33

Sevgili yoldaşlarım, fedailerim, hoş geldiniz ⚔️ Nasılsınııız umarım çok iyisinizdir, sağlığınız yerindedir, her şey yolundadır ❤️‍🔥 İkinci kitabın en uzun bölümüyle karşısınızdayımm bölümün ismi gibi her yeri alev ateş yapayım 🔥🔥🔥 Umarım keyifle okursunuz, yorumlarınızı merakla bekliyorumm çünkü şey, en sevdiğim şey yorum okumak ve sadece böyle emeğimin karşılığını almış gibi hissediyorum. Çok ama çok teşekkür ederimm her şey için 🌝✨❤️‍🔥


Bu arada yeni bölümler artık Salı günleri gelecek, görmeyenler olmuş buradan da söylemiş olayım. ❤️‍🔥


33: ATEŞ DE CAN YAKAR, AMA


Hayatıma atılan her düğümün bir nedeni vardı. İzbe bir otel odasının kapısında bulduğum ısırılmış elma da bir düğümdü; amcamın beni sokağa atarak tamamen hayatından çıkarması da bir düğümdü. Yıllar sonra, soğuk bir kış günü kitabevine gelen Tan Şahoğlu'na parmağındaki yüzüğü sormam da bir düğümdü; Merih Karahan'ın beni tehdit etmek için kitabevine gelmesi de bir düğümdü.


Ama hiçbir düğüm parmağıma sardığı kağıttan yüzük kadar karışık değildi. Dudaklarından dökülenler, yaşadığımız bunca felakete atılan bir kördüğümden farksızdı.


Benim soyadımı al. 


Belki de hayatım boyunca kabul etmeyi arzuladığım tek emrivaki teklif buydu. Bir yanım evet diyebilmek için teslim olmayı beklerken, bir yanım hayır diye fısıldıyor; bu evliliğin doğuracağı tahribatların korkusunu bana şimdiden yaşatıyordu.


Ben bu tahribatlara artık alışmıştım ama onun sırf benim yüzümden ağır bir enkazın altında kalmasını istemiyordum. Gözlerimden akan yaşların acısıyla başımı eğdim, parmağımdaki yüzüğe baktım. Sırf beni korumak için böyle bir teklif yaptığına inanamıyordum. İmkansız bir evlilikti bu; o da farkındaydı. Farkında olmak zorundaydı.


Yürümesi imkansız olan bir kurtuluş yoluydu bu. Körler ülkesinde ayna aramaktan farksızdı.


"Merih..." Burnumu çekerek sustum; zira ne diyeceğimi şaşırmıştım. Kelimeleri bir araya getirerek anlam yüklemek hiç olmadığı kadar zordu. Bir süre daha parmağımdaki yüzüğü izledikten sonra başımı kaldırdım, gözlerinin içine baktım. "Mümkün mü ki bu? Bence sen de farkında değilsin ne kadar büyük bir şey söylediğinin..."


"Farkındayım." dedi kararlılıkla, serzenişimi bölerek. Gözlerindeki renkten, duruşundaki dikliğe kadar kendinden çok emindi. "İnan bana, her şeyin farkındayım. Kendimi nasıl bir yangına attığımın farkındayım."


Şaşırmıştım, gözlerine daha iyi bakabilmek için hafifçe geriye çekildim. Ama bir yandan da kuşkularla dolmuştum. "Az önce sana güveniyorum dedim evet, ama ben senin böyle kriz anlarını yönetebilmene güveniyorum. Yoksa bir gün yine beni yüzüstü bırakabilirmişsin gibi geliyor, ona hâlâ güvenemiyorum." Parmağımdaki yüzüğe dokunurken, gözlerimi ona kenetledim. "Neden kendini bile bile bu yangına atıyorsun? Bunun altında bir çıkar aramalı mıyım?"


Kuşkularımla bertaraf eder gibi, bir an bile duraksamadı. "Hiçbir çıkar yok bunun altında. Sadece sana verdiğim değer var."


Sözleri kulaklarımda çınladı, zihnimin duvarlarını arşınladı. Şaşkın şaşkın suratına bakındım. Bir süre sustum, kendi sessizliğimi dinledim. Uzun bir duraksamanın sonundaysa yalnızca şaşkınlığımı dile getirebildim. "Bana verdiğin değer mi?"


Omuzlarını silkerek hafifçe geriye çekildi. Gözlerini benden kaçırmıştı. "Şaşırmakta haklısın, ben de uzun bir süre buna inanamadım ama artık inkar etmenin de bir anlamı kalmadı." Gözler tekrar beni buldu. İçlerindeki teslimiyet, tüylerimi ürpertmişti. "Kendine zarar verecek kararlar almana katlanamıyorum. Çünkü sana değer veriyorum. Bu yüzden bırak, senin yerine ben yanayım."


Başımı iki yana sallayarak geriye çekildim. Yanağımdaki ıslaklığı silerek elimi ona doğru kaldırdım. "Hayır, olmaz, hoşuma gitmedi bu. Neden sana bu kadar zarar verecek bir evliliğe sığınayım ki ben?"


Kısa bir an gözlerini yumarak, burnundan nefesini üfledi. Hızlıca yanıma yaklaştı. Tanıyordum bu bakışı; beni ikna edebilecek güçteki bu bakışı artık tanımıştım. 


"Mirza'yla yapacağın evlilik sana daha çok zarar verecek çünkü. Tanıyorum bu insanların hepsini Demre, tahmin edemeyeceğin kadar yakından tanıyorum Hürkanları. Asla..." Sesi kısılmıştı ama tezat bir şekilde daha baskındı. Bakışlarında korkutucu bir dikte vardı. "Ama asla böyle bir evliliğe müsaade etmem."


Aralanan dudaklarımdan hayret dolu bir nefes taştı. Yalnızca bir adım ötemde duran adamın hayatımın akışına bu denli müdahale edebilen cesareti beni şaşkına çevirmişti. Resmen benimle evlenmeyi kafasına koymuştu. Sanki teklifine olumlu bir yanıt vermeme bile gerek yoktu. İçimdeki yoğun şaşkınlık tatlı bir heyecanla harmanlandı. Sırf Mirza'yla evlenmeme mâni olabilmek için ne kadar ileri gidebileceğini merak ettiğimden, kışkırtmaya çalıştım. "Anlayamadım, ben onunla evleneceğim dedikten sonra, sen ne yapabilirsin ki?"


"Gerekirse kaçırırım, çok da zor değil." Meydan okuyan bir tavırla yanıma sokuldu. "Seni kaçırıp da götürsem bu konaktan, asıl sen ne yapabilirsin ki?"


Afallayarak kaşlarımı çattım; şaşkınlığın tüm çehreme yayılmasına engel olmaya bile çalışmadım. "Sen bana zorla bir şey yapmazsın."


"Yanılıyorsun, ben seni incitecek bir şey yapmam. Ama eğer kendini inciteceksen, zorla her şeyi yaparım. Senden bile korurum seni." Artık yalnızca bir karış ötemdeydi. Ansızın elinin tersiyle nazikçe yanaklarımdaki izleri sildi. Dokunuşu sanki ruhuma uzanmıştı; içimdeki tüm sızlanışları dindirmişti. "Senin ne bana karşı koyabilecek gücün var, ne de iraden Demre. İtiraf et hadi, bir gece ansızın odana gelip seni kaçırıyorum desem, neden dün kaçırmadın ki dersin. Senin bana iraden işte bu kadar."


Ukalalığı beni dumura uğratmıştı. İradesiz mi demişti az önce bana? Kaşlarımdaki çatıklık gevşerken, hayretle ona baktım. Bileğini tutarak yanağımdaki yumuşak dokunuşları durdurmaya çalıştım ama durduramadım. Zedelenen gururum, kızgınlığımda dirilmişti.


Suratımdaki ifadeyi görünce keyiflenerek, güldü.


Hırpalanan gururuma yenilerek, birden göğsüne tutundum; kendimden hiç beklemediğim bir arsızlıkla parmaklarımın ucunda yükseldim. Ben dudaklarına yaklaştıkça, gülümsemesi giderek soldu. "Asıl senin bana karşı koyabilecek iraden var mı Merih?"


Eli hevesle boynuma uzanınca istemsizce ürktüm; pervasızlığım geldiği gibi saniyesinde gitmişti. Ne biçim bir soruydu o öyle? Dudaklarını yalayarak güldüğünü görünce bütün cesaretimi yitirdim. Çabucak yere geri inerek, ondan uzaklaştım. Ama fazla da gidemedim. Hâlâ boynuma sürtünen parmakları, içime ılık meltemler estirerek beni ürpertmeyi sürdürüyordu.


"Parmağındaki yüzük sana çok cesaret verdi herhalde," dedi muzipçe gülümseyerek. Baş parmağı yanağımın üstünü okşarken, gözlerine bakmakta zorlandım. "Bizim bu evlilikten çok çekeceğimiz var, belli oldu. Baksana, sen şimdiden müstakbel kocana meydan okumaya başladın bile."


"Müstakbel ne-" Henüz şaşkınlığımı doğru dürüst yaşayamadan, birden evin kapısı açıldı. Korkuya kapılarak geriye çekildim, hızlıca Merih'ten uzaklaştım.


İçeriye giren Kubi, topraktan kirlenmiş elindeki çapayı duvara yasladı. Avucunun içinde tuttuğu bir şeye kilitlenmişti. Bizim orada olduğumuzun farkında değildi, kendi kendine anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu. 


"Çok ayıp, niye kaçıyorsun kocandan?" Kulağımın kenarına sürtünen muzip fısıltıyla ürperdim. Omzumun üstünden ona ters bir bakış fırlatarak tekrar uzaklaştım.


Sırf ona meze olmaktan kaçmak için Kubi'nin yanına yürüdüm. Bir yandan da peşimden gelen Merih'e agresif bakışlar atıyordum. "Kubi ne oldu? Ne söyleniyorsun öyle?"


Sanki yanında olduğumuzu yeni anımsamış gibi şaşırarak bize döndü. Önce zorla dibime giren Merih'e, ardından huzursuzca kımıldanan bana baktı. Birbirine yaslanan kollarımıza dokunan gözleri, hızlıca etrafta gezinmeye başladı. Sonra dolabındaki göçüğü fark edince şaşırarak kaşlarını kaldırdı. "Kubi'nin dolabı yamulmuş, nasıl oldu ki bu? Kubi evden çıkarken yoktu."


Gözümün ucuyla Merih'e kaçamak bir bakış attım. Aniden patlayarak dışavurduğu öfkeyi anımsayınca aynı ürküntüyü tekrar yaşamıştım. İçinden taşan muazzam güç, resmen korkutucuydu.


Kubi dalgın dalgın başını kaşırken, ansızın ikimizi de afallatan bir şey mırıldandı. "Merih kadınlara bu kadar yakın durmaz. Merih Demre'ye abayı yakmış, Kubi artık anladı." 


Merih birden öksürmeye başlayarak ikimizi de ürküttü; resmen odanın öteki tarafına doğru usulca kaçışmıştı. Sanki onun utancı bana da aksetmişti; birden tepeden tırnağa kızardığımı hissettim. Ne yapacağımı şaşırarak parmaklarımı birbirine kenetledim. Kubi'nin yerdeki halıdan kayan dalgın gözleri aniden elimde takılı kalmıştı. 


Yine kendi kendine mırıldandı. "Demre'nin parmağındaki yüzük mü yoksa? Kubi ilk defa bu kadar komik bir yüzük görüyor ama Demre'ye her şey yakışıyor."


Panikleyerek elimi arkama sakladım. Merih'in odanın öteki tarafından durmuş, gülünç bulunan yüzüğünün hıncını çıkarırcasına Kubi'ye bozuk bakışlar fırlattığını görmüştüm. Gülerek onunla alay etmeye hazırlanırken, birden kapıya vurulmasıyla sustum.


Merih çabucak silkelenerek açmaya gitti. Henüz yeni aralamışken, Çınar'ın gür sesi tüm ufak evi doldurmuştu. "Neredesin oğlum sen? Birdenbire yok oldun ortalıktan, kadını ormana gömüyorlar..."


Ela gözleri beni bulunca ansızın sustu. Suratındaki telaş hızlıca dindi, anlatma heyecanı da beraberinde söndü. Gelişinin aksine yavaşça içeriye geçince, arkasında Pınar'ın da olduğunu gördüm. Kardeşinin peşinden eve girdikten sonra Merih yavaşça kapıyı kapatmıştı. 


İkimiz de ölen kadını unutmuştuk. İşlenen cinayetin kırbacı tekrar sırtıma inmişti sanki; içimdeki tüm kıpırtıların öldüğünü hissettim. Parmağımdaki yüzük, resmen bana hayatın tüm hazinliğini unutturmuştu.


"Sen nasılsın?" Çınar'ın bana baktığını gördüm. Ellerini cebine sokmuştu; sanki gerginliğini ellerinde tutuyordu da saklamaya çalışıyordu. "Sizin evdeki kadın vefat etmiş, ondan sordum."


Merih'le kısa bir bakışma geçti aramızda. Mutfak tezgahına yaslanmıştı; az önceki muzipliğinden eser kalmamıştı. Kollarımı kendime sararken, "İyi olmaya çalışıyorum, teşekkürler." demekle yetindim.


"Nefessizlikten ölmüş ama evdeki kimse duymamış yere düşüşünü tuhaf bir şekilde." Birden sözü devralan Pınar, kuşkularla gölgelenmiş olan gözlerini kısaca bana dokundurdu. Benim dışımda kimsenin yakalayamayacağı kadar çevik bir bakıştı bu. "Neyse, sonuç olarak polise haber verilmedi. Çünkü zaten Şebnem Şahoğlu ailesini savcılığa şikayet ettiği için daha fazla üstlerine şüphe çekmek istemediler."


Şaşırarak birkaç adım öne çıktım. Kendimi polislere ifade vermeye öylesine hazırlamıştım ki, baş şüpheli ben olsam bile, yine bir cinayetin örtbas ediliyor oluşu beni istemsizce sinirlendirmişti. "Öldüğünü gizleyecekler mi? Bu kadar basit mi yani?"


"O kadar basit değil, bir ton iş çıkacak başlarına." Pınar, ağzımdan çıkan lafları geri tıkmak istercesine sertçe karşılık verdi. Yine her zamanki gibi, saldırgan bir tavrı vardı. "Boş ver sen, kafanı yorma böyle şeylere ablacığım."


Gözlerimi devirerek başımı başka tarafa çevirdim. Uğraşamayacaktım onunla. Çınar kardeşine agresif bir bakış bahşedip, kendisine bir bardak alarak su koydu. 


Yanımızdan gittiğini yeni fark ettiğim Kubi, birden kucağındaki kutuyla odasından çıkınca dikkatim dağıldı. Merakla ona döndüm; çünkü taşıdığı kutuyu tanımıştım. Aylar önce Hicran'ın cüzdanını bulduğum kutuydu bu. Altı yıl önce cinayetine tanık olduğum adamın aslında onun babası olduğunu öğrendiğim kutuydu.


"Ne yapıyorsun Kubi?" diye sorarak peşinden koltuğa yürüdüm. Çoktan oturmuş kutunun kapağını açmıştı; suratında hüzünlü bir ifade vardı. Kutunun içerisinde hâlâ birbirinden alakasız eşyaların duruyordu.


Kırmızı cüzdan, yırtık bir fiş, naneli sakız kutusu ve son olarak pembe bir patik. Hâlâ aylar önce bıraktığım gibiydi, farklı bir eşya yoktu. Bebek patisini görünce içime bir keder çöktü. Mercan'ın ahırda usulca sallanan cansız bedenini anımsayınca, tüylerim ürperdi.  


Kubi sımsıkı elinde tuttuğu astım tüpünü açığa çıkararak yavaşça diğer eşyaların arasına koydu. "Kubi az önce hemşirenin öldüğü yere gitti, bunu buldu. Ona da emaneti gibi bakacak."


Kalbimin sıkıştığını hissederek hafifçe geriye çekildim. Yanlış bir şey duyma korkusu yüzünden, gürültülü bir sessizliğe gömülmüştüm. Her ne kadar sırrımı kimseye söylemeyeceğine dair söz verse de, ağzından kaçırdığı takdirde suçlayabileceğim birisi de olamazdı.


Ancak neyse ki benimle alakalı hiçbir şey söylememişti; hatta aramızda geçen ufak konuşmayı çoktan unutmuş gibiydi. Kutunun içindeki naneli sakızı alarak havaya kaldırdı. "Çınar naneli sakız çiğnemeyi çok seviyor, Kubi bundan ona vermek çok isterdi ama maalesef bu sakız..."


Birden büyük bir gümbürtü koptu.


Çınar'ın elindeki bardak yere düşmüştü ancak farkında değildi. Ela gözleri korkunç bir hiddetle Kubi'nin elinde tuttuğu sakız kutusuna kilitlenmişti. Yerinden hiç kımıldamıyor olmasına rağmen Merih hızlıca onun yanına varmış, sımsıkı kolundan tutmuştu. 


Ancak yanlış kişiyi dizginleme çabasındaydı.


Pınar kasırga misali eserek Kubi'nin yanına varmıştı. Neredeyse eline tokat atarcasına vurmuş, sakız kutusunu sertçe kapmıştı. Etin ete çarpma gürültüsü tüm evi doldurmuştu. Kubi bu beklenmedik hoyratlığın altında korkudan sıçrayarak geriye kaçılmıştı.


Pınar'ın bağırışı birden tüm duvarları arşınladı. "Nereden çıktı şimdi bu aptal şey?"


Kubi, bu beklenmedik azar yüzünden birden histerik bir şekilde titremeye ve sayıklamaya başladı. Ellerini başının iki yanına koymuş, kendi içine kapanmıştı. Yürek burkan bir saklanma çabasıydı.


"Alt tarafı bir sakız için ne bağırıyorsun çocuğa? Görmüyor musun nasıl stres olduğunu?" Öfkeyle aralarına girerek Pınar'ı omuzlarından geriye itekledim. "Ben daha önce de gördüm bu kutuyu, o naneli sakız aylardır içinde duruyor. Yeni bulduğu bir şey değil. Sakinleş o yüzden!"


"Alt tarafı bir sakız mı..." Sendeleyen kadın, yumruğunun içinde ezdiği sakızla üzerime doğru yürüdü. Gözü dönmüş gibiydi. "Haddin olmayan şeylere karışma sen!" 


Merih'in yanımıza gelerek aramıza girmesi birkaç saniye sürmüştü. Pınar'ı kollarından tutarak benden uzaklaştırırken, ufak kelimelerle bir şeyler mırıldanıyordu. Bir anlığına gözlerim hareketsizce arkada dikilen Çınar'a kaydı; duyguları iyice toparlanmıştı, artık biraz daha sakindi. Ansızın sergi günü bana söyledikleri kulaklarımda çınladı.


Babalarını mı hatırlatmıştı yoksa bu sakız onlara?


Ama bu sebep yine de hasta bir çocuğa tepki göstermeyi haklı çıkaramazdı. Burnumdan soluyarak hepsine sırtımı döndüm, hâlâ korkudan titreyen Kubi'nin yanına çöktüm. Endişeyle kolunu tutarak, yatıştırmaya çalıştım. Pınar'ın, kendisini teskin eden Merih'e karşı sitem dolu bir şeyler söylediğini duydum ama ne dediğini anlayamadım. 


Pınar saniyeler içinde elindeki sakız kutusunu masaya doğru fırlattı. Ardından koşar adımlarla evden dışarıya çıktı; Çınar'ın da tek kelime etmeden uzaklaştığını gördüm.


Merih ikizlerin arkasından gitmeden önce eşikte durarak bana döndü. Endişeli ve telaşlı bir hâli vardı. "Ortalık karışık, sen müştemilata geri dön, üstüne daha fazla şüphe çekme. Kubi'yi de merak etme, bir şey olmaz ona. Tekrar konuşacağız."


Ama günlerce konuşamamıştık.


Üstünden iki gün geçmiş olmasına rağmen cenazesiz bir şekilde uğurlanan kadının yası, sessizce varlığını sürdürüyordu. Nalan verdiği bu ağır kayıptan sonra memleketine geri dönme kararı almıştı; eşyalarını toplayarak aramızdan ayrılmasıysa yalnızca bir gün sürmüştü. Sanki hiç var olmamış gibi, ardında hiçbir iz bırakmayarak konağı terk etmişti.


Bu beklenmedik gidişin insanı huzursuz hissettiren bir tarafı vardı. Kızlardan kimse açıkça sözünü etmemişti ama ben dahil herkesin, konaktan ayrıldığı için ona imrendiği bariz bir sırdı. Kendisini cehennemden kurtaran birisine özenmekten farksızdı çünkü.


Dalgın dalgın bahçeyi aşarak mutfağın arka kapısından girdiğim esnada, aynı anda diğer kapıdan da Ece mutfağa dalmıştı. Aralanan iki kapının doğurduğu cereyan herkesin tüylerini ürpertti.


"Kızlar ne öğrendim, çok şaşıracaksınız!" Ece'nin telaşlı bir heyecanla masaya sokulduğunu görünce ben de hızlıca kapıyı örterek yanlarına gittim. Yine herkes mutfaktaydı; birkaç gün önceki sergiyi atlatmış olmanın rehavetiyle, fırsat buldukları her an zaman öldürüyorlardı. "Beren gelmiş hastaneden ama geri gidecekmiş hem de bu sefer temelli. Hatta şu an eşyalarını topluyormuş."


Kızların arasında bir hareketlenme oldu; mutfağı bir uğultu çöktü. Üstlerindeki miskinlik, bu beklenmedik malumatla dağılmıştı.


Sude şaşkın şaşkın kaşlarını kaldırdı. "Nasıl temelli gidiyormuş?"


Sinem dudaklarını büzdü. "Kızı tımarhaneye kapatacaklar sanırım gerçekten."


Aylin elini çenesine yaslayarak hüzünlü hüzünlü uzaklara dalmıştı. "Herkes teker teker gidiyor resmen."


Sude abartıyla yüzünü buruşturarak ona baktı. "Beren'in gitmesine mi üzülüyorsun sen şu anda?"


Ece söylenerek Aylin'i itekleyince, kız arkasına yaslanmak zorunda kaldı. Yüzü iyice asılmıştı. "Konak gitgide değişik bir hâl alıyor, ona üzülüyorum. Ama daha çok da korkuyorum."


Sude umursamazca omuzlarını silkti. "Hiçbir halt olmaz bu konağa. Ne badireler atlattı da bir şey olmadı, şimdi mi olacak?"


"Bu sefer farklı," diyerek onu susturan Ece, bir yandan da saçlarıyla oynuyordu. "Sen hiç üst üste bu kadar felaket yaşandığını gördün mü? Eskiden her şey daha dengeliydi, şimdiyse kontrolden çıkmış gibi. Tan dede kafayı yemek üzere. Kendi öz kızı Şebnem bile adamı haklama peşinde."


Sude onu duymuyormuş gibi dalgınca mırıldandı. "Dilan'ın öleceği aklımın ucundan bile geçmezdi."


Aylin alayla ona gülerek, "Sanki kendi eceliyle ölmedi kadın," dedi. "Birisi öldürmüş olsa felaket diyeceğim de buna yapılacak bir şey yoktu."


Sinem'le göz göze geldik birden. Hızla başımı eğerek gözlerimi kaçırdım, tırnaklarımla ilgilenmeye başladım. İçime bir kasvet, mutfağa da derin bir sessizlik çökmüştü.


"O değil de," diyerek bu derin sessizliği sığlaştıran ilk kişi Ece olmuştu. "Beren tüm yoldaşlığa kendisini rezil ettiği için Merih'le evlilik mevzusu da suya düşmüş oldu. Hastalığı tescillenmişken," Keyifli keyifli güldü. "İyice milletin ağzına sakız olur böyle bir evlilikle."


Tüm bunların farkında olmama rağmen başkasının ağzından duymak rahatlamama neden olmuştu. Gerçekten de evlenmeleri artık olanaksızdı. Göğsümde genişleyen bir hafiflik sezdim.


Sude de onun sözlerini onaylamıştı. "Merih iyi kurtuldu o hasta kadından." Aniden duraksadı, dudaklarına hınzır bir gülümseme yerleşmişti. "Pınar'la evlenirler belki, belli mi olur?"


Dudaklarımın kıyısına kadar varan sövgüyü zar zor yutabildim. Tüm hafifliğim ağır bir huzursuzlukla ezilirken, yüzümün asıldığını hissettim. Ama buna engel olabilmek için de bir şey yapamadım.


Neden durmadan bunu söylüyorlardı?


Daha fazla bu muhabbete tanık olmak istemediğime karar vererek, kapıya doğru yürüdüm. "Ufak bir işim var, geleceğim hemen."


Uğultunun içine savrularak yok olan sözlerim kimse tarafından duyulmamıştı. Mutfaktan çıkarak kapıyı yavaşça arkamdan örttüm. Bir süre elimi kulpunda bekleterek, konaktaki sessizliği dinledim. Ardından aceleyle merdivenleri tırmanmaya koyuldum. Beren'le konuşacaktım. Belkıs Hanım'ın hâlâ şehir dışında olduğunu bilmenin rahatlığıyla, koridoru aşarak sonuna vardım.


Aralık kapısının önünde durduğumda, zihnimden onlarca düşüncenin geçtiğini duydum. Yavaşça kapıya vurarak, içeriye süzüldüm. Gerçekten de eşyalarını toparlarken bulmuştum onu. Yatağının üstüne açılmış olan bavuldan, odanın ortasında dolanarak içtiği pipoya doğru kaydı bakışlarım.


Beni görünce gülümseyerek girmemi söyledi. Hasta gibi bir hâli vardı. Yanağında tırnak izleri duruyordu. Üzerine siyah bir eşofman takımı giymişti; boynundaki kolyeyle tezat bir görüntü doğuruyordu. Hâlâ çıkarmamıştı; hareket ettikçe pırlantaları parıldıyordu.


"Ben de seni çağıracaktım. Yoksa vedalaşmaya mı geldin benimle?" Kendisini pencerenin önündeki tekli koltuğa bıraktı. Karşısındakini işaret ederek oturmamı söyledi. Suratında anlamlı bir bakış vardı. "Ceren de günlerdir seni sayıklıyordu. Artık gizlemeye de gerek yok. Zavallının sana yanık olduğunu fark etmişsindir herhalde?"


Yavaşça kapıyı örttüm ve gösterdiği yere, tam karşısına, oturdum. İçerdeki tütün kokusu boğaz yakıyordu. Yaklaştıkça, gözlerindeki tükenmişlik daha belirgin olmuştu. Ama enkazlarını tam anlamıyla göremeden, sözleri dikkatimi dağıtmıştı. Belki de amacı zaten buydu, bilmiyordum. Ama kışkırtıcı sorusunu duymazdan gelmeye karar vermiştim.


"Öyleyse onunla konuşmak isterim, bana söyleyecekleri var sanırım sayıkladığına göre." dedim olabildiğince normal bir tavırla. Parmaklarımı birisine geçirmiş, elimi kucağıma koymuştum. Artık tüm ilgim karşımdaki kadına aitti.


"Artık konuşamazsın." dedi, kestirip atan bir tavırla. Elindeki pipodan aldığı ufak nefes, onu susturmuştu. "Yaşanılanlardan sonra üçü de hâlâ utancından saklanacak delik arıyorlar. Ağlayıp zırlamaktan başka bir halt yapmıyorlar."


Hiçbir karşılık vermedim, yalnızca piposundan derin bir soluk çalmasını izledim. Suskunluğum ilgisini çekmiş gibi, o da beni izlemeye koyuldu. Aramızda geçen sessiz bakışma, söylenemeyen sözlerin çığlığı gibiydi.


"Sen nasıl bir kadınsın, biliyor musun?" Bu beklenmedik soru beni şaşırtmıştı. Aniden öne doğru eğilerek kollarını dizlerine yasladı. Yaklaşan gözleri, derinlerindeki gizleri bana gösterir gibiydi. İçlerinde tekinsiz bir durgunluk vardı. "Uzaktan bakınca ufak bir kibrit ateşi gibisin, ısıtma umuduyla insanı kendine yaklaştırıyorsun. Ama aslında tüm evi sarmış bir yangınsın sen. İnsan ısınacağını sanıp, yanınca anlıyor."


"Ateş olmak benim suçum değil. Kibriti yakan bedelini de öder." Yaptığı benzetme canımı sıkmıştı çünkü tabloyu boyayanın ve kolyeyi çalanın kim olduğunu bilen birisinin çıkarımını andırıyordu. Fersiz kalarak, gözlerinin içine baktım. "Ateş de can yakar, ama asıl suç ateşi yakanda değil midir?"


Gülümseyerek arkasına geri yaslandı ama yanıtlamadı. Yayvan bir şekilde oturarak, bacak bacak üstüne attı. Tuhaf bir ihtiyata sahipti. Koltuğun koluna yaslanmış olan eli, tuttuğu pipoyla birlikte hafifçe aşağıya sarkmıştı. Tütün kendi kendine yanarak telef oluyordu ama pek de umrunda değildi.


"Farklı bir hayat yaşamak ister miydin?" diye sorarak konuyu değiştirdi birden. Ama sonra beni beklemeden, kendisi yanıtladı. "Ben çok isterdim. Farklı bir bedende, farklı bir annede, farklı bir babada," Dudaklarını birbirine bastırarak kendisini susturdu birkaç saniye. "Hatta farklı bir şehirde, hayata yeniden gelmek isterdim. Bu hayatta savaşmaktan yoruldum."


"Ama o zaman da başka bir hayatta savaşacaktın. Dertlerin değişecekti ama savaşın değişmeyecekti." Tanıştığımızdan beri ilk defa ona sen diye hitap etmiştim; bu ufak nüansı yakaladığını bakışlarından anlamak mümkündü ancak yine de hiçbir şey söylememişti. "Dört ay önce sorsan, bu soruya evet derdim. Berbat bir hayatım oldu ama ben yine de farklı bir hayat yaşamak istemem. Çünkü nerede değilsem, orada mutlu olacağımı sanıyordum."


"Şimdi ne değişti?" Sesinde beni hüzünlendiren bir kıskançlık vardı. Kendisi için de bir şeylerin değişmesini arzulayan bir insanın çaresizliğiydi.


"Bilmiyorum," Sorusu zihnimde sancılı bir kargaşa doğurmuştu. Yanıtlarını cesurca kendime veremediğim sorularla, anında ablukaya alınmıştım. "Önceden ölmeye hazırdım, her şeyden vazgeçmiştim. Ama artık öyle değil, artık yaşamak istiyorum. Her şey bittikten sonra, istediğim hayatı kendime yaşatacağım."


Kaşlarını hafifçe kaldırırken pipoyu dudaklarına yaklaştırdı. "Hâlâ kardeşinin intikamını mı almaya çalışıyorsun?"


Gerildiğimi hissettim, oturuşumu düzelttim. Tabii ki unutmamıştı; onu vurduğum geceki konuşmaların hepsini şüphesiz hatırlıyordu. Sessiz gürültümü dinlerken, dudakları yavaşça genişledi; gülümsüyordu ancak hiç keyifli durmuyordu.


Konuşmayacağımı anlayarak, "Seni takdir ediyorum aslında, biliyor musun?" dedi içtenlikle. Yalnızca kaşlarımı çatarak karşılık verdim. "Belki de bazen insan kendisini senin kadar büyük görmeli. Sen ki basit bir temizlikçi kız, kırk dört senelik köklü bir cemiyeti devireceğine inanıyorsun. İnsana bu inanç bile yeter."


"Eskidendi o, artık devirmeye çalışmıyorum." dedim, dürüstçe. Sözlerimde yalan yoktu; ancak eksik vardı. Gerçekten de örgütü artık devirmeye çalışmıyordum. Nitekim içerdekilere devirtmeye çalışıyordum.


"Üzüldüm öyleyse," dedi, çocuksu bir tavırla dudaklarını büzerek. Bu hareketi bana istemsizce Peltek'i anımsatmıştı. "Ben saf dışı bırakıldım ama en azından birinin benim yerime bu büyük devrimi gerçekleştirmesini isterdim. Hâlâ hazmedemiyorum. O kadar hınç doluyum ki," Başını yavaşça iki yana sallarken, sesi ürkütücü bir şekilde ağırlaştı. Üstüne hayal kırıklıkları binmişti sanki. "Değersiz bir paçavra gibi görülen en küçük evlat olmayı, yıllarca bu lanet cemiyetin iskeletine bir kemik olamamayı hâlâ hazmedemiyorum."


Haksızlıklarını dile getirerek pekiştirmek, bedeninde bariz tepkiler zuhur ettirmişti. Nefesleri hızlanmıştı; mavi gözleri nemlenmişti. Karşısındaki duvardan başka yere bakmıyordu. Titreyen eli boynuna doğru tırmanarak ovalamaya başladı. Sanki soluksuz kalmıştı.


Sonra birden ince parmakları parıldayan kolyeye sürtününce, eli duraksadı. Sımsıkı kavrayarak, boynuna takılmış bir tasma misali hırsla söküp kopardı. Dört tarafa saçılan iri pırlantalar, resmen yenilginin bir gürültüsüydü.


Pipoyu yanındaki sehpaya fırlatınca içindeki tütün mermere döküldü. Ama aldırışsızca bana döndü; nemli gözlerini suratıma dikti. Konuştuğunda sesi titriyordu. "Kolyeyi senin aldığını biliyorum."


Mutlak bir sessizlik oldu. 


Ne inkar ettim, ne de boyun eğdim. Yalnızca ağır bir suça maruz kalmış masum kimse gibi, sakince mırıldandım. Öyle ki, kendi vicdan mahkemesinde aklanan birinin sakinliğiydi bu. "Madem biliyordun, öyleyse neden sözüme itibar ettin?"


Marazi bir tavırla güldü. "Çünkü senin kadar ben de onu suçlamak istedim."


"Ben neden onu suçlamak isteyeyim ki?" Sakin kalabilmek için uğraşıyordum ama ben kendimi ne kadar masum addetmeye çalışsam da, karşımdaki kadını buna ikna edemeyeceğimi anlamıştım. Çünkü çoktan suçumu kabullenmişti.


"Çünkü bana yaptığını sana da yapıyordu. Ölmesine hiç üzülmedim." dedi, benden kendisine bulaşan bir sakinlikle. Birden ceketinin kolunu tutarak yukarıya sıyırdı, morarmış tenindeki iğne izlerini açığa çıkardı. Benimkinden çok daha kötü bir hâldeydi; neredeyse çürümüş bir durumdaydı. "Tek denek sen değildin. Bu yüzden suçu ona atmana göz yumdum."


Tüm kanımın çekildiğini hissettim.


Zihnimin köreldiği, kelimeleriminse tükendiği bir an yaşadım. Kim kendi kızına böyle bir şey yapılmasına göz yumardı? Kolunu geri örtüşünü izlerken, sesime bulaşan tiksintiyi bastıramadım. "Baban neden sana bunu yapıyor? O izin vermese, hemşire kadın sana elini bile süremezdi."


"Babam değil," dedi, tekrar arkasına yaslanarak. "Büyükbabam, yani dedem."


Kaşlarımı çattım. "Deden yaşıyor mu ki?"


"Ben küçükken öldü." Fırlattığı için pişmanlık duyarak, pipoyu nazikçe eline geri almıştı. Sehpaya dökülen tütünleri itinayla içine geri koyuyordu. Bir an, bu koyu otun uyuşturucu olmasından şüphelendim. "Büyükbabam bilim camiasında çok iyi tanınan bir kimyagerdi, çok da nüfuzlu bir adamdı. Şu anda içinde refah sürdüğün bu malikane, devirmeye çalıştığın bu yoldaşlık; hepsi onun sözde kutsal olan bir buluşunun eseri. Bu kutsal buluşla beni tedavi edeceğine inandı, babamı da inandırdı. Sonuç olarak, insanların üstünde deneye deneye bu kadar geliştirebildi bunu."


Resmen deney faresi gibi kullanmışlardı insanları.


"Ne buluşu tam olarak?" diye sordum, korkuyla. Beni bu kadar aile sırlarına dahil ediyor oluşu hem şaşırmama hem de kaygılanmama neden olmuştu. Birdenbire şeffaflaşan sözlerinde ister istemez hinlikler arıyordum.


Ama benim aksime o, anlatırken epey rahattı. Üstüne dökülen tütünleri silkeleyerek oturduğu yerden kalktı. Piposuyla birlikte komodinine doğru yürüdü, çekmecesini açarak ufak bir poşet çıkardı. Kalbimin hızlandığını hissettim.


İçinde mavi boncuklar vardı.


Heyecanımı sezinlemiş gibi sırıttı. Çekmeceyi kalçasıyla iterek kapattı, ardından poşeti elinde sallaya sallaya yanıma sokuldu. Koltuğumun koluna oturarak, bana tepeden bir bakış fırlattı. Konuşmadan önce tembel bir yavaşlıkta piposundan içti.


"Derin bir devletin yapıtaşı, yılların emeği, yılların dostluğu," Her fısıltısıyla birlikte dudaklarından sızan ince duman üstüme dökülüyordu. "Yılların buluşu. Nazar boncuğu."


Poşeti havaya kaldırarak suratıma doğru kışkırtıcı bir tavırla salladı; sanki günlerdir açlık çeken bir yırtıcıyı ıslah etme çabasındaydı. Ama pek işe yaradığı da söylenemezdi. O poşeti gözümün önünde salladıkça, benim içimde yabani bir ilkellik kımıldanıyordu.


Gözlerimi zar zor nazar boncuklarından ayırarak, ona diktim. Umutsuzlukla dolu bir çukura yuvarlanmıştım sanki. "Derin devlet derken neyi kastediyorsun?"


Köklü bir cemiyet denmesini anlardım; fakat derin bir devlet tanımını kullanmak bambaşka bir durumdu. Tüm suç tekelini elinde bulunduran bir yapılanma demekti. Devletin yeraltında gezinen gölgeleri demekti. Böylesine derin bir teşkilatlanmayı değil yıkabilmek, sarsabilmek bile olanaksızdı.


En azından bu soyadla olanaksızdı. 


Eroğlu soyadının ne bir gücü, ne de bir sahibi vardı. Basık otel odalarında büyümüş temizlikçi bir kıza aitti sadece. Ufak bir insancıkken, insana dönmelisin. Aziz Hürkan'ın hakikat kırbacını andıran bu sözleri üstüme vurmakta haklıydı belki de; böyle derin bir devleti sarsabilmenin tek yolu, koltuklardan birine yerleşmekti. Onlardan biri olmaktı, içlerine sızmaktı.


"Derin devlet derken şunu kastediyorum," Beren'in sesini duyunca, içimdeki ihtirası körükleyen düşüncelerden kurtuldum. "Şövalyece bir coşkuyla ya da darkafalı bir duygusallıkla deviremeyeceğin bir cemiyet bu. Madem kafaya koydun devirmeyi, o zaman daha akıllıca hamleler yap."


Beni oltaya mı getirmeye çalıştığını anlamayabilmek için uğraşırken, tedbirli bir sessizlikte dinlemeyi sürdürdüm. Zira ağzımdan çıkacak her söz bir risk taşıyordu.


Yanımdan kalkarak boydan pencereye doğru uzaklaştı. Puslu ormanı seyrederken usulca mırıldanmıştı. "Sana verdiğim uçak biletini kullandın mı bakalım?"


Bu rahatsız edici soru artık gitmem gerektiğimin bir habercisiydi. 


İnce bir yarayı andıran öfkeyle, oturduğum yerden kalktım. Hâlâ haplardan birini kullanmış olmanın pişmanlığını aşamamıştım; üstelik Merih'e verdiğim sözü de unutmamıştım. Onun benim için sigarayı bırakması gibi, benim de yoksunluğumu yenebilmek için çaba göstermem gerekiyordu. 


Ansızın kaçarcasına ayaklandığımı görünce hızlıca bana döndü, birkaç adımda yanımda belirdi. Nefeslerine sinmiş yanık kokusu suratıma esmişti. Yüzümü buruşturdum.


"Tamam ya, hemen ne kızıyorsun?" Kolumu tutarak beni durdurdu. Parmaklarında ısrarcı bir güç vardı. "Kullandın, değil mi? Bilirim ben bu hırçınlığı."


Silkelenerek kolumu kıskacından kurtardım. Gülerek geriye çekildi, elindeki poşeti tekrar havaya kaldırdı. "Bitirmişsin belli ki. Daha fazla uçmak istemez misin?" Sanki bahsettiği gökyüzü tepemizdeymiş gibi kaşlarıyla tavanı gösterdi. "Yukarılara çıkınca hiç aşağılara inesin gelmez bak. Fena çakılırsın, benden söylemesi."


Sinirli sinirli gülümsedim. Kanımı kaynatan arzu gitgide karşı koyması güçleşen bir kıvama geliyordu. "Çok düşüncelisin gerçekten."


Birden uzanarak elini cebime soktu, paketi içine bıraktı. Geriye çekilmek, engellemek istedim; fakat yerimden kımıldayamadım. Gözlerinde insanı yoldan çıkarabilecek güçte bir cazibe vardı. Hapları cebime koyduktan sonra geriye çekildi, dostane bir tavırla omzuma vurdu. "Hadi iyi uçuşlar, son kıyağım olsun bu sana."


Birden dikkatim dağıldı. Cebimdeki vicdan yükünü kısa bir anlığına unutarak, yataktaki açık bavula baktım. "Temelli mi gidiyorsun?"


Derin bir nefes alarak kendisini tekrar koltuğa bıraktı. 


Kendisi de gideceğini yeni hatırlamıştı, belliydi; tadını kaçırmıştı bu soru. Ama yine de aldırışsız gözükebiliyordu. "Dediğim gibi, benim kurtuluşum yok artık. Sergi günü yaşanan rezillikten sonra babamın beni sürgüne göndermemesi bir mucize olurdu."


Farkında olmadan hedeflediğimden de büyük bir tahribata sebep olmak, içime naif bir sevinç doldurmuştu. Naifti çünkü her an başka duygular tarafından hırpalanabilecek bir sevinçti bu. Birisinin hayatına bu kadar derin bir yara açmak, ne yaparsam yapayım beni yine de huzursuz hissettiriyordu. Hâlâ tam anlamıyla kanıksayamadığım bir zaferdi.


Sekiz kişi, sekiz dakika. 


Artık geriye yalnızca altı kişi kalmıştı.


"Nereye götürüyorlar sizi?" diye sordum, yanıtını zahmetsizce tahmin edebilmeme rağmen.


"Ait olduğum yere," dedi, neşeli bir kahkaha atarak. Ama neşeyle baskılasa bile acıyı duyabilmek hâlâ mümkündü. "Tımarhaneye. Artık ziyaretime gelirsin, gerçi beni sadece Merih ziyaret etse bile yeter. Ceren'in hasret dolu zırlamalarına tahammül edemem, o yüzden sen de gelmek zorundasın. "


Keyifsizce güldüm; ama her nedense, gülebiliyor olmak bile beni suçlu hissettirmişti. Orada neler yaşayacağını tahmin edebilmek çok güçtü. Biraz da üzücüydü. Ama tüm bu felaketler silsilesini önceden görsem bile, yine tabloya o yazıyı yazacağımı da biliyordum. Zaten bana kendimi suçlu hissettirebilen de bu farkındalıktı.


"Birkaç saat sonra gidiyorum. Bir daha ne zaman gelirim bilmiyorum ama gerimde hiçbir zarar bırakmadan da gitmek istemiyorum," dediğini duyunca gözlerine baktım. Sıradan bir sohbet rahatlığıyla gülümseyerek ayaklandı, tam karşımda durdu. 


Ayaklarının altında ezilen pırlantalardan çatırtılar yükselmişti. Dikkati dağılarak yere baktı; ardından eğilerek parçalanan pırlantayı eline aldı. Öfkeyle incelerken, zehirli bir yılan gibi etrafa saçtı kelimelerini. "Her şeye sahibim ama hiçbir şeyim yok. Gidiyor olsam da, bana kendimi bir hiç gibi hissettirenlerden intikamımı alacağım."


Pırlantayı usulca yere silkeledi. Ardından elini cebine sokarak göremediğim küçüklükte bir şey çıkardı. Parmaklarının arasına kıstırarak havaya kaldırınca, bunun ufak bir hafıza kartı olduğunu anladım. Merakla gözlerimi karttan ayırarak, ona çevirdim. "Nedir bu?"


"Bu, binbir zorlukla bulduğum şey," dedi, elimi tutup hafıza kartını avucumun içine bırakırken. "Bu benim intikamım. Ama ben değil, sen alacaksın çünkü maalesef ki benim o kadar vaktim yok."


"Ne var içinde?" diye sordum, elime bıraktığı kartı incelerken.


Tüm ilgimi kendisine hapseden bir yanıt verdi. "Emre Şahoğlu'nun sonu var."


Ne diyeceğimi bilemeyerek bir süre sustum. Aşırı bir duygu göstermekten çekinmiştim; ama şaşkınlığımı da bastıramıyordum. Kardeşinin sonunu, kendi rızasıyla benim ellerime tutuşturmuştu. İşte bu, tanık olduğum ikinci sadakat cinayetiydi.


Gözlerini belerterek, baskın vurgularla emir verdi. "İçindeki görüntüleri internete yayacaksın, zaten başka da bir şey yapmana gerek kalmayacak. Gerisi çorap söküğü gibi gelecek."


"Neden bana veriyorsun bunu?" Hâlâ elime tutuşturduğu kozun afallamasını yaşıyordum. "Bana neden güveniyorsun? Sonuçta hiçbir zaman aramız iyi olmadı seninle."


Dudaklarını büzerek geriye çekildi. Ayağının altındaki pırlantaları itekleyerek odanın öteki tarafına savrulmasına yol açmıştı. "Aramızın iyi olmasına gerek yok, intikam almak istediğini biliyorum. Ne olursa olsun bu görüntüleri yayacağını bildiğim gibi. Çünkü içinde tanıdık bir isme rastlayacaksın." 


Kimden bahsediyordu?


Huzursuzca kımıldandım; sormaktan korktuğum soru, izinsizce dudaklarımdan dökülmüştü. "Bu kadar olay çıkarak ne görüntüleri var bunun içinde?"


Ketum bir tavırla omuzlarını silkti. Dudaklarına yine kurnaz bir gülümseme belirmişti. "Tam abime yakışan görüntüler var, emin olabilirsin. Cebindeki o mavi hapların ne kadar çok insanın canını yaktığını bir bilsen, şaşıp kalırsın," Bavulunun yanına giderek toparlamaya başladı. Sanki önemsiz bir meseleden bahsediyordu. "Bu görüntüler normal bir insanı kolayca içeriye tıkabilir belki ama avukat abimi tıkamaz, şimdiden söyleyeyim. Şahoğlu olarak, yine kolayca aklanacak bundan."


Aklım allak bullak olmuştu; bir an önce müştemilata giderek elimdeki kartı bilgisayara takmak için sabırsızlanıyordum. Fakat bir yandan da korkuyordum. 


Kıyafetlerini dürmesini izledim bir süre. "Madem kolayca aklanacak, neden yapıyoruz öyleyse?"


"İtibarı hiçbir zaman aklanamayacak çünkü." Kısa bir bakış dokundurdu bana. Elleri hiç durmadan kıyafetlerini toplamayı sürdürüyordu. "Hadi git artık. Birazdan beni almaya gelirler zaten."


Ne diyeceğimi şaşırarak bir süre durduğum yerde kımıldandım. Sancılı bir sessizle kapıya doğru yürüdüm, çıkmak için hazırlandım. Sonra birden durdum, omzumun üstünden ona baktım. "Beren Hanım," dedim tıpkı eskisi gibi, saygı ithamıyla. Başını kaldırarak dalgın dalgın suratıma baktı. "Umarım gittiğiniz yerde mutlu olursunuz."


Kinayelerle güldü. "Olacağım tabii kız, cimcime."


Ben de güldüm, kapıyı arkamdan örterek yanından ayrıldım. Uzun bir süre için, bu onunla son görüşmemiz olmuştu.


Aşağıya indiğimde, kızların yanına hiç uğramayarak dosdoğru müştemilatın yolunu tuttum. Hem cebimdeki yükten kurtulmak istiyordum hem de elimdeki hafıza kartının içine bakmak için sabırsızlanıyordum. Kimseye bu karttan söz etmemeye karar vermiştim; çünkü henüz ben bile neyle karşılacağımı kestiremiyordum. 


Müştemilata varınca koşarak odama girdim. Hâlâ evin her tarafında ölümün gerisinde bıraktığı bir durgunluk vardı. Cenazesi bile yapılmamış ani bir kaybın kasveti, duvarlara kadar sinmişti. Öyle ki günlerdir hiçbirimiz sohbet etmek için bir araya gelmiyorduk çünkü Meral ablanın hâlâ yas tuttuğunu görebiliyorduk. En nihayetinde, yıllardır tanıdığı bir arkadaşını kaybetmişti.


Cebimdeki ufak poşeti yatağımın kenarındaki komodine gelişigüzel atarak, çabucak kapağını kapattım. Olabildiğince hızlı uzaklaşmazsam, ilgimi başka bir şeye vermezsem kontrolümü yitirmekten korkmuştum. Bir bu eksikti. Yine bela almıştım başıma.


"Ne var acaba kartın içinde?" Kendi kendime söylenerek koridora çıktım. Beren'in benimle alay ettiği ihtimaline kapılmaya başlamıştım.


Meral ablanın odasına giderek, çalışma masasının üstünde duran dizüstü bilgisayarı kucakladım. Ardından tekrar kendi odama döndüm. Yatağın üstüne kurularak, hızlıca tuşuna bastım. O kadar gerilmiştim ki, evde kimsenin olmadığını bilmeme rağmen durmadan kulak kesiliyordum. 


Sonunda hafıza kartını takarak, masaüstünde beliren dosyaya tıkladım. Değişik zamanlarda çekilmiş, sayısız video döküldü birden önüme. Hepsinin altına çeşitli kadın isimleri ve bu kadınları birbirinden ayrıştıran sıfatları yazılmıştı. Öğretmen Buse, Garson Ayşe, Kuaför Lale, Liseli Hande. Afallayarak ekrana daha çok yaklaştım; yavaşça aşağıya doğru kaydırdım. Kimdi bu kadınlar böyle? Sonra birden aşina bir isim gözüme takılınca duraksadım.


Temizlikçi Dilara. 


Kalbimin yerinden söküldüğünü hissettim. Ece'nin haftalar önce bana söyledikleri ansızın zihnimin içinde aksetti. Dilara uzun süredir Emre ile birlikteydi ama buna birliktelik denirse tabii, öldüğüne üzülmedi bile. Gözlerimi yumarak kulaklarımda çınlayan sesi savuşturmaya çalıştım, derin bir nefes aldım. Bir süre gerginliğin ensesinde uzanarak, dudağımı kemirdim. Sonra videonun üstüne tıklama gafletinde bulundum.


Dilara'nın bilinçsiz ve yarı çıplak bir hâlde büyük bir yatakta uzandığını gördüm. Yalnızca birkaç saniye bakabildim.


Dehşet içinde ekranı çarparak kapattım; bilgisayara zarar vermiş olmaktan korktum ancak sonra bu duygu diğerlerinin yanında o kadar çelimsiz kaldı ki, kısa sürede yok olup gitti. Oturduğum yere sığamayarak panikle ayağa fırladım ve koşarcasına odanın içini turlamaya başladım. Nefeslerimin boğazıma dizildiğini hissedince daha da panikledim.


Dilara'nın kendisine yaşatılanlarla tek başına mücadele ettiğini bu şekilde öğrenmek, resmen bir eziyet gibiydi. Bu başka bir kötülüktü; bambaşkaydı.


Midemde kavurucu bir bulantı sezdim; kusacağımı zannederek ürktüm. Elimle ağzımı örterek öne doğru büküldüm. Gördüklerim gerçek olamazdı. Olmamamlıydı. Bunca kadın böylesine saf bir kötülüğe kurban gitmiş olamazdı.


Avazım çıktığı kadar bağırmak, ağlamak istedim. Yalnızca birkaç dakika içinde konaktan öylesine nefret ettim ki hemen eşyalarımı toplayarak bu insanlardan kurtulmayı düşündüm. Ardıma dahi bakmadan kaçmak istedim.


İçime bir türlü sığamayan bu öfkeyi nasıl kusacağımı şaşırmıştım. Duygudan duyguya, düşünceden düşünceye savruldum durdum. Koşarak bu videoları çeken adamın karşısına geçmek, suratına tükürmek istedim. Fakat yapamadım, sadece yatağa kıyısına çökerek, umarsızca ağlayabildim.


Bütün gece doğru dürüst uyuyamayacağımı bilmeme rağmen, akşam erkenden yatağa girmiştim. 


Hafıza kartını kaybolmayacak, güvenli bir yere koymuştum; çünkü henüz ne yapacağımı bilmiyordum. Nasıl bir yol izleyeceğime karar vermeden önce zihnimi derlemek zorundaydım. Duygularım prangalara sahipken, özgürce zihnimde dolanabilmek imkansızdı.


Gecenin en zifiri anında acımasız bir kâbusun içinde kıvrandığım esnada, birden dudaklarımın üstüne kapanan güçlü bir elle sıçrayarak uyandım. Neler oluyordu? Yalnızca birkaç karış ötemde dikilen iri bir silüet karşılaştım.


Gözlerimin önünde karartılar uçuştu; tüm bedenim korkudan kaskatı kesildi. İki elle sımsıkı koluna tutundum. Bağırmak için soluk aldığım esnada sesini duyunca çığlığımı yutmak zorunda kaldım.


"Benim, korkma." Gözlerime devrilen perdeler kalktıkça tanıdık çehresini seçebilir olmuştum. Soluk soluğa kalarak kendimi yatıştırmaya çalıştım. Ama hâlâ dudaklarımın üstündeki elini çekmemişti; konuşmamı engelleyecek şekilde duruyordu.


Kolunu hafifçe sıkarak, kaşlarımı çattım. Neden elini çekmediğini anlayamamıştım. Yatağımın hemen kıyısına oturmuştu; ağırlığıyla hafifçe çökertmişti. Diğer eli yastığımın öteki tarafındaydı, yatağa yaslanmıştı. Beni koluyla bedeni arasına hapsetmiş, üstüme doğru eğilmişti.


Ama bir terslik vardı. Duruşundan, bana dokunuşuna; gözlerindeki bakışlarına kadar bir sıkıntının habercisiydi. Üstelik tuhaf bir şekilde çok öfkeliydi. Öyle ki bu somut duyguyu görebilmek mümkündü. 


Karanlığın içinde birbirimizle bakıştığımız gergin bir sessizliğin sonunda, yalnızca şunu söyledi. "Sadece bir kere soracağım." Kaşlarım çatıldı; sesi resmen bir kırağı kadar soğuktu. "Nereye sakladın?"


Birden başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Yoksa hafıza kartını mı öğrenmişti? Onun yüzünden mi bu kadar sinirliydi? İçimde bir korku kabardı ama hemen sonra kızgınlıkla baskılandı. Yoksa daha önce videolardan haberi var mıydı? Göğsümde bir hiddet dirildi. Böyle insanlık dışı bir koleksiyona sessiz kalmış olamazdı.


Kim olduğunun bir önemi yoktu. Böyle bir istismara sessiz kalabilen kişinin hiçbir şekilde benim hayatımda yeri olamazdı.


"Demre," Sıkılı dişlerinin arasından çıkan ismim, kızgınlığımı titretti. Öylesine öfkeliydi ki bakışları, bana kendi duygularımı unutturmuştu. "Sen mi söylersin yoksa ben mi bulayım?"


Henüz ben bir tepki veremeden eli tenimin üstünden kalkarak beni birden bıraktı. Hiç beklemeden tek dizinin üstüne, komodinimin önüne çöktü. Öfkesi resmen bir varlık gibi tüm odayı doldurmuştu. Çekmeceyi açarak sütyenlerimi kurcalamaya başlayınca telaşla yattığım yerde doğruldum.


"Merih ne yapıyorsun Allah aşkına?" Omzunu tutarak durdurmaya çalıştım. Ama istediğim kadar cesur değildim çünkü bu beklenmedik hiddet kendimi çok savunmasız hissettirmişti. "Aradığın şey orada değil, bırak şurayı..."


"Burada değil, öyle mi?" Birden ufak poşeti eline alarak korkunç bir yavaşlıkta bana döndü. Suratıma doğru tuttu; aramızda duran mavi haplar, kalbimi durduracak denli yavaşlattı. Nasıl unutmuştum bunları? Resmen aklımdan çıkmıştı.


Peki ama nereden biliyordu hapları aldığımı?


Belli ki Beren söylemişti. Ama yine de bu kadar hızlı öğrenmiş olması, çok ürkütücüydü. Üstelik sabahı da beklememişti; gecenin bir vakti odama girmiş, bana hesap sormaya gelmişti. 


İnanılır gibi değildi. 


Tek dizinin üstünden kalkarak çekmeceyi agresifçe itekledi. Çaparak kapanan kapak, gecenin sakinliğine müthiş bir gürültü bahşetti. İstemsizce irkilerek çemkirmeye hazırlandım; ancak dudaklarımı aralamış olsam da tek söz edemedim. Karşımdaki adamın öfkesi o kadar yoğundu ki adeta tüm duygularımı boğarak öldürecek güçteydi.


Tekrar yatağımın kenarına oturarak ağırlığıyla hafifçe sarstı. Ufak poşeti yumruk yaptığı elinin içinde ezerken gözlerini üstümden ayırmadı. Yavaşça arkama kaykılarak sırtımı yasladım, elimden geldiğince ondan uzaklaştım.


"İçtin mi?" diye sordu, lafı hiç dolandırmadan.


"Hayır, içmedim." dedim, çabucak. Bu sefer gerçekten de içmemiştim; keza hapların oradaki varlığını dahi unutmuştum.


"Neden sende bunlar?" diye sordu, resmen kelimeleri ağzında çiğneyerek.


"Sen nasıl öğrendin?" diye sorma gafletinde bulundum.


Birden tahammülünü yitirerek elini yatağa vurdu. Haplar yumruğunun içinde yok olmuştu. "Soruma soruyla cevap verme. Bana söz verdikten sonra kaç defa içtin?"


Birden panikleyerek başımı iki yana salladım. Farkında olmadan sesimi yükseltmiştim. "Hayır, hiç içmedim. Yemin ederim hiç içmedim!"


"Nasıl inanayım ben şimdi sana?" Artık o da kısık sesle konuşmuyordu. Hatta gitgide de yükseliyordu öfkesi ve sitemi. "Hani söz vermiştin? Ben o günden beri ağzıma tek bir sigara bile sürmedim. Böyle mi tutuyorsun sen verdiğin sözleri?"


"İçmedim ki..." Çaresizce söze girmeye çalıştım ama müsaade etmedi.


Tekrar elini yatağa vurarak tüm gücüyle sarstı. "İçemedin, içmedin değil. Ben bulmasaydım, en kısa zamanda içecektin ama. Yumuşatmaya çalışmanın bir anlamı yok."


Artık ben de sinirlenmeye başlamıştım. Korkunç bir akşam geçirmem yetmiyormuş gibi, gecem de kabusa dönüşüyordu. "Sakin olur musun biraz?" 


"Olamam!" diyerek tersleyince gür sesi tüm odayı doldurdu. Telaşla uzanarak dudaklarını örtmeye çalıştım ama nobranca kenara çekildi, kendisine dokunmama izin vermedi. "Sakin falan olamam. Bu siktiğimin mavi hapları yüzünden birisini daha kaybedemem ben. Gerekirse bir seçim yaparsın, beni hayatından çıkarırsın ama ben oturup da bunu izleyemem. Çünkü biliyorum, ben bir kere daha bununla yaşayamam."


Hınçla yataktan kalkarak pencereye doğru yürüdü. Henüz söylediklerinin algılayamadan, şaşkın şaşkın arkasından bakakaldım. Birden saatler önce şahit olduğum görüntülerin yükü, onun beklenmedik öfkesiyle birleşerek üstüme saldırdı. Tüm duygularım kabardı. Kendimi tutamayarak ağlamaya başladım. 


Niçin ağladığımı ben de bilmiyordum. Amansızca öldürülen arkadaşımın sessizce yaşadıkları yüzünden miydi; yoksa haplarla ona yakalanarak güvenini zedelediğim için miydi, hiç bilmiyordum.


Sessiz hıçkırıklarımı fark edince birden durdu, bana döndü. 


Bir müddet gitmek için vardığı pencerenin önünde dikildi. Ama sonra hızlıca yanıma geri döndü. Tekrar yatağımın ucuna otururken, yumuşak bir sesle fısıldadı. "Yapma yavrum, neden ağlıyorsun şimdi?" İki eliyle yüzümü kavrayarak eğik başımı kaldırdı, karanlıkta bir çift yıldız gibi parlayan gözlerine bakmam için zorladı. "Kendimi kaybettim biraz, affedersin ama bu meselede duygularıma hakim olamıyorum. Amacım seni üzmek değildi. Yapma böyle, neden ağlıyorsun?"


"Neden mi ağlıyorum?" Kesik kesik nefeslerle mırıldandım. Ellerinin arasından sıyrılarak hafifçe kendimden itekledim. Nedenlerini düşündükçe artık değiştirilmesinin mümkün olmadığı sonuçlarında boğuluyordum. İçimdeki acıya bir türlü sığamıyordum. "Kimseyi kurtaramadığım için ağlıyorum! Ne kendimi ne de sevdiklerimi kurtarabiliyorum. Canım çok yanıyor, artık kafayı yemek üzereyim..."


Kaşları çatılmış, suratında sersem bir şaşkınlık belirmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışan gözleri, telaşla suratımdaki kargaşada geziniyordu. Hafifçe eğilerek tekrar bana doğru uzandı. "Kimi kurtaramıyorsun, anlat bana güzelim hadi. İlla ki bir yolunu buluruz."


"Asıl sen," Tekrar ellerinin arasından sıyrılarak, gözlerinin içine baktım. Az önce söylediklerini anımsamış, istemsizce hüzünlenmiştim. "Asıl sen kimi kurtarmaya çalışıyorsun? Senin çaban bana değilmiş meğer." Neydi bu içimi deşebilen gaddar duygu? Oluk oluk kanatıyordu ruhumu. "Geçmişte kurtaramadığın kişi her kimse, beni onun yerine koymuşsun. Hâlâ onu kurtarmaya çalışıyorsun sen. Beni değil."


"Sen ne..." Ama devamını getiremedi. Yoluna çıkan devasa bir engele takılıp, devrilmiş gibiydi. Hafifçe geriye çekildi, ellerini indirdi. Kendisi de az önce söylediklerini anımsamıştı; gözlerinden binbir çeşit duygu akıp geçiyordu. Birbiriyle harmanlanmış, kopkoyu bir cümbüştü bu.


Bir süre hiç konuşmadı. Sanki mazinin eziyet verici bir anında takılı kalmıştı. Bakışları buğulanmıştı. Sonra içli bir nefes alarak yatakta öne kaykıldı, daha da yakınıma oturdu. Artık istesem de kaçamayacağım bir mesafedeydi.


"Doğru, haklısın, geçmişte birisini kaybettim." diye fısıldadı, anlayışlı bir sesle. Birdenbire karanlığın içinden uzanan eli, tıpkı yoluma düşmüş engelleri kaldırır gibi, nazikçe suratıma devrilmiş saçları iteklemeye başladı. Dokunuşları o kadar hafifti ki neredeyse varla yok arasındaydı. 


"Kardeşim öldüğünde daha on yedi yaşındaydı, ismi Furkan'dı. Üstünden altı sene geçti. Bakma sen, çok deli bir çocuktu, hiç yerinde durmazdı. Abi sözü de dinlemezdi hergele," Usulca yanaklarımdaki yaşları silerken dalgın dalgın güldü; gözlerinin içi kamaşmış olsa da çok buruktu. Gözyaşlarımı silen oydu; ama buna ihtiyacı olan da oydu. Sanki verdiği kaybın acısı bana da aksetmişti; yaşlar tekrar yanaklarıma devrilmeye başlamıştı. Birden cebine uzanan eli, ufak paketi açığa çıkardı. "Kardeşim uyuşturucu bağımlısıydı. Onu öldüren de bu mavi haplardı."


Gözlerim irileşti, hızla dudaklarım aralandı; ama tek bir kelime bile söyleyemedim. Şaşkınlıktan dilim düğümlenmişti sanki. Kardeş acısının nasıl bir şey olduğunu biliyorum diyebilmek, onu avutabilmek istedim ama yapmadım. Çünkü bu avuntuların ne kadar kifayetsiz kaldığını belki de en iyi ben biliyordum.


"Yani evet, haklısın," dedi usulca başını sallarken. Paketi daha fazla görmeye tahammül edemeyerek hızlıca cebine geri koymuştu. "Kurtaramadığım ve koruyamadığım birisi var geçmişimde. Ama adı üstünde, artık geçmişimde. Seni hiçbir zaman onun yerine koymadım ben. Sadece aynı hatayı tekrar yapmaktan ve aynı şeyleri tekrar yaşamaktan korktum."


"Merih, ben..." Bir an duraksadım. "Ben çok üzgünüm gerçekten. Bana ablan ve erkek kardeşin olduğunu söylemiştin, hatırlıyorum ama ben ikisi de sağdır diye düşünmüştüm," Aylar önce dönme dolaba bindiğimizde bana ailesi hakkında söylediklerini hatırlamıştım. Kendimi tutamayarak eline uzandım, iki elle sımsıkı sıcaklığını kavradım. "Herkesin acıyı yaşama biçimi farklıdır ama kardeşini kaybeden biri olarak, nasıl bir duygu yaşattığını az çok tahmin edebiliyorum. Çok üzgünüm gerçekten."


Elini tutunmuş ellerime, ardından bana baktı. Dudaklarına tatlı bir gülümseme belirmişti; ölgün bir toprakta bile yeşerebilen ufak bir tohumdan farksızdı bu gülümseme. Etrafını sarmış tüm kurak umutsuzluklara rağmen, yaşama tutunabilmenin en güzel hâlini anlatıyordu.


"Söyle bakalım şimdi," Elini diğer yanıma yaslayarak bana daha çok sokuldu. Nabzımın hızlandığını hissettim. Bu beklenmedik yakınlıktan çekinerek elini bıraktım, hızlıca kollarımı kendime sardım. Kaçışıma karşılık gülümsedi ama bir şey söylemedi. "Sen kimi kurtaramadın?"


Birden zihnime doluşan nahoş görüntüler, içimdeki tüm heyecanı sömürdü. Kendimi tekrar kasvete kapılırken buldum. Fakat ona hafıza kartından bahsedemezdim. Henüz ne yapacağıma karar verememiştim. Eğer ona bahsedersem, benden alırdı. Alırsa, yayınlamama müsaade etmezdi. Keza beni tatmin etmeyecek başka çözümlere başvururdu.


Nitekim ben de henüz nasıl böyle bir şeyi yayınlayacağımı bilmiyordum. Hiçbir kadına bunu yapamazdım; internete koyabilmek için kimliklerini tamamen gizlemek zorundaydım. En azından birkaç videoyu kesip kırpmam ve düzenlemem gerekiyordu. Ancak oturup da sakince izleyebilecek dirayeti henüz bulamıyordum.


"Önemli değil," diyerek, geçiştirmeye çalıştım. Ama bakışlarından kolay kolay vazgeçmeyeceğini anlamıştım; bu yüzden hızlıca konuyu değiştirmeye karar verdim. "Kaç gündür göremedim hiçbirinizi, Çınar ve Pınar nasıl oldu? O gün çok gerginlerdi."


Hafifçe geriye çekildi; sorduğum soru gerçekten de dikkatini dağıtabilmişti. Tedirgin bir ketumlulukla, "İyiler, merak etme, hiçbir sorun yok." dedi. Bir şeyler gizlediğini anlasam da üstelemedim; çünkü bu ona ait bir sır bile değildi. Başkasının hayatına aitti ve her ne kadar meraktan çatlayacak olsam da beni alakadar etmezdi. "Burada durumlar nasıl? Kimse bir şeyden şüphelenmedi, değil mi? Sinem hiç konusunu açmıyordur umarım?"


Dalgınlaşarak başımı iki yana salladım. Evdeki durgunluğun Meral abladan ötürü olduğu bir gerçekti; hâlâ arkadaşının yasını tutmayı sürdürüyordu. "Sorun yok, kimse bir şeyden şüphelenmedi. Sinem'le de hiç konuşmadık bir daha bu mevzuyu."


"Tamam, güzel." Rahatlamış gibi usulca nefesini verdi. Bir süre düşünceleriyle mücadele etti; ama sonra birden nerede olduğunu anımsayarak bana döndü. Aramızda kısa bir bakışma yaşandı. Hafifçe gülümseyerek yataktan kalktı. "Hadi uyu artık, geç oldu. Ben de gideyim."


Bariz bir yavaşlıkla dönerek pencereye doğru yürüdü. Her iki adımda bir ağır ağır omzunun üstünden etrafa kısa bakışlar fırlattı, geri önüne döndü. Gitme dememi bekliyordu. Dudaklarımı sımsıkı bastırarak boğazıma kadar tırmanan gülüşü zorlukla yuttum. 


Pencereyi açarak korkuluğa tutundu, son defa dönerek karanlığın içinden bana baktı. Gözlerinin içine kurnaz bir renk karışmıştı.


"Az kaldı." dedi birdenbire.


Merakla kaşlarımı kaldırdım. "Neye az kaldı?"


Çapkın bir tavırla gülümseyerek, gözünü kırptı. "Neye olacak yavrum? Bir yastıkta kocamamıza."


Arkamdaki yastığı kaptığım gibi suratına fırlattım ancak isabet ettiremedim. Çünkü çoktan korkuluğun üstünden atlamış, kadife gecenin içinde kaybolmuştu. Gerisinde bıraktığı güçlü ayaz, perdeyi usulca sarsmıştı.


Ertesi gün müştemilattan biraz geç ayrılarak mutfağa gittiğimde konakta bir koşuşturmayla karşılaştım. Kimse konuşmuyordu ama içerde bir telaşın uğultusu vardı. Sude'nin soyduktan sonra masada bırakarak gittiği mandalinayı yerken, hızlıca yanımdan geçen Sinem'i durdurdum. "Ne oluyor böyle, misafir mi gelecek?"


Dolaptan çıkardığı fincanları masaya dizmekle uğraşıyordu. Bana kısa bir bakış attıktan sonra önüne dönmüştü. "Çoktan geldi bile, salonda Aziz Hürkan ve oğlu Mirza Hürkan var. Başsağlığına gelmişler sanırım, pek anlamadım ben de."


Birden ağzımın tadı kaçtı, elimdeki mandalinayı geri masaya bıraktım. İçime bir korku nüvesi ekilmişti; huzursuzca aralık mutfak kapısından koridoru kolaçan ettim. Salonun kapısı sımsıkı kapalıydı. Gürültüleri duymaya çalıştım ancak hiçbir şey duyamadım.


Mutfaktaki telaşı arkamda bırakarak merakla koridora çıktım. Etrafa bakındığım esnada hâlâ duvarda asılı duran büyük çerçeve gözüme takıldı. Demek bu derin devletin kurucuları bunlardı. Yavaşça karşısına geçerek fotoğrafı incelemeye başladım.


"İşte buradasın, portredeki kız." Aniden arkamdan yükselen sesle zihnimden koparıldım. Mirza hızlı adımlarla merdivenleri inerek yanıma geldi. Kulağındaki küpe o yürüdükçe sallanıyordu. Dudaklarında çarpık bir gülümseme vardı.


Önünde durduğum fotoğrafa baktı; sonra birden uzanarak ilk sırada dikilen ufak bir oğlan çocuğunu gösterdi. "Tanıdık geldi mi?"


Yeşil gözlerinde, beni savunmasız hissettiren bir şeyler kımıldandı. Gösterdiği oğlan çocuğuna baktım tekrar; fotoğraf siyah beyazdı ama buna rağmen çocuğun renkli gözlerini soldurmayı başaramamıştı.


Henüz ben bir şey söyleyemeden, "Babam olur kendisi," diyerek beni şaşırttı. Bu sefer de hemen arkasında dağ gibi dikilen adama doğru kaydırdı parmağını. "Bu da rahmetli dedem."


Ne diyeceğimi bilemediğimden sadece, "Başın sağolsun." demekle yetindim.


"Üzülme, eceliyle ölmedi." diyerek, rahatsız edici bir detay paylaştı. Ölümünden bahsederken bile keyifli keyifli gülümsüyordu. Tavrı bana istemsizce, sergi günü kıyamet koparken onun kenarda umursamazca çello çalışını hatırlatmıştı. Tuhaf bir adamdı bu. "Buradaki de Tan amca," En ortada duran orta yaşlı bir adamın önündeki küçük oğlanı gösteriyordu. Gerçekten de bakışları aynısıydı; üstelik yanında iki erkek kardeşi de duruyordu. "Bunun kim olduğunu hiç bilmiyorum ama."


Parmağı biraz daha yana kaymıştı; artık ufak bir oğlanın üstündeydi. Arkasında duran babası, iki eliyle omzuna tutunmuştu. Herkeste olduğu gibi, onda da mağrur bir bakış vardı. Elindeki kırmızı kadehi çocuğunun omzuna yaslamıştı.


Mirza kinayelerle gülerek fotoğraftan uzaklaştı, bana döndü. Ellerini cebine sokmuştu. "Söyle bakalım, evlenecek miyiz güzelim?"


İlk defa güzelim kelimesi sevimsiz gelmişti kulağıma; başka bir adamdan bunu duymak, epey tuhaftı. Sanki yalnızca onun sesine yakışabilecek bir iltifattı. 


Kaşlarımı çatarak kaygıyla etrafıma bakındım. Çünkü birisinin bizi duymasından korkmuştum; konaktaki kimsenin böyle bir tekliften haberi olmamalıydı. "Mirza Bey bu konuyu konuşmak için hiç uygun bir yer değil burası."


"Birisi duysa da önemi yok artık, telaşlanma." dedi, beni ürküten bir rahatlıkla. "Merak etme, çok güzel bir evliliğimiz olacak seninle. Sana bu dünyada cenneti yaşatacağım."


Kalbime bir korku saplandı; bu kadar emin konuşabilmesi beni ürkütmüştü. Neden çoktan evlenmişiz gibi davranıyordu? Tam karşılık vermeye hazırlanırken, arkadan gelen sesle konuşmamız bölündü. "Katılıyorum, hiç uygun bir yer değil burası böyle meseleler için."


Merdivenlerin başında beliren Merih, tasasız adımlarla inerek yanımıza doğru yaklaştı. Keyifsiz ve gergindi; yürüyüşünden bile belliydi. Sanki ben orada yokmuşum gibi suratıma hiç bakmadan, dosdoğru karşımdaki adama yönelmişti. Tekinsiz bir sakinliği vardı. 


Mirza'nın yanında durarak, birden güçlü bir şekilde elini ensesine indirdi; dostane hissettiren bir tavırla sıktı. Ama bakışlarından, tutuşuna kadar bariz bir husumet vardı; fakat çocuk bunu anlayamamıştı. "Gel biz içeriye geçelim güzelim benim, güzel kardeşim."


Resmen yaptığı vurgularla kelimeleri ezmişti. Mirza'yı sürüklercesine salona götürürken, sessizce arkasından bakakaldım. Gözlerim tekrar karşımdaki fotoğrafı; babalarının önüne dizilmiş ufak oğlanları buldu. Tam bu esnada çalışma odasının kapısı açıldı ve içerden Meral abla çıktı. Beni görünce derin sulardan yüzeye süzülür gibi silkelendi. Yorgun ve düşünceli gözüküyordu.


"Demre'ciğim, hepimiz salona geçiyoruz," Eliyle arkamdaki kapalı kapıyı gösterdi. Ardından mutfağa doğru yürüdü, aralıktan içeriye uzanarak diğer kızlara seslendi. "Salona geçiyoruz kızlarım, hadi. Aziz Bey bizim için başsağlığına gelmiş, hep birlikte hürmet gösterelim."


Tüm işi bırakarak ufak bir yığın misali koridora çıkan kızlar, bana doğru yaklaştı. Sude yanıma gelir gelmez koluma girmişti. Hep birlikte salona girmeden önce, kulağıma eğilerek, "Hiç sevmiyorum bu adamı." diye fısıldadı. Onu duyan Ece'nin sözsüz bir şekilde onayladığını gördüm ama ben sessiz kalmayı tercih etmiştim.


Herkesi koltukta otururken bulmuştuk. Duvarın kenarına sessizce peş peşe dizilirken, kimse kalabalık varlığımızı umursamamıştı. İlk duyuşta, içerde hoş bir sohbet havası varmış gibi geliyordu kulağa; ama biraz dinleyince bunun samimiyetle maskelenmiş bir saldırganlık olduğu kolayca anlaşılıyordu. Tan, tekli koltuğa oturmuştu; iki eliyle bastonuna tutunmuştu. Aziz hemen karşısındaydı, o da tekli koltuktaydı. 


İkisinin de oturuşu o kadar kudretliydi ki birbirine dönük iki taht sahibini andırıyorlardı.


Mirza üçlü koltukta yayvan bir şekilde kurulmuş, kolunu da arkaya yaslamıştı. Gözlerini bile kırpmadan suratıma kilitlenmişti; dudaklarındaki çarpık tebessüm hâlâ varlığını koruyordu. Sadece Merih duvarın kenarında, ayakta dikiliyordu. Ellerini cebine sokmuştu, çatık kaşlarla Aziz'in ağdalı laflarını dinliyordu.


"Fazla tevazu kibirdendir, sevgili fedaim," diyordu, karşısında vakur bir tavırla oturan Tan'a doğru. Sesindeki kinayeyi duymamak için sağır olmak gerekirdi. "Kabul et sen de, pırlanta gibi evlatlar yetiştirmişsin valla. Sana çekmişler, babam görse ne gülerdi."


"Gülünç olma, rica ediyorum," Sinirlenmiş olmasına rağmen bozuntuya vermeden konuşmayı sürdüren Tan, bacak bacak üstüne atarak arkasına yaslandı. "Kızımın hastalığı zannedildiği kadar vahim durumda değil, gittiği yerde daha mutlu olacak. Arada sırada böyle şaşmalar olabiliyor sadece."


"Beşer bu, şaşar. Normaldir, nazar boncukları herkese yaramaz." Aziz, oğlunu andıran bir kurnazlıkla gülümsedi. Sonra birden duvar kenarına sıralanmış olan bize döndü. Varlığımızı yeni sezmiş gibi davranarak, yapmacık bir şaşkınlıkla gülümsedi. "Ah, gelmişsiniz bile. Ne de güzeller, pırlanta gibi çocuklar, şunlara bak."


Eşsiz bir manzara gösterircesine elini kaldırdı. Kimseden bir ses çıkmadı. Meral abla sırtındaki şalı düzeltirken, ölçülü bir tavırla hafifçe başını eğerek iltifata karşılık şükranlarını sunmuştu sadece. "Teşekkür ederiz Aziz Bey, çok naziksiniz."


"Meral yüzünden düşen bin parça," Aziz kışkırtıcı bir neşeyle gülerek, yanımdaki kızları şaşırttı. Ama ben bu tavra çoktan alışmıştım. "Hiç yakışmıyor sana bu asık surat. Tan senin gülüşüne vurgun, bilirim ben. Gülümseyerek bu adama yaptıramayacağın hiçbir şey yok, gülümse biraz."


Bu patavatsız söylem odadaki tüm gerginliği arşa çıkarmaya yetmişti. Bu nükteye gülebilen tek kişiyse kendi oğlu Mirza'ydı. Tan'ın suratına korkunç bir hoşnutsuzluk belirmişti. Meral abla hafifçe çenesini kaldırarak, korkusuzca karşısındaki adama baktı.


"Helva sizin evde kavrulmuyorsa tadı da güzel gelirmiş. Bildiğiniz üzere yakın zamanda cenaze çıkardık bu evden, ben ölümün ardından gülebilecek birisi değilim." Sesindeki güç hayran kalınacak cinsteydi. Resmen karşısındaki adamlara meydan okumaya hazır bir tavrı vardı. "Ama siz neşenizi hiç kaybetmeyin tabii ki. Gülmek size benden daha çok yakışıyor."


Aziz gür bir kahkaha atarak tüm odayı inletti. Tan'ın da dudakları kıvrılmıştı; suratında belli belirsiz bir tebessüm vardı. 


Aziz tok gülüşlerinin arasında, "Ah tatlı Meral, sen hep böyle gözü pek bir kadındın zaten." demişti. "Tüm konağı gizliden gizliye yönetiyorsun da neyse hadi, ortalığı karıştırmayalım şimdi."


Tan ona dönerek gülümsedi. "Olur mu hiç, sen çok seversin ortalığı karıştırmayı."


Aziz de ona dönerek gülümsemişti. Ama saldırısına karşılık vermek yerine, konuyu bambaşka bir tarafa sürüklemişti. "Şebnem kızımızın yeni hobisi savcılık büroları olmuş sanırım. Senin adak niyetine sunduğun şu torun meselesinin ucu cemiyete de dokunacak mı peki, sen onu söyle?"


Ağır bir sessizlik oldu. Tan'ın dudaklarındaki gülümseme müthiş bir hızla hiçliğe karışmıştı. Bize doğru kaçamak bir bakış fırlattı; çalışanlarının önünde bu meseleyi açması gururuna dokunmuştu, belliydi. Artık suratında saf bir öfkeden başka duygu yoktu. "Yok öyle bir şey, kimseye dokunmayacak ucu."


"Pek ikna olmadım ama şimdi ben," Aziz haylaz bir çocuk misali dudaklarını bükmüştü. "Bu meselenin ucu bana veya Bülent'e dokunursa, kendi mezar kazıcılığını yaparsın. Biz uğraşmayız kazmakla, farkındasındır umarım?"


Tan arkadaşına hiddetli bir bakış attı. Birden tüm kışkırtmalarına yenik düşerek saldırıya geçti. "Benim mezarım üç kişilik, sevgili fedailerim. Gömülürsek, birlikte gömülürüz."


"Kendini baban zannettin herhalde?" Aziz de artık gülümsemiyordu; sesi birden derinleşmişti. Mirza'nın bile suratını ciddiyet bürümüştü. "Kabul, baban iyi bir liderdi, cemiyetin temellerini attı. Kendisine güçlü bir derebeylik kurdu. Ama eskidendi bu masallar, artık senin soyadının üçümüz arasında bir üstünlüğü kalmadı. Sakın kendini baban zannetme, küçük Şahoğlu."


Ölümü andıran bir sessizlik dirildi odada. 


Tan Şahoğlu tüm konağın önünde aşağılanmanın hıncını susarak çıkarmayı tercih etmişti; her nedense, bunca onur kırıcı söze tek bir karşılık dahi vermemişti. Belki de Aziz Hürkan'ın kendisini bel altından vurmayı sürdürerek, kirli çarşaflarını dökmesinden çekinmişti; artık anlaması güçtü.


"Her neyse canım, niye tadımızı kaçırıyoruz?" Aziz neşeyle kıkırdayarak ansızın bambaşka bir ruh hâline büründü. Hâlâ bir gerginliği vardı ama duygularını maskelemekte kusursuzdu. Bacak bacak üstüne atarak parmaklarını birbirine kenetledi ve dosdoğru bana baktı. Yeşil gözlerinde içten bir bakış belirmişti.


Birden kalbim sıkıştı.


Tüm salona hitap edercesine, konuşmaya başladı. Ağzından çıkan her kelimeyle birlikte gücümün biraz daha bedenimden çekildiğini hissettim. "Buraya üzücü bir ölüm haberi alarak geldik ama aslında, lafı dolandırmaya da gerek yok, hayırlı bir iş için buradayız."


Tan Şahoğlu bariz bir yadırgamayla kaşlarını çatarak arkadaşına döndü. Ne zırvalıyorsun, dercesine bakıyordu suratına. Tüm hararetli tartışma boyunca kenarda sakince dikilen Merih, bu sözlerden sonra huzursuzca kımıldanmaya başlamıştı. Hatta bir ara dudakları aralanmış, bir şey söyleyecek gibi görünerek beni korkutmuştu. 


"Evlilik kutsal bir müessesedir," Nefeslerim kesildi. İstikrarlı bir tavırla sözünü sürdüren Aziz, etrafındaki tuhaf bakışmaları tamamen görmezden geliyordu. Mirza babasının bu sözlerini duyar duymaz, efendi bir tavırla oturuşunu düzeltmişti. "Sen bu yetim kızları besledin, büyüttün, artık babaları sayılırsın. Kendisi utana sıkıla bana gelerek oğlum Mirza'nın evlenme teklifini kabul ettiğini söyledi. Aralarında bir münasebet olmuş ve evlenmeye karar vermişler. Bu devirde namus önemli şey, kirlendi mi temizlenmez. Hem gençler işte, sevmişler birbirlerini. Ama iffetli kızmış doğrusu, kararından ötürü üstüne fazla yüklenmezsen memnun olacağım."


Dehşet içinde öne doğru sendeledim; üzerime attığı çirkin iftiralar resmen nevrimi döndürmüştü. Korkudan bayılacağımı zannettim. Ancak kimse bu bariz tepkimi fark edememişti çünkü kızların arasında da şaşkın bir hareketlenme vuku bulmuştu. Fısıldaşmaların sebep olduğu bir uğultu doldurmuştu odayı.


Birden onunla göz göze geldim. İnanmış olamazdı bu iftiraya, değil mi? Ama bütün çehresine, zihnimi dağlayan bir hayal kırıklığı hükmetmişti. Hem şaşkındı; hem kızgındı. Hem duyduklarından tiksinmişti; hem de hiddetle dolmuştu. Aziz'e nefret dolu bir bakış fırlattı. Tıpkı benim gibi, o da aynı anda onlarca duygu yaşıyordu.


"Ne saçmalıyorsun sen, Aziz?" Tan Şahoğlu'nun gür sorusu, resmen sessizliği tarumar etmişti. "Ne evliliği, ne iffeti be? Kimin münasebeti olmuş senin oğlunla?"


Meral abla resmen şok içinde bize dönerek, Aziz isim söylemeden bir yanıt alabilmeyi umdu ancak alamadı. Çünkü kızlar kadar ben de paniklemiştim. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırmıştım. Beni zorla evlendirecekti bu adam. Resmen herkesin önünde oğluyla yasak bir ilişki yaşadığımı söyleyecek kadar korkusuzdu. Arsızca beni lekeleyecek kadar da gaddardı.


Nasıl aklanacaktım bu ağır iftiradan? 


Onun beyanının yanında benimkinin hiçbir tesiri yoktu. Yaptığı yaftalamadan kurtulamayacak kadar güçsüzdüm karşısında. Korku dolu bir çaresizlikle Merih'e döndüm ama ne yaparsam yapayım, gözlerine ulaşamadım. Artık benden tarafa bakmıyordu. Sanki o da bir nevi şuursuzluk yaşıyordu; kör gözlerle, sadece karşısındaki adamı izliyordu.


"Sevgili temizlikçin Demre Eroğlu'nu," Aziz Hürkan eliyle zarifçe beni gösterdi; böylece tüm gözler üstüme çevrildi. Sude'nin kolumu tutan eli gevşeyerek aşağıya düştü. Meral ablanın dudaklarından ağır bir şaşkınlık nidası taştı. "Sevgili oğlum Mirza Hürkan'a istemeye geldim. Almadan da gitmeye pek niyetim yok. Hadi gel, sevenleri kavuşturalım yoldaşım."


Ölümü andıran bir sessizlik dirildi.


"Demre, duyduklarım doğru mu?" Meral ablanın koluma dokunduğunu, beni kendisine çevirmek için uğraştığını gördüm. Omuzlarımdan tutularak hafifçe sarsıldığımı hissettim. Bedenimden koparılıp atılmış gibiydim. Zihnimde tek bir diri düşünce dahi kalmamıştı; sanki hepsi acımasız bir katliama kurban gitmişti. Dudaklarıma varabilen hiçbir düşünce yoktu.


Ama tüm bu olanlar çok absürttü.


Beni oğluyla bu kadar evlendirmek için çırpınmasında, sırf bunun uğruna üstüme çirkin iftiralar atmasında; yoldaşını karşısına alacak kadar gözünü karartmasında, tüm bu çabalarının altında sağlam bir sebep olmalıydı. Henüz bu sebebin ne olduğunu bilmiyordum; ama asıl gayesinin bana güç sunmak olmadığını artık anlamıştım. 


Beni sadece kendi hırslarında telef edecekti. Kendi menfaatleri uğruna sömürecekti.


Zorla içine sokulduğum durumun hiddetiyle birkaç adım öne çıktım. Kimsenin menfaatine köle olmayacaktım. Sızlanan hırslarının ağzına tutuşturmak için kendilerine başka bir emzik bulacaklardı. Çünkü benim böyle kirli bir oyuna girmeye hiç niyetim yoktu.


Odadaki tüm uğultuyu, üstüne su serpilen bir ateş gibi söndürdüm. "Bir yanlış anlaşılma var ortada belli ki. Benim oğlunuzla hiçbir münasebetim olmadı, zaten olamaz da Aziz Bey." 


Adamın yeşil gözlerine küçümseyici gülüşler nüksetti; aynı bakışlar oğlunun yeşil gözlerinde de dolanıyordu. İkisi de kendinden öylesine emindi ki, bahsettikleri evlilik sanki çoktan gerçekleşmişti. Üzerine daha fazla dil dökmeye gerek dahi yoktu. Kim ne lafız ederse etsin, sanki karar çoktan verilmişti. 


Kordan farksız bir öfkenin hararetinde kavruldum ve birdenbire gözlerimin karardığını hissettim. Büyük bir cesaretle kuşanarak, adeta kumar oynamaktan farksız bir hamle yaptım.


"Zaten istesem de oğlunuzla evlenemem." Omuzlarımı dikleştirdim, tüm korkularımı yatıştırdım. Olabildiğince tok bir sesle, oturan herkesi ayağa kaldıracak güçteki o sözleri sarf ettim. "Çünkü ben zaten Merih Karahan'la evliyim, kendisi benim kocam oluyor. Yani cümlenize zaten baştan yanlış girdiniz. Doğrusu Demre Karahan olacaktı."







ARKADAŞLAAAARR BİZİM SOYADIMIZ DEĞİŞTİ GALİBA NELER OLUYOOR 🤗🤗🤗

Mirza'yla evlensin intikamını alsın diyenler Eroğlu soyadının haşmetini unuttu galiba??? Aslında soyadını değiştirmesine gerek yok da hadi neeeyse 🤭✨ BerenCerenZeren Şahoğlu bir süreliğine adadan ayrılıyor 🥲 Ama durun bizim katılmamız gereken bir düğün var hehehhsjdhdhd Haftaya Salı bir sonraki bölümde düğün hazırlıklarında görüşelim miii o zamaann 🔥 Hepiniz düğüne davetlisiniz gelmeyene de şimdiden küstüm ✨ 



Hiç azalmadan, çoğalarak ❤️‍🔥

Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-