30

 Tekrar selamm! 🫶🏻 Bölüme geçmeden önce izninizle ufak bir parantez açmak istiyorum. Azalanlar fazla gizemli farkındayım birkaç kişi mesaj atmış çok karışık beynim yanıyor diye. Şey dermişim daha çok yanacak hdjdğfşf ✨ Ama şu ana kadar okuduğunuz hiçbir kısım şunu yazayım da biraz olay olsun bari diyerek yazılmadı, hepsi sonunda bir yere bağlanacak. Bölümlerde hangi olayların olacağı, hangi karakterin tekrar nereden fırtlayacağı, hepsi defterimde yazılı. Biraz karışık gelebilir, haklısınız. Umarım sizi yormuyordur. Sıkılıp bırakan muhakkak oluyordur. Ama sonuna kadar bana bu yolda eşlik edebilen cesur yavrılarım bana güvenin, okuduğunuz her sonucun bir nedeni olacak.


Bu arada, medya kısmına aylar önce Azalanlar için yaptığım kısa bir tanıtım videosu koydum. Karakterlerin görünüşleriyle bir alakası yok, sadece kitabı tanıtmak için eğlencesine yapmıştım. Belki izlemek istersiniz 🫶🏻


Gelelim şimdi şu ara bölüme. Bu zamana kadar Yoldaşlık'la ilgili doğru düzgün hiç bilgi edinememiştik. Bu bölümde sizi kısacık da olsa 1 Kasım 1979 yılına götürüyorum. Neymiş bu cemiyetler, geyikler, menekşeler bir görelim bakalım.


Bu hikayedeki karakterlerin ve olayların gerçek şahıslar ve kurumlarla hiçbir ilgisi olmamakla birlikte; bu kurguda herhangi bir olaya veya bir topluluğa hiçbir atıf bulunmamaktadır. Azalanlar'da geçen konuşmalar ve karakterler tamamen hayal ürünüdür.


30: YOLDAŞLIK CEMİYETİ



İzmir, 1 Kasım 1979


Puslu bir geceydi. Ormandaki hazin ıssızlık, koyu bir sisin altında ezilmişti. Etraf karanlıktı. Ama çember suretinde dizilmiş uzun meşaleler sayesinde, ağaçların ortasına kızıl bir aydınlık devşirmişti. Küçük bir güruh birikmişti bu kızıllığın altında; fakat kuru yaprakların üstünde uzanan yaralı geyik dışında, kimse kımıldamıyordu.


Ansızın öne çıkarak kollarını iki yana açan adam, tüm gözleri üstüne topladı.


Elindeki bıçağın keskin ucu meşalelerin altında parıldıyordu. Burası onun topraklarıydı, burası onun saltanatının başladığı yerdi. Bu gece yeraltında bir devlet kurulacaktı; seneler boyunca sürecek olan koltuk kavgasının tohumları, bu topraklarda ekilecekti.


"Efendiler!" Bu gür hitabet, tüm ormanı susturmuştu. Lafını sürdürmeden önce, etrafını sarmış soylu ailelerde gözlerini gezdirdi. Kurnaz, mağrur bir bakıştı bu. "Sevgili fedailerim, sevgili yoldaşlarım."


İlk defa bu tür sıfatlara nail olan kalabalıkta kımıltılar oldu; aitlik hissiyatının verdiği bir heyecandı bu. Bütün suratlarda, böyle bir birlikteliğe dahil edilmenin gururu vardı. Tüm dikkatler, önderlik yükünü sırtlanmış olan adamda, Şahoğlu'ndaydı.


"Sizin gibi asilzadelerin varlığıyla ruh bulan, bu kutsal cemiyete önayak olmaktan şeref duyuyorum!" Arkasında dikilen iki dostuna baktı. İkisinin de ilgisi kendisindeydi. Keza ikisi de önlerinde duran oğullarının, omuzlarına tutunmuşlardı. 


"Biz üç önder, yani İlk Büyükler, bu kudretli yolda dağılmadan yürümeye ve sizlere yoldaş olmaya ant içiyoruz. Bugün buraya, benim bakir ormanıma, Yoldaşlık Cemiyeti'nin ilk merasimi için teşrif ettik. Keza anlamlı bir adak sunduk." Zarif bir el hareketiyle, yerde yatan hayvanı gösterdi. "Sizlere ormanımdaki en güzel geyikle ziyafet verip, şükranlarımı sunmak isterim. Lakin eti sizin kemiği benim," Kendi nüktesine gülen adam, kalabalığın gülmesini de teşvik etmiş oldu. Neşeli bir uğultu yükseldi. "Bu unutulmaz gecenin anısına, ilk adağımız olan bu geyiğin başını konağımın en görkemli yerine asacağım. Şimdi izninizle, merasimi sonlandırması için kendi öz oğlumu sizlere takdim etmek isterim."


Büyük bir şevkle arkasını dönerek, elindeki bıçağı kenara dizilmiş üç oğlundan en büyüğüne uzattı. Çocuğun griye kaçan gözleri hafifçe irileşerek önce kendisine uzatılan keskin bıçağa, ardından babasının kararlı bakışlarına kaydı.


Ama uzanıp da alamadı.


Babası, sabrının sınandığını anlatır gibi bıçağı hafifçe dürtünce çocuk sonunda birkaç tedirgin adım atabildi. Kendisine uzatılan tehlikeyi eline aldığı an düşüreceğini sandı; fakat neyse ki böyle bir beceriksizlik yaşamadı. 


Henüz on üç yaşındaydı; ancak çocuk sayılamayacak kadar çok yaşanmışlığı vardı bu on üç yılda.


"Yoldaşlarımıza nasıl yapılacağını göster." Babasının tüm ormanı inleten gür sesini duyunca yutkundu. Omzunun üstünden erkek kardeşlerine, Serdar ve Aykut'a baktı. Ürkekçe birbirlerine sokulmuşlardı; hafif hafif titriyorlardı. Abi olmanın bedelini hep her şeyi ilk yaşayan kardeş olmakla ödemişti. Tekrar önüne döndü, bu sefer de yerde kıvranan yaralı hayvana baktı.


Şahoğlu, oğlundaki tereddütten hazzetmemişti. Küçümseyici bir tınıyla mırıldandı. "Yapamayacak mısın yoksa?"


Çocuk fersiz gözlerini babasına çevirince, adam çoktan yanıtını almıştı. En büyük oğlundaki bu zayıflığın tahammül edilecek bir bahanesi yoktu. Şahoğlu soyuna hiç yakışmayan, utanç verici bir şaibeydi.


Ailesini tüm cemiyetin önünde küçük düşürüyordu.


Hışımla oğlunun çelimsiz kollarından yakaladı. Dişlerinin arasından fısıldadı. "Tan Şahoğlu'sun sen, kendine gel velet! Bak şunlara bak, görüyor musun?" Çocuğu hoyratça çevirdi; uzun bir kuyruk misali yan yana dizilmiş olan Şahoğlu Konağı'nın hizmetkârlarını gösterdi. Hepsinin başı eğikti, elleri önündeydi. "Sen onlardan üstünsün. Sen basit bir insan değilsin; hele seçilmiş hiç değilsin! Sen bunun için yaratılmış birisin." 


Tekrar kendisine döndürerek defalarca kez sarstı. Sanki her sarsışla, çocuğun üstündeki ezikliği silkeliyordu. Sonra birden durdu, hiddetten soluk soluğa kalmıştı. Fakat çocukta hiçbir yaşam belirtisi yoktu; sanki ruhu çekilmiş gibiydi. İri gözleri, yerde kıvranan geyiğe kenetlenmişti.


Şahoğlu, nereye baktığını görünce oğlunu kolundan tutarak geyiğin yanına sürükledi. Çocuk bu telaşa takılarak tökezledi, geyik pusuda bekleyen ölümü sezerek irkildi. 


Bir babanın oğlunu yontmasına tanık olan kalabalıktan, takdir dolu mırıltılar yükselmişti. Onlara göre, kendi oğlunu diğerlerinden kayırıp insiyatif göstermemesi, saygı duyulacak bir durumdu. Tam da güçlü bir önderin sergileyeceği bir davranıştı.


Tek dizinin üstüne çöktü, oğlunun kulağına doğru fısıldadı. "Etrafına bak, Tan. Bak haydi, diğerlerini gör." 


Çocuk gözlerini geyikten ayırarak etrafındaki yabancılara baktı. Babasının fısıltısı, sadece kendisine sunulan bir armağan gibiydi. Bir tek o duyabiliyordu. "Dünyaya sadece iki çeşit insan gelir. Birincisi, diğerlerine tek sözüyle önderlik edebilen kişidir. İkincisi, diğerleridir. Sen diğerleri değilsin, duydun mu beni? Şimdi kaldır havaya şu aptal bıçağı."


Arkadan yükselen neşeli kıkırtı babayı susturdu. 


Omzunun üstünden dostuna baktı. Usul usul piposunu tüttüren Hürkan kendisiyle göz göze gelince gülümsedi. Adeta bir büst gibi önünde dikilen on yaşındaki oğlu Aziz, kendisiyle tıpatıp aynı bakışlara sahipti. Yeşil gözlerinde her daim marazi bir heyecan kımıldardı.


Lakin içlerinden en tehlikeli olanıydı; azman gibi, tuhaf bir çocuktu. Geçen günkü ziyaretleri sırasında, bahçedeki cins köpeğini onun öldürdüğüne de emindi, hiç şüphesi yoktu. Ama inkar edemezdi. Hürkan'ın oğlu, bıçak dahi taşıyamayan kendi oğlundan çok daha dirayetliydi; nitekim çiğ çiğ bile yiyebilirdi.


Şahoğlu, hırsla çenesini sıktı; aynı anda oğlunun da kolunu sıktığının farkında değildi.


Hürkan pipoyu tutan elini hafifçe kendisine kaldırdı. "Efendiler! Bu korkak çocuk mu yönetecek büyüyünce bizim kutsal cemiyetimizi? Şayet öyleyse, ben biraz kaygılıyım."


Yanında dikilen üçüncü adam, bu sözlere yalnızca güldü. Ama alınan bir keyiften ziyade, kaçan bir keyfin sesiydi bu gülüş. Gölgesinde duran küçük oğlu bu farkı anlayamayacak kadar küçüktü; babasına bakarak gülümsemişti. 


Hürkan'ın oğluna nazaran daha vicdanlı bir çocuktu bu. Oğlanların arasında en küçüğüydü; henüz altı yaşındaydı. Ama adalet duygusu her nasılsa, yaşından daha fazlaydı. Büyüyünce cemiyetin ilkelerini benimseyeceği bile meçhuldü.


Şahoğlu tekrar önündeki oğluna dönerek gözlerinin içine baktı. "Beni millete rezil etme. Sana nasıl öğrettiysem öyle yap!" Acımasızca itekleyerek, yerde yatan geyiğe yaklaştırdı. Hayvan neredeyse çocuğun üç katı büyüklüğündeydi. "Yap şunu dedim!"


Ama çocuk babasının cinayet emrini yerine getiremedi. Zangırdayan eli, bıçağı her an düşürebilirdi. Kâbusun içinde gibiydi. Önünde can çekişen heybetli hayvanın gözlerindeki korkuya bakakalmıştı. Onunla birlikte, ayazların altında titriyordu.


Hürkan'dan buyurgan bir söz yükseldi. "Aziz oğlum, git de nasıl yapıldığını cemiyetimize göster."


Babasının sözü henüz bitmeden yürümeye başlayan Aziz, toprağı çiğneyerek arkadaşı Tan'ın yanına vardı. Elindeki bıçağı çekip almış, yerine yenilgi tutuşturmuştu. Gerçekten de bu bir mağlubiyetti. Şahoğlu bile bu yenilgiyi kabullenmiş, öfkeyle geriye kaçılmıştı. Oğluna kenetlenen bakışlarında koyu bir nefret vardı.


Aziz korkutucu bir şevkle yerde yatan geyiğe sokuldu. Bir an dahi tereddüt etmiyordu. Geceyi yaran bıçak hayvanın boynuna saplanmadan hemen önce, çocuğun bağırışı tüm ormanda yankılandı. Sanki rüzgarlarla savruldu, gökyüzüne dokundu. "Zorluklardan yıldızlara!"


Kalabalıktan neşeli gülüşmeler yükseldi; birden alkış tufanı koptu. Kenarda dikilen hizmetçiler, geyiğin can verdiğini görür görmez hızlıca yanına koştu. Ziyafeti hazırlayabilmek için geyikle birlikte gözden kaybolmuşlardı. Ama hâlâ hayvanı bıçaklamakta ısrarcı olan çocuğu zar zor durdurabilmişlerdi.


Şahoğlu, ağacın dibinde yaşayan menekşeleri sertçe kökünden söküp oğluna yaklaştı. Koyu kan, çocuğun ufak ayakkabılarına bulaşmıştı. Hâlâ ruhsuz kalmış bir beden gibi dikiliyordu.


"Ölünün yattığı yeri her zaman güzelleştir ki," Hırsla yumruğunun içinde çiğnediği menekşeleri oğlunun eline tutuşturdu. "Kimse üstündeki süsten, altındaki ölüyü göremesin."


Tan Şahoğlu fersiz gözlerle kucağındaki menekşelere baktı. Henüz ne yaşananların, ne de babasının kendisinde açtığı yaranın farkındaydı. Onun yüzünden hayatı boyunca işlediği tüm cinayetleri bu çiçeklerle süsleyecekti; ama henüz anlayacak kadar büyümemişti.


"Öyleyse yeminimizi edelim, buyurun." Hürkan bu sözleri söyler söylemez, bir hareketlenme oldu. Elinde tepsilerle bekleyen hizmetkârlar, kalabalığın arasına karışmıştı. Her tepside ufak bir hançer ve birer kadeh duruyordu.


Üç büyük soyadı taşıyan üç farklı adam, kendi arasında ufak bir çember oluşturarak hançerleri eline aldı. Onları gören kalabalık da aynısını yapmıştı. Fakat daha ileri gitmek için İlk Büyükler'in önderlik etmesini bekliyorlardı.


Onlar yürümedikçe kimse yürümezdi; onlar durmadıkça da kimse durmazdı.


"Yoldaşlarım!" Hürkan kalabalığa hitap ederek kendisini öne çıkarınca Şahoğlu'ndan aşağılayıcı bir bakış yedi. Ama bunun farkında değildi, insanlara seslenmeye devam ediyordu. "Bütün varımı ve yoğumu Yoldaşlık Cemiyeti'ne adayacağıma ant içiyorum. Yalnızca yoldaşlığa konuşacağıma, yani konuşan bir dilsiz olacağıma; cemiyetteki kimliğimi herkesten saklayacağıma, yani yaşayan bir ölü olacağıma ant içiyorum. Son nefesime değin sessizlik ve sadakat yemini ediyorum." Duraksayınca, her cümlesini tekrar eden kalabalık da durdu. "Yemini bozmanın bedelini canımla ödeyeceğime kanım üzerine ant içiyorum. Zorluklardan, yıldızlara!"


Elindeki hançeri kaldırarak birden avucunun içine bastırdı ve sertçe kaydırdı. Metalin üstüne akan koyu kan, toprağa damladı. Aynı anda herkes hançerini havaya kaldırmış, yumruklarının içine saplamışlardı.


Hürkan elinden akan kanı kadehe doldururken, etrafındaki tüm kalabalık onun hareketlerini taklit ediyordu. Havaya ince bir kan kokusu sinmişti. Saniyeler içinde bütün kadehler koyu kırmızı sıvılarla dolmuştu.


Şahoğlu kadehi eline alıp kaldırınca, boynundan sarkan analog kamerasıyla yaşlı bir fotoğrafçı ortaya çıkmıştı. Artık tüm kadehler havadaydı; ilk yudumun alınmasını bekliyordu. Şahoğlu dudaklarına götürdüğü an, tüm kadehler de hareketlendi. Böylece ettikleri sadakat yemini, kendi kanlarında mühürledi.


"Hanımefendiler, beyefendiler," Fotoğrafçının bağırışı tüm ormanda yankılanmıştı. "Lütfen herkes buraya baksın."


Herkes yan yana dizildi; çocuklar babalarının önüne geçmişti. Tüm kadehler havaya kalktığı an, suratlara beyaz bir flaş patladı. Böylelikle seneler boyunca bütün yoldaşların evinde yaşamak üzere, bu anlamlı gece ölümsüzleşti.


Kalabalığa, merasimin son bulmasıyla bir rehavet çöktü. Etraftaki herkes hoş bir sohbete dalmış; ormanı bir uğultu kaplamıştı. 


Hürkan elindeki kanlı kadehi, hürmetle Şahoğlu'na doğrulttu. "Kitapçılar," Ardından üçüncü adama, Eroğlu'na doğru kaydırdı. "Kuyumcular," Kadeh en sonunda kendisine geri döndü. "Ve biz, Gazinocular. Bu güzel şehre renk katabilmenin şerefine. Zorluklardan, yıldızlara dostlarım!"


Şahoğlu gönülsüzce kadehini kaldırdı; kimsenin onları duymadığından emin olduktan sonra ancak konuşmuştu. "Memleket karışık. Yakındır, koltuk kavgaları başlayacak. Bizim de köklenmemiz, halka inmemiz zorlaşacak."


Hürkan alayla güldü; sanki bu dertler ona ait değildi. "İlginçmiş doğrusu, senin gibi bir Beyaz Türk ne zamandır halka inmek istiyor?"


Şahoğlu ona ters bir bakış fırlattı. "Bilakis, yeterince halka inmiş bir adamım ben. Beyazlığın bir önemi yok."


Eroğlu ketum bir tavırla araya girdi. İki arkadaşının arasındaki gerginlik onu her zaman sinirlendirirdi. "Koltuğu kim kaparsa kapsın, sırtını bize yaslayacak. Endişeye mahal yok."


Ama bu temenni arkadaşlarını yatıştıramamıştı. Tartışma hararetini koruyarak sürmüştü. 


"Senin beyazlığın başkalarının kiri olacak." dedi Hürkan, gülerek. Kendisi de ağzında gümüş kaşıkla doğmuştu; fakat onun gibi bu ayrıcalıklı hayatı inkar etmiyordu. "Senin bu kadar şanslı olman, başkalarının şanssızlığına yol açacak. Seçkin bir aileden gelmesen, dağın tepesine bu konağı inşaa edebilir miydin? Yerin altına tüm o laboratuvarları kurabilir miydin? Kirli paralarını aklayabilir miydin?" Şahoğlu'nun yüzü düştükçe, Hürkan'ın hazzı yükseliyordu. "Bizdeki beyazlık bambaşka bir beyazlık, üstten hiç çıkmaz. Kara çalsan, yine durmaz. Bu öyle bir beyazlık."


Şahoğlu, "Kimse bir kimyagerin evinde laboratuvar oluşunu sorgulamaz." dedi sertçe.


"Sahi, hâlâ afyon saklıyor musun evinin altında?" diyerek, kışkırtmalarını sürdürdü Hürkan. "Bu gidişle bir sabah uyandığında ben Hasan Sabbah'ım, bu konak da benim Alamut Kale'm demenden endişeleniyorum. İnkara lüzum yok, hizmetkârların üstünde denemiyor musun sanki deney tüplerinde karıştırdığın o haşhaşları?"


"Teessüf ederim!" Şahoğlu elindeki kadehi tepsiye çarparken, kibirle güldü. "Minnet duygusu insana her şeyi yaptırır. En güzel yemeklerle besle, en kaliteli ipek çarşafların içinde uyut ki, günü geldiğinde sana canlarını feda edecek kadar minnet duysunlar. İnsancıkların zaafıdır bu, biz insanlar anlayamayız."


Bu sefer gülen Eroğlu'ydu. Bu adamın enaniyeti gün geçtikçe daha da şaşırtıcı oluyordu. "Kula kulluk budur zaten. Sabaha gerek kalmadı, şimdiden ben Hasan Sabbah'ım demeye başladın."


İkisinin birden kendisine saldırması, Şahoğlu'nun tadını iyice kaçırmıştı.


"Cebinize giren tonlarca sıcak para sizi biraz yakmış belli ki beyler," Artık sesindeki öfke çok barizdi. "Madem nasıl kazandığımızı sorgulayacaktınız, kadehlerinizdeki kanı baştan hiç içmeyecektiniz." 


İkisinin de zenginliğine zenginlik katan bu teşkilatlanma en çok kendi zekasının eseriydi. Şahoğlu soyadı olmadan hepsi bir hiçti. Ancak şimdi hiç utanmadan, paranın ahlakını sorgular olmuşlardı. 


Laboratuvarındaki deney tüpleri kimseyi alakadar etmezdi. Kimleri denek olarak kullandığı alakadar etmediği gibi.


En saf kristali üretmeyi başardığı gün, ülkedeki tüm kartelleri çökertmiş olacaktı. Hepsini önünde diz çöktürecekti. Gelmiş geçmiş en büyük yeraltı devletini kuracak, tepedeki bürokratları da bu derin devletine ram edecekti.


Tüm bunlar, yalnızca nazar boncuğu sayesinde olacaktı. Henüz arzuladığı formülü bulamamış, istediği saflığı tutturamamıştı. Nazar boncuğuna kavuşmasına daha uzun yıllar vardı fakat tarihe geçecek olan ismini şimdiden koymuştu.


Bu kadar kutsal bir ülkü uğruna konağındaki çalışanları uyuşturması ne değiştirirdi? Bunlar afaki detaylardı. Bu ufak insancıkların kendisini şanslı hissetmesi gerekirdi. Gayet de haz içindelerdi; sefaletlerini onlara unutturan hulyalı bir hayat yaşıyorlardı.


Hürkan kurnazca gülümseyerek konuyu değiştirdi. Yeterince yüklendiğini anlamıştı. "Senin ufak soytarı nasıl adam olacak, doğrusu merak içerisindeyim."


Şahoğlu sanki lezzetli bir içecekmiş gibi, kadehindeki kandan bir yudum daha aldı; oysa ki yalnızca ufak bir yudum içilirdi. Ancak o hırsından hepsini tepesine dikmişti. Hürkan haklıydı. Gerçekten de oğlunun başarısızlıkları, soytarılıktan farksızdı. Etrafındaki düşmanları eğlendiriyordu.


Ama madem oğullara saldırma sırası gelmişti, öyleyse saldırırdı.


"Bilakis, kusurlunun adam olması daha kolay. Zira kusursuz olduğuna inananlar, gardını çabuk indirirler." dedi. Dudağının kenarından akan kanı elinin tersiyle silerken, gözlerini Aziz'e kaydırdı. Çocuğun suratına, pahalı kıyafetlerine geyik kanı sıçramıştı. İnsanı tiksindiren bir veletti. "Fakat senin oğlan alıştığı kulvarlarda yarışmayı pek seviyor." 


Hürkan'ın duruşu değişti. "Nasıl yani?"


"Yani demem o ki," Uzanıp haşince Aziz'in saçlarını karıştırdı. Dudaklarından taşan aşağılayıcı gülüş, çocuğu sinirlendirmişti. "Oğlun geyik avlamakla övünüyor ama bırak da kurt bir zahmet karadakini avlayabilsin. Sen bir de uçan kuşu avlat, şayet mümkünse. Kurdun övünebileceği gerçek av, işte budur."


Kasten sesini yükselttiği için, sözleri herkesçe duyulmuş ve hepsini güldürmüştü.


Aziz Hürkan, o geceden sonra hırsını yalnızca avladığı kuşlarda dindirebilecekti. Gururu bir kere ezilmişti. Karada avlayabildikleriyle hiçbir zaman yetinemeyecekti. Hayatı boyunca, kuşları avlayabilen kurt olmanın savaşını verecekti. Ve kırk dört senelik koleksiyonunu, evinin derinliklerine gömecekti.  


Tan Şahoğlu, o geceden sonra hırsını yalnızca avladığı geyiklerde dindirebilecekti. Gururu bir kere ezilmişti. Babası için öldüremediği bir geyik yüzünden, hayatı boyunca binlercesini telef edecekti. Ve kırk dört senelik koleksiyonunu, evinin derinliklerine gömecekti.


Bülent Eroğlu, o geceden sonra babasının kendisine dayattığı hayatı yaşamakla cezalandırılacaktı. Ömrü boyunca dindirmeye çalıştığı tek hırs, onurlu bir hayat yaşama arzusu olacaktı. Ama yaşarken ölecekti; kendi ailesinden vazgeçmek zorunda kalacaktı. Ömrünün geri kalanında, yalnız bir hayat yaşayacaktı.


Uzun seneler boyunca, ülkenin en büyük yeraltı devleti bu üç çocuğun hırsıyla yönetilecekti. Babalarındaki ihtiras oğullarına geçecekti. Her darbenin mubah olduğu bir güç kavgasının içinde büyüyeceklerdi. 


Çünkü bir sabah üçü de, kendi babalarının katili olacaklardı.







Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-