenime battı. "Kim var senin arkanda? Nasıl çıktın sen aşağıdan, söyle?"
Kâbus gördüğümü zannettim; nefeslerim ağırlaştı. Kimdi bu? Gözlerimi sımsıkı yumarak zihnimi ele geçiren sanrıların dinmesini bekledim.
Ama evdeki suskunluğa darbe indiren fısıltı, hiç olmadığı kadar gerçekti. "Ben de sanıyorum ki patronun yüce gönüllülüğü tuttu, seni saldı. Meğer ne tehlikeliymişsin sen. Kilitlenmeyi başından beri hakediyormuşsun, sinsi şey seni." Aniden kelimelerinin arasına anlayamadığım bir dilde bir şeyler karıştı. Ardından tekrar ağzından çıkanlar anlam kazandı. "Ama bizi aptal yerine koymanın bedelini ağır ödeyeceksin."
İtmek için elimi kaldırınca birden bileğimi yakalayarak sertçe yatağa bastırdı. Geriye kaçılırken, "Şu hâline bak, zavallı." diyerek tıslamıştı. Bir süre üstünde bir şeyler arandı; ardından kolumun üstüne eğildi.
Tenime bir şeyin deldiğini sezdim; keksin bir acıyla irkildim.
Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım; geriye kaçılmaya çalıştım fakat yattığım yerden kımıldayamadım. Anında kanıma karışan yakıcı ferahlık tüm soluklarımı kesti. Kısık hıçkırıklar teker teker boğazıma dizildi. Bütün bedenim kaskatı kesildi. Sonunda hırçın denizlerim durgunlaştı, dalgalarım dindi. Karanlığa bulanmadan saniyeler önce algılayabildiğim son şey, dışarıya süzülen karartı ve şakaklarıma devrilen sıcak yaşlar oldu.
Ertesi gün yataktan kalkamadım.
Tıpkı bir külçe gibi yorganın altına yığıldığım uzun saatlerin sonunda odamın kapısı açıldı. Merakla başını aralıktan içeriye sokan Sinem hâlâ yatakta olduğumu görünce hızla içeriye daldı.
Peşinden giren Sude muzipçe güldü ama kaşları çatılmıştı. Bu saate kadar yorganın altında kalmamdaki tuhaflığı sezinlemişti. Yatağımın kıyısına zıplayarak sarsılmasına neden oldu; emekleyerek yanıma sokuldu. "Demo bu ne uykusu böyle? Sabah da geldik uyuyordun, hâlâ uyuyorsun. Saat üç oldu kız."
Kendimde konuşacak hevesi bulamadım; yalnızca gülümsedim. Sinem onun aksine sessizdi; yatağımın kenarına çökerek elini telaşla alnıma örtmüştü. Ateşim olmadığını anlayınca rahatladı ama endişesi hâlâ dinmemişti. "Hasta mısın yoksa? İlaçlarını içmeyi unutmuyorsun, değil mi?"
Başımı iki yana salladım. Kimseyi endişelendirmek istemiyordum. "Hayır, unutmuyorum. Gece pek uyuyamadım o yüzden böyleyim, merak etmeyin."
Aylin üst kattan bağırarak ona seslenince Sude isteksizce yataktan kalktı. Aralık kapıya doğru uzaklaşırken, eliyle de telaşlı telaşlı uyanmamı söylüyordu. "Hadi ayaklan, hadi. Kendini odaya kapatma, dünkü kardan sonra hava güzelleşti. Bahçede gezelim biraz."
Onun yanımızdan ayrılmasıyla tekrar bana dönen Sinem, "Dün gece seni çağırmak için tekrar odana geldim ama yoktun," dediğinde gerildim. Belli ki ışığımı söndüren oydu. Sessizliğimi duyunca, sözüne devam etti. Kara gözlerinde anlayışlı bir ifade vardı. "Sıcak çikolata içecektik ya, ondan geldim. Kötü bir şey mi oldu dün gece? O yüzden mi böylesin?"
Üstümdeki bakışlarını savuşturur gibi yattığım yerden kalktım. Aniden oturur hâle gelmek başımı döndürmüştü ancak yine de sandığımdan iyiydim. Birden duvarın köşesinde duran çamurlu terlikler gözüme ilişti. Onları fark ederse, dışarıya çıktığımı da anlardı.
Bozuntuya vermeyerek, gülümsedim. "Ben lavabodayken gelmişsindir. Kötü bir şey yok, merak etme."
İkna olarak daha fazla sorgulamadı; yerden kalkarken gülümsüyordu. Sude'nin arkasından, kapıya doğru uzaklaştı. "Peki öyleyse, kalk da hazırlan hemen. Hava çok güzel gerçekten ama sen yine de sıkı giyin."
Benden bir yanıt beklemeden odadan ayrıldı. Yorganı üstümden atarak kendimi yataktan çıkmaya zorladım. Dün gördüklerim gerçek miydi? Pijamamın kolunu sıyırarak kolumdaki izlere baktım; ama yalnızca bir tane de değildi, hangisinin yeni veyahut eski olduğunu anlamak bu yüzden zordu. Parmağımı izlerin üstünde gezdirince içimden meşum bir esinti geçti.
Geçmişten bir sanrı mıydı gördüklerim yoksa gerçekten odama birisi girmiş miydi? Ama kanımda hissettiğim yanık hissin başka bir açıklaması da olamazdı. Yoksa bu his yalnızca yoksunluğun bir kalıntısı mıydı? Yaşananlar kâbus olmasını dileyeceğim kadar ürkütücüydü çünkü.
Karmakarışık bir hâlde yataktan kalkarak, kendime gelebilmek için çabucak duşa girdim. Kızların beni evden çıkarabilmek için tekrar başıma üşüşeceklerini bildiğimden, alelacele odama geri dönerek üstüme rahat bir şeyler geçirdim. Dolabın içinde gördüğüm kapüşonlu, birden kalbimi tekletti; karnımda bir şeylerin kımıldandığını sezince kapağını sertçe çarptım.
Dudaklarımdaki izi hissetmemeye uğraşarak saçlarımı taramaya başladım. Havluyla nemini aldığım esnada odamın kapısı yeniden açıldı. Sude anlayamadığım bir heyecanla yanıma eserek neşeli bir nida attı. "Hele şükür! Sen hazırlanana kadar akşam oldu zaten. Hadi, gidelim de azıcık temiz hava alalım."
Elimdeki havluyu kaparak yatağa fırlattı, kolumdan tutarak beni peşinden sürükledi. "Ne bu acele?"
Portmantodan aldığı hırkayı bana giydirirken, azarlar gibi suratıma baktı. "Hava kararmak üzere. Vaktimiz azaldığı için olabilir mi bu acele?"
Gerçekten de dışarıda kararmaya yüz tutmuş bir gökyüzü vardı. Güneş bulutların ardına saklansa da göz kamaştıracak kadar parlaktı. Ama hâlâ dün gece yağan karın gerisinde bıraktığı soğukluğu sezebilmek mümkündü.
Sude koluma girdi ve huzurun hâkim olduğu bahçenin derinliklerine doğru beni yürütmeye başladı. Bir yandan da bugünkü temizliğin kendisini nasıl yorduğundan dem vuruyordu. Yokuştan inerek çalıların arasına girdiğimizde uzun süredir buradan geçmediğimi fark ettim. Dar patikayı aştık, yüksek duvarları andıran çalılardan köşeyi döndük; neredeyse Kubi'nin evine varmıştık.
Ansızın tepemde patlayan bir gümbürtüyle çığlık attım. Ellerimle başımı tutmuş, korkuyla öne doğru bükülmüştüm. Üzerime serpilen parıltıları görünce afallayarak doğruldum.
"Doğum günün kutlu olsun!" Birbirine karışan bağırışlar bahçedeki tüm huzuru defetmişti. Büyük bir şaşkınlıkla, etrafımı sarmış olan kızlara ve Meral ablaya baktım. Biraz ötede Nalan, onun hemen yanındaysa Dilan abla bile vardı. Kızın suratında sevimli bir gülümseme hakimdi; ama kadın dudakları düz bir çizgiden farksızdı.
Şaşkınlığın sarhoşluğuyla ilgim çabuk dağıldı. Kendimi, "Doğum günüm mü?" diye sorgularken buldum.
Sude kıkırdayarak yanıma geldi. Etraftaki şamataya rağmen sorumu duyabilmişti. "Doğum günün tabii şapşal! 21 Ekim bugün, buraya ilk geldiğinde söylemiştin bize. Kendi doğum gününü mü unuttun gerçekten?"
Gerçekten de unutmuştum; kendimi derin bir uykudan uyanan mahmur biri gibi hissettim. Ama zaten uzun zamandır bugünü kutlamadığım için hafızamdan silinmiş olması pek de absürt değildi. Çünkü en son kardeşimle birlikte kutlamıştım.
Sinem yanıma gelerek başıma ufak, üçgen bir şapka taktı. Lastiğini sıkıca çenemin altına itekledi, dağılan saçlarımı düzeltti. Memnun bir edayla geriye kaçıldı. "İşte şimdi hazırsın."
Dört yanımı kuşatan eller tarafından Kubi'nin ufak bahçesine sürüklendim. Üzerinde adeta bir ziyafet taşıyan yuvarlak masayı görünce şaşkınlığım giderek katlandı. Hepsini benim için mi yapmışlardı? Ortaya konmuş kırmızı pasta, üstünde titreşen mumlarla üflenmeyi bekliyordu. Masanın çevresine rengarenk, uçan balonlar bağlanmıştı; nazik rüzgârların altında usul usul sallanıyorlardı.
Yavaş yavaş çökmeye başlayan gece, aniden ağaç dallarına asılmış ufak lambaların yanmasıyla savuşturuldu. İç ısıtan, sevimli bir aydınlık olmuştu. Düğmeye bastıktan hemen sonra topallayarak yanımıza gelen Kubi, çocuksu bir neşeyle ellerini çırptı. Onun da başında üçgen bir şapka vardı. Heyecanlı bağırışları bahçede yankılanıyordu. "Demo doğdu bugün, Demo doğdu!"
"Nice güzel yaşlara Demre'ciğim," Meral ablanın kollarını iki yana açtığını görünce gülümseyerek arasına girdim. Beni sıkıca kendisine bastırarak saçlarımı okşadı. "İyi ki doğdun, iyi ki aramıza geldin."
Başımı omzuna yaslayarak, "Teşekkür ederim Meral abla." dedim. Henüz etrafımı sarmalamış sıcaklığına doyamadan, Ece'nin çekiştirmeleriyle masaya doğru sürüklendim.
"Hadi mumları üfle artık, sönecekler şimdi!" Gülerek pastanın üstüne eğildim. Herkes masanın etrafına üşüşmüştü; Kubi hâlâ aynı şevkle ellerini çırpıyordu. Fakat henüz söndüremeden Sude'nin bağırışıyla duraksamak zorunda kaldım.
"Bekle, hayır!" Telefonunu çıkarmış, fotoğrafımı çekebilmek için telaşa kapılmıştı; neredeyse elinden düşürecekti. Sesini tizleştiren bir heyecanla bağırdı. "Dilek tutmadın ayrıca. Önce dilek tut, sonra üfle!"
Meral abla hafifçe yüzünü ekşiterek kızına yandan bir bakış fırlattı. Bir yandan da yanındaki Sinem'in saçlarını okşuyordu. "Bu kızın şu ciyaklamalarını ne yapacağız biz?"
Ne dileceğime karar veremezken, çalıların arasından beliren silüetler dikkatimi dağıttı. Dört kişilik ufak bir güruh bize doğru geliyordu. Havlayarak arkalarından zıplayan Kabza simsiyah bir gölge gibi koştu, teker teker bacaklarımızın arasına dolandı.
"Bak sen," En önden gelen Beren, elinde tuttuğu pipoyla adeta bir zarafet timsali gibiydi. Masaya dokundurduğu gözleri, sırayla hepimizin üstünden kaymıştı. "Konağımızda partiler yapılıyormuş da haberimiz olmuyormuş. Sesiniz tüm bahçede yankılanıyor. Neden beni davet etmiyorsunuz cadılar?"
Bulunduğu yere hizmet ettiği birisinin teşrif etmesi Meral ablanın duruşunu değiştirmişti; artık tavırlarında rahatlık ve miskinlik yoktu. "Buyurun, Beren Hanım. Başımızın üstünde yeriniz var. Demre'nin doğum gününü kutluyorduk, bize eşlik edin."
"Doğum günün mü? Nice yaşlara." Çınar'dı bunu söyleyen; içtenlikle gülümseyen ela gözleri hafifçe kısılmıştı. Beren'in hemen arkasındaydı. Etrafındaki kalabalığı kolaçan eden bakışları, yanımda duran Sinem'in üstünde biraz daha uzun oyalanmıştı. Fakat kızın bundan haberi yoktu; kıkırdayarak balonları itekliyordu.
Gülümseyerek Çınar'a teşekkür ettiğim esnada, telaşsız adımlarla aramıza katılan son iki kişi dikkatimi dağıttı. Merih'le göz göze gelince bacaklarımdaki güç beni terk edecek gibi oldu; kalbim kaçmak istercesine göğsümü yumrukladı. Neden buradaydı? Birkaç gün görüşmesek olmaz mıydı sanki? Hissettiğim utanç dudaklarımdaki gülümsemeyi soldurdu. Hızla başımı başka tarafa çevirdim.
Pınar isteksiz bir mesafede durarak kollarını bedenine sardı; kendisini derin bir sessizliğe mahkum etti. Ne konuşuyordu, ne de gülümsüyordu. Yalnızca kendisine uzanamayan etrafındaki neşe furyasını izliyordu.
"Demo hadi dileğini tut da üfle mumları." Sude ilgimi yeniden pastaya vermeme neden olmuştu. Uzağa çekilmişti, kameradan iyi bir açı yakalamaya çalışıyordu.
Parmaklarımı birbirine kenetleyerek titreşen mumların üstüne eğildim. Merih'in kalabalığın arkasından dolanarak, tam karşıma geçtiğini görmüştüm. Ellerini cebine sokmuştu; saçlarını savuşturan esintilerin altında, şefkatle gülümsüyordu. Gözlerimiz birbirine kenetlendi ve her nedense ayrılamadı; sanki etrafımızda bizden başka kimse kalmamıştı. Zihnimde savrulan bir düşünce uçurtma gibi kıyısına takıldı.
Mutlu olmak istiyorum.
Ama hakkımı bu dileği tutarak harcamadım. Yavaşça gözlerimi yumdum ve belki de gerçekleşmesi zor bir dilek tuttum.
Hayır, yaşayabilmek istiyorum.
Gözlerimi açarak mumları üfledim ama hepsini söndürmedim. Çünkü Kubi'nin çekingen bir hevesle uzaktan uzaktan üflediğini görmüştüm. Gülümseyerek kolunu tuttum, yanıma çektim. "Gel bana yardım et, ben bunların hepsini söndüremem."
Mühim bir sorumluluk üstlenmiş gibi çabucak eğilerek üfledi. Pastanın ışıkları söner sönmez birbirine çarpan ellerin gürültüsü tüm bahçede yankılanmıştı. Etrafta bir hareketlenme oldu. Ece hızlıca masanın üstündeki tabakları alarak ikramlardan koymaya başlamıştı. Aylin bardaklara içecek dolduruyordu.
Sinem yanıma gelerek kollarını boynuma dolayınca gülümsedim. "İyi ki tanımışız seni, Demo."
Sude kenardan aramıza sokularak kollarımızı gevşetti. "Biraz da ben sarılayım."
Gülüşerek birbirimizi iteklediğimiz sırada, arkamızdan yanaşan kadının sesiyle duraksadık. "İyi ki doğmuşsun kız, cimcime. Sen olmasan huzurumuz iyice artardı gerçi ama ne demişler, her şeyin fazlası zarar."
Kızların yüzü düşerken, ben güldüm. Yüzümü ona dönerek, "Teşekkür ederim güzel dilekleriniz için, Beren Hanım." dedim. Dudaklarındaki keyif genişlerken, elindeki pipodan derin bir soluk daha aldı.
Ardından başıyla ufak bir manevra yaparak beni kenara çağırdı. Peşinden gideceğime emin bir hâlde usulca uzaklaşmıştı. Kızlara kısa bir bakış fırlatıp, çabucak yanına gittim. Artık birbirine karışan uğultuların dışına, sakin bir yere çekilmiştik.
Kolunu önüne kavuşturarak, dirseğini yasladı; piposu her an elinden devrilecekmiş gibi gevşekçe parmaklarının arasından sarkıyordu. Ancak neyse ki bu sefer yalnızca sigara kokusu geliyordu.
Mavi gözlerini uzaktaki bir yere dikerek, "Şu kızın olayı ne?" diye sordu birden.
Bahçenin öteki ucunda dikilen Pınar'a kısa bir bakış attım, ardından geri ona döndüm. Durduk yere ondan bahsetmesine şaşırmıştım. "Size bir yanlışı mı oldu?"
Burun kıvırarak, "Öyle birisinin bana yanlışı olamaz," dedi. "Olayı ne yani bunun? Merih'le niye bu kadar yakınlar?"
Hiç düşünmeden yalan söyledim. "Sevgililermiş."
İçine çektiği duman boğazına kaçınca birden öksürdü. Çıkardığı nefessiz gürültüler, birkaç kişinin durup bize bakmasına neden olmuştu. Kenarda dikilen Merih'in pusuya yatmış bir avcı gibi bizi izlediğini fark edince panikledim. Sanki konuştuğumuz her şeyi duyabiliyormuş gibi pervasızca bakıyordu.
Hızlıca önüme dönerek sırtına vurdum. "Helal, helal. Nazar değdi herhalde."
Hışımla doğruldu, kısık bir sesle, "Ne nazarı be?" diyerek çemkirdi. Ama hemen sonra asıl sorması gereken sorunun farkına vardı. "Ne sevgilisi?"
Omuzlarımı silkerek, tüm saygınlığımla, "Ben ne duyduysam onu söylüyorum size." karşılığını verdim. Sonra gözlerimle kalabalığa ufak bir dokunuş yaptım. "Ama burada konuşmamız biraz dikkat çekiyor. İsterseniz partiden sonra odanıza geleyim, Beren Hanım."
"Tamam, tamam," dedi eliyle sinek savuşturur gibi. Etraftaki gözleri kendisi de fark etmişti. "Partin bitince odama gel."
Hiçbir yanıt beklemeden önümden geçti ve hızlı hızlı çalıların arasına girerek gözden kayboldu. Bir süre arkasından baktıktan sonra önüme döndüm. Merih'in hâlâ arsızca bana baktığını fark etmiştim; telaşla yürüyerek, kızların arasına karıştım. Neden bu kadar bariz bakıyordu bu adam? Birilerinin yanlış anlamasına sebebiyet verecekti.
"Demre gel, pastandan ye." Sude'nin yanına giderek benim için hazırladığı tabağı elinden aldım.
"Bunların hepsini benim için mi yaptınız gerçekten?" Hâlâ inanamıyordum bu kadara zahmete katlanmış olmalarına.
Sinem omzuyla hafifçe bana vurdu. "Senin için yaptık tabii, başka kim için yapacağız? Bugün senin günün."
Gülümseyerek pastamdan yemeye koyuldum. Herkes ikramlardan almak için masanın çevresine toplanmıştı; etrafa sakin bir sohbetin uğultusu çökmüştü. Koyulaşan havaya meydan okuyan ufak lambalardan, tepemize sarı huzmeler dökülüyordu.
Kızların anlattığı bir şeye gülerken ağzıma büyük bir dilim pasta attım. Kremasının dudağıma bulaşarak çeneme aktığını hissedince hızlıca elimin kenarıyla sildim ama daha çok yayılmasına neden oldum. Resmen her tarafıma bulaştırmıştım; sessizce kendime söylendim. Dalgın dalgın dudağımın kenarını yalarken, üstüme binmiş bakışların ağırlığıyla duraksadım.
Masanın öteki tarafındaydı; elinde tuttuğu tabakla tam karşımda duruyordu. Yavaş yavaş ağzındaki lokmayı çiğniyordu. Ama suratına çapkınlık katan belli belirsiz bir gülümsemeyle, gözlerini dudaklarıma dikmişti. Resmen edepsiz denebilecek bir bakıştı bu. Gözlerimiz kesiştiğinde elimdeki tabağı düşüreceğimi zannettim; sanki bedenimin tüm işlevini yitirmiştim.
Artık bu bakışı tanımamam imkansızdı. Beni öpmeden önceki koyuluk çökmüştü yine gözlerine. Üstelik sergilemekten de hiç çekinmediği çıplak bir arzu vardı içlerinde.
Baştan aşağıya alev aldım; telaşla gözlerimi kaçırdım. Havadaki serinliğe rağmen terlemeye başlamıştım. Ağzımdaki lokmayı çiğnemeyi unutarak yutunca boğazımı acıttım. Daha fazla yiyemeyeceğimi anlayarak tabağı masaya bıraktım, hızlıca içeceklerden birine uzandım.
Bardağın arkasına saklanarak büyük bir yudum aldım. Hâlâ dudağımın kenarında kalan kremayı hissedebiliyordum ama utanmıştım artık, yalayamazdım. Masada peçete de bulamamamıştım. Bu yüzden bardağın arkasına saklanmayı sürdürerek içiyormuş gibi davrandım.
Zaten gözlerini üstümden çekecekmiş gibi de durmuyordu; resmen bir kara bulut misali tepeme çökmüştü.
Ama farkındaydım, beni utandırmaktan keyif alıyordu. Böyle cüretkar davrandığında beni ne kadar sıkıntıya soktuğunu kendisi de gayet biliyordu. Resmen kedinin fareyle oynaması gibi oynuyordu benimle.
Zihnimde onunla kavga ettiğim hırçın saniyeler aniden Kubi'nin coşkulu sesiyle bölünüverdi. Herkesi susturmuş, kendisine döndürtmüştü. "Demre'nin geri gelmesine çok sevindi Kubi. Demre ona bir söz vermişti. Merih, Demre ve Kubi birlikte çok güzel, bahçeli bir evde yaşayacaklar. Bir gün sözünü tutacak."
Birden öksürmeye başladım. Bileklerimdeki tüm güç tükendi. Bardağı devirmeden masaya bırakabilmek resmen benim için bir eziyetten farksızdı. Adeta başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü; tenimdeki hissiyatın başka bir açıklaması olamazdı.
Bitmiştim. Kubi beni bitirmişti.
Marazi bir telaşla gülerek, etrafımdaki anlamsız bakışmaları görmezden geldim. "Kubi çok yanlış anlamış beni, öyle demedim aslında..."
Kimseden bir yanıt gelmedi. Herkes duydukları karşısında şaşkındı fakat üstüne de konuşmuyorlardı. Yapılan gaf, sessizlikle örtülmeye çalışılıyordu.
Ama aniden yükselen içten gülüş, tüm bu çabaya inen bir darbe gibiydi.
Merih bastırmaya uğraştığı gülüşleriyle masadaki içeceklerden birine uzandı. Sırıtarak bardağı dudaklarına götürdü; muzipliğini beceriksizce ardına gizledi. Yanında duran Pınar hâlâ bu neşeyi görebiliyordu; tüm çehresini esir alan öfkeden belliydi. Her an suratıma bir küfür savurabilecekmiş gibi bakıyordu.
Çınar'ın, kendisine içecek dolduran Sinem'in yanına sokulmasıyla ortamdaki tuhaflık bir nebze de olsa dağıldı. Elindeki bardağı ona uzatarak, "Zahmet olmazsa bana da koyar mısın?" demiş, beni sessizliğin sorumluluğundan kurtarmıştı.
Ne kadar uğraşsam da kendime mâni olamayarak, Merih'e kaçamak bakışlar atıyordum. Kenarda sessiz sessiz içeceğini yudumluyordu; ancak dudaklarındaki sırıtış hâlâ yerindeydi. Hiç iyi olmamıştı bu. Artık dilinden kurtulmamın imkanı yoktu.
Öfkeyle, kendi bahtsızlığıma sövdüm.
"Demre, az önce Beren ne konuştu seninle?" Sude'nin fısıltısıyla kederimden sıyrıldım. Kolumdan tutup beni geriye sürüklemesine müsaade etmiştim; çünkü zaten koşarak buradan uzaklaşmak istiyordum. "Yoksa yine ağzından laf mı almaya çalışıyordu? Sana yaklaşması resmen sinirlerimi hoplatıyor."
"Hayır sadece işle ilgili bir şeyler söyledi," dedim, dalgın dalgın. Sıkıntılı bir hâlde nefesimi üfledim. Halbuki nasıl da sevinmiştim benim için yaptıkları hazırlıkları görünce. Neden bu kadar talihsizdim? Merih'in hâlâ gülümsediğini görebiliyordum.
"Dudağına krema bulaşmış bu arada," Sude'nin sesini duyunca hışımla gösterdiği yeri sildim.
"Onları da siz mi çağırdınız?" diye sordum fısıldayarak. Çenemle ötede dikilen Pınar'ı ve Merih'i göstermiştim.
Sude anlamlı anlamlı güldü. "Evet, ne kadar kalabalık olursa o kadar sevinirsin diye çağırmıştık. Birkaç gündür planlıyorduk zaten bunu," Hevesle sözüne devam edecekken gözü bir yere takıldı. Bariz bir şekilde sesindeki tüm renk soldu, keza heyecanı da dindi. "Öyle işte."
Merakla baktığı tarafa dönünce Sinem'le konuşan Çınar'ı gördüm. İçeceğini doldurduğu için ona teşekkür ediyordu. Bakışlarında sevimli bir parlaklık vardı. Fakat bir karşılık bulamamıştı; çünkü Sinem telaşla onu geçiştirerek masadan uzaklaşmıştı.
Ece söylediklerinde haklıydı; Sude'nin gerçekten de ilgi duyduğu birisi vardı. Üstelik duygularını gemlemekte pek yetenekli de sayılmazdı. Zihninde dolananlar, hiç elekten geçmeden dosdoğru yüzüne yansıyordu.
Tam bu esnada ufak bir esinti gibi yürüyerek arkamızdan geçen iki karartı dikkatimi dağıttı. Dilan abla, gölge misali peşinden sürüklediği Nalan'a azarlar bir tonla bir şeyler söylüyordu. Ama anlaşılmayan, farklı bir dildi bu. Ağzından dökülen kelimeler anlamsız olsa dahi, kızgınlığını betimleyebiliyordu.
Ansızın zihnimde bir şimşek çaktı.
Sanrı görmemiştim; gerçekten de dün gece odama birisi girmişti. Nefeslerim sığlaşırken, artık karartıyı andıran kadına baktım. Çoktan aceleci adımlarla çalıların arkasında kaybolmuştu; ama ben yine de gözlerimi gittiği yerden ayıramadım.
Aşağıda hapsedildiğim dört ay boyunca benimle ilgilenen hemşire oydu. Buğulu bir camı silmek gibiydi bu gerçeği fark etmek; anılarımda yer edinmiş bulanık çehreyi, gitgide görünür kılmıştı. Beni zorla yatağa bağlattıran, kanıma kendi elleriyle zehirler karıştıran kadın oydu.
"Nereye bakıyorsun?" diye sordu, merakla.
Yavaşça ona döndüm. Farkında olmadan boynumu tutmuştum; ellerimin titrediğini sezince kollarımı kendime doladım. En sarsıcı kabuslarımın sahibini etiyle kemiğiyle, uyanıkken karşımda bulmuştum sanki. Zihnimde anlam kazanan varlığı, beni tekrar o kabusların içine sürüklemişti.
"Ne oldu?" Suskunluğumu garipseyerek öne doğru eğildi, suratımı daha iyi görmeye çalıştı.
Gülümseyerek başımı salladım ve çabucak konuyu değiştirdim. "Dalmışım, bir şey yok. Dilan ablayla Nalan az önce Türkçe konuşmuyor gibiydi sanki. Yoksa ben mi yanlış duydum?"
"Ah, onlar mı?" Tekrar geriye kaçıldı. O da kollarını önünde kavuşturmuştu. "Kürtçe konuşuyorlar kendi aralarında. Bilerek biz anlamayalım diye yapıyor o sinsi kadın. Kim bilir neler söylüyordur arkamızdan."
Hakikaten de o yapmıştı; söylediği bazı kelimeleri anlayamamamın nedeni de buydu. Çünkü başka bir dildi. Gecenin bir yarısı odama girmişti; üstüne üstlük koluma ne olduğu belirsiz bir iğne saplamıştı. Resmen alenen beni zehirlemişti.
Hissettiğim öfke, ansızın göğsümde patlayan bir yanardağdan farksızdı; damarlarımda akan artık kan değil, kızgın lavlarıydı sanki. Elimle alnımdaki saçları itekledim, geceden derin bir soluk çaldım. Sakinleşmek zorundaydım, bunun da bir çaresini bulabilirdim.
Ama nasıl bulacaktım?
Öylesine savunmasız yaşıyordum ki bu konakta, yattığım yatakta bile güvende değildim. Gecenin bir vakti odama girerek bana iğne saplayabilen bir kadın, bir gün bıçak saplayacak cesareti de edinebilirdi. Beni zahmetsizce öldürebilirdi.
Birden onunla göz göze geldim. Gitmek için patikaya doğru dönmüştü. Ama gözlerimde her ne gördüyse, duraksamıştı. Kaşları çatılmış, dudaklarındaki tebessüm usulca hiçliğe karışmıştı. Yanıma gelmeye kalkıştı; fakat kolunu omzuna atan Çınar yüzünden yolunu değiştirmek zorunda kaldı. Geceye karışarak uzaklaşırken, omzunun üstünden kaygılı bakışlar atmaktan öte bir şey yapamadı.
Duygularımı henüz hazmedemesem bile koşarak peşinden gitmek, onun sıcaklığında yatışmak istedim. Kulağıma fısıldadığı yeminleri yeniden duymak istedim. Hâlâ tam anlamıyla kırılarak dağılan güvenimi birleştirememiştim; fakat bu ne kadar çabaladığım gerçeğini de örtbas edemiyordu. Ellerimi kesip kanatıyorlardı belki, ama ben hâlâ bu kırıkları birleştirmekle uğraşıyordum.
Yalnızca tek bir insan. Yorulunca yanında soluklanabileceğim tek bir insan dahi bulamayacak mıydım?
Nasıl bir yerdeydim ben?
Şüphesiz, aç kurtların arasındaydım. Sanki etrafımı kuşatmış saldırgan bir açlığın, kanlı ziyafetiydim. İhtiraslarla ablukaya alınmıştım. Kimseye arkamı dönemediğim bir çemberin içine düşmüştüm ve aralarından biri çoktan bu çemberden ayrılmış, amansızca saldırıya geçmişti.
Kadının yarım kalan aşağıdaki işini yukarıda sürdürmek istediği yadsınamazdı. Bu yüzden kendisini ne kadar çok tanırsam, o kadar az savunmasız kalırdım. Telefonuyla ilgilenen Sude'yi hafifçe dürterek, bana bakmasını sağladım. "Dilan ablayla Nalan neden hiç etrafta görünmüyorlar? Nalan'la doğru düzgün konuştuğumu hatırlamıyorum bile."
"Hep aşağıdalar çünkü, her ne halt yapıyorlarsa orada," dedi dalgın dalgın telefonuna geri dönerken. "Dilan kendi güvenliği için Nalan'ı hiç yanından ayırmıyor."
Şaşırmıştım. "Nasıl yani?"
Kısa bir bakış attı bana. "Şiddetli astımı var kadının. Bazen kriz falan geçiriyormuş, böyle anlarda yardım etsin diye kızı yanından hiç ayırmıyor. Zaten kız da hemşireden hallice, bildiği her şeyi öğretmiş ona." Hınzır bir neşeyle güldü. "Bize güvenemiyor herhalde."
Meral abla kendisine seslenince sözüne devam edemedi. Sude'nin yanımdan ayrılarak bıraktığı boşluğu, apansızın Aylin doldurdu. Etrafa attığı kaçamak bakışlarla bana doğru sokulmuş, hiç beklemediğim bir şey fısıldamıştı. "Demo sana çok fena bir sır vereceğim. Beren'le konuştuğunu görünce aklıma geldi. Bu kadının dördüncü kişiliği varmış, biliyor musun?"
Göğsümdeki volkanın kızgın varlığını yeniden hissettim. Şaşırmış gibi davranabilmek o kadar zordu ki, yalnızca kaşlarımı kaldırabilmiştim. "Öyle mi? Kimmiş peki bu dördüncü kişilik?"
Kulağıma doğru uzandı. "Genç bir erkekmiş."
Sude'ye verdiğim sırdı bu. Hayal kırıklığıyla karışık bir kızgınlığa bulanarak geriye çekildim; artık o kadar da zor değildi şaşırmış gibi gözükmek. Çünkü gerçekten de bu duyguyu soluyordum. Bana ilk geri dönenin Ece'ye verdiğim sır olacağına neredeyse emindim. Nitekim yanılmıştım.
Masadaki tabakları toplayan Sude'ye baktım. Demek gerçekten de ona anlattıklarımı rahatça başkalarına taşıyabiliyordu. Zaten ona karşı bir güvenim bulunmuyordu; ama ben yine de kendimi kırılmış hissediyordum. Yaşadıklarım yetmemiş gibi, duyduklarım iyice tadımı kaçmıştı.
Kötü bir doğum günüydü bu.
Aylin'i geçiştirerek yanından ayrıldım ve kızların etraftaki yayıntıları toplamasına yardımcı oldum. Yaptıkları muhabbetlere eşlik edebilmek ve şakalarına gülebilmek için üstün bir çaba sarf etmiştim. Nitekim en sonunda hislerimi bastırmaya daha fazla tahammül edemeyerek, Beren'le görüşeceğimi bahane ettim ve yanlarından ayrıldım.
Konağa uzanan yokuşu tırmanarak sessizliğin kıyısından yürüdüğüm şu kısacık zamanda bile ağlamamak için çetin mücadeleler vermiştim. Gitgide artıyordu kurtlar; gitgide çoğalıyordu sırtımdaki pençeler. Hâlâ düşündükçe tüylerimi ürperten kadının, beni en zayıf olduğum ânda yakalamış olması her şeyi daha da korkunçlaştırıyordu. Zira günler geçtikçe yoksunluğum artacaktı ve ben bu zayıf anları daha sık yaşar olacaktım.
Ürpererek kendimi mutfağın arka kapısından içeriye soktum. Daha fazla düşünmek istemiyordum; zaten az sonra yanına gideceğim kadının üstümdeki dalgınlığı fırsata çevirerek sömüreceğini de iyi biliyordum. Bu yüzden zihnimi arındırmak zorundaydım.
Mutfaktan çıkarak, ıssızlığın kol gezdiği merdivenleri tırmanmaya başladım. Evdeki sessizlik kulakları tıkayacak kadar baskındı. Üstelik etrafta benden başka canlılık belirtisi gösteren kimse de yoktu. Uzun koridoru aşarak, odasının önüne geldim fakat henüz giremeden karşıdaki atölyeyi fark ettim. Aralık kapısından koridora çiğ bir beyazlık taşıyordu; belli ki oradaydı.
"Ceren Hanım?" Başımı aralıktan uzatarak çekingen bir tavırla içeriye seslendim. Ufak bir hareketlenme oldu; kapı geriye doğru savruldu.
"Demre?" Beni karşısında bulmanın şaşkınlığıyla bir süre kaskatı kesildi. Hemen sonra ileriye atılarak kollarını boynuma doladı ve üstüme yüklediği ağırlığıyla beni tökezletti. "İnanamıyorum, geri gelmişsin!"
Nefes almakta zorlansam da sesimi çıkarmadım, sarılışına karşılık verdim. Üstündekileri tamamen değiştirmişti; saçlarını sımsıkı tepeden toplamıştı. Ellerinde boya izleri vardı. Beren'den geriye kalan tek belirti, üstüne sinmiş keskin tütün kokusuydu.
"Gel bak, sana ne yaptığımı göstereyim." Bileğimden tutarak beni atölyenin içine sürükledi. Buraya girmeyeli uzun zaman olmuştu; üstelik çok da değişmişti. Artık eskisi kadar çok istiflenmiş tablo yoktu; sadece birkaç tane köşeye konulmuştu.
Onlar dışında içerde yalnızca bir tablo bulunuyordu. Devasa büyüklükteydi; öyle ki kolayca boyayabilmek için önüne tabure konulmuştu. Çizdiği diğer tablolardan epey farklıydı; kasvetli olduğu kadar da görkemli bir fırtına resmiydi. Hırçın bir deniz ve kızgın bir gökyüzü dışında hiçbir detay yoktu. Ama buna rağmen insanı içine çeken, ihtişamlı bir sanat eseriydi.
Gururla gülümseyerek bana baktı. "Aylardır uğraşıyorum bunun için. İki gün sonraki kutlamada sergilenecek, sonra çok mühim birisine armağan edilecek." Ellerini kaldırarak şevkle takdim etti. "Yani şu anda hayatımın en önemli tablosuna bakıyorsun."
"Neden bu kadar önemli?" diye sordum, meraklı gözükmeye çalışarak. Huzursuzca ürpererek kollarımı bedenime sardım. Bu odada bulunmaktan hiç hazzetmiyordum ama yine de akşamın bu saatinde Beren'le mücadele etmeyeceğim için rahatlamıştım.
"Çünkü babam güvenerek bana bu sorumluluğu verdi," Başını yana yatırarak kendi eserini seyretmeye başladı. Bir yandan da sayıklar gibi mırıldanmayı sürdürüyordu. "Aslında ablama verecekti bu görevi ama ben çok ısrar ettim bana güvenmesi için. Önemli bir insana hediye olacağından böyle titiz davranıyor. Ama sonuç olarak ablamı değil, beni seçti. Yani bana güveniyor."
Gitgide ilgimi çekmeye başlamıştı söyledikleri. Temkinli bir merakla, "Şebnem Hanım da mı sizin gibi resim çiziyor?" diye sordum. İki kız kardeşin babalarına karşı arasında bir güven rekabetinin olduğunu duymak, beni keyiflendirmişti.
"Hayır," Sert bir ayaz gibi bana dönünce istemsizce irkildim. Gözlerindeki ihtiras ürkütücüydü; ama aynı zamanda sorumun da bir yanıtıydı. "Benim gibi çizmiyor ama evet, resim çiziyor. Yine de babam beni seçti. Önemli olan bu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, babamla aramı bozamayacak."
Yanımdan geçerek boyaların yanına gittiğinde, yerimden kımıldamadım. Gözlerimi önümdeki devasa tabloya dikmiştim. Neredeyse yaslandığı tüm duvarı örtecek denli büyüktü. Gerçekten de üstünde ayların teri ve emeği vardı, belliydi. Tek bir bakışta dahi anlaşılıyordu; özenle ve sabırla resmedilmişti.
Fakat bunun bir önemi yoktu.
Bu tablo benim ilk saldırım olacaktı. Şahoğlu ailesine indirdiğim ilk darbe olacaktı. Sadakatlerinde açtığım ilk yara olacaktı. Merih haklıydı, bizim zaferimiz yalnızca sekiz dakikaydı. Yalnızca sekiz kişi, yalnızca sekiz dakika. Yeraltındaki saltanatın diz çöküşü; dizlerimin üstüne çöküşüm kadardı.
Sekiz dakikalık zaferimin ilk dakikasını bana, sadece iki gün sonra bu tablo yaşatacaktı.
Ansızın devrilen bir şeylerin gürültüsüyle arkamı döndüm. Sırtı bana dönük bir hâlde yere oturmuş olduğunu görünce kaşlarım çatıldı. Ne yapıyordu? Boya kutuları zemine saçılmıştı; sanki taşımakta zorluk çekmiş gibi kolları hafif hafif titriyordu.
Birdenbire yorulduğumu hissettim; kendimde onunla mücadele edecek gücü bulamadım. Olabildiğince çabuk bu odadan kurtulmak, bir an önce yatağıma kavuşmak istiyordum. Karşımdaki hastalığa ayak uydurabilecek zindelikte değildim. Ama yine de sırf ilgimi vermiş olmak için, nazikçe mırıldandım. "Ne oldu? İyi misiniz?"
İrkilerek bana döndü; mavi gözlerini belertmişti. Yüzünde şaşkın, hatta biraz da alık bir ifade vardı. Ceren'in artık yanımda olmadığını anlamam fazla uzun sürmemişti; fakat kiminle karşı karşıya kaldığım koca bir muammaydı. Kambur duruşundan, aralık dudaklarına; kıpır kıpır etrafa dokunan gözlerinden, parmaklarıyla oynayışına kadar bambaşka bir insandı.
Sonra birden suratı hevesle aydınlandı; oturduğu yerde bacaklarını sürterek heyecanla birkaç santim öne kaydı. Peltek çıkan kelimelerin süslediği incecik bir sesle, yalnızca şunu sordu. "Oyun oynayalım mı?"
Karşımda küçük bir kız çocuğu vardı.
Küçücük çocuktan nasıl intikam alalım şimdi biz? Oldu mu bu? Neyse oyun oynarız biz de 🫂 Demre'nin doğum günü bölümünü ne zamandır yazmayı planlıyordum sonunda oldu (Gerçi daha hediyesini almadı🤫) 🎈Merih'le Demre'nin böyle bir hesaplaşmaya ihtiyacı vardı diyebilir miyiz? En azından bizim kız içini döktü, rahatladı. Çok fazla mesaj atan oldu 'Lütfen Merih'i vurmasın' diye 😭 Böyle bir şey yaptırır mıyıııımm kıyamam kiii ❤️🩹 Artık Merih ve Demre'nin omuz omuza verdiği kısımlara giriş yapmış bulunuyoruuz, hayırlı uğurlu olsun hepimize 🔥 O zaman haftaya yine aynı günde görüşmek üzere hepinizi çok seviyorum ve sımsıkı sarılıyorum. 🫂
Azalmadan, çoğalarak ✨
Sevgilerle, Fiysa
(Yorumlarda birisinin bunu yazdığını gördüm, çok hoşuma gitti 🥹🥹🥹 Artık her yere yazarım bunu benden kurtuluşu yok ✨)
Yorumlar
Yorum Gönder