3
VEDALARA GEBE VEDALAR
Çiseleyen yağmurda ağıt yakan bir sakinlik vardı. Uysal uysal süzülen
hacimsiz damlalar, nahif bir buse gibi omuzlara konuyordu. Aşılması zor
bir engel gibi önümdeki üç
adımlık basamağa bakıyordum. Sırtımı apartmanın soğuk tenine yaslamıştım.
Kapının yanındaki diyafon ikinci defa tuşlamamı söyler gibi yanıp sönüyordu. Ama cesaretim
kırılmıştı; yapamıyordum. Başımı önüme eğerek
sessizliğimle konuşurken, ayakkabımın yırtık ucu gözüme ilişti. Birden
ağlama isteği kabardı içimde. Kendimi durdurdum. Yanağımın içini dişlemiştim. Ağzıma acı bir kan tadı yayılmıştı.
Cemre’nin
sesi kulaklarımda çınlıyordu; başımı kaldırıp, sokağın köşesinde beliren iki
genç kıza baktım. Bizdik. Yağmurun hoyrat darbelerinden kaçmaya çalışarak,
birikintilerin kıyısından koşuyorduk.
“Çabuk ol, ıslanmayalım abla!”
Sokağın kirini taşıyan kaldırım kenarındaki akıntının üstünden zıplayıp, apartman girişine sığındık. Cemre tek seferde üç basamağı çıkarken,
üzerindeki damlaları savuşturuyordu. “Eteğim sırılsıklam oldu, annem bu halimizle hiç
almaz bizi içeriye,” Gerçekten de
okul üniforması
kopkoyuydu. Hayıflanırken
tek omzundan sallandırdığı saçını avuçlarının arasına sıkıştırdı. Yere akan
suyu görmek yüzünü iyice düşürmüştü.
“Bütün
şansımızı kaybettik, sıçayım ya.”
“Yine
neşe saçıyorsun,” Kinaye dolu sesimi duyunca gözlerini devirdi. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu; ancak ben
laflarına kulak asmayıp konuşmayı sürdürdüm. “Hiç sıçma sen çünkü annem bize kapıyı açacaksa bile bu zor kararı alması
en az iki saat sürecek. O zamana kadar donumuz bile kurur.”
Suratı ekşirken, kendi kendime eğlenmemi kınayarak süzdü. Elinde
tuttuğu ıslak torbayı hırçınca sallamıştı. “Abla bir kere de ciddi ol ya.
Bu kapı bize anneler gününde bile açılmazsa başka hiçbir gün açılmaz, demedi
deme.”
Omuz silkerek ceketimi iliklerken, birden gözüme spor ayakkabısı ilişti. Önündeki
yırtıktan giren suyun ayağını üşüttüğü belliydi; bileği titriyordu. Ceketi
ilikleyen ellerim duraksadı. Dayanamadım; sertçe söze girdim. “Bu ayakkabı bana daha çok uyuyor, sana
yakışmamış,” Bu ani çıkışımla kaşları çatıldı. Yüzüne karşı kötü bir söz
söylediğim zamanlarda olduğu
gibi, alt dudağı bükülmüştü. Ayağımdaki botları inceliyordu. “Değiştirelim
çabuk. Anneme güzel gözükmek
istiyorum. Sonra çalalım şu zili, vakit kaybediyoruz.”
Söylene söylene yırtık ayakkabıyı bana verdi; benden
aldığı botları da ayağına geçirdi. Hediye paketini kameradan gözükecek şekilde tutup, sonunda zile bastık;
kimin nerede ve nasıl duracağı üzerine tartışarak on uzun dakikayı zaten telef
etmiştik. Düğmeye bastığımız an cızırtılı bir melodi yükseldi; yüzümüze beyaz
bir ışık vurdu. Cemre’nin
kolumu dürtmesiyle öne doğru
uzanarak, diyafona seslendim.
“Merhaba,
anne,” Duraksadım, kuruyan dudaklarımı ıslattım. Kelimelerimi paklamak için
birkaç sefer boğazımı temizledim. “Anne merhaba. Bugün anneler günü, sana sürpriz
yapmak istedik. Beğeneceğini düşündüğümüz
bir hediye aldık, eğer kapıyı açarsan vermek için sabırsızlanıyoruz.”
Aynı konuşmayı suratımıza
vuran çiğ bir ışığın altında
soğuktan titreyerek, üç defa daha yaptık. Hiçbirinde kapı açılmadı. Bir buçuk
saat süren umutsuz bekleyişin sonunda; gecenin ilerleyen saatlerinde Cemre’nin ateşi çıkacağından ve iki
gün boyunca hasta yatacağından habersizce, otele doğru koşmaya başladık.
Sırtlarına yükledikleri umutsuzlukla sokağın köşesinden dönen iki genç kızı seyrederken, ceketimin koluyla
sertçe yanaklarımı siliyordum. Tıpkı bir piyes gibi gözümün önünde
canlanan acımasız bir
hatıraydı. Kasvetten kararmış zihnime vuran bir ışık yalkısı gibiydi.
Öfkelendirmişti beni. Hışımla basamakları tırmanıp zile basarken, yüzüme vuran
ışıktan ve kulakları tırmalayan o cızırtıdan nefret ettim.
“Neden
bu kadar zor bu kapıyı bize açmak? Niye hep gizli saklı görüştük biz seninle? Anlayamıyorum, neden bizi hayatına sığdıramadın anne?”
Sayısız kez bu kapıdan geri çevrilmiştim fakat hiçbir zaman önünde ağlamamış, hiçbir zaman da zaaflarımın kabuklarını
soymamıştım. Ama artık farklıydı; hayat
eski renginde değildi. Sevinçler solmuştu, tahammüller hırpalanmıştı.
Söylemeye
çalıştığım hakikati taşıyabilecek güçteki kelimeleri arıyordum. “Cemre
öldü anne. Gitti, yok artık. Öldürdüler kardeşimi…” Hıçkırıklarımla kesilen cümle,
bana eziyet eder gibi tepemde asılı kaldı. Kör kurşun gibi yanaklarıma devrilen yaşları elimin tersiyle sildim.
Yoğun hiddetimin sebep olduğu küllerimin arasından yeniden diriliyordum. “Duyuyor
musun? Öldü diyorum, öldü! Altı ayda bir buluşmayı reva gördüğün o
kızını öldürdüler. Nasıl bu kadar duygusuz olabiliyorsun? Elin çocuğunu bile bizden daha çok sahiplendin, ne biçim
bir annesin sen?”
Daha fazla dayanamayarak ışığın altından
uzaklaştım. Ağlaya ağlaya merdivenleri indim, sokağa taştım. Kendi acıma
sığamıyordum; bir kişiye, bir eşyaya veyahut bir söze anlam biçip bu derin sızıyı ona atfetmem; yükümü onunla paylaşarak
kendimi hafifletmem gerekiyordu. Fakat hiçbir şeyin değeri kalmamıştı;
duyduğum, gördüğüm ve
yaşadığım tek bir olguda bile mana bulamıyordum.
Sanki zamansızca bedenini terk eden bir ruh, hayatın içinde barındırdığı tüm
anlamları da peşinden
sürükleyip götürmüştü.
Bir manası olmadıkça yaşanabilir miydi hayat? Ben o kadar becerikli değildim,
yaşayamıyordum.
Hiç kımıldamadan dikildiğim sokakta, dakikalar içinde sırılsıklam
oldum. Nereye gideceğimi düşünürken,
demir kapının açılmasıyla arkamı döndüm. Annem ağlamaktan kızarmış, ne zaman
görsem bana Cemre’yi anımsatan mavi gözleriyle eşikte belirmişti. Üzerine attığı şal tek
omzundan kayarak düşmüştü. Koşarak merdiven inmiş gibi nefes nefeseydi.
Usulca kenara çekildi ve bana sessiz bir davetiye sundu. Üç yıllık
çabanın sonucunda bu kapıdan içeriye yalnız giriyordum. Haksızlıktı
bu. Cemre’ye yapılan bir haksızlıktı.
Senelerdir arşınladığım basamakları, yavaşça son bir defa daha
çıktım. Benim için aralık tuttuğu demir kapıdan içeriye süzülüp, tam karşısında
durdum; gözlerimiz birbirine değdi.
Çökük yanaklarının belirginleştirdiği elmacık kemikleri, göz torbalarının hemen altından yükseliyordu. Karmakarışık bakıyordu.
“Bu
eve davet edilmek için birimizin ölmesi mi
gerekiyordu anne?” Bu beklenmedik saldırıya yalnızca gözlerini yumarak karşılık verdi. Geri araladığında, artık kederle gölgelenmişti. Sorumu
orada bırakıp, sessizce asansöre yönelmiş; beni de peşinden sürüklemişti.
Aceleyle çıkarken aralık bırakılmış kapıya vardığımızda, hızlıca içeriye girerek kenara çekildi. Tek bir kelime
dahi geçmiyordu aramızdan.
Girmeden önce bir
süre bekledim. Annem davetkâr bir nahiflikle başını salladı ve bu bana daha çok
acı verdi. İçeri girdiğim an kapının yanındaki ufak ekran gözüme takıldı. Demek umutlarımız buradan
yıkılıyor ve yıkılışları buradan izleniyordu. Boğazıma bir yumru oturdu.
“Anne,
bu kim?”
Koridorun ucunda dikilen küçük bir kızla göz göze geldim.
Buruk bir gülümseme dudaklarıma otururken, annem aceleyle kızın yanına sokuldu;
şalının bir ucu adımlarının rüzgarıyla yere devrilmişti. Odası olduğunu
düşündüğüm bir kapının ardına doğru
kızı nazikçe iteklerken, “Komuşunun kızı,” diye de kekeliyordu, yalanın
sesine bıraktığı ağırlıkla. Önüme düşerek
beni ufak ancak ferah bir mutfağa soktu; kapıyı arkamızdan örterken oldukça gergindi.
Gösterdiği
sandalyelerden birine oturmuş, suskunluğumu da yanıma almıştım. Üzerine
ailesiyle birlikte biriktirdiği anıları
astığı buzdolabına yürüdü. Gizlemek gayesiyle dolabın üstüne konulmuş sigara
paketine uzanırken, “Bunu yaptığıma inanamıyorum ama bugün de içmeyeceksem ne zaman içeceğim?” diye mırıldanıyordu. İçinden aldığı bir
taneyle yavaşça karşımaki sandalyeye kuruldu. Titreyen parmaklarla sigarasını
yaktı. Birkaç nefes çektikten sonra ancak konuşma cesareti bulabilmişti.
Yalnızca şunu sordu. “Nasıl oldu?”
Derin bir nefes alarak doğruldum. “Birisi odanın ortasına asarak
boğmuş.”
Hızla içine çektiği
soluk, dehşete düştüğünü anlatan bir gürültü doğurdu. Gözleri içine dolan kederi taşırmış, yanaklarına devirmişti. Sertçe burnunu çekerken, masaya doğru eğildi.
Konuşurken dudaklarından duman çıkıyordu.
“Birisinin
astığı ne malum? Kim neden böyle bir
şey yapsın ki Cemre’ye?” Onu o
halde görmemiş olmasına rağmen,
kusursuzca zihninde canlanıyormuş gibi acıyla gözlerini yummuştu. Durmadan burnunu çekiyor, mırıldanıyordu. “Düşmanınız
bile yok sizin. Kim, niçin yapsın böyle
bir şeyi? Hayatına son vermek istediğini sana hiç belli ediyor muydu?” Sigarayı
tutan elini alnına dayamıştı. Gittikçe uzayan kül, neredeyse devrilecekti. “Yaşadığı
hayat şartları çok iyi değildi belki, ama yine de böyle
bir şeyi yapacak kadar…”
“Hayat
şartları mı?” Yaşadığımız trajediyi böyle bir kisvenin altına sokması hayrete düşürmüştü beni. “Mükemmel
bir yerde yaşamıyor olabiliriz ama Cemre’ye normal bir liseli hayatı yaşatabilmek için
elimden gelen her şeyi yaptım. Sırf bu yüzden canına kıyacak birisi değildi o,
annesi olarak en azından bunu bilmen gerek. Belki
koşullar değil ama ebeveyn yoksunluğu onu buna itmiş olabilir mi?”
Kışkırtmalarıma yenik düşmüştü; öfkeyle kaşlarını çattı. “Bana
karşı beslediğin öfkeyi
anlayabiliyorum ama böyle bir
olayın yükünü benim üzerime yıkamazsın, Demre.”
“Senin
için üstüne yıkılmasından korktuğun bir yük mü bu?” Öfkemi
dizginleyemiyordum; onun bizi üzdüğü gibi ben de onu üzmek istiyordum. “Ben
olacakları çok iyi biliyorum. Öz kızın öldürüldü
ama sen akşam ailenle bu masaya mutlu mesut oturacak ve yemeğini
yiyebileceksin. O lokamalar boğazından geçebilecek, değil mi? Amcam söylediklerinde çok haklı, sen hayatımda gördüğüm en gamsız insansın anne. Hemen akşamına yoluna bakmayı
çok iyi bilirsin.”
Hırsla lafımı kesti. Babamdan bahsederken sivrilen sesi, nefretle
bilenmişti. “O amcan olacak herif arkamdan böyle mi konuşuyor? Kimin kardeşi sonuçta, tıpkı baban.”
Öfkeyle elimi masaya vurunca irkildi ve sessiz olmam için çemkirdi.
Ama benim duyulma kaygım yoktu. “Madem
öyle, evlenmeseydin o zaman!
Biz de dünyaya bir kenara fırlatılmak için gelmezdik.”
“İsteyerek
doğurdum sanki!”
Bir gülle gibi tartışmanın üzerine devrilen bu sözler susturdu, arkama yaslandırdı beni. Hevesi kırılmıştı; elindeki
sigarayı söndürmeden
küllüğe fırlattı. Masanın üzerine dağılan küller, bir süreliğine odadaki tek
hareketlilik oldu. Sonunda sessizliği kelimelerle besleyen ilk kişinin ben
olmayacağını anlayarak, yorgun argın mırıldandı. Artık uysal konuşuyordu.
“Bak,
seninle tartışmak istemiyorum, tamam mı? Sinirli ve kırgın olmanı anlıyorum,
hak da veriyorum. Baban öldükten
sonra yoluma bakmam gerekiyordu. Elimden tutacak kimse yoktu, iki çocukla
sokakta kalmıştım. Reşat bana tek bir şart koştu; o da eski hayatımı geride
bırakmamdı. Ne diyebilirdim ki? Yeni kurduğu evliliğe başka bir adama ait
çocukları sokmak istememesi normaldi. Benim onun kızını reddetme lüksüm hiç
olmadı çünkü o beni seçmeye
mecbur değildi ama ben kurtarılmaya mecburdum,”
Üzüntülerinden ve pişmanlıklarından arınarak sözüne devam etti. “Güvenliğinizi sağlamak için elimden gelen her
şeyi yaptım. Dili kemiksiz biri belki ama amcan kadar nüfuzlusunu da bulmak
zordu. Bir şekilde hayata atılmanızı sağlayacaktı.”
Kendimi tutamayarak güldüm. “Her gün
saatlerce bulaşık yıkayıp çarşaf değiştirerek hayata çok iyi atıldık gerçekten.
Daha iyi atılamazdık.”
Geçmişte gösterdiği çabanın
azımsanması ve yaptığı fedakarlıkların hiçbir şekilde takdir görmemesi iyice huysuzlaştırdı onu. “Yetimhane
köşelerinde büyüseniz daha mı iyiydi? Sizi yanına alsın diye amcanı ikna edebilmek için günlerce
uğraştım.”
Sorduğu soru sinirlerimi daha da bozmuştu. “Eminim ki çok
zorlanmamışsındır, erkekleri senden daha hızlı ikna edebilen birisini henüz
tanımadım.”
“Terbiyesizlik
edeceksen konuşmayalım, Demre. Seni bunun için evime almadım.”
“Sahi,
beni neden evine aldın anne?”
Artık daralmaya başlamıştım;
durmadan hırpalamak ve hırpalanmak, ruhumu zayıflatmıştı. Konuşmanın başından
beri verdiğim mücadele yüzünden kendimi tanımakta zorlanıyordum; sırf onun
karşısında yenilmemek için, sahip olduğum bütün
iyi huyları telef etmiştim. Şu kısacık anda, iyi bir insan olma gayemi
unutmuştum.
Sıkılı dişlerinin arasından, “Anne deyip durma, çocuk
duyacak şimdi!” diye tısladı. Sonra yaptığı gafı fark ederek arkasına yaslandı.
O da benim gibi yorulmuştu. “Reşat burada olduğunu öğrenirse kıyamet kopar.
Kızıyla karşılaşmanızı istemiyordu.” Hiçbir karşılık vermedim; o da sözüne devam etti. “İster inan ister inanma hep
iyi olmanızı, iyi bir yerlere gelmenizi istedim. Cemre’min böyle
zorlandığını bilseydim…”
Acımasızca
yasını böldüm. “Ne yapardın? Yoksa üzülüp
bizi evine mi alırdın?” Hışımla yanaklarını silerken karşı çıkmaya
yeltendi ama müsaade etmedim. “Ayrıca intihar etmiş gibi bahsedip durma. Cemre öyle biri değildi. Biliyorum, tanıyorum
onu. Benim kardeşim intihar etmedi, öldürüldü.
Herkes böyle bilecek bunu.”
Yanılıyordum; kimse böyle
bilmeyecekti. İntiharla süslenmiş bu cinayet, zamanın acımasızlığına uğrayarak aşınacak ve unutulup
gidecekti. Mazinin bir kıyısına gömülecekti.
“Böyle düşünerek kendine sadece eziyet edersin.
Olan oldu, Demre,” Omzundan düşen şalı düzelterek zayıf bedenini sararken,
ihtiyatlı bir tavırla mırıldanıyordu.
“Sakın
var olmayan bir cinayetin kurgusuna kendini kaptırma. Önüne bak, yeni hayatına alışmaya çalış. Cemre böyle yapmanı isterdi.”
Alışmak. Ama ben
alışmak istemiyordum. Kaybetmeye ve eksik bırakılmaya alışmak istemiyordum.
Geride kalan acıya hissizleşirsem, rahatsızlık duymaz ve bu eksikliği sağaltmak
için çaba sarf etmezdim. Ben alışmak değil, iyileşmek
istiyordum.
Yine de içten içe
sözlerine hak veriyor olmayı
kendime yediremedim. “Olan oldu demek kolay tabii senin için. Onu öyle boynundan asılmış sallanırken gören sen değildin. Gözlerini kapatacak vakti bile…”
Boğazıma oturan yumru, cümlemin yüklemsiz kalmasına sebep oldu.
“Demre
yeter sus, duymak istemiyorum artık. Hamileyim ben.”
Şaşırarak yüzüne baktım. Sanki
ağzımdan çıkan her söz içinde taşıdığı hayat için tehlike saçıyormuş gibi,
koruma içgüdüsüyle karnına sarılmıştı.
“Konuşmayı
sürdürecek takatim kalmadı, lütfen
bitirelim artık. Reşat da birkaç saate gelecek zaten.”
Birbirimizi yaralaya yaralaya artık sona varmıştık; farkındaydım.
Derin sessizliğin içinden yüzeye çıkmak umuduyla yavaşça ayağa kalktım. O da
benimle birlikte ayaklanmış, karşımda durmuştu. Vedaların sebep olduğu bir
çöküklük vardı omuzlarında.
“Sevindim,
bu sefer isteyerek doğuruyorsundur umarım,” dedim, sevinçten yoksun bir tonla.
Aksine taşıdığı hüzünle sendeliyordu sesim. “Bir evladın gitti ama baksana
yenisi gelmiş bile. Ne güzel
haber. Umarım ona hiçbir zaman bize davrandığın gibi davranmazsın.”
Evden çıkarken bana eşlik etmeyi başaramadı. Kendisi yerine kesik
hıçkırıkları uğurlamıştı beni. Merdivenleri koşarak indim. Nefeslerim
kesiliyor, tümörü andıran
bir acı göğsümü şişiriyordu. Sanki bedenim raylarından çıkmaya çalışıyordu.
Hıçkıra hıçkıra sağanak yağmurun dövdüğü sokaklara taştım. Alışmak
istemiyordum bu hayata. Nasıl alışabilirdim ki? Osman amca yanılıyordu. İnsan
her kokuya, her yere alışamazdı.
Hiç durmadan, saatlerce koştum. Yeni bir sonun sancısıydı bu, biliyordum; nitekim hayatım boyunca bir
daha hiç annemi göremedim.
𓄅
Cenazeye yalnızca iki kişi katıldı; o günün anlamı, sessiz sedasız toprağa teslim
edilen bir tabut ve sırtımı sıvazlayan iki el olarak zihnime kazındı. Zaman,
hiçbir şekilde bana soluklanabileceğim bir lahza bahşetmeyeceğini kanıtlar
gibi, günleri hızlıca birbirine kovalattı; ama yine de hiçbir iz bulunamadı. Üstelik geçen bu süreçte hakikatin gücü de yitip
gitmişti.
Aynı gün içinde farklı odalarda kendini asarak intihar eden iki insan
olasılığı, otele giren adamların peş peşe cinayet işlemesinden çok daha
inandırıcı gelmeye başlamıştı insanlara. Zor şartlar altında, gelecek kaygısı
ve sınav korkusuyla yaşayan genç bir kızın canına kıyabilmesi de oldukça
makuldü; amcamın ifadesine göre Cemre
zaten pek gülmezdi, hep suskundu. Yaşlı adamı
kimse tanımıyordu ancak otelde konakladığı dört gün boyunca odasından hiç
çıkmaması, kendi dertleri olduğuna herkesi ikna etmişti. Üstelik o akşam otele
kimsenin girmediğine emin olan Hasan amcaya göre bu yaşlı misafir odasını hiç temizlettirmiyor, doğru düzgün yemek
dahi yemiyordu. Yani onun da intihar etmesi olasıydı.
İşlediği cinayete tanık olmama rağmen katilin saklanırken bulup da öldürmediği ben, dediğine göre koşarak lobiye inmiş ve Hasan amcayı aramış olamazdım; çünkü o, mesai saatlerinde işinin
başından asla kalkmazdı.
Yaşlı adamın,
öldürülmeden önce bana verdiği yüzük de bir kanıt olamazdı;
çünkü ortalıkta yoktu. Acımasız bir cinayete şahit olduktan sonra koşa koşa
sahile gitmem ve maktulün son nefesinden önce
bana emanet ettiği yüzüğü denize fırlatmam; polislere kalırsa çok mantıksızdı.
Ama amcamın eklediği yorumdan ötürü, bu
tutumum da makul görülmüştü. Çalkantılı bir hayat ve anne babasız büyümemin
getirdiği deneyimsizlik, ağır bir kayıp vermemle birlikte bu gibi kurgular
doğurabilirdi. Onlara göre sadece
kafam karışmıştı.
Böylece
günler geçti ve hiçbir iz bulunamadı. Amcam, koridorlarda katil adamların
dolanmasındansa, kendi rızasıyla ölen iki insanın otele daha az tahribat
vereceğine inanmıştı. Fakat öyle
olmadı. Umduğundan da büyük bir itibar kaybı yaşadı; on gün içerisinde otelin
tüm odalarına kilit vurulurken, eşyalar da neredeyse boşaltılmıştı. Bizimle
paylaşmakta zorlandığı masalara günün sonunda bir değer biçememiş, sokağa atmak
zorunda kalmıştı. Osman amca işini bırakıp memleketine dönerken, Hasan amca birkaç sokak ötedeki başka bir otelde çalışmaya başladı; ikisiyle de yollarımız bir
daha hiç kesişmedi.
Otelin bulunduğu sokağa park edilmiş kamyonun yanından geçerken, zihnimin ücra köşelerinde kaybolmuştum.
Dalgındım, yorgundum. Etrafımda olup bitenlere odaklanamıyordum. Kamyonun bizim
otel için geldiğini bile yeni idrak etmiştim.
“Ben
de seni bekliyordum.” Amcam resepsiyonun önünden bana seslendi. Günlerdir
kesmediği sakalı ve bıyığı uzayarak birbirine karışmıştı. Lobide kalan son
şeyi, kırmızı koltuğu işaret etti. Etraf bomboştu. Bu boşluğa devrilen her söz yankı yapıyordu. “Gel, otur. Seninle konuşmam
gereken önemli bir mesele var.”
Sessizce buyruğuna uyarak, pörsümüş
koltuğun kıyısına iliştim. Üşüyen ellerimi bacaklarımın arasına kıstırmıştım,
merakla amcama bakıyordum. Oturmak yerine, karşımda dikilmeyi yeğlemişti.
“Biliyorsun
ve görüyorsun ki,” Hızlıca başıyla
etrafı gösterdi. “Yaşanan olaylardan dolayı
oteli boşaltıyoruz. Bilemiyorum, cinayet söylentisi çıkmış olmasaydı yine de kapatmak zorunda kalır mıydık, ama şu an olması gereken bu. Ne demişler,
iyilikten maraz doğar.”
Dayanamayarak sözünü
kestim. Israrla üstüme yapıştırılan yalancı
yaftası canımı yakıyordu. “Doğruyu söylüyordum
amca, yemin ederim. Anlattıklarımın hepsi doğruydu. Ne o adam, ne de Cemre
intihar…”
“Yeter
Demre, kes artık!”
Aniden bağırınca, istemsizce irkildim. Bir süre hırsla sakallarını
çekiştirdi, yüzünü ovuşturdu. Ardından daha sakin ancak buna rağmen
suçlayıcılık barındırabilen bir tonla devam etti. “Şu olay hakkında daha fazla
bir şey duymaya tahammül edemiyorum. Oldu bitti, yeter. Kabul et artık sen de
kızım, inkar etmen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Kardeşin intihar etti, bu kadar
basit!” Tenime dağlanan kızgın bir demir gibi canımı yakmıştı bu sözler. Dudaklarımın titrediğini fark edince sertçe nefesini üfledi. Fazla
üstüme geldiğini anlamış, durulmuştu. “Bak, durumumu görüyorsun. Otelden geriye bir şey kalmadı,
kapandı. Hepsi gitti elimden. Artık büyüdün, ilgilenmen gereken bir kardeşin de
yok. Kendi yoluna bakman gerek.”
Telaşla söze girdim; sanki eğer durdurmazsam bu konuşmanın sonu apar topar
yapılan bir veda cümlesiyle noktalanacakmış gibiydi. Kimsesiz kalmaktan
korkmuştum. “Nereye gidiyorsun amca? Başka bir otel
işletmeyecek misin? Ben orada da çalışır, temizlik yaparım. Beni de götürsen yanında, olmaz mı?”
“Ben
her yere yanımda seni mi taşıyacağım kızım?” Kırmaktan sakınır gibi
alçak bir tonda konuşuyordu.
Ama kelimelerin ufalması, taşıdıkları anlamları küçültemiyordu. “Üç sene oldu
bak, sizi yanıma aldım. O kadın koca uğruna sizi sokağa atarken, ben sırf
ağabeyimden kalan yadigârsınız diye ikinize de sahip çıktım. Ama artık büyüdün,
koca kız oldun. Kendi başının çaresine bakman lazım. Bundan böyle sen yoluna, ben yoluma,” Karşı geleceğimi
sezmişti; birkaç adım geriledi. Bir an önce
başından savuşturmak istediği bir dertmişim gibi aceleciydi. “Bu
akşam tamamen boşaltılıyor otel. Bütün eşyalarını topla, sonra geri dönüp alamazsın. Cemre’ninkileri de artık ne yapacaksan yaparsın.
Kendine iyi bak, hadi allahaısmarladık.”
Sonra yapılan her vedanın başka bir vedaya gebe olduğunu
kanıtlar gibi döndü ve
beni, artık bir yük olarak gördüğü
kırmızı koltuğuyla birlikte ardında bırakıp gitti.
Yorumlar
Yorum Gönder