31
Hoş geldiniiiz 🫂 Upuzun bir bölümle karışınızdayım. Oylarınızı ve yorumlarınızı benden esirgemezsiniz umarım. Azalanlar'ı yazarken gerçekten çok yoruluyorum ama yorumlarınız bana güç veriyor ve şakasız şöyle geri diriliyorum 🧚🏻✨ Gerçi haftaya tekrar böyle dirilebilir miyim şu anda hiç kestiremiyorum. Umarım bölüm gelmezse bana çok kızmazsınız ama tabii ki elimden geleni yapacağım. Sadece biraz zihnimi derlemem lazım 😔
31: BENİM KANLI ESERİM
TAN ŞAHOĞLU
Altı Yıl Önce
Basmane, İzmir
Arabanın içinde yumuşak bir klasik müzik raks ediyordu. Dışardaki tüm kargaşayı küçümseyen bir dinginlik doğuruyordu. Ezgiye eşlik ederek parmaklarını usulca kımıldatan adam dışında, arabanın içinde hiçbir hareketlilik yoktu.
Tam bu esnada derme çatma otelden çıkan küçük bir kız çocuğu, birkaç adım atabildiği kaldırımda duraksamıştı. Sanki üzüntüsüydü onu birdenbire durduran. Elinde tuttuğu kırmızı elmaya bakarak, yanaklarına akan yaşları sildi. Titreyen dudaklarından, hızla inip kalkan göğsüne kadar bozguna uğramış kimse gibiydi.
Tan Şahoğlu, kızın hışımla elmayı sırt çantasına koyuşunu izledi.
Tanıyordu bu bakışı, bu öfkeyi, bu yenilgiyi. Sefil hayatının, beklenmedik anlarda kendilerine bu sefaleti hatırlatmasıyla yaşadıkları bir yenilgiydi. Ne zaman görse tanırdı, insancıkların öfkesi hep böyle gözükürdü.
Tan, derin bir soluk aldı. Zihninde bir kalabalık vardı, düşünceleri birbirine çarpışıp duruyordu. Gözlerini kızdan ayırmayarak, karşısında oturan delikanlıya hitaben sordu. "Her sabah okul üniformasıyla otelden çıkan şu kız, yoksa burada mı yaşıyor? Oteldeki bir hademenin çocuğu falan mı?"
Delikanlı, anında sorusunu yanıtladı. "Kayıtlarda böyle bir bilgi gözükmüyor, efendim. Ama isterseniz daha detaylı araştırabilirim."
"Gerek yok." Tan, başını hiç kımıldatmadan gözlerini genç adamın suratına dikti.
Genç yaşına göre epey güç barındıran yapılı cüssesine; oturuşundaki soğukkanlılığa ve sol gözündeki körlüğe baktı. Zeki bir delikanlıydı. Yaşıtları gibi toy duygulara sahip değildi. Damarlarındaki kan hızlı akıyordu. Her an her şeyi yapabileceğinin güvenini verircesine, tetikteydi.
Henüz yeni başlamıştı bu kirli işlere ama daha şimdiden sadakat yeminin hakkını vermişti. Azman gibi bir çocuktu. Tan Şahoğlu, başlarda körlüğünün ona zayıflık katacağını zannetmişti ama hiç olmadığı kadar yanılmıştı. Zira tek gözüne rağmen, tüm adamlarından daha kusursuz görüyordu.
Fakat yine de gölgesindeki adamlara hemen güvenemeyecek kadar çok tatsız tecrübeye sahipti. Bu yüzden hâlâ onun da güvenilirliğini test ediyordu. Ama yine hissedebiliyordu; bu çocuk bir gün onun en güvenilir adamı olacaktı.
Sırf aklının nasıl fikirlerle dolu olduğunu anlayabilmek için şunu sordu. "Söyle bakalım, Merih Karahan. Zafere giden yol bir çocuğun üstünden geçiyorsa, bu yolda yürümek yine de mubah mıdır?"
Sorduğu soru ahlak sarsacak kadar kışkırtıcıydı ama karşısındaki Merih'in istifini bile bozamamıştı. Aldırışsızca dudaklarını büzüp gevşetirken bir süre düşündü. Sonra yalnızca şunu söyledi. "En kirli işin bile bir ahlakı vardır. Ben her çocuğun masum olduğuna inanırım, efendim."
Tan'ın ilgisini çekmişti bu inanç. Yavaşça kaşlarını kaldırdı. "Şayet suçlu bir çocuksa, suçlunun başını ezmezsin yani öyle mi?"
Ama adam söylediği beyanın arkasındaydı. Kendinden emin bir tavırla, "Suçlu çocuk yoktur, suçlu ebeveyn vardır." demişti.
Söyledikleri, Tan'a kalkık kaşlarını indirtmişti.
Her nedense, kendi babasını anımsatmıştı bu sözler ona. Suçlu bir çocuk olmanın kayıplarını, kendisinden daha fazla veren kimse olamazdı bu hayatta; belki biraz Aziz, belki de biraz Bülent anlayabilirdi onu. Ama başkası anlayamazdı. Bu yaşına kadar hep kendisini suçlamıştı; ama şimdi, ömründe ilk kez, babasını suçlayabilmek istemişti. Sanki onu suçlasa, vicdanı da aklanacaktı.
Ama bu mest edici fikir cazibesini çabuk yitirmişti.
Yanındaki adama arabanın kapısını açtırarak çıkmak için hazırlandı. Sohbeti noktalayan son sözünü söylerken, Merih'e ketum bir bakış dokundurdu. "Suçlu çocuklar, büyüyünce suçlu ebeveynlere dönüşür. Ezilmesi gerekenin başı, zamanında ezilmeli."
Bastonundan destek alarak arabadan indi. Rüzgarların altında sarsılan saçını düzeltti, etrafındaki siyahlı adamlara baktı. "Siz uzakta kalın, kızı ürkütmeye mahal yok. Merih sen de araba bekle, yerinden kımıldama."
Cemre Eroğlu, vitrinde gördüğü rengarenk tatlılar yüzünden yolundan dönmüştü; sıcacık kokusunu sokağa taşıran fırının önünde dikiliyordu. Artık ağlaması durmuştu; ama hâlâ içli içli nefeslerini çekmeye devam ediyordu. Kederli bir hâlde çantasındaki cüzdanı çıkararak, içinde savrulan değersiz kuruşlara baktı.
Yaşadığı hayatta canının çektiği tatlıları yiyecek lükse bile sahip değildi. Artık bu sefilliği haksızlık olarak dahi göremiyordu. Belki de hak ediyordu, artık hiçbir şeyden emin olamadığı bir yitiklik evresindeydi. Tekrar gözlerinin dolduğunu sezdi.
"Küçük hanıma şuradaki çilekli pastadan verir misiniz?"
Önce leziz tatlıların sıralandığı vitrini gösteren ele; ardından en çaresiz hissettiği bir anda hayatına giren bu elin sahibine baktı. Neredeyse ellili yaşlarında, oldukça şık giyinimli bir adamdı. Küçük kız gözlerini kırpıştırarak, kirpiklerine takılan yaşları savuşturdu.
Şaşkın şaşkın etrafına bakarak, kendisinden başka bir küçük hanım bulmaya çalıştı. Ama yoktu, hızlı hızlı kaldırımdan geçip giden insanlar dışında yanlarında hiç kimse yoktu. "Benden mi bahsediyorsunuz?"
Adam iki elle bastonuna tutunarak, içtenlikle gülümsedi. Bakışlarında sıcak, sempatik bir tavır vardı. "Evet, senden bahsediyorum küçük hanım. Sıcak bir çay içmek istiyorum fakat gördüğün üzere yalnızım," Altın bir yüzüğün parladığı elini kaldırarak etrafını göstermişti. İhtişamlı bir yüzüktü bu; üstünde parlak bir geyik sureti vardı. "Bu ihtiyar adama eşlik etmen karşılığında, sana çilekli bir pasta ısmarlamak isterim. Ufak bir rüşvet de diyebiliriz sanırım buna."
Adam kendi nüktesine gülmüştü; ama kız gülemeyecek kadar şaşkındı. Gerçekten bu kadar talihli miydi? Sırf yalnız başına çay içmek istemeyen bir adam sayesinde, ilk defa şu fırından istediği tatlıyı yiyebilecek kadar talihli bir sabaha uyanmış olamazdı. Rüya gördüğünü sandı. Belki de birazdan ablası sarsarak onu uyandıracak, derse geç kaldığı için başında çığıracaktı.
Teklif çok cazip gelse de tedirgin olmuştu. Otelin sokağına doğru kaçamak bir bakış fırlattı; ablası onu yabancı bir adamla fırında otururken görse, bu bir felaket olurdu. Tekrar karşısında gülümseyen adama baktı. Üstündeki kıyafetlerin değil dokunabildiği, daha önce hiç görmediği bir kalitesi vardı. Varlıklı bir insan olduğu belliydi.
"Peki, tamam," dedi, tekrar otele kaçamak bakışlar atarken. "Ama fazla vaktim yok, okula yetişmem lazım."
Tan Şahoğlu'nun tebessümü genişlerken eliyle fırının içini gösterdi ve önden buyurmasını bekledi. Kız ona arkasını döndüğü an, adamın dudaklarındaki gülümseme hiçliğe karışmıştı. Birlikte duvar kenarındaki masaya oturduklarında, genç kızın üstündeki tedirginliğin geçmemiş olduğunu fark etti.
Masayı bilerek onun seçmesini istemişti. En köşedeki kuytu yeri tercih etmesi, karakteri hakkında çok şey söylüyordu. Gözlerden ırak olmayı seven, çekingen bir çocuktu. Böylelerini konuşturabilmek her zaman daha zordu.
Garson bir dilim çilekli pastayı kızın önüne koyup, üstünde dumanı tüten çayı da bıraktıktan sonra hızlıca uzaklaştı. Kızın ürkek bir yavaşlıkla çatala uzanışını izleyen adam, bacak bacak üstüne atarak arkasına yaslandı. İki eliyle, bastonuna yaslanmıştı.
Nitekim ufak bir kız çocuğunun, saçmasapan bir pastadan aldığı zevki oturup izleyecek de değildi. Bu yüzden lafı dolandırmadan söze girmeye karar verdi. "Aslında sana mütevazı bir teklifte bulunmak için buradayım. Bir sokak ötedeki otelde çalıştığını biliyorum."
Henüz ikinci lokmayı ağzına götürmeye hazırlanan kızın eli havada takılı kaldı. Hafifçe geriye çekildi; kaşları çatılmıştı. Artık bariz bir şüphe ve korkuyla bakıyordu karşısındaki yabancıya.
İştahı kaçmış gibi elindeki çatalı usulca kenara koyarken, "Nasıl yani? Kimsiniz ki siz?" diye sorabildi.
"Arkadaşını arayan bir adamım," Dertli bir tavırla dudaklarını büzmüştü. "Otelinizde kaldığına inandığım birisini arıyorum. Eğer bana birkaç gündür orada konaklayan orta yaşlarda bir adamın olup olmadığını söylersen, seni bu yardımın için cömertçe ödüllendiririm." Birden elini ceketinin içine sokarak beyaz bir zarf çıkardı. Masanın üstünden kaydırarak kıza doğru uzatırken, gri gözleri suratına kenetlemişti. "Burada seni senelerce idame ettirecek kadar para var. Artık canının çektiği her şeyi yiyebileceksin, hatta o izbe otel odasından bile kurtulabileceksin. İnsanların ömrü boyunca ter akıtarak kazanabildiğini, sen yalnızca birkaç dakikada kazanacaksın."
Şayet kaçan yoldaş gerçekten bu otelde kalıyorsa bile, çok iyi saklanıyordu; bırak günlerdir otelden çıkmayı, odasından dışarıya adım atmıyordu. Defalarca kez içeri gizlice adam sokmuştu fakat hiçbiri firar eden bu herife rastlayamamıştı.
Ama yine de hiç şüphesi yoktu. Kitapçılar'ı büyük zarara uğratan adamın, hayatını kurtarması için Bülent'e diz çöktüğüne emindi.
Kuyruğu sıkışan her yoldaşın, vicdanını bildiği için ona koştuğu da yadsınamaz bir gerçekti; zira kimse Tan Şahoğlu'na ya da Aziz Hürkan'a sığınmazdı. Çünkü zaten kaçtıkları kişi ikisinden birisi olurdu.
Bülent'in o herifi erkek kardeşinin otelinde sakladığına kuşkusu yoktu; her nasılsa, hissedebiliyordu. En son bu sokakta görüldüğü kulağına gelmişti fakat günlerdir hiçbir iz bulamamışlardı. Ortada hiç kanıt yokken de otele baskın düzenlemek ahmakça bir hareket olurdu. Bir hamle yapılacaksa, kesin kanıtlarla yapılmalıydı. Olasılıklarla adam öldüremezdi.
En nihayetinde burası onun toprakları değildi; Bülent'indi. Sözsüz bir kural varsa bu üç liderin arasında, o da başkasının topraklarında ahkam kesmenin ağır bir hakaret sayılacağıydı.
Çünkü yapacağı her hamle, Bülent'in itibarına dokunacaktı. Şayet adam otelden çıkmazsa, bu aralarının bozulmasına sebebiyet verirdi; çünkü hain saklayan lider iftirasıyla lekelenecekti. Bu onuruna saldırmaktan farksızdı. Aralarında soğuk rüzgarlar esmesini göze alamazdı.
Bülent Eroğlu vicdanlı bir adam olabilirdi; ama zaten onu bu kadar öngörülemez yapan özelliği de buydu. Bir sabah vicdanından soyunup evinde bırakabilirdi; hiç yaşanmamış bir şey de değildi.
Cemre uzun bir tereddütün sonunda, ürkek bir yavaşlıkla zarfı eline alabilmişti. İçindeki yüklü miktarı gördüğü an mavi gözleri fal taşı gibi açıldı. Zarfı elinden düşürecek kadar panikledi, hızlıca masaya geri koydu; ama tamamen bırakamadı. Adamın dudağının ucu yukarıya kıvrıldı.
Karşısında, paranın kokusunu dahi bilmeyen zavallı bir çocuk vardı. Eline tutuşturduğu zarf için ruhunu bile satabilirdi. Bakışlarındaki açlıktan belliydi. Parayı masaya geri koyabilmek kolaydı; ama elini üstünden çekebilmek hayatının imtihanıydı.
"Doğru," Kız sonunda paranın cazibesine yenik düşerek, zarfı kendisine doğru çekti. Gözlerindeki kararlılık, adamın gülümsemesini tüm suratına yaymıştı. "İki gündür otelimizde orta yaşlarda bir adam konaklıyor. Ne odasından çıkıyor, ne de bizim girmemize izin veriyor. Temizlik bile yapamıyoruz."
Tan, sert bir edayla sözünü kesti. "Bana dış görünüşünü tanımla."
Kız karşısındaki adamın buyurganlığına şaşırsa da isteğini ikiletmeden, oteldeki müşterinin nasıl göründüğünü eksiksizce anlattı.
Tan, keyiflenmiş gibi parmaklarıyla ritim tutmaya başlamıştı. "Kaç numaralı odada kalıyor demiştin?"
Kız böyle bir şey demediğine emindi; adamın ağzından laf almakta ne denli usta olduğunu fark edince yine afalladı. Ona kaldığı odanın kapı numarasını, keza kaçıncı katta olduğunu da söyledi. Artık korkmaya başlamıştı; bir an önce zarfı alıp buradan uzaklaşmak istiyordu.
Ama adam yerinden kımıldamıyordu. Suratına kenetlenmiş gri gözleri, kendisinin de kımıldamasına müsaade etmiyordu. "Otelde mi yaşıyorsun?"
Cemre bu soruyla iyice şaşırdı; huzursuzca kımıldandı. "Evet, neden sordunuz?"
Tan Şahoğlu'nun gülümsemesi usulca soldu. Ama sonra daha da canlı bir hâlde dudakların geri nüksetti. Bu zavallı kız Eroğlu soyundan geliyor olabilir miydi? İhtimali bile dudak uçuklatacak cinstendi. Hafifçe gözlerini kısarak karşısındaki çocukta, babasına dair bir benzerlik aradı. Gerçekten de öz kızını izbe otel odalarında yabani bir hayvan gibi saklıyor olabilir miydi? Bülent'in geçmişte babasına karşı gelerek vasıfsız bir aile kurduğunu duymuştu; fakat kendi kızını böyle sefil bir hayata mahkum edeceği, hiç aklından geçmezdi.
Ama öte yandan akla yatkındı; böyle metruk bir yerde yasak çocuğunu gizlemek zekiceydi. Kimsenin aklına, o yaltakçı kardeşinin otel odasına bakmak gelmezdi.
Başını hafifçe iki yana sallayarak gülünce, fark etmeden kızı ürküttü.
Ne kadar da gülünçtü; ağzından laf almak için karşısına oturttuğu genç temizlikçi, en yakın dostunun yıllarca yoldaşlıktan sakladığı kızı çıkmıştı. İçten içe keyiflendi. İlgisini saklama gereksinimi bile duymayarak, dosdoğru sordu. "Başka kardeşin var mı?"
Cemre artık büsbütün huzursuzdu; adamın niyetini anlayamadığı için de korkmuştu. Bu yüzden, hiç düşünmeden yalan söyledi. Ablasının adını böyle bir adamın yanında asla anmayacak, onu tehlikeye atmayacaktı. "Hayır, sadece ben varım. Tek başıma yaşıyorum."
Tan Şahoğlu derin bir nefes alarak doğruldu, çevik bir manevrayla oturduğu yerden kalktı. Karşı kaldırımda bekleyen adamı gözüne ilişmişti. Yeterince zamanını telef etmişti bu kıza. "Öyleyse paranın tadını tek başına çıkar."
Ardına bile bakmadan fırından ayrıldı. Karşı kaldırımdaki adamıyla göz göze geldi. Kendisinden alacağı emri bekliyordu. Gözlerinde ortadan kaldırayım mı sorusu vardı. Tan kaşlarını havaya kaldırarak çabucak onu durdurdu; adam yavaşça geriye çekildi.
Tabii ki onu öldürmeyecekti. Kızın gerçek kimliğinden kimseye bahsetmeyecekti. Bu gece adamlarını otele baskına gönderdiğinde bile, hiçbirinin ondan haberi olmayacaktı. Hayatta kalabilmek, artık tamamen kızın şansına bağlıydı. Böyle ufak bilinmezlikler her zaman Tan Şahoğlu'na heyecan verirdi.
Ama şayet ölürse, Bülent'in çekeceği ızdırabı görmek de keyifli olacaktı. Çünkü öldürülenin öz kızı olduğunu hiçbir şekilde kabul edemeyeceğinden, kendisine de saldıramayacaktı. En nihayetinde, toprağa verilen yalnızca basit bir otel çalışanı olacaktı. Onlarca insanın kaderine attığı kördüğüm, onu keyiflendirdi.
İşte bu kördüğüm, bir sanat değil de neydi?
DEMRE EROĞLU
Ellerinde tuttukları kırmızı kadehlere, yakalarına iliştirdikleri ipek mendillere, bakışlarındaki ifadelere bakındım. Renksiz fotoğrafın, en ücra köşelerinde bile gezindim. Büyük adamların arasında küçücük kalmış oğlan çocuklarına bakarken, arkamdan yükselen sesle dalgınlığımı yitirdim.
"Ben de şu tablonun tozunu almaya geliyordum," Elinde tuttuğu bezle, Sinem çıkmıştı mutfaktan. Beni görünce gülümsedi. "Ben tozunu alırken sen de tutar mısın? Devrilmesinden korkuyorum, çok ağır çünkü."
"Tutarım tabii." Tabloya yaklaşarak kenarlarından tuttum. Sinem çoktan ıslattığı bezle silmeye koyulmuş, diğer kuru bezi de benim elime tutuşturmuştu.
Sessizliğim dikkatini dağıtmış gibi, gözünün ucuyla bana baktı. Üstümdeki durgunluğu sezmişti. "Ceren Hanım'la konuşmanız kötü mü geçti? Seni çalışma odasına çağırmış, az önce kızlardan duydum."
Başımı iki yana sallarken, gülümsedim. On dakika önce içinden çıktığım çalışma odasına kaçamak bir bakış fırlatmıştım. Tan'la konuşmamızdan kimseye bahsetmeyecektim. "Yok, kötü geçmedi. Önemsiz bir şeylerden bahsetti sadece," Aniden zihnimi ele geçiren beklenmedik bir düşünceyle duraksadım. "Bu arada dördüncü kişiliği varmış, sen biliyor muydun?"
Tablonun camını silen eli yavaşladı ama durmadı. Gözlerime bakmaktan kaçınarak, dudaklarını büzdü. "Öyle miymiş?"
Başka bir şey söylememişti. Fakat bildiği belliydi; konaktaki herkesin ağzında dolanan bir sırrın ona hiç uğramamış olması neredeyse imkansızdı. Ama ona olanak sunmuş olmama rağmen, sırrı benimle paylaşıp yaymaya da kalkışmamıştı.
Salondan taşan birtakım gürültüler, birden ikimizin de dikkatini dağıttı. Ahşap kapısı açılmış, Merih dışarıya çıkmıştı; arkasından beliren Tan Bey sessizce ona bazı direktifler veriyordu. İkisi de oradaki varlığımızı henüz fark etmemişti.
Merih aldığı talimatları yerinde getirebilmek için hızlıca önüne dönmüşken, ansızın gözlerimiz kesişti. Adımları tüm telaşını yitirdi, yavaşladı. Gözlerine nükseden sıcaklık, fark edilmeyecek gibi değildi. İçindeki düşünceleri savuran ılık bir meltemi andırıyordu.
"Merih," Mühim bir şey anımsamış gibi arkasından seslenen Tan, durmasına neden oldu. "Az önce söyleyecektim de aklımdan çıkmış. Senin için de uygunsa eğer, kızımla evlenmenizi istiyorum."
Beyhude bir detaymış gibi söyledikleri, üçümüzü de dehşete düşürdü.
Birden tüm renkler soldu; sanki dünya tablodaki eski fotoğraf gibi, siyah beyaz olmuştu. Elimdeki bez yere düştü; parmaklarım uyuşunca devasa tablo tekinsizce sarsıldı. Sinem duyduklarının hayretini henüz yaşayamadan, panikle ağır tabloya tutundu. Kaşlarını çattı ve sessizce beni süzdü.
Merih'i istila eden şaşkınlık, tüm duygularını yerle yeksan etmişti. Bakışlarındaki sıcaklık artık yoktu; ürkütücü bir hızla buz kesmişti. Gözlerini benden kaçırarak, yavaşça arkasındaki adama döndü. Hareketleri, bu beklenmedik emirle yüzleşmeyi olabildiğince ertelemeye çabalıyormuş gibi, ağırlaşmıştı.
"Tan Bey..." Merih'in sesindeki tonu duyduğu ân adamın kaşları çatıldı. Suratında öyle bir merak belirmişti ki, hangi afaki sebebin teklifini reddetmesine yol açtığını anlamak istiyor gibiydi.
Sanki bir evlilik teklifi değil de, evlilik emri çıkmıştı ağzından.
Merih, karşılaştığı sessiz ikazlar yüzünden bir süre sustu. Ardından yalnızca şunu söyledi. "Beni damadınız olarak görmeniz onore edici ama düşünmem için bana biraz zaman tanıyın lütfen."
Sanki dipsiz bir sessizlikte boğuluyorduk.
Karnıma amansız bir duygunun saplandığını hissettim. Körleşen gözlerimi altın varaklı çerçeveye dikmiştim; ama zihnim tamamen sessizlikteydi. Sabırsızca, içine devrilecek olan sözü bekliyordu.
Bana kendimi yaşlanmış hissettirecek kadar uzun bir duraksamanın sonunda, Tan Şahoğlu konuştu. "Tamam, peki. Düşünebilirsin. Sırf seni oğlum olarak bildiğimden tanıyorum bu zamanı sana, yoksa başkasına yapmazdım. Kızıma bir hakaret olarak görürdüm."
Kimse bunun üstüne bir söz söylemedi. İkisi birlikte yanımızdan geçerek gitti ve bizi ağır bir suskunluğun kollarına terk etti. Sertçe yutkundum; ama sanki ben yutkundukça, boğazımdaki yumru daha da şişti.
Çünkü farkındaydım; bu kaçınılmaz bir sondu.
"İnanamıyorum duyduklarıma, resmen kızıyla evlenmesini emretti adam!" Sinem'in fısıltısını duyunca ona baktım. Dudaklarının kımıldadığını gördüm fakat kelimelerdeki anlamları işitemedim. Kulaklarımdaki uğultu, beni sağırlaştırmıştı. Hiçbir sözü duyamıyor yahut hiçbir olguyu algılayamıyordum.
Sinem'in bana attığı kaçamak bakışları görmezden gelmek ve her şey yolundaymış gibi davranmak için üstün çaba sarf ettim. Nitekim günün geri kalanını kendi bedenimden kovulmuş gibi hissederek geçirmiştim.
Uzun saatler boyunca kızların bu meseleyi konuşmasına katlanmak zorunda kaldım. Fakat hiçbir yorum yapamadım. Sanki yaşanılanlara, uzaklardan bir yerden tanık oluyordum.
"Tan Şahoğlu söylediyse artık bunun geri dönüşü olmaz, istese de reddedemez ki!" Bunu söyleyen Ece'ydi; masanın etrafındaki herkesin bu sözleri onayladığını görünce, ben de başımı sallamıştım. Artık hava gitgide kararıyordu ama her fırsatta toplanarak yaptıkları bu ufak konuşmalar, cazibesini bir türlü yitiremiyordu.
"Ne yaptı etti, Merih'i kapmayı başardı o kadın." Bunu söyleyen Sude'ydi. Konuşmanın hangi evresinde sarf etmişti bu sözleri, bilmiyordum. Belki de çoktan sohbetin içinde kaybolup gitmişti; ama canımı çok yaktığı için, hâlâ kulaklarımda uğuldamayı sürdürüyordu. "Merih istese de böyle bir teklifi reddedemez. Beren'i reddedebilirdi belki ama Tan'ı... Patronunun lafı üstüne laf söyleyemez ki. İnanamıyorum, resmen evlenecekler!"
O gece odamın perdelerini tamamen örterek, erkenden yatağa sığındım. Saatler boyunca yorganın altında kıvrandım, oradan oraya döndüm. Yine gelirdi miydi acaba? Bastıramadığım bir umutla perdelere bakıp durdum ama yine de kalkıp aralamadım.
Gecenin en zifiri anı başkaldırdığında, ansızın pencereme vurulduğunu duyunca irkildim. Kalbime o kadar keskin bir his saplandı ki, anında gözlerimi doldurdu.
Gelmişti, buradaydı.
Ama sesini duymuş olmama rağmen, yerimden kalkmadım. Yorganın altında kıvrılarak, düşecekmiş gibi sımsıkı kenarlarına tutundum. Hafifçe cama yeniden vurduğunu duydum. Ancak yine de kımıldamadım. Henüz birkaç saniye geçmeden telefonum titreyince, çıkardığı gürültüden ürkerek elime aldım. Ekranda yalnızca onun mesajı vardı.
Konuşalım lütfen.
Kısa bir anlığına gözlerimi yumdum; şakaklarıma devrilen sıcak yaşlar sanki tenime dokunduğu yerleri de kavurmuştu. Telefonu geri kilitleyecekken, ellerimin arasında tekrar titredi. Ekran yeniden aydınlandı.
Konuşmak istemiyorsan susarız. Sen sussan da ben seni duyarım. Ama en azından yüzünü görmeme izin ver.
İçimde bir şeylerin devrildiğini hissettim. Daha fazla dayanamayarak telefonu kapattım. Ne konuşabilirdik ki? Kızlar haklıydı; bu yerine getirmek zorunda olduğu bir emirdi ve o da bunun farkındaydı. Hemen kabul etmemişti belki; ama hemen reddetmeye çalışmamıştı da. Neyi düşünecekti ki? Yoksa gerçekten onunla evlenmek istiyor muydu? Bir amaç uğruna dahi yapacak olsa, sonuçta bu bir evlilikti. Elbet evlilik hayatı yaşayacaktı. Ruhumdaki soyut acı, birden somutlaşarak tüm bedenimi kuşattı. Kendi soluklarıma sığamaz oldum. Yorganı başıma kadar çektim ve yıllar sonra ilk defa ağlamaktan yorularak uyuyakaldım.
Çünkü yakında evleneceğini anlamıştım.
𓄅
Tanın ağarmasıyla uyanarak, kendimi yataktan kurtardım. Gece boyunca gördüğüm kâbuslar, bütün takatimi yitirmeme neden olduğu için hızlıca sıcak suyun altına girmiştim. Saatlerce ağlamanın bedelini, başımdaki ağrıyla ödeyeceğimi anlamıştım. Bir süre gözümdeki şişliği indirebilmek için soğuk suyun altında çırpındım fakat sonunda pes ederek, banyodan çıktım.
Günün ilk ışıklarıyla haraketlenmeye başlayan konakta, davetin telaşı hâkimdi. Herkesin erkenden ayrıldığı müştemilattan ben biraz daha geç çıkmış, dün gece bıraktığım kolyenin hâlâ yerinde olup olmadığını kontrol etmiştim. Hiçbir pürüzün yaşanmaması gerekiyordu.
Şüphe çekmemek için çabucak evden ayrılarak konağa girdiğimde, kıyametin çoktan kopmaya başladığını duydum. Evin duvarlarını inleten üst kattaki tiz haykırışlar, Beren'in kayıp kolyeyi fark ettiğini gösteriyordu. Etrafta mahşeri andıran bir telaş vardı. Kadının gazabından kaçışan kızlar, mutfağa doğru koşuşturuyordu.
Birden koridordaki varlığımı fark eden Aylin, telaşla peşine düşmemi söyledi. "Demo sağ kalmak istiyorsan, buraya gel. Konakta hırsızlık olmuş!"
Ama onu duymazdan gelerek, merdivenlere yürümeye başladım. Mutfağın aralık kapısından dışarıyı kolaçan eden kızların korkuyla bana seslendiklerini duyabiliyordum; fakat durmadım, hızlıca basamakları tırmandım. Bir yandan da elimle susmalarını söylüyordum.
Yukarıya çıktıkça tizliği artan bağırışlar, istemsizce beni ürkütmüştü. Söyleyeceklerimi defalarca kez içimden tekrar ederek, koridoru aştım. Yaklaştıkça, konuşulanları daha iyi anlar olmuştum.
"Beren Hanım, kızlarımdan hiçbirinin böyle bir şey yapmayacağına adım kadar eminim!" Meral ablanın kızgın sesini duyunca bir an duracak denli yavaşladım ama durmadım. "Daha önce hiç böyle bir şey yaşanmadı, siz de biliyorsunuz. Lütfen sakin olun, Tan Bey ve Belkıs Hanım bu yaygarayı duymasın."
Beren'in hiddeti, evin tüm duvarlarını arşınladı. "Nereye gitti o zaman bu kahrolasıca kolye? Yer yarıldı da içine mi girdi? Senin kızların çalmayacak da kim çalacak? Annem mi çalacak?"
Meral abla karşısındaki öfkeyi nasıl yatıştıracağını bilemeyerek, ağzının içinde bir şeyler geveledi. "Tabii ki onu ima etmiyorum..."
Artık kapının önüne varmıştım. Ellerimi önümde kavuşturarak, derin bir soluk çektim içime. "Ben kimin aldığını biliyorum."
Hışımla ikisi de bana döndü. Beren'in gözleri kısılırken, Meral ablanınkiler irileşmişti. İkisinde de öylesine farklı duygular yeşermişti ki, çok tezat bir görünüm vuku bulmuştu. Birisinde sadece korku; birisindeyse sadece hırs vardı.
"Demre'ciğim..." Meral abla telaşla yanıma gelerek koluma tutundu. İri gözlerindeki endişe, bana anlık olarak kendimi pişman hissettirmişti. Nitekim duygularım bana geri adım attıramayacaktı. "Ne dediğinin farkındasın, değil mi? Bu çok ama çok büyük bir itham. Konuşmadan önce iki defa düşünmeni istiyorum senden."
Yavaşça başımı salladım. "Biliyorum, farkındayım. Ama kendi gözlerimle gördüğüm için söyleyebiliyorum bunu zaten."
Ansızın yanımızda biten Beren, tıpkı Meral abla gibi koluma tutundu. Ama onunki çok daha sert ve sabırsızdı. Gözlerimin içine bakarak, "Çabuk nerede gördüğünü söyle." diye mırıldandı.
"Müştemilatta," dediğim an, Meral ablanın kolumu tutan eli kayarak yanına düştü. Sanki bedenindeki tüm güç çekilmişti. Gözlerini yumdu, eliyle yüzünü örttü. Onu görmezden gelerek, sözüme devam ettim. "İsterseniz sizi götürebilirim."
"Derhal götür." Beren beni koridora doğru itekleyince hızlıca yürümeye başladım. Sanki içimdeki kalp, göğüs kafesimi kırma çabasındaydı. Ama inkar edemezdim. Birisine ağır bir iftira atma amacıyla yürüdükçe, ayaklarım geri geri gitmeye başlamıştı.
"Bir saniye..." Arkamızdan koşarak bize yetişen Meral abla sesini yanımdaki kadına duyuramamıştı. Çaresizce nefesini üfledi. Kendisini hiçbir şekilde durduramayacağını anladığında da sessiz bir gölge misali peşimize düştü.
Beren resmen topuklularıyla basamakları ezerek bize önderlik ederken, mutfağın aralık kapısına üşüşmüş olan kızları gördüm. Hepsinde şaşkınlığın ve korkunun farklı tonları mevcuttu. Meral abla hışımla içeriye girmelerini işaret edince, geriye kaçışarak kapıyı örtmüşlerdi.
Müştemilata varmamız yalnızca bir dakikamızı almıştı. Evin kapısına geldiğimizde, tahammülsüz bir sinirle açmamı söyledi. Telaştan titreyen ellerle hızlıca kilidi çevirerek kenara çekildim. Ayakkabılarını çıkarma gereksinimi dahi duymadan bizi geride bırakarak içeriye daldığı esnada, Meral ablayla gözlerimiz kesişti.
Soluk soluğa kalmıştı; çehresinde saf bir korkudan başka hiçbir duygu yoktu. Aralanan dudaklarından, yalnızca benim duyabileceğim bir fısıltı döküldü. "Umarım ne yaptığını biliyorsundur."
"Nerede?" diyerek öfkeyle bana doğru çığıran kadın, apar topar içeriye girmeme neden oldu. Meral ablayı arkamda bırakarak, kolyenin olduğu odaya doğru yürüdüm.
Kapıyı sonuna kadar aralayıp önden girerken, içerde onunla karşılacağımı hiç ummamıştım. Öyle ki eşikte donakaldım. Elim kapının kulpuna tutunurken, gözlerimiz kesişti. Üstünü değiştirmeye hazırlandığı belliydi. Dolabını sertçe çarparak, geriye kaçıldı ve birden saldırganca suratıma çemkirdi.
"Ne oluyor be terbiyesiz? Ahır mı burası düstursuz giriyorsun?" Üzerime yürürken, arkamdaki diğer iki kadını fark etti. Duvara toslamış gibi durdu, suratındaki tüm öfke yaprak misali savrulup gitti. Karşısında bulduğu kalabalık, kendisini şaşırtmıştı.
"Evet, ahır burası." Sıkılı dişlerinin arasından taşan bu hoyrat sövgü, tüm gözlerin Beren'e dönmesine neden oldu. Geriye çekilince hâlâ aralık duran dış kapı gözüme ilişti; kızların hepsi önüne toplaşmış, içeriye kulak kesilmişlerdi. Fakat hiçbiri eve adım atabilecek kadar cesur değildi.
Beren çenesiyle beni göstererek, tekrar dikkatimi ona vermemi sağladı. "Söyle, nerede kolye?"
Elimle yatağı gösterince Dilan abla sendeleyerek geriye kaçıldı. Suratını o kadar çıplak bir şaşkınlık kaplamıştı ki dudakları aralık kalmıştı. Birden kekelemeye başladı. "Anlayamadım şimdi ben, ne kolyesi?"
Beren ansızın odanın içine dalarak gözleri kararmışçasına yorgana saldırdı. Yastıkları yere fırlattı, öfkeyle çarşafı çekiştirdi. Dilan abla onuruna yapılan bu saldırıyla panikleyerek, ileriye atıldı. Onu durdurmaya kalkıştı.
"Beren'ciğim ne yapıyorsun? Böyle bir şey mümkün mü sence..." Ancak isyanını tamamlayamamıştı; çünkü yatağı havaya kaldıran hırçın eller kolyeyi açığa çıkarmıştı.
Işığın altında kamaşan pırlanta, odaya mutlak bir sessizlik soktu ve tüm bedenlere kilit vurdu.
Beren gürültülü bir solukla gülerek doğruldu, ellerini beline koydu. Önündeki kolyeden ayırdığı gözleri, marazi bir uysallıkla yanındaki kadına kaydı. Saldıracaktı, bakışlarından belliydi.
Meral abla birden uzanarak bileğimi tuttu; sanki kadının yaklaşan gazabını sezmişti. Suratıma bile bakamayacak kadar hayret içindeydi. Beni sezilmeyecek bir yavaşlıkla odadan çekip çıkardı, arkasına itekledikten sonra kendisi içeriye girdi.
"Bak sen şu hemşireme," Beren'in mırıltısı öylesine baskındı ki, karşısındaki kurbanı bir adım geriletmişti. "Ben de sanıyorum ki elleri sadece kollarıma uzanıyor, sadece iğne vuruyor."
Dilan abla duydukları karşısında kaşlarını çattı. Yüzünde beliren kırışıklıklar, sanki kırılan gururunun izleriydi. "Beren saçmalama lütfen, iftira bu..."
Ansızın suratına çarpan tokatla sözü yarıda kesildi.
Meral abla hayret dolu bir nefes çekerek ellerini ağzına örterken; Dilan abla dehşet içinde yanağını tutarak yana sendelemişti. Saçları dağılmış, omuzlarındaki şal ayaklarının ucuna düşmüştü. Bakışlarını yerden kaldırınca, birden gözleri bana çarptı.
İstemsizce ürperdim. Gururlu değildim fakat pişman hiç değildim.
Göğsüne dolan nefesler hızlanırken, bana baktığı süre boyunca suratını müthiş bir hiddet gölgeledi. Kendisine bu ağır iftirayı benim attığımı anlamıştı ama bunun bir önemi yoktu. Tek kelime bile etmiyordu. Tenine inen tokatın sesi, sanki odanın tepesinde asılı kalmıştı. Kimse konuşmadığı müddetçe orada durmaya devam edecek gibiydi.
Beren kolyeyi hınçla kapıp, kadının suratına doğru salladı. "Çaldığın bu pırlanta kaç para senin haberin var mı? Ömrünü versen bana, yine de bu kolyenin hakkını ödeyemezsin."
Dilan abla yavaşça doğrularak, cesurca karşısındaki kadına baktı. "Baban bana böyle davrandığını duysa ne der, hiç düşündün mü? Annen yaşındaki kadına vurmaya utanmıyor musun?"
Gözleri kararan Beren, ürkütücü bir hırsla elini tekrar havaya kaldırdı. Amansızca ikinci tokadı atmış, kadını tekrar sendeletmişti. Meral abla birkaç adım daha attı ancak Beren'in bağırışı onu tekrar durdurdu. "Babamla mı tehdit ediyorsun sen beni hadsiz kadın! Duyarsa duysun, konakta nasıl hırsızların olduğunu da öğrenmiş olur böylece." Geriye kaçılarak gürültüyle nefesini bıraktı. Parmağını havaya kaldırmıştı. "Sakın ama sakın, bir daha benim eşyalarıma elini süreyim deme. Hemşirem demem, paramparça ederim seni."
Sert bir ayaz estirerek döndü, odadan dışarıya çıktı. Yanımdan geçerken bana dokundurduğu gözlerinde takdir eden bir taraf vardı. Fakat hiçbir şey söyleme gereksinimi duymamıştı; saniyeler içerisinde evden ayrılmış, gözden kaybolmuştu. Kenara sinen kızlar, onun gitmesiyle birlikte çabucak içeriye üşüştü.
Sinem koşarak yanıma geldi; korkuyla elimi tuttu. Arkasından gelen Sude de dibime sokulmuştu. Ama hiçbiri böyle hazin bir anda konuşabilecek kadar yürek yemiş değildi.
Meral abla, kadının uzaklaşmasıyla çabucak arkadaşının yanına koştu. Kimsenin duyamadığı, kaygılı bir şeyler mırıldanıyordu. Sonra birden eşikte birikmiş, merakla kendisini izleyenleri fark etti.
"Ne bakıyorsunuz öyle bön bön?" Eliyle bizi kovalayarak kapıya yürüdü. Suratımıza çarpmadan saniyeler önce gözlerini belertmiş, ikazlarla dolu bir mimik yapmıştı. "Birkaç saat sonra misafirler gelmiş olacak hâlâ avare gibi geziyorsunuz. Çabuk konağa!"
Kızlarla birlikte müştemilattan ayrılarak tekrar konağa yürümeye başladık. Kimse yeterince uzaklaşmadan önce konuşmaya yeltenmiyordu. Henüz patikadan ayrılmışken, ansızın Merih ile ikizler önümüze çıktı ve durmamıza neden oldu.
Sinem koluma girerek bana doğru sokuldu; birdenbire gerilmişti. Fakat yanlış kişide yatışmaya çalışıyordu; çünkü ben çok daha gergin bir hâldeydim. Merih ellerini cebine sokmuş ağır ağır yanımıza geliyordu. Bana baktığını fark edince, gözlerimi kaçırdım. Dün gece onu yanıtsız bıraktığım için hâlâ kendimi kötü hissediyordum.
"Az önceki yaygara neydi öyle?" Çınar çoktan yanımıza gelmiş, duraksamıştı. Kendisine yaşananları anlatmak için hevesle ileri atılan Sude'ye kulak kesilmiş olsa da, ela gözleri yanımdaki Sinem'e kayıp duruyordu. Birden içimdeki gerginliği büsbütün unutarak, hınzırca gülümsedim.
İki elle koluma tutunmuş olan Sinem'i dürterek kulağına doğru fısıldadım. "Sen de anlatsana neler yaşandığını, konuşmak için kıvranıyor gibisin."
Şaşırarak suratıma baktı. Kolumu çimdikledi ama yine de kendisini savunamadı. Ağzında bir şeyler gevelemeye başlamışken, Sude'nin tiz gülüşü çelimsiz fısıltısını bölündü. Zaten benim de tüm muzipliğim dağılmıştı; çünkü Merih artık tam karşımdaydı. Fersiz gözleri, kimseden çekinmeyerek dosdoğru suratıma bakıyordu.
Sude'nin birden lafı bana atmasıyla, ona döndüm. "Demo görmüş kolyeyi, öyle değil mi?"
"Evet doğru, ben gördüm." İsteksizce sözlerini onayladım. Merih'in önünde bu mesele hakkında konuşmak istemiyordum. Dilan'la aramızdaki hadiseyi tek bilen kişi oydu; kadının yaşadığı bu musibeti benden bilmesi pek de zor olmazdı. Zaten üstümden çekmediği bakışlarıyla bana yeterince yükleniyordu, şu anda daha fazlasını kaldıramazdım.
Sinem birden kolumu dürterek kulağıma doğru fısıldadığında neredeyse irkilecektim. "Sen de anlatsana işte, konuşmak için kıvranıyor gibisin."
Gözlerimi belerterek ona tehditkâr bir bakış fırlattım. Ne ima etmeye çalışıyordu? Dirseğine vurmuş, kendimden iteklemiştim. Kıkırdayarak benden uzaklaşırken, suratıma anlamlı bir bakış dokundurmaktan kaçınmamıştı. Artık benim yerime Ece'nin koluna girmişti.
"Gerçekten o hemşire kadın mı çalmış acaba kolyeyi?" Kuşkusunu dile getiren kişi, Pınar'dan başkası değildi. Merih'in yanında dikiliyordu; zihnindeki dinçlik, duruşunda da vardı. Elinde tuttuğu sigaranın dumanı rüzgarlarla etrafa savruluyordu. "İftira da atılmış olabilir sonuçta."
Çınar dalgın dalgın elini cebine sokup naneli bir sakız kutusu çıkarırken, "İşte onu kimse bilemez." demişti. Sakızlardan birini ağzına attıktan sonra etrafındaki çemberin ortasına tuttu. Sude dışında kimse almayınca, bu sefer de ısrarla Merih'e doğru kaldırdı. Dudaklarına çarpık bir gülümseme oturmuştu. "Al hadi al, at bir tane ağzına. Hararetini alır. Sigara içememekten kavruluyorsundur sen şimdi."
Merih keyifsizce gülerek uzattığı paketten bir tane aldı, gönülsüzce ağzına attı. Demek gerçekten benim için sigarayı bırakmıştı. Dudaklarımı birbirine bastırarak, gülümsememi durdurdum. Aşina olduğum bir sıcaklık nüksetmişti karnıma.
"Sigarayı mı bıraktın?" Yanında duran Aylin sormuştu bunu. Hayretle ona bakıyordu. Diğer kızlarda da aynı şaşkınlık zuhur etmişti. "Nasıl ya? Sen senelerdir içersin, nasıl vazgeçebildin?"
Merih ellerini cebine sokarken, ona tepeden bir bakış fırlattı. Artık nedense, benden tarafa hiç bakmıyordu. "Birisi için bıraktım."
Kızlardan imalı bir uğultu yükseldi; birkaç kıkırdama ve fısıldama olmuştu. Ece bariz bir işveyle sırıtarak, "Kimmiş bakayım bu birisi?" diye sordu.
Merih henüz karşılık veremeden, Çınar birden kendisini onun yanına bıraktı ve kolunu omzuna attı. Farkında olmadan Pınar'a toslamış, kızı ağırlığıyla birkaç adım sendeletmişti. Üstelik bir de okkalı küfür yemişti ama kardeşinin huysuzluğunu duyamayacak kadar Merih'e odaklanmıştı.
Hınzırca gülerek, ona sataştı. "Annesi için bıraktı tabii, kimin için bırakacak? Bakmayın siz bu iri cüsseye, bu aslan bakışlara. Tam anasının kuzusu bu adam."
Merih gülerek onu itekledi, sertçe omzuna vurdu. Abisine dadanan haylaz bir çocuk gibi onunla uğraşmayı sürdüren Çınar, arada bana da gözlerini dokunduruyordu. Niçin öyle sırıtıyordu? Kinayeli bakışları, içime kuşku tohumları ekilmesi için yeterliydi. Yoksa sigarayı benim için bıraktığını biliyor muydu? Belli ki biliyordu, Merih ona anlatmıştı.
Ancak onun aksine Pınar'ın gerçek sebebi bilmediği barizdi; meraklı meraklı ikisinin arasında geçen sohbeti dinliyor, bir ipucu yakalamaya uğraşıyordu.
"Ya ne diyeceğim, Merih abi," Aniden söze girerek şamatayı durduran Sude, ilgiyi üstüne topladı. "Kızlarla uzun zamandır hiç dışarıya çıkamadık. Demo'nun doğum gününü bile konakta kutladık, kızcağız hiç gezemedi," İleri sürdüğü düşünceyi güçlendirmek istercesine, acıyarak beni göstermişti. Merih'in gözleri kısa bir anlığına bana dokundu. "Şu davet telaşı bitse de hepimizi dışarıya çıkarsan, çok güzel olmaz mı?"
Merih karamsar bir edayla dudaklarını büzdü. "Sanmıyorum çıkarabileceğimi."
Kendisine umutla bakan tüm gözler hayal kırıklığıyla dolmuştu. Kızlardan hayıflanma dolu bir uğultu yükseldi. Ece isyankâr bir tavırla, "Neden yapamıyoruz ya?" diye yakındı. Ama bir karşılık alamamıştı.
Sude kederli kederli bana döndü. "Ne zamandır hiç çıkmıyoruz ya, çok güzel olurdu."
"Evet, çok güzel olurdu gerçekten. Ben de gezmeyi çok özledim." Tıpkı onun gibi, hüzünle dudaklarımı büzdüm. Konaktan öylesine bunalmıştım ki farklı bir yere gidebilme ihtimali bile beni heyecanlandırmaya yetmişti.
Merih birden tüm uğultuyu dindirdi. "Tamam çıkarız o zaman."
Heyecanlı bir dalgalanma oldu aniden; kızların hepsi bu sözler üzerine umutla ona dönmüştü. Ece şaşkın şaşkın mırıldandı ama sesindeki memnuniyet duyulamayacak gibi de değildi. "İnanamıyorum, harikasın Merih abi! Ama ne değişti şimdi birdenbire, onu anlamadım ben."
Çınar başını geriye atarak neşeyle gülerken, Merih kızın söylediklerini duymazdan gelmişti. Zira yanındaki arkadaşının taşkın davranışlarına agresif bakışlar fırlatmakla meşguldü.
Tam bu esnada müştemilatın kapısı açıldı. Meral ablanın kınayışlarla dolu bağırışı hepimizi irkiltti. "İnanamıyorum! Siz hâlâ burada gevezelik mi yapıyorsunuz? Misafirlerin gelmesine birkaç saat kalmış, şunların rahatlığa bak! Ben şimdi size göstermez miyim..."
Adımlarını hızlandırarak hınçla üzerimize yürüyünce kısa bir çığlık furyası koptu. Fakat bize yetişebilecek kadar çevik değildi. En arkamızda kalan Ece'ye ufak bir fiske atmaya çalışmış ancak onu da becerememişti. Havayı tokatlayan eli hazin bir hızla kendisine geri dönmüştü.
Çınar'ın alaylı gülüşü yükseldi birden. "Meral ablaya bak sen, gavura vurur gibi vuruyor."
Merih de aynı alayla gülerek ona eşlik etti. İkisi de muzipliğini birleştirmiş, yanlarındaki kadına sataşmaya başlamışlardı. "Bir de vurmayı başarabilsen çok şey anlatacaksın Meral sultan."
Omzumun üstünden geriye bakınca, Meral ablanın gülerek onları susturduğunu gördüm. Elimi tutan Aylin'in peşinden sürüklenmiş, çoktan mutfağın arka kapısına varmıştım. Tıpkı diğer kızlar gibi, ben de soluk soluğa kalmıştım.
Sude içeriye girmeden hemen önce arkamızda kalanlara doğru haykırdı. Sesi, tüm bahçede yankılanmıştı. "Merih abi sakın verdiğin sözü unutayım deme, yoksa bozuşuruz!"
Saatler ilerledikçe konaktaki telaş da katlanarak arttı. Sabah yaşanılanlardan sonra Dilan abla resmen sırra kadem basmıştı; ortalıkta hiç görünmüyordu. Beren'in öfkesi yatışalı çok olmuştu fakat ürkütücü bir şekilde, kişilikleri arasında normalden çok daha hızlı geçişler yaşamaya başlamıştı. Odaya giren kişiliği Beren'ken, odadan çıkan kişiliği ansızın Ceren oluyordu. Gerginliğinin, hastalığını tetiklediği belliydi.
Belkıs Hanım'ın, herkesi kaygılandıran bu sağlıksız mücadeleyi pek umursadığı yok gibiydi. Yalnızca etrafta dolanarak bize ufak talimatlar vermekle uğraşıyor, bir pare bile olsa hasta kızına ilgisinden bahşetmiyordu.
Sonunda kargaşadan sıyrılarak üst kata çıkarken, çizdiği devasa resmin sergilenmek üzere atölyede beklediğine emin olmak istiyordum. Doğru zamanda tabloya dokunmak zorundaydım; şayet erken ya da geç hareket edersem, yaptığım hatanın üstünde düşünecek bir vakit dahi bulamazdım. Kendi sonumu getirmiş olurdum.
Atölyeye doğru yürürken kapısının aralık olduğunu gördüm. Önce yavaşladım fakat tanıdık sesler duyunca tekrar hızlandım. Merakla içeriye girdiğimde, Sude ve Aylin'i tablonun üstüne kırmızı kadife bir örtü çekerken bulmuştum. İkisi de geldiğimi görmüştü ama bir tepki vermemişti; önlerindeki mühim göreve odaklanmışlardı.
Kollarımı bedenime sararak, kenardan onları izlemeye koyuldum. "Ne zaman aşağıya indirilecekmiş bu tablo?"
Sude bana bakmadan dalgın dalgın mırıldandı. Kadife örtünün kenarını düzeltmekle uğraşıyordu. "İçecekler ikram edildikten hemen sonra. Güvenlikten iki adam indirecekmiş."
Yani yaklaşık bir saat sonra.
Kızları orada bırakarak odadan geri çıktım. Şimdiden kaygılanmaya başlamıştım. Aşağıya indiğimde yavaş yavaş misafirlerin geldiğini gördüm; bahçeye kurulmuş ayaklı masaların etrafı, çoktan seçkin insanlarla kuşanmıştı. Keyifli sohbetlerinin boğuk uğultusu, sonuna kadar aralık duran kapıdan içeriye sızıyordu.
"Demre, buraya gel canım," Mutfağın önünde beliren Meral abla beni görür görmez telaşla seslendi. Hızlıca son iki basamağı atlayarak yanına gittim. "Şuradaki çerez tabaklarını masalara koyuver, kızlar unutmuş."
Söylediğini yaparak tepsiye dizilmiş çerezleri aldım, çabucak mutfaktan ayrıldım. Aralık kapıdan bahçeye çıkacakken ansızın önümde beliren adam yüzünden panikleyerek durmak zorunda kaldım. Neredeyse çarpacaktım; son anda geriye çekilmiştim. Bu ani manevrayla tepsinin içinde kayan ufak tabaklar korkumu kamçılamıştı.
"Aman küçük hanım aman, nedir bu acele?" Adam tok bir kahkaha atarak içeriye girdi; kenara kaçılmış, bana yolu açmıştı. Yoğun parfümü burnumu sızlatmıştı. Ellili yaşlarında biriydi; üstünde gece mavisi, şık bir takım vardı. Saçları geriye taranarak yatırılmıştı. Ceketinin yakasına tuhaf bir şekilde beyaz bir kuş tüyü asılmıştı.
Ufak gözleri yemyeşildi; üstelik suratıma dokunduğu ân hafifçe irileşmişlerdi. Aşina hissettiren bir kurnazlık vardı içlerinde. Sanki daha önce bakışmıştım bu gözlerle.
Centilmen bir edayla elini havaya kaldırarak beni şaşırttı. "Oğlumdan senin methini çok işittim. İnanılır gibi değil, her gün evimde gördüğüm etkileyici surat, resmen canlı kanlı karşımda duruyor. Seninle yüz yüze tanışabilmek heyecan verici, portredeki kız."
Kaşlarım çatıldı; havada bekleyen davetkâr eline bakarak tepsiyi diğer elime geçirdim ve çabucak tokalaştım. Mirza'nın babasıydı demek bu adam. Gözlerindeki orman yeşilinden anlamam gerekirdi; içlerindeki kurnazlık, bu ormanda gezinen saldırgan bir kurdu andırıyordu. Üstelik tıpkı oğlu gibi, babası da aynı portreden bahsediyordu.
Aylar önceki sergide tablomu satın alan adam oydu. Ceren'in beni geyik suretinde resmettiği portrenin yabancı bir evin duvarında duruyor oluşu, biraz rahatsızlık vericiydi. Ama benim hiç tanımadığım bir adamın beni tanıması kadar değildi.
Elimi kavrayan parmaklardaki güç, insanı tekinsiz hissettirecek cinstendi. Adamın ilgili bakışlarından huzursuzlanarak, gitmeye hazırlandım. "Sizinle tanıştığım için çok memnunum. İzninizle, daha fazla rahatsızlık vermeyeyim."
Elimi çekmek istedim fakat bırakmadı. "Nedir bu telaş küçük hanım? Henüz adımı bile söylememişken, tanışmış mı olduk?"
Mahcup gibi davranarak hafifçe gülümsedim; sırf kabalık olmaması için tekrar elimi çekmeye kalkışmamıştım. "Affedersiniz, dalgınlığıma verin. Evet, sizi dinliyorum."
"Dinle tabii, dinlersen benden çok şey öğrenirsin." Elimi hafifçe aşağı yukarıya sallarken, nasihat veren bir tonda konuşmasını sürdürdü. "Nedir bu portredeki kızın ismi bakalım?"
Konuşmanın bir an önce sonlanması hevesiyle hızlıca sorusunu yanıtladım. "Demre ismim."
Tam bu esnada kapıdan içeriye girerek bize denk gelen Tan Şahoğlu, şaşırarak duraksadı. Gri gözleri önce birbirine sımsıkı tutunan ellerimize indi, ardından hızlıca bize yükseldi. Bakışlarına yayılan koyuluk, etrafına saçılan gerginlikle resmen kapışacak güçteydi.
"Kıymetli dostum Aziz Hürkan," Gözlerindeki ifadeye tezat düşen bir sevinçle gülümseyerek birden kollarını iki yana açtı. Elinde tuttuğu baston, gölge misali arkasında duran adam tarafından hızlıca alınmıştı. İnsanları kendisine o kadar iyi ram etmişti ki, resmen emir vermesine bile gerek yoktu.
İsminin Aziz Hürkan olduğunu öğrendiğim adam sonunda elimi bırakmış, dostuna dönmüştü. Çabucak aralarından çekilerek, birbirlerine sarılmalarını izledim. Kapıdan süzülüp bahçeye çıkmak için can atıyordum fakat etten bir duvar misali yolumu kapatmış koruma yüzünden, yerimden kımıldayamıyordum.
Mutfak tarafından çıkmaya karar vermişken, Aziz Hürkan'ın lafı bana dokundurmasıyla durmak zorunda kaldım. Eliyle beni göstermesi, Tan'ın tüm ilgisini bana vermesine neden olmuştu. Fakat yanlarındaki varlığımdan arkadaşı kadar hoşnut durmuyordu.
"Evindeki temizlikçinin portresi benim evimin salonunda asılı, inanabiliyor musun?" Aziz'in attığı tok kahkaha, mutluluğunun bir senfonisi gibiydi. Bir tablodan bu denli zevk alabilmesi, epey tuhaftı.
"Ah, öyle mi?" Tan, duyduklarından pek memnun olmuşa benzemiyordu. Hatta huzuru bariz bir şekilde biraz daha sarsılmıştı.
"Ne zaman canım sıkkın olsa, bu surata bakarak sakinleştim," Aziz'in bu beklenmedik itirafı, ilk defa Tan'la aynı anda aynı duyguyu yaşamamıza neden olmuştu. İkimiz de şaşkındık. "Gerçi biraz da mecburdum, salondaki tek tablo onunki çünkü. Ama yine de göz alıcı bir surat olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu."
Tan kinayeli kinayeli güldü. Artık tadı iyice kaçmıştı; üstelik sesine de ikaz bulaşmıştı. "Ne kadar da seviyorsun abartmayı. Önemsiz bir temizlikçi sadece."
Aziz de ona eşlik ederek güldü. Dostane tavırların altına sakladıkları husumet, ilk defa yadsınamayacak kadar belirgindi. Sanki aramıza katılan dördüncü bir varlıktı. "Demek önemsiz, öyle mi? Sen böyle deyince önemli oldu bak."
"İşine dön derhal." Tan, gözünün ucuyla hoşnutsuzca bana baktı. Hemen ardından kapıda dikilen korumasına keskin bir bakış fırlattı; adam anında kenara çekilerek bana yolu açmıştı.
Çabucak yanlarından uzaklaşarak, bahçeye çıktım.
Tepsideki çerezleri teker teker masalara bıraktıktan sonra usulca bir kenara çekildim ve etraftaki kalabalığı incelemeye koyuldum. Tanıdık simalar bulmaya çalışıyordum. Şebnem Şahoğlu oğlu Poyraz'la birlikte sakin bir kenarda duruyordu; her nedense, ikisinin de suratı asıktı. Keza tartışmış gibi suskunlardı.
Emre Şahoğlu da buradaydı, etrafına topladığı birkaç iş adamıyla koyu bir sohbete dalmıştı. Kalabalığın sebep olduğu uğultuda en çok onun sesi duyuluyordu.
Tepsiyi kolumun altına kıstırarak bahçede göz gezdirmeyi sürdürürken, başka bir tanıdık simada takılı kaldım. Babasıyla birlikte bir masaya ilişmiş olan Mirza Hürkan, benimle göz göze gelince gülümsedi. Elindeki kadehi havaya kaldırmış, çapkın bir gülüşle selam vermişti. Tekinsiz bir çocuktu bu. Gözünü üstümden çekmeyerek yanındaki babasına bir şeyler söyledi; böylece Aziz Hürkan'ın da ilgisi bana kaydı.
Resmen gözlerimin içine baka baka benim hakkımda konuşuyorlardı. Baba oğul tavırları, duruşları ve hatta gülüşleri bile tıpatıp aynıydı. Muhtemelen yine, evlerindeki portreyi karşılarında bulmanın şaşkınlığı üzerine dem vuruyorlardı.
"Sen, temizlikçi!" Emre Şahoğlu'nun bana bakarak elini salladığını görünce şaşırdım. Etrafına topladığı ufak güruhla omuz omuza vermişti. Tereddütle yanlarına sokulunca elime ağır bir kamera tutuşturdu. "Al şunu, geç şuraya düzgünce fotoğrafımızı çek. İyi tut kameramı sakın düşürme."
Gösterdiği yerde durarak, kamerayı acemice elimde evirip çevirdim. Daha önce hiç bu kadar donanımlısını kullanmamıştım; bu yüzden düğmesini bulmam zaman almıştı. Herkesin hazır olduğunu görünce üst üste fotoğraflarını çektim.
Ardından dağılarak tekrar kendi aralarında koyu bir sohbete daldılar ve oradaki varlığımı unuttular. Kamerayı tekrar elimde evirip çevirdim. Sonra nasıl çektiğimi merak ederek, uzun uğraşlar sonucu görsellere girdim. Fotoğrafları kaydırırken, yanlışlıkla galerinin derinlerine inmiştim. Birden karşıma karanlık bir sokakta gizlice çekilmiş onlarca fotoğraf çıktı. Bunlar neydi? Başımı kaldırmadan hızlıca etrafı kolaçan ettim; ardından tekrar fotoğraflara döndüm.
Karanlık bir sokakta eski bir binadan çıkan birkaç kişi, sokağın kıyısından gizlice çekilmişti. Ancak çoğu karede yüzleri belli olmuyordu. Köşedeki tarih 5 Eylül 2023'ü gösteriyordu. Yani neredeyse iki ay öncesine aitti.
Fotoğrafı kaydırınca birdenbire karşıma tanıdık bir yüz çıktı. Kamera neredeyse elimden düşecekti. Telaşlanarak etrafıma bakındım; kimsenin beni fark etmediğine emin olduktan sonra tekrar kameranın üstüne eğildim.
Merih'ten başkası değildi bu.
Üzerine ışık düştüğü için tek bir karede suratı çok belirgindi. Metruk bir binanın içinden çıkıyordu; yanında birkaç kişi daha vardı fakat hiçbirinin suratı onun gibi gözükmüyordu. Ama içlerinden birinin kadın olduğu belliydi. Saçlarında kızıl gölgeler vardı; karanlık olmasına rağmen fiziği belirgindi.
Emre'nin sesini duyunca irkilerek doğruldum. Hızlıca galeriden çıktım. Yanıma gelerek sertçe kamerayı elimden aldı. "Ne yapıyorsun? Ver şunu, işine dön."
Hafifçe başımı eğerek, kaçarcasına yanından uzaklaştım. Bir süre etrafta dolandıktan sonra usulca sakin bir köşeye çekildim. Emre resmen Merih'i takip ediyordu. Şaşkınlığım giderek daha da katlandı. Belli ki bir şeylerini yakalama peşindeydi; ondan şüpheleniyordu. Peki ama fotoğraftaki diğer insanlar kimdi? Yoksa oyun üzerinden gizli saklı iletişim kurduğu kişiler bunlar mıydı? Ama şu anda kim olduklarının bir önemi de yoktu. Fotoğrafların yok edilmesi gerekiyordu; aksi takdirde bir gün Merih'in başını yakabilirdi.
"Yoksa sen de mi sıkıldın?" Ansızın yanımda beliren Çınar beni ürküterek, dikkatimi dağıttı. Zihnimden sıyrılarak ona döndüm. Ela gözlerindeki sıcak gülüş, bana istemsizce Uraz'ı anımsatmıştı.
İçimi bir burukluk sarmalarken, ben de gülümsedim. "Daha eğlence başlamadı, sıkılman normal."
"Başlasa da eğlensek o zaman." Ceketinin cebinden çıkardığı naneli sakızdan hızlıca bir adet alarak, bana da uzattı. Çiğnemesiyle birlikte etrafa hoş bir ferahlık yayılmıştı.
Bir tane alıp ağzıma atarken, "Neden durmadan naneli sakız çiğniyorsun?" diye sordum. Damağıma yayılan keskin tat yüzümü ekşitmeme neden olmuştu.
Suratımdaki acıyı görünce güldü. "Babamdan kalan bir alışkanlık. Onu bu şekilde anıyorum diyelim."
"Neden böyle acı bunun tadı?" diyerek konuyu değiştirdim. Babasından daha fazla bahsetmek istemediğini, koyulaşan ses tonundan anlamıştım. Belli ki hâlâ kanayan bir yarasıydı bu.
"Mentol var çünkü içinde," dedi, tekrar gülerek. Konuyu eşelememiş olmamdan ötürü minnet duymuştu; bakışlarından anlamak mümkündü. Ellerini cebine sokarken, haylaz bir çocuk gibi mırıldandı. "Bunun acısı koymaz bize. Boşuna mentol adam demiyorlar bana."
Gülmüştüm ama umduğumdan da kısa sürmüştü; çünkü zihnimde doluşan hınzır düşünce, bana kaşlarımı çattırmıştı. Suratımdaki kargaşayı ona sezdirmemek adına, hızlıca önüme döndüm.
Mentol.
Merih'in gizlice oynadığı oyunca gözüme çarpan isimlerden birisiydi bu, emindim. İlgimi çektiği için zihnimde yer edinebilmişti. Ama çok mantıksızdı bu. Her gün konuşabildiği birisiyle, gizli saklı oyun uygulamalarından iletişim kurması epey anlamsız olurdu. Gülünç bir yanılgıya düşmüştüm. Yalnızca basit bir tesadüften ibaret olduğu belliydi.
Merih'in bize doğru geldiğini görünce, zihnimdeki tüm düşünceler çil yavrusu gibi etrafa kaçıştı. Üstüne simsiyah bir takım elbise giymişti; gömleğinin ilk dört düğmesini de iliklememişti. Rüzgârlar estikçe havalanıyor, geniş göğsünü açığa çıkarıyordu; üstünde uyuduğum gecenin huzurunu özletiyordu bana. Ama bu sarsıcı özlem artık hiçbir zaman dinmeyecekti.
Çünkü yakında başka bir kadınla evlenecekti.
Birden kendimi suçlu hissettim. Gitmeye yeltendiğimi gören Çınar, hiç ummadığım bir çeviklikle beni durdurarak gülümsedi. Ela gözleri sevimli bir imayla aydınlanmıştı. "Sen gitme, ben giderim."
Zaten gitmiyordum, kaçıyordum.
Çınar yanından geçerken babacan bir tavırla Merih'in omzunu tutarak onu yavaşlattı. Benim dışımda kimsenin duyamayacağı bir kısıklıkta fısıldamıştı. "Yolun açık olsun paşam."
Merih omzundaki eli sertçe itekleyip, onu sessizce kovaladı. Ardından tekrar aynı kararlılıkla yanıma sokuldu. Tıpkı benim gibi, önündeki davetlileri izlemeye başladı; ellerini cebine sokmuştu. Adeta kusursuz bir büst gibi dikiliyordu.
Kamerada gördüğüm fotoğrafları ona söylemeli miydim?
Belli ki takip edildiğinin farkında değildi. Yoksa fotoğrafları bir şekilde benden önce bulmuş ve çoktan imha etmiş olurdu. Bu tehlikeli durumu ona söylemem şarttı ama şu anda hiç yeri ve zamanı değildi.
Aramızdaki sessizliği bozan ilk o olmuştu. "Neden kaçıyorsun benden?"
Kör gözlerle, kalabalığın arasında dolanarak servis yapan kızları izledim. "Kaçmıyorum."
"Kaçıyorsun."
"Tamam, kaçıyorum," dedim, gardımı indirerek. "Kabul etmem seni mutlu edecekse eğer, senden kaçıyorum tamam."
"Kabul etmen değil, doğruyu söylemen mutlu eder." dedi kelimelerin üstüne bastıra bastıra. Usulca dirilen öfkesini sezince, istemsizce gerildim. İkimiz de birbirimize bakmıyorduk; dışardan konuştuğumuzun anlaşılması zorlaşacak şekilde, etrafı seyrediyorduk.
"Benden kaçıyorsun ama seni yakalamamın umuduyla kaçıyorsun." Birden bana bakınca, içgüdüsel olarak ben de ona baktım. Yabancı iki insan gibi gözükmek için gösterdiğimiz tüm çaba; tanıdık iki ruh gibi birbirine dokunan gözlerimiz yüzünden yıkıldı. "O yüzden kaç kaçabildiğin kadar. Korkma, ben seni hep yakalarım."
Kalbimin vuruşları değişti, soluklarım sığlaştı. Aramızdaki mesafeleri bu kadar aşılabilir görmesi hem endişelerimi dindiriyordu, hem de beni ürkütüyordu. Çünkü hem ona devrilmekten, hem de onsuz devrilmekten korkuyordum.
Neşeden yoksun gülerek, içinde yaşadığımız gerçekleri ona hatırlattım. "Tan Bey müstakbel damadının böyle konuştuğunu duyarsa ne düşünür?"
Gözlerindeki tüm zindelik soldu, yerine korkunç bir ölgünlük geldi. Önüne dönerek kalabalığı seyretmeye kaldığı yerden devam etti; sertçe yutkunmuş, sanki söyleyemediklerinin yükü adem elmasını kımıldamıştı. Bana bakmayı bırakmıştı; ama ben ona bakmayı bırakamamıştım. Bastırmadığım bir umutla, dudaklarından çıkacak inkarı bekliyordum.
Fakat bana beklediğimi vermiyordu.
Sessizlik uzadıkça, sanki bu sessizliğin gürültüsü de dinmeye başladı. Korktum; sustuğu anlarda artık onu duyamamaktan korktum. Çünkü aramıza bir sessizlik girse bile muhakkak söyleyecek bir şeyleri, bir gürültüsü olurdu. Ama artık bu gürültü yoktu.
İzinsizce dudaklarımdan taşan fısıltı, beni bile afallattı. "Evlenecek misin onunla?"
Yavaşça başını önüne eğdi, bir süre hiç kımıldamadan öylece durdu. Sonra geri kaldırarak, dosdoğru gözlerime baktı. Resmen saf bir acı devşirmişti içlerine. Öylesine çaresiz bir acıydı ki bu insanda yardım edebilme, dindirebilme arzusu kabartıyordu. Ama biliyordum, imkansızdı böyle bir duyguyu dindirebilmek; yaşadığımdan biliyordum.
Ancak ben yine de inkar etmesini, kararlı bir duruşla reddetmesini bekledim. Her zamanki muzip tavrıyla alaya almasını, gülmesini bekledim. Ama yapmadı. Ne beni tutamayacağı bir sözle avuttu; ne de yalın bir çabayla ikna etti. Beni sessizliğinde ufalayarak, usulca yanımdan uzaklaştı.
Gerçekten de evlenecekti.
Gözlerime batan sıcaklık tüm dünyamı bulanıklaştırdı. Bir süre yerimden hiç kımıldamayarak, kendimi yenmek için uğraştım. Duygularımdan arınmaya, önümdeki insanlara odaklanmaya çalıştım. Sonra birden, kızların ellerindeki tepsilerle içecekleri servis ettiğini gördüm; tabloyu tamamen unutmuştum.
Derin bir soluk alarak elimdeki tepsiyi bir kenara bıraktım. Merih'in zihnimdeki tüm varlığını defetmiş, yalnızca içinde bulunduğum âna odaklanmıştım. Kendimi adamam gereken bir amacım vardı. Masaların arasından geçerek konağın girişine ilerlerken, Aziz Hürkan'ın gür bir hitabetle kalabalığa seslendiğini duydum.
"Dostlarım, izninizle sevgili oğlum Mirza sizlere çelloyla dokunaklı bir serenat yapacak ve tabii babası olarak beni de gururlandıracak." Elini havaya kaldırarak parmaklarını şıklatmış, buyurgan bir gürültü çıkarmıştı.
Arkalardan beliren siyahlı bir adamın elinde taşıdığı büyük çalgıyı Mirza'ya teslim ettiğini gördüm. Bahçenin öteki tarafındandaki Beren'in insanlarla birlikte alkışladığını fark ettiğim anda, hızlıca konağa girdim.
Her iki adımda arkamı kolaçan ederek merdivenleri tırmandım. Koridoru resmen koşarak aşmıştım; sessizce atölyeye girip, kapıyı yavaşça arkamdan kapattım. Kızların itinayla serdiği kadife örtüyü üstünden sıyırdım, hiç düşünmeden kenardaki fırçayı elime aldım. Bir süre, önümdeki kusursuz manzaraya baktım. Sonra fırçayı kırmızı boyaya batırdım ve yazmaya başladım.
Dakikalar sonra merdivenleri hızlıca inmiş, dikkat çekmemek için öncelikle kendimi mutfağa atmıştım. Kızların üstünde öylesine bir telaş hâkimdi ki kimsenin gözü etrafında olanları görmüyordu. Bu yüzden mutfağa girip, hemen sonra geri çıkmam hiçbirinin dikkatini çekmemişti.
Mirza'nın kusursuzca çaldığı çello, konağın tüm duvarlarında aksetmeye başlamıştı. Sanki tüm dünyaya bu naif, yumuşak müziğin tınısı hükmetmişti. Resmen insanın ruhunu nakışlıyordu; sanki dinleyenlere süslü ve renkli bir hayatın vaadini sunuyordu.
Yeniden bahçeye çıkarak, usulca bir kenara çekildim. Aralık kapıdan, iki adamın devasa tabloyu merdivenden indirdiklerini görmüştüm. Ellerimin titrediğini sezince kollarımı kendime sardım. Müziğe kulak kabarttım, dinginleşmek için uğraştım.
Tablo binbir zorlukla taşınarak bahçenin ortasına yerleştirildiğinde tüm ilgiyi üstüne toplamayı başarmıştı. Keyifli keyifli içeceklerini yudumlayan insanlarda heyecanlı bir kıpırtı olmuştu. Mirza oturduğu yerde hafifçe sallanırken çellonun tellerini titretmeye ve ehil parmaklarını üstünde gezdirmeyi sürdürüyordu. Dokunuşları o kadar deneyimliydi ki, tüm notalar kusursuzca ayyuka yükseliyordu.
Beren'in ellerini iki yana açarak gururlu gururlu bir şeyler söylediğini gördüm fakat sesini işitemedim. Keza artık çellonun yaptığı serenatı da duyamaz olmuştum. Kulaklarıma yalnızca kalbimin boğuk gürültüsü dolmuştu. Başka hiçbir ses kalmamıştı.
Beren neşeyle kadife örtüyü kenarından tutarak tüm gücüyle asıldı. Havalanan örtü, kırmızı bir dalga gibi kabararak kenara savruldu. Müziğin içinde raks etti, zarafetle süzüldü.
Suratlardaki gülümsemeler usulca soldu.
Beren eserine bakan gözlerde hayranlık dışında her şeyi yakalayınca, afallayarak arkasını döndü. Dudaklarındaki sevinç korkunç bir hızla çarpılarak, hiçliğe karışmıştı. Geriye doğru tökezledi, yanındaki boşluğa tutundu. Feleği şaşmış gibi defalarca kez kendi etrafında döndü. Sonra durdu. İdrak edemeyerek eserinin üstüne kazınmış olan kan kırmızısı yazıyı tekrar okudu.
Yine yeğenimi öldüreceğim, yine mezarındaki menekşeleri annesine ektireceğim.
Sonra birden bütün üstünlüğünü yitirdi. Adeta kıyafetlerinden soyunurcasına kişiliklerini değiştirmeye başladı. Sanki yaşadığı panikten, hangi birine kaçacağını şaşırmıştı.
"Kim yaptıysa bulup geberteceğim onu!" Beren haykırarak, zehirden farksız öfkesini etrafa saçtı. Ansızın gözlerindeki hiddet yok oldu, ruhu çekilmiş kimse gibi bir süre dikildi. "İnanamıyorum böyle bir rezillik yaşadığıma!" Zeren bastırılmış bir sinirle titreyerek, utanç içinde ellerini yüzüne örttü. Sonra birden geri indirdi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. "Başaramadım, baba çok özür dilerim! Lütfen beni affet!" Ceren feryat ederek dizlerinin üstüne çöktü. Tüm yetersizliğiyle kendi içine kapandı. Aralıksızca kendisine tokat atarken, birdenbire duruldu. Nefes nefese bekledi; sonra hızlıca doğruldu. Kendisini izleyen kalabalığa gülümseyerek baktı. Ağzından taşan kelimeler artık peltekti. "Çok sıkıldım, oyun oynamak istiyorum. Kim benimle oynamak ister? Odamda bir sürü bebek var."
Korkunç bir suskunluk çöktü bahçeye. Ama bu bir sessizlik değildi; çünkü müzik hâlâ naif serenatını tamamlamamıştı. Mirza Hürkan, kollarının arasındaki çelloyu tutkuyla çalmayı sürdürüyordu.
Beren kısır bir döngüye tutsak olmuş gibi defalarca kez kişilik değiştirirken, etrafındaki kalabalıktan tek bir ses dahi çıkmıyordu. Herkes dehşet içindeydi. Yalnızca önlerindeki korkunç hezeyanı seyrediyorlardı.
Poyraz Şahoğlu teyzesi tarafından kendisine yapılan tehdidin korkusuyla, annesine bakıyordu. Onurunun zedelendiği, suratındaki bozguna uğramış ifadeden belliydi.
Şebnem Şahoğlu sendeleyerek öne çıktı; oğlunun aksine, onun gözleri kanlı tabloya sabitlemişti. İşlediği cinayeti gururla sergileyen üstündeki yazılara bakakalmıştı. Aylar önce kucağında can veren evladının acısı, içine gömdüğü yerlerde yeniden canlanıyormuş gibiydi.
Etrafındaki her şeyden soyutlanarak, yerde kıvranan kız kardeşine doğru sokuldu. Gözlerinde tuhaf bir feragat vardı; sanki tüm kardeşlik bağlarını kökünden koparmaya hazırlanıyordu. Elinde kalan tek oğluna yaptığı bu hain tehdidi artık sineye çekmeyecekti; bakışlarındaki nefretten belliydi.
Her şey saniyeler içerisinde yaşandı.
Şebnem masadan kaptığı şampanya bardağını kız kardeşinin başında parçalayarak, ayağıyla omzundan geriye tekmeledi. Kardeşini yere sererek üstüne çıkmış, suratına ardı arkası kesilmeyen darbeler indirmeye başlamıştı. Etraftan yükselen çığlıklar rüzgarlarla harmanlanarak savruldu. Tüm nezihliği katleden bu gaddar kavga, seçkin hayatlardan oluşan kalabalığı dumura uğratmıştı.
Mirza Hürkan, gülümseyerek çellosunu çalmaya ve çığlıkları bastırmaya devam ediyordu. Tellerin üstünde kayan parmakları artık çok daha hırçın ve güçlüydü. Kardeşliğin çöküşünü, müziğinin dirilişiyle süslüyordu.
"Ayakkabında kan izi var, küçük hanım." Ansızın kulağımın kıyısına sürtünen nağmeli bir fısıltıyla sıçrayarak arkamı döndüm. Yemyeşil gözlerle karşılaşınca nefeslerim kesildi. Ezgiyle mırıldandığı cümleler tüylerimi ürpertmişti. "Yoksa boya izi mi demeliydim?"
Paniğe kapılarak ayakkabıma baktım. Gerçekten de vardı; üstünde ufak bir kırmızı damla düşmüştü. Beni, önümde yaşanan sadakat cinayetinin zanlısı yapan bir damgadan farksızdı. Kanlı eserimden geriye kalan tek kanıttı.
Korkuyla yere çöktüm, elimle boyayı sildim. Saatlerce koşmuş gibi soluk soluğa kalmıştım. Ağır bir yük misali geri ayağa kalkarken, Aziz Hürkan'ın neşeli gülüşüyle tekrar ürperdim.
Sanki tüm bu hengamenin ortasında babasının sevincini işitmiş gibi, birden Mirza Hürkan'ın gözleri bize çevrilmişti. Onun da dudaklarında aynı neşe vardı. Yoğun bir tutkuyla çaldığı çello, tüm bedenini sarsıyor; siyah saçlarını alnına dağıtıyordu.
Birden kalabalığı yararak, yanıma gelen Merih gözüme ilişti. İçimi bir ferahlık kapladı; fakat çabuk söndü. Çünkü yanımda duran adamı görmüş ve aniden yolun yarısında duraksamıştı. Kaşları çatılmış, suratını müthiş bir korku gölgelemişti. Fakat yine de yerinden kımıldamamıştı. Biraz ötesinde kopan kıyametin farkında dahi değildi; gözleri yalnızca bizim üzerimizdeydi.
"Ummadık taş baş yararmış. İşte şimdi ilgimi çektin, portredeki kız." Elini omzuma koyarak babacan bir tavırla sıktı. Üstüme uyguladığı ağırlık, ruhumu sendeletmişti. "Şeytan tarafın çok daha güzelmiş senin."
Korkuyla titresem de tepkisiz kalmak için üstün bir çaba sarf ettim. Tüm bu felaketin benim sayemde vuku bulduğunu biliyordu; isterse beni her an bitirebilir, ellerine verebilirdi. Onun beyanı yanında benimkinin hiçbir üstünlüğü kalmazdı. Onun yalanları, benim doğrularımın sadece katili olurdu.
"Görüyorum ki ortalığı karıştırma peşindesin. Bir hırsın var, bir düşmanın var. Ama böylesine alt bir tabakanın insanıyken, hiçbir düşmanın başını ezemezsin. Önce yükselmen lazım ki başkalarını düşürebilesin. Ufak bir insancıkken, insana dönmelisin." İhtiraslı gülüşü içimi ürpertti. Kendi kanlı eserimi izlerken, vaatlerinden başka hiçbir şey duyamıyordum. "Sen bir hiçsin ama ben seni her şey yapabilirim. Azken, çoğaltabilirim. Noksanken, tamamlayabilirim. Ayakkabına damlayan kanı senin silmene bile gerek kalmayacak gücü sana verebilirim."
Nefretle birbirini boğazlayan, kan revan içindeki kardeşlere ve onları ayırmak için uğraşan insanlara baktım. Ardından uyuşmuş bir zihinle, omzumun üstündeki yeşil gözlere döndüm. "Nasıl vereceksin bu gücü bana?"
"Soyadımı vereceğim sana." Daha önce hiçbir insanda denk gelmediğim bir karanlık devşirdi gözlerine; artık orman yeşili değildi. Sanki bu orman çoktan yanmış, geriye yalnızca külleri kalmıştı. "Oğlumla evlen."
Azalanlar'ı hayatınıza aldığınız için teşekkür ederim.
Hiç azalmadan, çoğalarak 🌒
9 Şubat 2024
Yorumlar
Yorum Gönder