32
Selamlaar, öncelikle gecikme için kusura bakmayın o kadar üst üste aksilikler oldu ki asla yetişemedim. Bana da ders oldu diyelim bundan sonra daha dikkatli olacağım 😭 Lafı uzatmadan bölümü size emanet ediyorum çünkü buu aylardır yayınlamayı beklediğim bölümdüüü çıldırıyoruum 🥲✨ Yorumlarınızı ve oylarınızı lütfen benden esirgemeyin, hepsini tek tek okuyorum 🥺🤍
32: KAĞITTAN BİR YÜZÜK
Seçimlerimiz şahsiyetimizi yontardı. Ben kim olduğumu henüz unutmamıştım ama artık kim olmak istediğime karar verebilecektim. Yeşil gözlerindeki tekinsiz içtenliğe bakarken, aklımdan geçen tek düşünce buydu. Bana sunduğu vaatler insanın başını döndürebilecek bir cazibeye sahipti; fakat benimkini durdurmuştu.
Bahçedeki ufak kıyamet çoktan dinmişti. Beren kan revan içerisinde bir yerlere götürülerek kalabalıktan uzaklaştırılmıştı. Artık çello durmuştu, müzik yoktu. Misafirlerin üstüne çöken şaşkınlığı sezebilmek mümkündü.
Birden onunla gözlerimiz kesişti. Aziz'in bana söylediklerini duysaydı nasıl bir tepki verirdi? Zihnimden binbir türlü düşünce geçti ama hepsi kifayetsiz ve anlamsızdı. Kendimi dinlemek mantıksızdı çünkü içim bir yaygaradan farksızdı.
"Sana sunduğum imkanları küçümsüyor musun yoksa?" Sesindeki rengin koyulaştığını fark edince silkelendim, tekrar ilgimi ona verdim. Dudaklarının ucu hafifçe aşağıya kıvrılmış, suratına hoşnutsuz bir ifade katmıştı.
"Hayır, sadece şaşkınım." dedim, dürüstçe. Zihnim bu kadar dağınıkken, dilime bir yalan bulaştıracak cesareti bulamamıştım. "Şaşkınlığımı mazur görün, hayatımda ilk defa evlenme teklifi alıyorum sonuçta."
Aziz Hürkan'ın hiç de hafife alınacak bir adam olmadığı, Tan Şahoğlu'nun ona karşı tavırlarından kolayca anlaşılabilirdi. Onun bile bu adamdan çekindiği belliydi; ki bu kendimi daha da diken üstünde hissetmeme neden oluyordu. Zira daha önce hiç Tan Şahoğlu'nu çekindiren bir insanla tanışmamıştım.
İçtenlikle gülümseyerek, üstümden boğucu bir yük kaldırdı. Ama bu kurnaz tebessüm beni yeterince hafifletememişti. "Anlıyorum, senin gibi genç bir kızı böyle ani bir teklifle dumura uğrattım, kabahat bende." Ansızın arkadan belirerek masadan kaptığı iki kadehle yanımıza gelen Mirza Hürkan, babasının gölgesinde durdu. Adam sanki oğlunun aralarına katılacağını başından beri biliyormuş gibi, hiç teklemeden konuşmasını sürdürüyordu. "Ama bu teklifin cazibesini değiştirmiyor sonuç olarak. Elinin tersiyle itemeyeceğin bir fırsat sunuyorum sana."
Mirza gülümseyerek, "Çoğu insana böyle bir şans ömürleri boyunca hiç uğramaz." dedi.
Elindeki kadehi bana uzatınca, zar zor gülümseyerek başımı iki yana salladım. Diğerini çoktan dudaklarına götürmüştü; yeşil gözleri suratımda geziniyordu. "Sağolun, kullanmıyorum ben," Bakışlarından rahatsız olarak tekrar babasına döndüm. Bahsettiği şansın kendisiyle evlenmek olması biraz tadımı kaçırmıştı. "Teklifinizin cazibesini reddedemem ama," Birden kaşları çatıldı adamın. "Böyle bir güç arzumun olduğunu nereden çıkardınız? Üstelik oğlunuzu tanımıyorum bile."
"Tanışırsınız," dedi kayıtsızca, benim kabul etmediğim kadehi kendisi almıştı. Tıpkı oğlu gibi dudaklarına götürerek bir süre bizi sessizliğe mahkum etti. "Tanışırsınız, bunlar afaki detaylar."
Mirza kadehini bana doğru kaldırdı. "Seni yakından tanımaktan mutluluk duyarım."
Arkada dikilen Merih'in ağır ama kararlı adımlarla bize doğru sokulduğunu gördüm. Bakışlarındaki tekinsizlik beni ürküttü; bir taşkınlık yaşanmasından korktum ve çabucak konuşmayı bitirmek istedim. "Onore oldum gerçekten ama bana düşünmem için biraz zaman tanıyın lütfen. Size hemen bir cevap vermem mümkün değil."
Adam neşeden yoksun bir sesle kıkırdadı; dilinin ucunu yavaşça dudaklarının üstünde gezdirmişti. Babasının güldüğünü görünce oğlu da tebessüm etti. Fakat her nasılsa, ikazla dolu bir gülümsemeydi bu.
"Öyleyse dokuz gün sonra, malikanemde yapacağım baloya katıldığın zaman yanıtını da iletirsin," dediğini duyunca, gözlerim irileşti. Aziz eliyle davetkâr bir manevra yaptı. Ardından tekrar şampanyadan ufak bir yudum aldı. "Yoksa yine mi reddedeceksin beni?"
Artık gülümsemiyordu; kelimelerinde de tuhaf bir vurgu belirmişti. Huzursuzca kımıldayarak, hızlıca bahçede göz gezdirdim; beni kurtarması için kızlardan birini aradım ama hiçbirini etrafta göremiyordum. Tekrar ona döndüm. "Bunun mümkün olacağını pek sanmıyorum efendim, Tan Bey asla böyle bir şeye müsaade..."
"Ah, o mu?" Önemsiz bir bahane sunmuşum gibi azarlar tonla konuştu. "Endişeye mahal yok, beni kırmayacağını çok iyi biliyorum. Dokuz gün sonra, seni evimde bekliyor olacağım. Anlaştık mı?"
Yalnızca birkaç metre ötemizde dikilen Merih'le göz göze geldim. Sonra birdenbire zihnimde yeşeren beklenmedik bir fikirle söze girdim. "Tek başıma gelmektense güvendiğim birisiyle gelmeyi tercih ederim, tabii eğer sizin de izniniz olursa."
Kaşları çatıldı. "Kimmiş bu güvenine nail olan kişi?"
"Merih Karahan," dedim, hiç düşünmeden. Aziz'in çatık kaşları gevşerken, Mirza'nın dudaklarına anlamlı bir gülümseme oturdu. "Kendisi konağın koruması. Bizi hep o dışarıya çıkarır. İzniniz olursa eğer onunla..."
Ama beni dinlemiyordu; bıçak gibi bir mırıltıyla sözümü kesti. "Emin ol, Merih Karahan'ın kim olduğunu çok iyi biliyorum." Şaşırmış olsam da tepkisiz kaldım. Başını hızlıca aşağıya yukarıya sallayınca, hafiflemiştim. "Peki tamam, kavalyeni de getir yanında. Hatta neredeymiş bu Merih, seçildiğini kendisine de söyleyelim hemen..." Merakla etrafına bakınınca biraz ötemizde dikildiğini gördü. Suratı aydınlanırken, elini kaldırarak yanına çağırdı. "Gel bakalım buraya, Merih efendi."
Ansızın kendisine seslenmesi Merih'i şaşırtmış olsa da hiç bozuntuya vermeyerek, kararlı adımlarla yanımıza geldi. Mirza bana doğru sokularak ona yer açmıştı; kolu omzuma sürtünecek kadar yaklaştığını sezince, hafifçe uzaklaştım.
Aziz, sertçe ensesini kavrayarak babacan bir tavırla sıktı; aralarında tuhaf bir bakışma yaşandı. Merih'in gözlerindeki çıplak ikaz beni hayrete düşürürken, adamın elini ensesinden çekmesine neden olmuştu. Resmen sözsüzce uyarmıştı. Aziz burnundan üflediği sert bir nefesle gülerken, kadehini oğluna vererek elindeki yükten kurtuldu.
Merih'e cilveli denebilecek bakışlar atıp, çarpık bir şekilde sırıttı. Bir yandan da elini ceketinin iç cebine daldırmıştı. "Görüşmeyeli nasılsın bakalım delikanlı?"
Ellerini cebine sokarak rahat gözükmeye çalışan Merih, "İşler güçler." demekle yetinmişti. Ama bütün bedeni kaskatıydı. Üstelik ben aralarında yokmuşum gibi davranıyor, bir anlık dahi suratıma bakmıyordu. Gözleri yalnızca yanındaki iki adamı görüyordu.
Aziz cebinden çıkardığı ufak metal kutuyu açarak, itinayla içine dizilmiş bordo renkli sigaralardan bir tanesini aldı. Pahalı bir tütün olduğu her hâlinden belliydi. Dudaklarının arasına sıkıştırdı, ardından içgüdüsel bir tavırla kutuyu yanındaki Merih'e uzattı. Sanki devamlı yaptığı bir ikramdı.
Ansızın arkamda beliren siyahlı bir adam elinde tuttuğu çakmağı yaktı. Hiçbir buyruk almayı beklemeden, patronunun ağzından sarkan sigaranın ucunu tutuşturdu. Tütünden derin bir soluk çeken Aziz, kendisini koyu bir dumanın ardına gizlemişti. Etrafı yanık bir vişne kokusu sarmaladı. Siyahlı adam, anında geldiği köşeye geri çekilmişti.
"Artık kullanmıyorum." Merih'in bunu dediğini duyunca şaşkınlıkla ona baktı. Mirza'nın da dudaklarından kısık bir hayret nidası dökülmüştü.
"Ne alkol, ne sigara," Aziz alaylı bir keyifle güldü. Gözleri kısılmış, dudaklarından hiç ayırmadığı sigarası çıkan kelimelerle sarsılmıştı. "Komşunun örnek oğlu mu olacaksın başımıza?"
Merih de güldü ama zoraki bir çabayı andırıyordu bu gülüş. "Sağlığımı korumaya çalışıyorum sadece."
"Bu küçük hanım," Birden konuyu değiştirerek, eliyle beni gösterdi. İstemsizce gerilmiştim çünkü Merih oradaki varlığımı anımsamıştı artık; gözlerimiz kesişmişti. "Cemiyetimizin 44. Yıl Balosu'na kavalye olarak seni götürmek istiyormuş. Bu yüzden, haftaya malikanemde ikinizi de ağırlamak için bekliyor olacağım."
Merih'in duydukları karşısında kaşları çatıldı; yanındaki adama baktı. Dudakları hınçla aralandı ama sonra geri kapandı. Yavaş bir nefes aldıktan sonraysa ancak konuşabildi. "Anlayamadım, konaktaki bir temizlikçinin bu kadar ender yapılan bir kutlamada ne işi var?"
Aziz ilk defa dudağındaki sigarayı eline aldı. Yeşil gözlerinde koyu bir ifade belirmişti. "Her zaman her şeyi anlamak zorunda değilsindir belki de."
Bu apaçık tehdit, aralarındaki gerginliği arşa çıkarmıştı. Soluksuz, uzun bir bakışma yaşandı. Usulca kadehini yudumlayan Mirza dışında, kimse kımıldamıyordu.
Beklenmedik bir manevrayla bana dönen Aziz, beni irkiltti. Yakasına iğnelenmiş beyaz kuş tüyünü sertçe yerinden söküp centilmen bir tavırla bana uzattı. "Yanıtını duymak için sabırsızlanıyorum. Seni evimde ağırlamaktan ve zengin kuş koleksiyonumla tanıştırmaktan şeref duyarım."
Rüzgarların altında titreyen tüye baktım; yavaşça uzanarak elinden aldım. Parmak uçlarımla dokunarak etrafında döndürdüm; gerçekten de gözüktüğü kadar yumuşacıktı. Tekrar başımı kaldırarak ihtiyar, yeşil gözlere baktım. "Kuş koleksiyonunuz mu var? Tan Bey'le sandığımdan daha çok benziyorsunuz. İkinizde de bir şeyleri avlama tutkusu var belli ki."
Son sözü neredeyse fısıldayarak söylemiş olmama rağmen Merih duyabilmişti; dudaklarına ufak, belli belirsiz bir tebessüm yerleşti. Aziz sigarasından bir soluk daha çektikten sonra, "Tahmin ettiğinden daha çok benziyoruz. Keza günahlarımız bile benziyor çünkü birlikte büyüdük, birlikte öldürdük." diyerek, zar zor tutunabilen ortamdaki dinginliği tepetaklak etti.
Tatlı bir benzerlikten bahsediyormuş gibi sevimli bir edayla gülümsüyordu. Merih huzursuzca yerinde kımıldanarak gitgide dağılan misafirleri kolaçan etti. Mirza kadehin dibindekini tepesine diktikten sonra kıkırdamıştı. Babasının yaptığı atıf hoşuna gitmişti.
Aziz sessiz kaldığımı görünce lafına devam etti. Konuşmanın bir türlü hararetini yitirmesine müsaade etmiyordu. "Sana merak ettiğin bütün soruların yanıtını da verebilirim bu sebepten. İnsanın düşmanını iyi tanıması gerek sonuçta."
Son sözü üzerime eğilerek fısıldadığı için, tütünle harmanlanmış pahalı parfümü soluklarıma karışmıştı. Rahatsızlık duysam da istifimi bozmadım. Ama açıkça hizmet ettiğim kişiye düşman olduğumu söylemesi de hoşuma gitmemişti. Kendimi aklamaya çalıştım; çünkü birisinin kulağına gitmesinden korkmuştum. "Yanlış anladınız siz beni, efendim. Kimseyi düşman belleyecek birisi değilim ben. Merih abinin de dediği gibi," İsmini anmamla birden gözleri beni buldu; içlerine kurnaz bir parıltı dolmuştu. Çünkü kendisine abi derken kullandığım alaycı tonu duymuştu. "Ben sadece konakta çalışan bir temizlikçiyim. Ama davetinize katılmaktan memnuniyet duyarım tabii ki. Böyle bir imkanı geri tepmek aptallık olurdu."
"Demre?" Meral ablanın sesini duyunca, birden telaşla arkamı döndüm. Artık iyice seyrekleşmiş olan kalabalığın kıyısında duruyordu; endişe ve korkuyla karışık bir ifadeyle yanımdakilere bakıyordu.
"Kusura bakmayın, artık işime dönsem iyi olur." Başımı hafifçe eğerek üçüne de selam verdim, ardından aceleci adımlarla yanlarından uzaklaştım. Peşimden sürüklenen ağır bakışlar, konağın içerisine girene kadar arkamdan gelmeyi sürdürdü.
Meral abla elini sırtıma koyarak beni mutfağa yönlendirirken, içeri gireceğimizi zannederek kapının kolunu tuttum. Ancak beni durdurdu; nazikçe duvarın kıyısına çekmişti. Gözlerimin içine bakarak, "Aziz Hürkan'la ne konuşuyordunuz? Seni rahatsız etmiyordu umarım?"
Endişesi, adama karşı duyduğum şüpheleri haklı çıkarmıştı. Hızlıca başımı iki yana salladım; elimdeki tüyü arkama saklamıştım. "Hayır, merak etmeyin. İçecek servis etmemi istemişti sadece." Merakla etrafıma bakındım fakat yine kızlardan hiçbir iz bulamadım. "Herkes nerede? Misafirlerin de çoğu gitmiş."
Meral abla dertli dertli nefesini üfledi; söylediklerim ilgisini dağıtmıştı. "Hepsini müştemilata gönderdim, sen de arkalarından git hemen. Kabak sizin başınıza patlasın istemiyorum. Ortalık çok karışık, akşam kriz kopacak muhtemelen."
"Şahoğlu ailesi nerede?" Konağın içerisinde hazin bir suskunluk kol geziyordu. Sahipleri tarafından terk edilmiş gibiydi.
"Hastaneye gittiler." dediğinde, şaşkınlıktan nevrim döndü. Fakat daha fazla sorgulayacak imkanı bana tanımamıştı; telaşla mutfağın içine itekledi. "Hadi soru sormayı bırak, kızların yanına müştemilata git. Kimse evden çıkmasın, tembihle hepsini."
Dediğini yaparak mutfağın arka kapısından bahçeye çıktım. Etrafta gezinen siyahlı adamlar dışında, geride hiçbir misafir kalmamıştı. Aziz Hürkan ile oğlu Mirza bile çoktan gitmişti. Yaşananların tek suçlusu, devasa tablo, hâlâ bahçenin ortasında dikilmeyi sürdürüyordu. Üstündeki kırmızı yazı, koyu bir kan damlasını andırarak tuvalin dibine doğru akmıştı.
Kimseye denk gelmemek için aşağıda kalan çalıların arasından dolanmaya karar verdim. Bir süre elimdeki beyaz tüye bakarak, en sonunda bir kenara bıraktım. Meral ablanın endişeleri resmen bana da bulaşmıştı. Kızlarını hastaneye götürme gereksinimi duydularsa, durumları gerçekten de vahim olmalıydı. O kadar kötü mü yaralanmışlardı? Dalgın dalgın çalıların arasına girdim fakat henüz birkaç adım atmışken durdum, ayakkabımın ucuna baktım.
Nasıl boya damladığını görememiştim?
Bu kadar büyük bir dikkatsizlik yaptığım için kendime karşı müthiş bir öfke duydum. Sırf bu affedilmez hata yüzünden, başıma Aziz Hürkan'ı bela etmiştim. Üstelik kendisi yetmiyormuş gibi, artık oğlu da dert olmuştu.
"Nasıl onunla evlenmemi ister benden?" Kendi kendime hayretle söylenerek tekrar yürümeye başladım. İnanılır gibi değildi. Uzun süre, bana sunduğu bu pervasız teklifin şaşkınlığını üstümden atabilmem mümkün olmayacaktı. "Soyadı bana gerçekten de güç verebilir mi ki?"
"Sikerim ama ben böyle işi!"
Ansızın karabasan gibi tepeme çöken hiddetli bağırışla korkuya kapıldım; tökezleyerek yanımdaki uzun çalılara yaslandım. Telaşla arkamı döndüğümde öfkeden kararmış bir çift gözle karşılaştım; kör gözündeki mavilik bile, bu karanlığa teslim olmuş hâldeydi. Yalnızca birkaç adım gerimdeydi. Ne zamandır oradaydı? Dar patikaya henüz yeni girmişti, belliydi.
Suratındaki öfke öylesine tekinsizdi ki, o hışımla üzerime gelirken ben de telaşla ona doğru koşmuştum. Henüz dudaklarını açamadan elimi üstüne örterek panikle susturdum; ne kadar yüksek sesle konuştuğunun farkında bile değildi. Kendi hiddetini duyamayacak kadar gözü dönmüştü.
Ama böyle bir dokunuşa tahammülü yoktu. Nobranca elimi tutarak teninin üstünden itekledi. Hiçbir duyulma korkusu yaşamadan, gür bir sesle sordu. "Ne duydum ben az önce anasını satayım, ne duydum?"
"Sessiz ol!" Tekrar uzanıp ağzını örtmek isteyince başını geriye atarak elimden uzaklaştı. Bileklerimden kavrayarak tüm çabalarımı benden aldı. Gözlerindeki zelzele resmen önüne çıkan her şeyi talan etmeye hazırdı.
"Mirza'yla..." Sertçe nefesini verince cümlesi yüklemsiz kaldı. Bileklerimi tutan parmakları sıkılaşırken, bir süre gözlerini yumdu. Bütün bedenim kasıldı; sanki içimdeki kalp kan yerine korku pompalamaya başlamıştı. Gözlerini geri araladığında biraz daha yatışabilmiş, artık parmaklarını gevşetebilmişti. "Mirza'yla evlenmeni mi istedi senden?"
Resmen telaştan kekeledim. "Evet ama..."
Lafları ağzıma tıkmıştı. "Ama ne? Aması ne bunun?"
Beni dinlememesi sinirlerimi bozdu. Böylece, yangına körükle gitmekten farksız bir laf ettim. "Senin aldığın evlenme teklifinden hiçbir farkı yok bunun. Kendi teklifine bile bu kadar tepki göstermedin sen!"
"Siktir!" Sertçe bileklerimi bırakarak bana sırtını döndü. Elini hınçla saçına daldırdı, öfkeyle soluklandı. Birkaç adım atarak uzaklaştı.
"Küfretme bana." Sıkılı dişlerimin arasından taşan kısık ama baskın emri duyunca hışımla bana geri döndü. Attığı birkaç ufak adımı tek bir büyük adımla bertaraf etmişti.
"Demre ben buna küfretmeyeyim de neye küfredeyim?" Sanki kelimeleri derdini anlatmakta yetersiz kalıyormuş gibi, hınçla ellerini kullanarak konuşuyordu. Öfkesi o kadar hırpalayıcıydı ki ağzından taşan her söz sanki bana vurduğu bir darbeydi. "Bırak da buna küfredeyim. Bırak da şu rezilliğe küfredeyim!"
Kanımda alazlanan öfke, resmen damarlarımı yaktı. "Rezillik öyle mi? Kendi evlenme teklifin için de aynısını düşünüyor musun bari? İkisinin arasında ne fark var tam olarak, söyler misin bana?"
"Arada ne fark var, biliyor musun?" Yanıma sokularak parmağını suratıma doğru kaldırdı. Gözlerinde öyle bir suçlayıcılık vardı ki bana kendimi dünyanın en günahkâr insanı gibi hissettirmişti. "Ben hiçbir zaman kabul etmeyi düşünmedim ama sen sırf sana sunacağı güç için kabul etmeyi düşündün. Buna rezillik demeyeyim de ne diyeyim ben?"
Agresifçe elini itekleyerek, suratıma doğrulttuğu parmağı indirdim. Yaptığım kabalık ona çenesini sıktırdı. "Madem kabul etmeyecektin, o zaman sana sorduğumda neden yanıt vermeden çekip gittin? Senin bu gizemli adam tavırlarını çözmeye çalışmaktan bıktım ben artık, anlıyor musun?"
"Saçma sapan bir yerde ve zamanda sorduğun için cevap verememiş olabilir miyim?" diye tersledi, soğuk bir tavırla. "Odana geldim, konuşalım dedim ama konuşmak istemedin. Bir saat boyunca pencerenin önünde açmanı bekledim ama açmadın. Mesajıma cevap bile vermedin. Eğer konuşmama müsaade etseydin, sorunun yanıtını zaten çoktan almış olurdun!"
"En azından soruma hayır diyebilirdin!" diye bağırdım, kendi öfkemin farkında olmadan. "Bu kadar zor mu basit bir hayır diyebilmek?"
"Çünkü cevabı basit bir hayır değildi!" diye bağırdı. Artık o da ufak kelimelerle konuşmayı bırakmıştı. İkimizin de gözü öylesine dönmüştü ki, yaptığımız tartışmadan başka her şey anlamını yitirmişti. "Henüz ben de bir çaresini bulamamıştım o an, çaresizdim ama ne olursa olsun bir yolunu da arayacaktım. Sorunun cevabı basit bir hayır değildi; ama evet hiç değildi. Onlarca insanın önünde sana bunu nasıl açıklayacaktım?" Geriye çekilerek benden uzaklaştı. Hafifçe yüzünü buruşturmuştu; kendisini tiksindiren bir düşünceye kapılmıştı sanki. "Beren'le evleneceğime inandığın için mi Aziz'in teklifini reddetmedin yani şimdi sen?"
Yaptığı ağır yaftanın kızgınlığıyla ben de yüzümü buruşturdum. "Ne alakası var? Sırf sana inadımdan tanımadığım bir adamla mı evleneceğim ben? Çocuk oyunu mu bu?" Gürültüyle nefesimi üfledim. "Evleneceğim demiyorum ama Aziz söylediklerinde haksız da değildi. Soyadının büyük bir gücü var, istesen de bunu inkar edemezsin."
Hırçın bir dalganın kıyıya vurarak tüm izleri yok etmesi gibi, suratındaki tüm duygular hiçliğe karıştı. Sonra yalnızca mutlak bir öfke yeşerdi. Tekrar yanıma eserken, tahammülünü yitirmiş gibiydi. "Neyi inkar edemezmişim ben? Sen ne dediğinin farkında mısın? Bu insanların ne kadar manyak olduğundan haberin bile yok senin, hiçbirisini tanımıyorsun. Sırf güç elde edebilmek için bu evliliğe hak mı veriyorsun? Yok, ben kafayı yiyeceğim şimdi, çok az kaldı."
Ellerini saçına daldırarak başını hafifçe geriye attı, gözlerini tepemizden yükselen gökyüzüne dikti. Duygularını dizginleme çabalarını izlerken, asi bir tavırla, "Aylardır zaten manyak insanlarla yaşamıyormuşum gibi davranma." diye karşılık verdim.
Hınçla ellerini indirerek tekrar gözlerimin içine baktı. "Evlenmekle aynı şey mi bu?"
Sabrımı yitirdiğimi hissettim birden. "Evleneceğimi söylemiyorum ki sana!"
"Evlenmeyeceğini de söylemiyorsun ama!" diyerek bağırdı. Agresifçe elini havada sallamıştı; sanki söylediklerim palavradan ibaretti de o elinin tersiyle hepsini iteklemişti.
Avazı çıktığı kadar bağıran bir sessizlik oldu. Kırgınlıkların ve kızgınlıkların arasından, susarak birbirimizle bakıştık. Haklıydı, söylememiştim çünkü kafam allak bullak olmuştu; doğrunun ve yanlışın tüm algısını kaybetmiştim.
Sonunda dudaklarımdan yalnızca tek bir kelime döküldü. Ne bir kabullenişti, ne de bir reddedişti. "Düşüneceğim."
Bu sabrını deviren son darbe olmuştu. Bozguna uğramış kimse gibi başını iki yana sallayarak geriye çekildi. Elini hırsla yumruk yaptı, peş peşe tahammülsüzce adımı fısıldadı. O dudaklarından taşan ismime böyle kötü duygular yükledikçe, sanki ben altında ezildim. Söylemekten feragat ederek yuttuğu onlarca sözle, sonunda sessizliğini kuşandı ve yanımdan geçmek istedi. Yaşadığı düş kırıklığı suratıma bakmasına bile mani olmuştu.
"Böyle kötü mü ayrılacağız?" diyerek serzenişte bulunmak istedim fakat sesim umduğumdan da öfkeli çıktı. Tutmaya çalıştığım kolunu hızlıca çekerek, ellerini havaya kaldırdı. Bakışlarından, aramıza soktuğu mesafeye kadar kendisine ulaşabilmemi engelleyen bir acımasızlığa bürünmüştü.
"Susalım artık Demre, daha fazla tartışmak istemiyorum seninle." dedi, dindiremediği bir öfkeyle. Benden uzaklaşarak çalıların ardında gözden kaybolsa da söyledikleri kulaklarımda çınlamayı sürdürmüştü. "Biraz daha konuşursan kalbini kıracağım. En kötüsü de bunu isteyerek yapacağım. Ödüm kopuyor böyle bir şeyi isteyeceğim diye. O yüzden lütfen sus, daha fazla konuşma."
Uzun bir süre bıraktığı boşluğa bakarak, kendi yalnızlığımda hırpalandım. Halbuki kendime söz vermiştim; buradaki kimseye bağlanmayacaktım, hislerime yenilmeyecektim. Belki beni kurtararak kendisini affettirebilmişti; ama bu yine de onunla aynı tarafta olduğumuz anlamına gelmemeliydi.
Birden tüm dayanma gücümü yitirdim, artık yaşadığım hayattan vazgeçmek istedim. Bunca zorluğa katlanıp, sonunda yine duygularıma yenildiğim için kendimden nefret ettim. Ellerimle yüzümü örterek yavaşça yere çöktüm ve sessizce ağlamaya başladım.
Hayatımdaki tüm kargaşayı anafor gibi sarsan bir rüzgardı sanki bu adam. Kimi zaman hoyrat bir fırtınaydı; kimi zaman nazik bir esintiydi. Ama ben yine de tüm bu belirsizliğe rağmen kendimi onun rüzgarlarına katmak isteyebiliyordum; fakat savrulup gitmekten de korkuyordum.
Rüzgârlar savrulmaktan korkar mıydı hiç?
Ben korkuyordum.
𓅪
Günler geçtikçe konağa prangalarını geçiren suskunluk, bugün hiç olmadığı kadar ağırdı. Davetin üstünden üç gün geçmişti ama hâlâ konakta hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Belkıs Şahoğlu, yaşanılan rezilliğin sorumluluğundan uzaklaşmak için apar topar şehir dışına tatile kaçmıştı. Tan Şahoğlu'nun hâlâ konakta olduğu söylentisi vardı ancak üç gündür hiç kimse tarafından görülmemişti; kızların çıkarımlarına göreyse, mahzende yaşadığı içindi. Tüm ailenin onurunu lekeleyen kavgadan sonra, ne Beren Şahoğlu'ndan ne de Şebnem Şahoğlu'ndan geriye bir iz kalmıştı; sanki iki kız kardeş de sırra kadem basmıştı.
Tartışmamızın üstünden üç uzun gün geçmişti ama ben bu sürede onunla yalnızca bir defa karşılaşabilmiştim. Dün sabah müştemilata doğru yürürken, yokuşun aşağısında ikizlerle muhabbet ettiği esnada görebilmiştim; diğer ikisi sigara tüttürüyordu ama o usulca elindeki sıcak kupadan içiyordu.
Beni görmesi için bir şey unutmuş gibi davranarak aynı yolu iki defa yürümüş olsam da, kendimi ona fark ettirememiştim.
Hâlâ bana verdiği sözü tutmak için çabaladığını görmek, her nedense içimde bir pişmanlık yarası açmıştı. Defalarca kez yanıtsız bıraktığım mesajına girerek bir şeyler yazmayı düşünmüştüm; sırf onunla konuşabilmek için, sergi günü Emre'nin kamerasında bulduğum fotoğrafları bahane etmeyi bile aklımdan geçirmiştim. Ancak her seferinde vazgeçerek telefonu elimden geri bırakmıştım.
"Ne düşünüyorsun derin derin?" Sinem yanıma gelerek koluyla beni hafifçe dürtünce kendimi susturdum.
Elimdeki portakalı doğradıktan sonra önümdeki tabağa bıraktım, ardından keyifsizce gülümseyerek ona baktım. "Beren'e ne olduğunu düşünüyordum."
"Ah, doğru ya," dedi hevesle, unuttuğu bir şeyi anımsamıştı. "Sabah kızlarla konuşuyorduk, sen yoktun. Günlerdir olduğu gibi yine mağarana kapanmıştın," Hızlıca laflarının arasına sıkıştırdığı sitem beni güldürdü. "Şebnem bütün ailesini savcılığa şikayet etmiş!"
"Ne?" Şaşkınlıktan elimdeki bıçak tezgahın üstüne düştü. Üstümdeki tüm dalgınlık korkunç bir hızla kalkmıştı. "Ne için şikayet etmiş tam olarak?"
"Tam bilmiyoruz ama sanırım oğlunun beş ay önceki cinayeti soruşturulsun diye yapmış," Evde bizden başka kimse olmamasına rağmen sesini kısarak konuşmaya başlamıştı. "Geçen günkü tablo olayından sonra gözü dönmüş, öldürülen oğlunun intikamını almaya karar vermiş. Hatta şehrin en meşhur avukatlarını tutmuş. Konaktaki sessizliğin sebebi de bu yüzdenmiş zaten. Resmen kendi soyuna savaş açmış kadın."
Duyduklarıma inanamıyordum; sırf bir tablo yüzünden tüm Şahoğlu ailesinin yıkıcı bir intikamla palazlanması, akıl alır gibi değildi. Küçük düşünerek yaptığım hamle, umduğumdan da büyük tahribatlar doğurmuştu.
Belki de sebep olduğum bu küçük kıyametin Aziz Hürkan'ı cezbetmesinin asıl nedeni, yaklaşan tahribatı önceden sezebilmiş olmasıydı. Artık çok daha anlamlıydı sarf ettiği sözler. Çünkü keyifle seyrettiği sadakat cinayeti, beni onun gözünde basit bir temizlikçi olmaktan çıkarmaya yetmişti.
"Yani konağa her an baskın olabilir, öyle mi?" Kendi kendime mırıldanmıştım ama Sinem yine de duymuş ve yanıtlamıştı.
"Olabilir valla, her an her şey olabilir," Tabaktaki portakallardan birisini alarak, ağzına attı. Boğuk bir sesle lafına devam etti. "Tan'ın eli kolu uzundur ama eğer arama izni çıkarabilirlerse, hemen kapıya dayanacakları da bir gerçek. Umarım bir kanıt bulurlar, Rüzgar daha çocuktu. Adaletin yerini bulmasını çok istiyorum."
Göğüs kafesimi sarmalayan umut öylesine yoğundu ki, günlerdir içinde yuvarlandığım tüm karamsarlıkları defetmeye yetebilirdi. Ben de tabaktan bir portakal kaparak, ağzıma attım. Acımasızca katledilen masum bir çocuğun sonunda adalete kavuşmasına mı önderlik etmiştim yani? Sevinçten dolan gözlerimi kırpıştırdım, boğazıma oturan yumruyu portakalın ekşi tadıyla baskılamaya çalıştım.
Cemre'de çocuktu belki ama onun intikamına varana kadar, bekleyen başka çocuklar da vardı. Henüz kendi kardeşimi adaletine kavuşturamamıştım fakat en azından artık gecikmiş dahi olsa adaletin nasıl hissettireceğini öğrenmiştim.
"Demre ağlıyor musun sen?" Hayretle öne eğilerek suratımı görmeye çalıştı.
Hızlıca yanaklarımı sildim; utançla dolmuştum. "Rüzgar gözümün önünde ölmüştü, biraz duygulandım o yüzden."
Eliyle sırtımı sıvazlarken anlayışla gülümsedi ama onun da gözleri dolmuştu. Çabucak meyve tabağını kaparak, beni kapıya doğru sürükledi. "Hadi gel, kızlar işten dönene kadar televizyonda bir şeyler izleyelim."
Gülüşerek koridora çıktığımız esnada birden dış kapı aralandı. İçeriye sızan soğuk hava anında bacaklarımıza dolanarak bizi titretmişti. Dilan abla ağır hareketlerle şalını portmantoya asarken, sürmeli gözlerini dosdoğru suratıma dikti. Bu kolye olayından beri onu ilk görüşümdü. Zira günlerdir ne odasından çıkmıştı; ne de evin içerisinde dolanmıştı.
Sinem'in koluna girerek peşinden gidecekken, kadının sakin çağrısını duyunca ikizim de durmak zorunda kaldık. "Demre, seninle biraz konuşmak istiyorum. Lütfen odama gel."
Sinem önden salona girerek, kapıyı yavaşça arkasından örterken suratıma kaygılı bir bakış dokundurdu. Gönülsüzlüğümü ele veren bir yavaşlıkla kadının peşine düşerek aralık tuttuğu kapıdan odasına girdim. İçerde süzülen tütsü kokusunu alınca hafifçe yüzümü buruşturdum. Komodinin üstündeki astım tüpü gözüme ilişmişti.
Kapıyı usulca arkamdan örterken, suratımdaki ekşiliği yakalamıştı. Sormamış olmama rağmen, açıkladı. "Ciğerlerimi güçlendirmesi için özel bir karışım yakıyorum."
Yalnızca başımı sallamakla yetindim. Kollarımı kendime sararak tüm bedenimle ona dönmüştüm; karşımdaki kadından her türlü hinliği beklediğimden, tüm uzuvlarım kasılmıştı. Onunla kapalı bir kapının ardında kalmak beni hiç de güvende hissettiren bir durum değildi.
Sanki duruşumdan gerginliğimi sezmiş gibi gülümsedi; ellerini zarifçe önünde birleştirerek tam karşımda dikildi. Konuşmaya başlamadan önce, gözlerini tembel tembel üstümde gezdirmişti. "Mutlu musun tüm aileyi birbirine kırdırdığın için. Tabloyu senin boyadığını biliyorum, şeytan."
Kendinden bu kadar emin konuşması beni epey şaşırtmıştı ama hiçbir duygumu ona yansıtmamayı başarmıştım. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Dudaklarımı büzerek, masum bir edayla gözlerimi kırpıştırdım. "Anlayabiliyorum bu öfkeni, bana iftira atabilmek için çırpınıyorsun ama gerçekten benim hamlemi bana karşı mı kullanacaksın?"
Söylediklerim onu şaşırtmıştı; benim gibi duygularını saklamak gibi bir gayesi de yoktu. İçinde yaşadığı her kargaşa, dosdoğru çehresine yansıyordu. "Seni küçük kevaşe seni!"
Apansızın elini kaldırarak suratıma doğru savurdu; fakat vurmayı başaramadı. Çünkü sımsıkı bileğinden tutmuştum. Odada bu nahoş çarpışmanın gürültüsü oldu. "Duracaksın orada." Tüm gücümle elini itekleyince arkaya doğru birkaç adım sendeledi. "Sen kimsin ki bana vurabiliyorsun?"
Gerilediği mesafeyi hırsla tekrar aşarak kapattı. "Asıl sen kimsin ki bana saygısızlık edebiliyorsun, soysuz seni?"
Kızgınlığım o kadar hızlı harlanmıştı ki tezat bir şekilde beni güldürmüştü. "Utanmadan benden saygı mı bekliyorsun bir de? Geceleri gizli saklı odama girerek bana şırıngayla ilaç verdiğini biliyorum. İstesem de senden daha şeytan olamam ben!"
Suratına çarptığım ağır kabahatinden hiç de rahatsız olmuş gözükmüyordu; aksine pişkin pişkin gülümsüyordu. "İlaç değil o, ahmak kız. Bir gramı bile senin varlığından daha pahalı olan bir kristal," Üzerime yürümeye başlayınca rahatsız hissederek geriledim. "Sen henüz bu dünyada bile yokken üretildi. Ama biliyorum, sen de aynısını düşünüyorsun. Senin gibi değersiz bir bedene niye bu kadar pahalı bir madde verildi peki?"
Birden elini pençe gibi atarak yaşından ummadığım bir güçle çenemi kavradı. Hızla çırpındım, uzaklaşmaya çalıştım. İki elle bileğine asılsam da tenimdeki parmaklardan kurtulamadım. "Çünkü sen sadece bir deney faresisin. Dünyaya satılmadan önce insanların üstündeki etkisinin görülmesi gerekiyor sonuçta. Dalavereler çevirip de aşağıdan çıkmasaydın, belki de o beyaz odada geberip gidecektin. Ben de seni izleyecektim. Ama ben işimin yarım kalmasını hiç sevmem, yukarda bile olsan sen sadece bir deney faresisin."
Kadının sözleri içimde öylesine vahşi bir duygu uyandırmıştı ki kendimi ilkel bir insan gibi hissetmiştim. Öfkeyle elini çekiştirdim fakat yine de tutuşunu gevşetemedim. Birden gücünü arttırarak arkaya sendelememe ve dolaba toslamama neden oldu. Sırtıma keskin bir sızı saplanınca gözlerime istemsizce yaşlar nüksetti.
"Çek elini üstümden!" Hızla çenemi bırakarak iki elle boğazıma sarıldı ve beni kendi nefeslerimde boğmaya başladı. Aramızda hoyrat bir arbede yaşandı. Birden gözlerime devrilen kara perdeler, artık bütün kontrolümü yitirmeme neden oldu. Hayatta kalma içgüdüsünün neden olduğu şaşırtıcı bir güçle, kadının göğsüne vurdum. "Bırak beni!"
Göğüs kafesine inen beklenmedik darbeyle kaşları titredi. Parmakları hızla gevşerken, eli göğsüne uzandı. Soluk soluğa kalarak boynuma ovuşturdum. Kadının dudakları aralanmış, gözleri belermişti. Korkunç bir panik hükmetmişti bakışlarına. Yoksa kalp krizi mi geçiriyordu? Boğuluyormuş gibi nahoş sesler çıkarmaya başlamıştı. Bacakları ürkütücü bir şekilde titriyordu.
Hayır, astımı vardı.
Kıvranır gibi iki elle yakalarını çekiştirirken, telaşla komodinine doğru koşuşturdu. Hızlı olmaya gayret etse de hareketlerine tuhaf bir ağırlık çökmüştü. Düşecek gibiydi. Endişeyle sırtımı dolapta kaydırarak ondan olabildiğince uzaklaştım. Komodine henüz varamadan ayakları birbirine dolandı; yüzüstü yere kapaklanınca eli astım tüpüne çarptı. Zemine devrilen bedenin çıkardığı tok gürültü, yan odadaki boğuk televizyon sesiyle baskılanmıştı.
Astım tüpü zeminde yuvarlanarak biraz ötemde durdu.
Soluklanma çabası veren kadın tüm gayretiyle yerde sürünerek tüpe yaklaşmaya çalıştı. Vücudundaki bütün güç çekilmiş gibiydi; ileriye uzattığı kolu ızdıraplı bir hızla titriyordu. Parmaklarının ucu, hayata tutunmaya uğraşırcasına tüpe sürtündü fakat yine de yetişemedi. Yalnızca ufak bir mesafe kalmıştı; ama yapamıyordu. Sonra birden yalvarırcasına bakan gözleri beni buldu. Tenimde sarsıcı bir ürperti dolandı; bütün dünyam bulanıklaştı.
Tanıyordum bu bakışı.
Hayatının kıyısına itilmiş bir insanın gözlerine bakınca ne bulacağımı artık biliyordum. Sessiz çaresizliği, bana kendimi tüm çarelerin katili gibi hissettirmişti. Elindeki tüm umutları yağmalayan bir açgözlü zannettirmişti.
Usulca yanına yaklaşarak, sadece parmağının ucuyla dokunabildiği tüpe baktım. Yaylım ateşi gibi yanaklarıma devrilen sıcak yaşların altında kavrularak, terliğimin ucuyla yavaşça tüpü öteye sürükledim ve ondan uzaklaştırdım. Gözlerinde tuhaf bir korku ve hiddet belirdi. Ama hemen sonra sönüp gitti.
Artık tüm umutlarını yitiren ruh, belki de olması gerekenden daha erken yaşadığı bedenden vazgeçmeyi seçti. Son nefesi ciğerlerini henüz terk edemeden giden kadın, gerisinde hazin bir sessizlik bıraktı.
Bu kadın benim ilk cinayetimdi. Sekiz kişiden yalnızca birisiydi.
"Demre..." Sıçrayarak arkamı döndüm; dehşet içinde yerdeki cesede bakan Sinem, titreyen eliyle kapıyı itti.
Yavaşça sonuna kadar aralanan kapı, odanın her tarafına sinmiş ölüme başka bir tanık daha sundu. Mideme bir bulantı saplandı. Ne kadar süre orada şuursuzca dikildiğimi hiç bilmiyordum. adeta algılarımı ve olgularımı yitirmiştim. Belki de saatler olmuştu; belki de sadece birkaç kısa dakikaydı. Ama her nasılsa, kapının açıldığını dahi duyamayacak kadar sağır geçirdiğim bir süreydi.
"Demre, çabuk çık buradan!" Sinem beni afallatan bir panikle birden yanıma koşarak koluma asıldı. Tökezlememi umursamadan beni peşinden sürükledi, hoyratça koridora itekledi. Duvara çarptım, hızlıca tutunarak tüm yükümü soğukluğuna bıraktım. Zonklayan başımı kaldırınca, yılgı dolu gözlerimiz kesişti.
Bir süre soluk soluğa öylece karşımda dikildi. Çağlayan bir ırmak gibi gözlerinden akan düşünceler, beni bile boğabilecek güçteydi.
"Sinem, ben..." Bir şeyler söylemek istedim; ne olursa olsun, bir açıklama yapmak istedim. Kendimi savunmak, aklamak zorundaydım ancak yapamıyordum. Ne kadarını görmüştü? Bakışlarından anlayabilmek mümkün değildi. Endişe ve korku içindeydi. Ama tuhaf bir şekilde, suçlayıcılığı da yoktu.
"Şimdi konuşmanın vakti değil, önce burayı temizlememiz lazım," Birden arkasını dönerek kapının kulpunu gösterdi. Ondaki soğukkanlılık sanki bana da aksetti; zihnimdeki heyelanlar biraz da olsa durabildi. "İkimizin de parmak izi var burada. En son bizim girdiğimizi kolayca bulurlar."
Kendi fikrinin telaşına kapılarak birden koşmaya başladı. Kısa koridoru aştı. Birinci kattaki banyoya girerek, lavabonun hemen önüne, yere attı kendisini. Dolabı açarak çamaşır suyunu bulup çıkardı. Kuru bir bez kaptı, geri yanıma koştu. "Birazdan kızlar burada olacak."
"Konaktakiler polis mi çağırır sence?" diye sordum, telaşla.
"Kendi cinayetlerini kusursuzca gizliyorlar ama bu," Bana kısa bir bakış attıktan sonra çamaşır suyunu kapının kulplarına sıkmaya başladı. "Bu onların cinayeti değil. Dilan abla yıllardır burada olan birisi ayrıca, kesinlikle ölümünü araştıracaklardır."
Bu onların cinayeti değil, dediğini duymak tüylerimi ürpertmişti. Gerçekten de biliyordu. Yaşamasına gaddarca mâni olduğumu biliyordu.
Ama buna rağmen, izleri yok edebilme çabası beni hayrete düşürmüştü. Elindeki çamaşır suyuyla kapının her tarafını silmesini seyrederken, sessizce kenarda bekledim. İşini hallettikten sonra soluksuz kalarak doğruldu, bana döndü. "Çıplak elle başka bir yere dokundun mu?"
Hızla başımı salladım. "Hayır, başka hiçbir yere dokunmadım."
Başını salladı o da; yaptığı eylemin sorumluluğu henüz yeni sırtına binmiş gibi, hafifçe omuzları çökmüştü. Derin bir nefes alarak bezle tuttuğu kapıyı yavaşça örttü ve ölümü içeriye hapsetti. Elindekileri geri lavabonun altına bırakırken artık hareketleri telaştan yoksundu, ağırlaşmıştı.
Lavabodan çıkınca dalgın gözleri tekrar beni buldu, bir an duraksadı. Usulca yanıma gelerek beni kendisine çekti; kollarını sımsıkı boynuma doladı. Beni kendisine bastırdı. Tıpkı benim gibi, o da hafif hafif titriyordu.
"Bu konu hakkında bir daha hiç konuşmayacağız, hiç yaşanmamış gibi davranacağız." Kaşlarımı çattım, sımsıkı gözlerimi yumdum. Yüzümü omzuna sakladım ve duygularıma dayanamayarak sessizce ağlamaya başladım. "Sen hasta olduğun için uyuyordun, ben de yukarda duş alıyordum. Bu yüzden hiçbir şey duymadık, yardımına da koşamadık."
"Yaşayabilirdi ama ben yaşamasına izin vermedim." Dudaklarımdan çıkan boğuk kelimeler, yasaklı bir itirafın ağırlığını bırakmıştı üstüme. "Ama hiç pişmanlık duymuyorum, Sinem. Bir insan nasıl böyle bir acımasızlıktan pişmanlık duymaz? Neden hiç pişmanlık duymuyorum?"
"Çünkü sen bir şey yapmadın, nefsi müdafaaydı bu!" Hezeyanımı susturarak geriye kaçıldı, gözlerimin içine baktı. Onun da yanaklarına yaşların devrildiğini gördüm. "Bu konakta büyüdüm ben, senelerce nelere şahit olduğumu anlatsam da bana inanmazsın. Seninki nefsi müdafaaydı, Demre. Kendini koruyordun sadece. Söyle hadi, tekrar et bunu."
Dudaklarımdan çıkan kelimeler resmen hiçliğe savruldu. Sanki zihnim uyuşmuştu. "Nefsi müdafaaydı..."
Hafifçe kollarımı sıktı, baskın bir tavırla tekrar fısıldadı. "Kendini koruyordun."
Avuntularıyla yama yaparak vicdanımı dikmesine müsaade ettim. "Kendimi koruyordum."
"Şimdi," Beni odama doğru sürükledi, kapıyı açtı. Hızlıca sırtımdan içeriye itekledi. Birkaç adım atarak, ona döndüm. "Şimdi sen hasta olduğun için uyuyorsun, ben de duşa giriyorum. Diğerleri geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz. Anlaştık mı?"
Yalnızca başımı salladım. Yanaklarındaki ıslaklığı silerek, hiç beklemeden kapıyı örttü. Koridoru aştığını, hızlıca merdivenleri tırmandığını duydum. Bir süre kör gözlerle odamı seyrettim. Ardından yavaşça yatağıma girdim, yorganı çeneme kadar çektim. Sonunda korktuğumu yaşamaya başlamıştım. Eski benliğimden tamamen azalmış, kendimi bambaşka bir şahsiyette yontmaya başlamıştım.
Bambaşkaydı belki fakat hiç de yabancı değildi. Çünkü bu, artık onlara en çok benzeyen şahsiyetimdi.
Tiz bir çığlık beni zihnimden koparıp aldığında, içindeki ruhu kaybetmiş kimsesiz bir bedenden farksızdım; hiç kımıldamadan uzandığım yatakta tavanı izliyordum. Bulmuşlardı. Ne zamandır bağırıyorlardı? Tüm evin duvarlarını inleten çığlıklar, zemini titreten koşuşturmalar karışınca huzursuzca kımıldandım.
Yorganı üstümden atarak yavaşça yataktan çıktım. Odamın kapısını araladığım ân evin mahşerden farksız olduğunu gördüm. Etrafa kaçışarak bağıran kızların gürültüsü anında kulaklarımı tıkadı. Odasının kapısı aralıktı; öyle ki ruhsuz bedeni kenardan gözüküyordu. Biraz ötesinde duran astım tüpü, mideme bir bulantı saplandırdı.
Nalan ağır bir ızdırapla yere çökmüştü; hıçkırarak ağlıyordu. Meral abla dehşet içindeydi; ne yapacağını afallamış gibi, rüzgarını oradan oraya estiriyordu.
Tüm bu kargaşanın içinde, merdivenlerin ucunda dikilen Sinem'le göz göze gelince bacaklarımın uyuştuğunu sezdim. Hâlâ üstünde duran bornoz, omuzlarına dökülen ıslak saçlar; kusursuzca oynanan bir piyesin kostümü gibiydi.
Birden tüm bu matemin içinde boğulacağımı zannettim; duvarların üstüme devrilmesinden korktum. Burada durmaya daha fazla katlanamayacaktım. Fersiz bir hâlde dış kapıya doğru atıldım, ağır bir kederin kıyısından geçtim.
Kaçarcasına bahçeye çıktığım esnada, kapının önünde birikmiş olan bir güruha takıldım. Uzun birisiyle çarpıştım; düşecek gibi yana sendeledim. Koluma tutunan güçlü eller gördüm. Kendisine bakmamı mı söylüyordu? Ama bakamamıştım. İsmimi seslendiğini duydum ama yine de durmadım. Savsak adımlarla yabancı bedenlerin arasından geçtim, patikayı aştım ve yokuş aşağıya nefessizce koşmaya başladım.
Tıpkı benim gibi etrafa saçılan kızların ağlayışları, bahçedeki tüm suskunluğu katletmişti. Öylesine bir yaygara kopmuştu ki, kimse eksilen varlığımı bile fark edememişti.
Geceyi yararak yokuşun dibine vardığımda, sonunda nefes nefese kalıp duraksadım. Tam bu esnada çalıların arasından topallayarak beliren Kubi, farkında olmadan beni korkuyla sarstı. Endişeyle yokuşun tepesine bakınıyordu; beni görünce gülümsemişti. Elindeki uzun çapayı baston misali yere bastırarak, yanıma yaklaştı.
"Demre de buradaymış. Kubi çığlıklar duyuyor," Yeniden karanlığı kolaçan eden iri gözleri tüm masumiyetiyle suratıma kenetlendi. "Yoksa yine birisi mi öldürüldü?"
Sorduğu soru şuursuzca beni güldürmüştü. Ama içimde muazzam bir acı kabarmıştı. Gerçekten de yine birisi ölmüştü. Başımı geriye atarak nefes nefese tepemden yükselen çelimsiz yıldızlara baktım. Gecenin kademsizliği sanki yıldızları bile söndürmüştü.
"Demre birisinden mi kaçıyor?" dediğini duyunca başımı geri indirdim, gülümseyerek ona baktım. "Saklanacak bir yere ihtiyacı varsa, Kubi'nin evinde saklanabilir."
Neden özellikle saklanmak sözcüğüne vurgu yaptığını anlayamamıştım ama fazla sorgulamadım. Ona doğru yürürken buruk bir şekilde, "Saklanacak değil ama sığınacak bir yere ihtiyacım var." dedim.
Evine uzanan yolda bana önderlik etmek istercesine apar topar döndü, yürümeye başladı. Bir yandan da hevesle mırıldanıyordu. "Demre her zaman buraya sığınabilir. Kubi'nin evi artık onun sığınağı olabilir."
Arkama hiç bakmadan peşinden gittim ve sıcak evine girdim. Kapıyı arkamızdan örttüğü an, bahçedeki bağırışlar da tamamen kesildi. Zihnime bu sessizlik merhem gibi gelmişti. Hiçbir yerin değişmediği ufak evde gözlerimi gezdirdim; küçük bir birikintinin içinde aheste aheste yüzen iki kaplumbağayı görünce gülümsemiştim.
Akvaryuma doğru sokulurken, korkularımı birkaç saniyeliğine bana unutturan cılız bir sevinçle doldum. "Güneş ve Ay çoktan büyümüş bakıyorum da. İyi beslemişsin ikisini de."
"Demre isimlerini bile hatırlıyor?" Şaşkın şaşkın söylediği cümle, yaptığı vurgudan ötürü yanıt bekleyen bir soru gibi çıkmıştı.
"Hatırlıyorum tabii." dedim gülümseyerek ama çoktan korkularımın önünde tekrar diz çökmüştüm. İçimde tortuya benzer bir sıkıntı birikirken, koltuğa giderek kendimi üstüne bıraktım. Sakin kalmak zorundaydım. Ama hangi derde kapılacağımı şaşırmıştım. Beklenmedik suç ortağıma mı kaygılanacaktım, amansızca bir insanın canına kıymış olmama mı yanacaktım? Başımı arkaya yaslayarak gözlerimi yumduğum sırada, Kubi aniden beni hayrete düşüren bir şey söyledi.
"Yoksa o kişiyi Demre mi öldürdü? Böyle korkmasının nedeni bu mu?" Gözlerimi aralayarak panikle doğruldum. Duymadığımı zannederek kendi kendine mırıldanıyor, bir yandan da çiçeklerini suluyordu.
Tereddütlü bir hâlde karşı çıktım. "Hayır tabii ki, nereden çıktı şimdi bu Kubi?"
Elindeki bardağı tezgaha bırakırken, bana kaçamak bir bakış fırlattı. "Demre merak etmesin, Kubi onun sırrını hiç kimseye söylemez. Kubi tanıyor Demre'yi, onlar gibi kötü birisi olmadığını biliyor."
Ne karşılık vereceğimi şaşırmışken aniden kapıya vurulunca ikimiz de irkildik. Kubi ayağını yerde sürüyerek, delikten kolaçan edince kaşlarım çatıldı. Benim gibi o da gerilmişti. Fakat kısa sürmüştü bu gerginlik. Geriye çekildiğinde, suratı içten bir tebessümle aydınlanmıştı. "Merih geldi yine."
Katlanarak büyüyen huzursuzluğum beni daha fazla yerimde oturtmadı. Rahatsız hissederek ayağa kalktım, kollarımı önümde kavuşturdum. Kubi kapıyı araladığı anda içeriye dalmıştı; gözlerimiz kesiştiğinde sertçe nefesini üfleyerek gerginliğini bıraktı. Sanki koşarak gelmişti buraya; soluk soluğaydı. Saçları dağılmıştı; üstündeyse yalnızca ince bir kazak vardı. Ceket bile giymemişti.
"Merih portakal suyu içmeye mi geldi?" Kubi'nin gülümseyerek buzdolabına yürüdüğünü görünce hızlıca onu durdurdu.
"Kubi şimdi değil," Çocuğun kendisine merakla bakması üzerine, çabucak ekledi. Artık sesi daha anlayışlıydı. "İştahım hiç yok şu anda, sonra içelim. Demre'yle konuşmaya geldim buraya."
Kubi sözlerindeki imayı yakalayarak, aralık duran kapıya doğru yürüdü. Bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu. "Kubi biraz dışardaki çiçeklerle ilgilensin madem. Zaten çığlıkları duymadan önce de bunu yapıyordu."
Merih kenara çekilerek geçmesine izin verdi. Bahçeye çıkan Kubi, arkasından kapıyı da kapatmış ve bizi yalnız bırakmıştı. Bir süre eşikte dikilmeyi sürdürerek, karmakarışık bir hâlde gözlerimin içinde gezindi. Aklından ne geçtiğini anlayabilmek olanaksızdı. Günler sonra onunla tekrar yalnız kalabilmiş olmak, istemsizce beni germişti; ama bu derin gerginlik ona karşı duyduğum özlemi bile bastıramamıştı.
Yaşadığım tüm sarsıntıya rağmen onun yanımda oluşu, hâlâ yıkılmamış bir yerlerimin kaldığını hissettirebiliyordu bana.
Yavaşça yanıma sokularak, tam karşımda durdu. Göreceği her şeye hazırmış gibi, dosdoğru suratıma bakıyordu. "Sen mi yaptın?"
Adeta bir tokattan farksızdı bu soru. Beni zemine çivilemiş fakat ruhumu sendeletmişti. Kollarım çözülerek usulca iki yanıma devrilirken, soluklarım sığlaştı. Hızla gözlerimi kaçırdım.
İtirafımı haykıran sessizliği duyunca, birden öne atılarak yanıma vardı. Yüzüme çarpan esintisi kalbimi tekletmişti. Kollarımdan tutarak hafifçe eğildi, gözlerime ulaşabilmek için çabaladı. "Demre, anlat hadi güzelim. Sana yardım edebilmem için bana her şeyi eksiksizce anlatman lazım. Arkanda iz bıraktın mı?"
Henüz bu ani ölümü üstlenmemiş olmama rağmen bunu sorgulaması beni daha da germişti. Çünkü kendisi bu sorunun cevabını zaten biliyordu. Benden bir yanıt duymayı bile beklememişti. Benim öldürdüğümü anlamıştı. Birden kendimi küçülüyormuş gibi hissettim.
"Hayır," dedim, cılız bir fısıltıyla. "Hiçbir iz yok. Kapıyı sildik."
"Sildik derken? Başka kim vardı yanında?" Kaşlarını öylesine çatmıştı ki şaşırmış olmasına rağmen suratında yalnızca öfke belirmiş gibi duruyordu.
"Sinem vardı yanımda," dedim dürüstçe. Artık saklamanın da bir anlamı kalmamıştı. Zaten altında öylesine eziliyordum ki bu yorucu yükü birisiyle paylaşabilmek için çırpınıyordum. "Sinem izleri silmeme yardım etti. Bir daha da bu konu hakkında konuşmamamızı söyledi. Bilmiyorum, güvenilir gibiydi."
Merih kollarımı bırakarak geriye çekildi. Elleriyle sakalını sıvazladı, saçlarını karıştırdı. Bir süre hiç kımıldamadan, sırtı bana dönük bir hâlde durdu. Sessizce, "Sinem olması iyi, izleri silmeniz de iyi, tamam," diyen mırıltısını duydum. Sanki kendi kendisini yatıştırmaya çalışıyordu.
"Neden buradasın?" Amacının ne olduğunu anlayamamıştım. Gerçekten beni avutmak için böyle bir krizin eşiğinde yanıma gelmiş olamazdı. Birden ona işlediğim cinayeti açıkça itiraf ettiğim için gerildim. Belki de hata yapmıştım, apaçık reddetmeliydim. "Niye öğrenmeye çalışıyorsun bunları?"
Sözlerim itinayla dizdiği zihnindeki tüm düşünceleri tarumar etmişti sanki. Yavaşça bana döndü, kaşları çatıktı. Gözlerinde öyle bir yadırgama vardı ki bütün cesaretimi tepetaklak etmişti. "Neden? Yoksa birisine gammazlık yapmamdan mı korkuyorsun?"
Tekrar kollarımı kendime sararak, ruhsuz bir sesle mırıldandım. "Herkesin her şeyi yapmasından korkuyorum artık."
"Ama bu korkuya rağmen tanımadığın bir adamla evlenmeyi düşünebiliyorsun, çok iyiymiş." Ellerini cebine sokarak omuzlarını silkti. Dudaklarını büzerek ukala bir tavırla da başını sallamıştı.
Yine aynı meselenin akıntısına kapılmamız anında sinirlerimi bozmaya yetmişti. Karşısında bir cinayetin sahibi duruyordu ama o yine de bu saçma evlilik hakkında konuşacak öfkeyi bulabiliyordu. Gitgide agresifleşen hislerimden kendimi alıkoyamadım ve resmen onu kışkırttım. "Evet düşünebiliyorum çünkü mantıklı."
Kaşlarındaki çatıklık gevşerken sessizce küfretti. Başını hafifçe geriye atarak gözlerini etrafta gezirdi; ama dokunduğu hiçbir şeyi görmüyormuş gibiydi. Tekrar gözlerime indiğinde, artık bambaşka bir adamdı. "Ne demek şimdi bu? Üç gün boyunca düşündün ve bu karara mı vardın?"
Henüz hiçbir karara vardığım yoktu ancak ona böyle kötü bir anda dürüstlük borcum da olamazdı. Bu yüzden tıpkı onun yaptığı gibi, ben de ukala bir tavırla omuzlarımı silktim. "Hâlâ aynı düşünüyorum, Aziz söylediklerinde o kadar da haksız değildi. Hürkan soyadı gerçekten de bana istediğim gücü sağlayabilir ama..."
Hışımla arkasını dönerek benden uzaklaştı; dudaklarından yine ağır bir sövgü fırlamıştı. Bütün konuşma hevesini yitirmişti. "Çıldırmalık olay yemin ederim."
Birden duvarların arasına sığamıyormuş gibi odanın içinde mekik dokumaya başladı. Sebep olduğu öfke rüzgarı, etrafındaki her şeyi alabora etmeye hazırlanan bir kasırgadan farksızdı. "Bu kadar mı yani? Sırf güç tutkun yüzünden tanımadığın bir herifle mi evleneceksin?"
Sorusu resmen kendi yangınına attığı bir körüktü; gitgide daha da alevlendiriyordu. Birdenbire içinde şahlanan hiddetini, tüm gücüyle yanındaki dolaba vurarak özgürleştirdi. Korkunç bir gümbürtü koptu; ahşabın üstünde büyük bir göçük oluşmuştu.
Ürkerek geriye çekildim, bir tepki ortaya koyamayacak kadar şaşkındım. Bir karşılık vermek istedim fakat aralık dudaklarımdan tek bir lafız bile çıkaramadım.
Sinirini üstüme salmaya hazırlanırcasına yanıma geldi. Adeta burnundan soluyordu; ama gözlerinde müthiş bir düş kırıklığı vardı. "Evlilik yaşayacak kadar..." Dudaklarından nefesle karışık küçümseyici bir gülüş döküldü. Duyduklarına kendisi de inanamıyordu sanki. "Onunla aynı çatı altında yaşayacak kadar mı hırsının kölesisin? "
En hassas yerime saldırmıştı sanki bu soru; içimde yoğun bir acı kabardı. Öfkesi o kadar saldırgandı ki bana kendimi savunmasız hissettiriyordu. "Normal bir evlilikten bahsetmiyoruz burada!"
"Normali mi var bunun Demre?" Birden yükselttiği sesiyle beni irkiltmişti. "Adam bir gün seni yatağında istese ne diyeceksin? Ama bu normal bir evlilik değil mi diyeceksin herife? Bunun önüne geçebileceğini mi zannediyorsun sen?"
Tokat misali inmişti sanki suratıma bu sözler. Yerimden hiç kımıldamamış olmama rağmen, saatlerce koşmuş kadar soluk soluğa kalmıştım. Gözlerime sıcak yaşların battığını sezdim. Hayır, ağlayamazdım. Ama içimde patlayan bir yanardağ vardı sanki; kor gibi saçılan duygular, canımı yakıyordu.
"Yeter artık," Bakışlarındaki hırçın duygularla daha fazla mücadele edemedim; gözlerimi göğsüne diktim. "Yeter dayanamıyorum artık ben bu öfkeye. Yoruldum burada yaşamaktan, etrafımdakilerle savaşmaktan..."
Hafifçe geriye kaçıldı; gözlerimiz tekrar birbirine kavuştu. Birden içimi kesif bir şaşkınlık kapladı; çünkü onun da gözleri dolmuştu. Bu beklenmedik dürüstlükteki acı, bana da aksetti ve bütün ruhumu kemirir oldu. Bu acının altında kıvranırcasına, yakarmaya devam ettim.
"Artık bu konakta yaşamak istemiyorum. İntikamımı alacaksam bile burada çalışan basit bir temizlikçi sıfatıyla alamam, artık anladım bunu. Hem birisini öldürmüş olmayı bırak, öldürürken sevinebilmek resmen içimi, benliğimi, ruhumu çürüttü anlıyor musun? Burada yaşadıkça çürüyorum ben Merih!" Hıçkırıklarımın arasından çıkan her umarsız sözle, benden usulca kopuyor gibiydi. Çaresizce elimi göğsüme tuttum. "Günlerdir bu saçmalığı düşünüyorum ben. Mirza'yla evlenince de her şey düzelecek demiyorum ama en azından artık sadece tek bir adamla mücadele edeceğim. Koskoca konakla değil, onlarca kişiyle değil."
Belli belirsiz başını iki yana sallayarak büyük bir adımla benden uzaklaştı. Kör kurşunlar gibi yanaklarıma saçılan yaşları hoyratça sildim. Onarılamaz bir hasara sebep olduğumu biliyordum fakat yine de benden kaçmasına dayanamadım. Çünkü böyle bir konuşmayı sineye çekemeyeceğini anlamıştım. Çaresizce ona doğru bir adım attım ve aramıza soktuğu mesafeyi kapatmak için uğraştım.
Ama ben yaklaştıkça, o daha da geriledi.
Tek bir kelime bile çıkmıyordu ağzından. Adeta sessizliğiyle beni cezalandırıyordu. Öfkeden koyulaşmış olan gözleri hâlâ nemliydi; ancak bu hüzünlenmiş birinin değil, ihanete uğramış birinin bakışlarını andırıyordu.
"Merih, lütfen bana öyle bakma..." Kesik ve kısık çıksa da sesim beni anlıyordu, biliyordum. Ama yine de ne konuşuyordu ne de beni ikna etmeye çabalıyordu. Sanki artık kelimelerin kifayetsizliğini kabullenmişti. "Ben de ne yapacağımı şaşırdım, tamam mı? Etrafımda güvenebilecek tek bir..." Hınçla parmağımı kaldırdım ama sonra yumruk yaparak geri indirdim. Artık onu kaybetmiştim, açıklamamın bir anlamı bile yoktu. Suratımda gezinen bakışları, aramıza soktuğu soğukluğu bile bunun bir kanıtıydı. "Lütfen nasıl bir durumun içinde olduğumu anla. Lütfen beni anla..."
Ondaki dipsiz sessizlik, bendeki yakarışları boğdu. Niçin tek bir kelime bile etmiyordu? Resmen ondan tek bir kelime duymaya muhtaç hâldeydim. Bütün cesaretimi yitirdim ve nefessiz kalarak sustum. Bir süre ikimiz de konuşmayarak birbirimize baktık. Evdeki tek gürültü, kesik iç çekişlerimdi. Ama benim hislerim şiddetlendikçe, onun hisleri durgunlaşıyordu.
Artık hiçbir devinim yoktu suratında. Son nefesini alan biri gibi, derin ama yavaş bir soluk çekti. Göğsü hafifçe kabarmış, sonra geri sönmüştü. Gözleri, iki fersiz hayat gibiydi. "Şimdiden hayırlı olsun o zaman. Umarım istediğin kadar güce kavuşursun."
Daha önce hiç yaşamadığım bir ızdırapla kuşandım. Sanki kıymetli bir şey ellerimden kayıp gitti. Dudaklarımdan taşan acı hıçkırık, köprü misali aramıza ördüğü sessizliği yıkmıştı.
Ama benim aksime o çok durgundu.
Dakikalardır gözlerine devşiren duygular, sonunda ufak bir gözyaşıyla dağılabilmişti. Hızlıca başını çevirerek elinin tersiyle bu savunmasız duyguyu yakaladı, duygusuzca yok etti. Ardından hiçbir yanıt beklemeden arkasını döndü ve tek solukta kapıya yürüdü.
Gidişini izlemek içimde muazzam bir korku diriltti. Yapamazdım. O kadar büyük bir kaybetme korkusu duydum ki bu güçlü duygu ansızın kendimi kaybetmeme neden oldu.
Kapıya uzandığını görünce bedenimdeki tüm düğüm çözüldü. Yılgı dolu bir telaşla ileriye atıldım ve saniyeler içinde yanına vardım. O kadar çaresiz bir hızla arkasından sarılmıştım ki birbirine çarpışan bedenlerimizde ufak bir sarsıntıya sebep olmuştum. Ama o bu beklenmedik sarsıntıyı üstelenebilecek kadar güçlüydü; ufak bir sendeleme dışında yerinden hiç kımıldamamıştı. Bu beklenemdik yakınlıkla hissettiği şaşkınlık, ikinci bir ten gibi sarmalamıştı bedenini.
Kollarımı sımsıkı karnına dolayarak telaşla başımı sırtına yasladım ve ufalarak kendi içime kapandım. "Bana arkanı dönme, Merih."
Bütün vücudu kaskatı kesildi; sanki nefes dahi almayı bırakmıştı. Ellerimin altındaki karnı kaya kadar sertti, hiç kımıldamıyordu. Sessizliğin bize tabut olduğu ölümden farksız bir durgunluk oldu.
Birden bileklerimi kavrayan güçlü eller çelimsiz kollarımı çözmeye kalkıştı. Panikleyerek daha sıkı sarıldım, kolayca ayıracağını bilmeme rağmen ellerimi birbirine kenetledim. Her zaman sıcacık olan vücudunda artık yabancı bir soğukluk vardı, hissedebiliyordum.
Tekinsizlik veren bu soğukluğun, bana kolayca kıyabilecek bir adama ait olmasından korktum.
Beni kendisinden koparıp bir kenara itmesinden öylesine korktum ki, birden sessizce ağlayarak kısık bir sesle sayıklamaya başladım. "Sen de bana arkanı dönme ne olur. Etrafımda güvenebileceğim tek bir insan bile yok, sığınacak tek bir limanım bile yok. Oradan oraya savruluyorum, resmen boğuluyorum..."
Tekrar bileklerimi kavradı; fakat tutuşu artık nobran değildi. Yumuşak ve nazikti. Ayırmaya kalkışmadan önce bir süre yalnızca tutarak bekledi. Yorgun kimse gibi yavaşça nefesini verdi; ama göğsündeki sıkıntılar daha da kabardı.
"Peki madem, tamam." diye mırıldandı, kendini ikna etmeye çalışırcasına. Ellerine nükseden güçle, hiç zorlanmadan kollarımı bedeninden ayırdı. Ağır ağır bana döndü; başı eğikti, kaşları neredeyse birbirine değecek denli çatıktı. Alınması zor bir kararın eşiğindeydi sanki. Yüzünde ürkütücü bir kargaşa hakimdi. "Peki madem, şöyle yapacağız."
Birden geriye kaçılarak benden uzaklaştı. Gürültülü bir kararlılıkla ortadaki sehpaya yürüdü; her hareketi adeta kendine olan güvenini haykırıyordu. Hiç düşünmeden üstündeki defterden bir yaprak kopardı. Yırtılan kağıdın gürültüsü sessizliği sarsmıştı. Tekrar doğrularak bana döndü ve bu ufak kağıdı avuçlarının içinde sertçe çiğneyerek ezdi. Gözlerine beni kaygılandıracak kadar koyu bir gece çökmüştü. Yıldızsız, kadife bir geceydi.
Yumruğunun içinde buruşturduğu kağıdı çevik hareketlerle evirip çevirdi. Ardından gözlerindeki geceye yakışan bir ıssızlıkta mırıldandı. "Bana güveniyor musun?"
Bir süre sustum. İçli içli burnumu çektim; artık hislerimin coşkusundan yorulmuştum. Ellerinin arasındaki kağıda ne yaptığını anlayamayarak şaşkınca izledim; ardından tekrar gözlerinin içine yükseldim. "Güveniyorum."
Hareketlerindeki hınç birden kayboldu, yavaşladı; sanki böyle bir yanıt duymayı beklemiyordu. Ürkütmekten korkan bir uysallıkta yanıma sokulurken, gözlerimden başka hiçbir yere bakmıyordu. Birkaç sefer yutkundu, dudaklarını yaladı; en nihayetinde konuşacak gücü bulabildi.
"Bunlar hep, sana zarar verecek tehlikeli denizlerde yüzdüğün için oluyor. Ben sığınabileceğin bir limanın olamam belki ama durgun bir denizin olabilirim. Benim denizimden sana zarar gelmez, sana sığınacak bir liman da aratmaz." Tüm dünyam bulanıklaştı, titreyen dudaklarımı bastırdım. Artık o kadar yakınıma sokulmuştu ki, soluklarımız birbirine karışıyordu. "Ne seni savuracak bir dalgam olur benim denizimde, ne de seni boğacak bir derinliğim."
"Merih..." Kendi çaresiz fısıltımı duydum. Sözleri resmen ruhumu okşamıştı. Ama canım o kadar yanıyordu ki aramızdaki ufacık mesafeye rağmen, aşılamayacak uçurumlara kör kalmamı engelliyordu.
"Dinle beni," diye fısıldadı, nazikçe susturarak. Birden elime sürtünen parmaklarını hissedince başımı eğdim. Ne yaptığını anlayamadan, beni durdurdu. "Gözlerime bak."
Dediğini yaparak başımı geriye attım. Korku ve merak karışımı bir kargaşayla gözlerinin içine baktım.
"En iyisini hak ediyorsun ama," Birden yüzük parmağımı bir şeyin sarmaladığını hissettim. Müthiş bir şaşkınlığa kapılarak, elime baktım. "Şu anki şartların en iyisi bu, idare et artık."
Parmağımda kağıttan bir yüzük vardı.
Buruşuktu, biraz da yamuktu; ama aldığım en kıymetli hediyeydi. Yaylım ateşi gibi yanaklarıma devrilen yaşlar, tüm gücümü benden aldı. Farkında olmadan güldüm. Aynı anda yaşadığım onlarca tezat duygu, resmen nevrimi döndürmüştü.
"Benim soyadım onlarınki kadar güçlü değil belki, sana aradığın o gücü veremem ama inan bana, güveni verebilirim." Artık büsbütün kendime yenildim ve hıçkırarak ağlamaya başladım. "Benim soyadımı al. Evlen benimle, Demre. İntikamını benim soyadımla al."
AĞAĞAĞAĞĞĞ NELER OLUYOOO 😱😱😱 Ortalık karışıyoor. Demre kimin teklifini kabul edecek sizce? 🥲Kalbim güm güm atarken yazdım resmen son paragrafları 🥹 Nasıl bölümdüü sizce düşünceleriniz neleer? Yakında düğünümüz var galiba geliyor musunuuz?? Davetiyeleri gönderiyorum hehe 🥳✨
Yorumlar
Yorum Gönder