35

 Hoşgeldiniiiiz. Emin olun, çok güzel bir düğün bizi bekliyor 🤡


Yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemeyin olur mu? Şimdiden çok teşekkür ederim! ❤️‍🔥



35: BABALARIN CİNAYETLERİ






MERİH KARAHAN


Bedellerle dolu bir hayat yaşamıştım. 


Söylediğim her sözün, aldığım her kararın bedelini ödediğim bir hayat yaşamıştım. Hasta bir babanın bedelini, genç yaşta kaybettiğim tek gözümle ödemiştim. Onun satmak için eve getirdiği hapların bedelini, kardeşimi kaybederek ödemiştim. Adalet aramanın bedelini, annem tarafından terk edilerek ödemiştim.


Sessizliğin bize tabut olduğu bir anda, bizi bu boğucu andan çıkaran ilk kişi o oldu. Gözlerim karşımda dikilen Çınar'a kenetlendi. "Nereden çıktı oğlum şimdi bu evlilik? Gözünü seveyim ya, resmen yangına körükle gidiyorsun sen de."


"Öyle olması gerekiyordu." dedim, kararımın arkasında durarak.


"Bırak ya, ne öyle olması gerekiyordu?" Elini kaldırarak öfkeyle sallayınca, geri indirtecek bir bakış attım. "İlla şu adamla aranı bozacaksın. Şimdi bir güzel pataklamazsa seni ben de şerefsiz evladıyım, bak görürsün."


Agresifleşerek yaslandığım yerden kalktım. "Pataklasın anasını satayım, pataklasın. Onun ancak öyle ateşi sönecek bana."


O da yaslandığı duvardan uzaklaşarak, loş odanın içinde bana doğru yürüdü. Çileden çıkmış gibiydi. "Abi sen böyle değildin, ne oldu sana? Sen böyle şeyler yapacak bir adam değildin." Tam karşımda durarak gözlerimin içine baktı. Suratını kuşku rehin almıştı. "Aşık mı oldun lan yoksa sen bu kıza?"


Ama yanıtlayacak fırsatım olmadı. Birden savrularak geriye açılan kapıyla birlikte, o tarafa döndük. Kalender tüm heybetiyle eşikte dikiliyordu; hemen arkasında yine Akın duruyordu. Gözlerinde hayıflanmadan başka bir şey yoktu. Resmen bakışlarıyla iyi halt yedin oğlum diyordu.


"Ulan Merih, ulan Merih!" Kalender kasırga gibi içeriye dalarak üzerime yürüyünce Çınar bir cesaretle araya girmeye kalkıştı. Ama benim kurtarılmak gibi bir beklentim yoktu. 


"Müdürüm, sakin olun!" Ama göğsüne yediği darbeyle geriye savrulmuştu, böyle bir öfkeyi zapt edebilecek gücü zaten yoktu; öyle ki Akın bile durdurmaya yeltenmemişti. Sindiği duvar kıyısından, yalnızca kederli kederli izlemeye başlamıştı.


"Kimse karışmayacak!" Silah gibi suratına doğrulttuğu parmağıyla Çınar'ı zemine çivilemişti. Hiddeti o kadar yoğundu ki odadaki herkesi sindirmişti. Gözleri tekrar hançer gibi bana saplandı; hırsla ceketini çıkarıp kenara fırlattı. Yavaşça kollarını sıvarken yerimden hiç kımıldamadım; yalnızca izledim. 


"Bir de çeneni dikmiş suratıma mı bakıyorsun it herif? Senin önümde mahcubiyetten iki büklüm olman gerekirken, karşıma geçmiş," Nefesi tükenince bıçak kadar sivri bir şekilde cümlesini yarım bıraktı. Öfkenin gürültüsünü özetleyen bir derinlikte, soluk aldı. "Bir de karşıma geçmiş dik durabiliyorsun. Evlilik ha..."


Sıktığı yumruğunu suratıma geçirince geriye sendeledim. Başımı eğerek elimin tersini dudağımın kenarına bastırdım. Sonra tekrar doğruldum, sessizce gözlerine baktım.


"Bak sen şu hıyarın tavırlarına bak," Öfkeyle gülerek, inanamıyormuş gibi beni göstermişti Akın ve Çınar'a. "Büyüdün de kafa mı tutuyorsun bana?"


Tekrar yumruk yaptığı elini suratıma indirdi. Geriledim, dilimin ucunu sızlayan dudağıma sürttüm. Ardından tekrar doğruldum, gözlerinin içine baktım. Gitgide tenime nükseden acı soluklarımı hızlandırmıştı. "İstediğin kadar vur, sana elimi kaldırmayacağımı biliyorsun."


"Elini kaldırsaydın keşke! Elini kaldırsaydın da şu evliliği yapmasaydın." Yakama asılarak hınçla sarstı. "Evlilik ne oğlum? Sen böyle liseli oğlanlar gibi davranmaya devam edersen biz bir arpa boyu kadar bile yol alamayız. Ne oldu? Gençliğini mi özledin? Konuşsana lan!"


"Ne gençliği abi ne gençliği?" Tek elimle yakasını kavrayarak sitemle sarstım. "Benim gençliğim mi vardı? Yok, hiç yaşanmadı öyle bir şey." İçimde bir orman yanıyordu sanki. "Ben artık bir şeyleri yaşayamamaktan çok sıkıldım. Sadece tek bir duygu yaşamak istedim lan bugüne kadar, sadece tek bir duygu. Onu da çok mu gördünüz?"


Resmen öfkeyle gürledi. "Ne duygusu lan it herif!"


Hiddetle yakamdaki elleri itekledim. "Seviyorum lan, seviyorum!"


Herkesi boğazlayan bir sessizlik oldu.


Kalender sendeleyerek birkaç adım geriledi, darmadağınık bir hâlde suratıma baktı. Söylediklerim kendisini silkelemiş gibi soluk soluğa kalmıştı. Çınar'dan küfürlü bir fısıltı döküldü; eliyle yüzünü örtmüştü. Akın zaten bildiği bir gerçeği duymuştu; ama yine de şaşkındı. Cesaretim onu afallatmıştı.


Huzursuzca kımıldandım, başımı eğdim; hazin bir sessizlikte tekrar doğruldum, gerileyerek hemen arkamdaki soğuk duvara yaslandım. Bu ağır itiraftan kurtulduğumda hafifleyeceğimi zannetmiştim; ama hiç olmadığım kadar ağırlaşmıştım. 


Kalender aramıza soktuğum mesafenin kıyısından fısıldayınca gözlerine baktım. Tüm öfkesi dinmişti; artık yalnızca şaşkındı. "Seviyorum mu dedin sen?" Feleği şaşmış gibi arkasını dönerek diğerlerine baktı. Eliyle beni gösteriyordu. "Seviyorum mu dedi o? Ben mi yanlış duydum?"


Çınar eğik başını kaldırmamıştı; Akın bile göz teması kurmaktan kaçınıyordu. Kimseden bir tepki alamayan adam, tekrar bana döndü. Öfkesi, küllerinden geri doğuyordu. "Ne sevmesi lan? Operasyonun ortasında ne sevgisinden bahsediyorsun? Ne ara sevdin sen bu kızı?" Ellerini iki yana açarak tahammülsüzce haykırdı. "Aşağıdan bile çıkardın kızı, haberimiz olmadı. Zaten ne zaman bu kız tekrar meydana çıktı, ortalık karıştı. Tüm bilgileri öğrendiğimiz, en büyük kozumuzu Zeren'i bile elimizden kaçırdık. Bir de bu yetmiyormuş gibi evleneceğim diyorsun." Hafifçe geriye kaçıldı, yüzünü buruşturdu. "Hem nasıl inandı bu kız sana? Kurtarmış olsan da dört ay yattı bu kız aşağıda, nasıl güvenebildi sana?"


"Henüz güvenmiyor," dedim, ağırbaşlı bir kabullenişle. "Güvenmemekte de haklı. Ama zamanla halledeceğim."


Hıncını nasıl çıkaracağını şaşırarak tekrar üstüme yürüdü, tüm gücüyle suratıma vurdu. Sanki iyimser tarafalarıma inen bir darbeydi bu. İnsanı karamsarlığa itecek denli kuvvetliydi.  


Öne doğru bükülünce yakama asılarak sertçe geri doğrulttu; gözlerine bakmaya zorladı. Karnıma saplanan keskin acıyla yüzümü buruşturarak binbir güçlükle konuştum. "Operasyona hiçbir zararı olmayacak bu evliliğin. Konakta çalışan sıradan bir temizlikçi sadece, Tan zamanla kabullenecek bu durumu."


"Zararı olmayacak, öyle mi?" diye bağırdı, öfkeyle. "En güvendiği adamı durduk yere takıntılı olduğu temizlikçiyle evleniyor ve bunun bize hiçbir zararı olmayacak, öyle mi?" Hayal kırklığıyla başını iki yana salladı. "Sen böyle bir adam değildin. Böyle toy duygulara yenilecek adam değildin, ben seni böyle yetiştirmedim."


Aldığım nefesler canımı yakınca çenemi sıktım. "Bundan sonra beni böyle kabul edeceksin, müdürüm. Ben artık böyle bir adamım. Sen ne dersen de, bu evlilik olacak. Bütün bedellerine hazırım ben."


"Bedellerini çok ağır ödeyeceksin ama biliyorsun değil mi?" Sertçe yakamı bıraktı; gözlerinde acıma belirmişti. "Bir gün o temizlikçi kız seni sırtından bıçaklayacak. Sana en ağır bedeli kendi karın ödetecek ve o bedelin ucu bize de dokunacak. Sakın unutma bu sözümü, Merih."


Hışımla arkasını dönerek kenara fırlattığı ceketini kaptığı gibi odadan çıktı. Yıllar sonra ilk defa bana ismimle seslenmişti. Sanki gerisinde bıraktığı bu soğuk hitap, aramızda açılan yaranın sahibiydi.


Kendimi daha fazla taşıyamayarak, sırtımı yasladığım duvarda yavaşça aşağıya kaydım. Akın onun peşinden gitmektense koşarak yanıma geldi; ikisi de önüme çökmüş, düştüğümü zannetip beni tutmaya çalışmıştı.


Çınar içli içli serzenişte bulundu; sanki dayağı yiyen kendisiydi. "Oğlum oldu mu şimdi o laflar? Şu hâline bak lan. Valla seni benden başkası dövünce sinirlerim bozuluyor."


Keyifsizce gülünce karnıma bıçaktan farksız bir acı saplandı; yüzümü buruşturdum. Akın elini alnıma yaslayarak zorla başımı geriye attı, eğilerek suratımdaki morluğa baktı. Hafifçe yüzünü ekşitmişti. "Ulan Merih, ulan Merih. Olacak iş mi şimdi bu evlilik oğlum? Sizi huzur içinde evlendirirler mi sanıyorsun?"


Hiçbir karşılık vermedim. Gerçekten de en ağır bedeli bana o ödetecekti; fakat ben henüz farkında değildim. Bazı şeyleri anlayabilmenin en acı ve kolay yolu, yaşamaktı. İhanet, yaşamadan anlaşılmazdı.


"Abi..." Acıdan kavrulmuş, sıcak bir nefes aldım. "Bahçeli bir ev lazım bana."








DEMRE EROĞLU


Birdenbire dört bir yana dağılan polisler, saniyeler içerisinde konağı ablukaya almışlardı. Üstelik kimisi de bizim kaldığımız müştemilatın önüne varmıştı; Meral abla telaşla peşlerine düşmüş, itirazsızca kapıyı açmıştı. Bahçenin her tarafını sarmış olan adamlara baktıkça içimde umut dolu bir şeylerin kımıldadığını hissetmiştim.


Sonunda aylardır beklediğim anı yaşıyordum. Uzun zamandır tanık olmak istediğim baskını izliyordum. İnanması çok güçtü; sanki tatlı bir rüyadan ibaretti.


"Sebebi ziyaretinizi öğrenebilir miyiz, sevgili müdürüm?" Tan'ın sesini duyunca hulyalı düşüncelerden sıyrıldım. Aralarında zuhur eden gerginlik etraftaki herkese sirayet etmişti sanki.


"Hakkınızda soruşturma var," Selçuk Kalender, az önce suratımıza doğrulttuğu cüzdanı geri iç cebine sokarken konak sahibinden başka kimseye bakmıyordu. "Bu aralar çok ziyaretçiniz olacak benden söylemesi, cinayet ihbarı da varmış hakkınızda. Siz şimdiden Emniyet'i evinizde ağırlamaya alışın en iyisi."


Tan oldukça tasasızdı; ama sesindeki endişeleri yeterince bastıramamıştı. "Asılsız ihbarlar bunlar, hakikat elbet ortaya çıkacaktır. Ben ülkemin polisine güveniyorum, emin ellerdeyiz."


Kalender yalnızca güldü; ama epey aşağılayıcı bir gülüştü bu. Sonra birden konağa dönerek, hevesli bir sesle, "Gidelim de şu evde biraz gezinelim. Sizi de bir süre burada bekleteceğiz. Ama merak etmeyin, emin ellerdesiniz." 


Hiçbir karşılık beklemeden önüne döndü ve gölge misali peşine taktığı Akın'la yanımızdan uzaklaştı. Arkada duran ikizlerin birbirine kasvetli bir bakış attığını gördüm. Herkesin üstünde huzursuzluk kol geziyordu; ufak tefek kımıldanmalar oldu.


Tan arkasını dönerek çalışanlarının üstünde gözlerini gezdirdi; bu huzursuzluğu sezmiş, soğukkanlı bir önder hâline bürünerek kısık komutlar savurmuştu. "Memur beyler işlerini halledene kadar ortalıkta gezinmeyin, kimseyle gereksiz yere konuşmayın. Sorulan hiçbir soruya cevap vermekle mükellef değilsiniz. Yani kısaca, çenelerinizi kapalı tutacaksınız."


Herkes başını salladı; kimse sessizliğe dokunacak kadar cesur değildi. Merih yanına giderek, bizim dışımızda kimsenin duyamayacağı bir sesle patronunu teskin etti. "Sakinliğinizi kaybetmeyin, efendim. Konakta bulacakları hiçbir şey yok. Siz de biliyorsunuz bunu."


"Biliyorum, biliyorum da," diye mırıldandı, ağzının kenarıyla. İki elle bastonuna tutunarak, sürü gibi bahçeye nüfuz etmiş polislere baktı. "Cemiyetin diline sakız olacağız ya, ona yanıyorum ben. İtibarım zaten yerlerde, kızlarım sağ olsun. Şahoğlu soyadının şanını rezil rüsva ettiler."


Tan hiddetle başını sallarken, sessizce polislerin arkasından konağa doğru yürüdü. Yere vurduğu bastonu, etrafındaki kalabalığın adım seslerine meydan okur gibi gürültülüydü. Merih ile ikizler de hiç beklemeden onun peşine düşmüştü. 


Şaşkın şaşkın konaktaki kargaşayı seyrederek fısıldaşan kızların yanına gidince, Sude'nin bana kaçamak bakışlar atarak uzağa çekildiğini gördüm. En son onu nasıl odamdaki dolaba itekleyerek hırpaladığımı hatırlamıştım. 


Benden kaçıyordu. 


Birden arkamdan beliren Sinem usulca koluma girerek; hiçbir açıklama yapmadan beni ışıkları yanıp sönen polis araçlarının arasından yürüttü. Yavaşça ücra bir köşeye sürükledi. Uzun çalıların gölgesine sığındığımızda etrafa fırlattığı temkinli bakışlar, aynısını benim de yapmama neden olmuştu. 


"Ne oldu?" diye sordum, arkamı kolaçan ettikten sonra ona dönerek.


"O kadar korktum ki bir an polislerin baskın yaptığını görünce," diye fısıldadı ama hemen ardından susmak zorunda kaldı çünkü önümüzden iki polis geçip gitmişti. Arkalarından bakarak yeterince uzaklaştıklarından emin olana kadar da konuşmadı. "Emre için geldiklerini zannettim!"


Resmen çığırırcasına fısıldamıştı. Kahve gözlerine yoğun bir panik çökmüştü. Aynı duygu bana da bulaşınca telaşla ona doğru eğildim. "Neden onun için gelsinler? Yoksa sana verdiğim video kayıtlarını mı yayınladın?"


Başını aşağı yukarı sallayınca gözlerim irileşti. Bir kere daha etrafımızı kolaçan ettikten sonra, "Ana haber bültenlerinin ihbar hatları varmış, yeni öğrendim ben de. Hepsine birkaç video gönderdim. Şahoğlu nam salmış bir soyad sonuçta, Tan'ın babası çok ünlü bir kimyagerdi. Eminim ki haberini yapacaklar."


Korkuyla sözünü kestim. "Ama bunu kendi telefonundan yapmamışsındır umarım? Hattın senin üstüne olduğunu bulurlarsa bitersin. Ki kesin araştıracaklardır!"


"İşte orada biraz kalleşlik yapmış olabilirim." diye fısıldadı mahcubiyetle.


Kaşlarımı çattım, suratını daha iyi görebilmek için hafifçe geriye çekildim. "Sinem, kimin telefonundan attın videoları?"


Biraz ötede fısıldaşan kızlara kısa bir bakış dokundurduktan sonra bana döndü. Sustuğu her saniye korkumu daha çok harlıyordu, farkında değildi. Yüzüme sokularak, benim dahi zar zor duyabildiğim bir kısıklıkta fısıldadı. "Dilan ablanın telefonunu kullandım. Bazı kişisel eşyalarını bir kenara kaldırmıştı Meral abla, o yüzden bulmam pek de zor olmadı. Ama ölmüş birisinin arkasından böyle dalavere çevirdiğim için çok vicdan azabı çekiyorum."


Telaşla kolunu tutarak fısıldadım. "Ama mesajı gönderme tarihinden onun atmadığını anlarlar, sonuçta kadının öldüğü gün belli."


Çaresizce omuzlarını silkti. "Evet, farkındayım ama başka kimin telefonunda gönderebilirdim ki? En ulaşılabilir olanı onunkiydi. Mesajları onun atmadığını anlasalar bile gerçekte kimin attığını bulmaları da imkansız." Sesini iyice alçalttı. "Hem eşyaları artık bizim evde de durmayacakmış, kanıt olduğu için imha edeceklermiş."


Biraz da olsa rahatlayarak nefesimi bıraktım; gerçekten de başka bir seçenek yoktu. En makul olanı onun telefonuydu; en azından bunu akıl edebildiğinden içten içe gurur duymuştum. Ama onun teselli edilmekten başka bir beklentisi yok gibi duruyordu. "Yani evet, pek etik değil. Yalan söyleyemeyeceğim. Ama iyi bir amaca hizmet etmek için kullanıyoruz sonuçta, o yüzden kendini üzme."


Kollarını kendisine sararken dudaklarını büzdü. "Evet, değil mi? İyi bir amaca hizmet ediyoruz sonuçta."


Ben de kollarımı önümde kavuşturdum. Dertli dertli nefesimi üfledim; kendimi birisine musallat olmuş gibi hissetmiştim. "Kadını mezarında bile rahat bırakmıyoruz."


Sinem henüz bir karşılık veremeden, gür bir ses tepemizde inledi ve ikimizi de irkilterek kendisine döndürdü. Selçuk Kalender, çalıların kıyısında durmuştu; belli ki patikadan henüz yeni çıkmıştı. "Kimi mezarında rahat bırakmıyorsunuz bakalım, küçük hanımlar?"


"Önemli bir şey değil." Sinem çabucak geçiştirerek, adamın yanından geçti ve aceleyle uzaklaştı. Ama arkasından gitmediğimi kızların arasına karıştığında ancak fark edebilmişti. Gözlerinde hayretle karışık bir sorgu belirdi. Başını belli belirsiz ne halt yiyorsun dercesine sallamıştı.


Ona aldırış etmeyerek, karşımdaki adama döndüm. Artık o da yadırgamayla bakıyordu. Ama beni huzursuz hissettiren bir tanıdıklık vardı çehresinde, gözlerinde.


"Affedersiniz ama," Dosdoğru gözlerinin içine bakınca şaşırdı, hafifçe kaşlarını çattı. "Sizinle daha önce bir yerde karşılaşmış olabilir miyiz acaba?"


Çatık kaşları gevşedi, dudakları hızlıca aralandı ama henüz konuşmaya fırsat bulamadı. 


Birdenbire arkasında beliren Merih'in az önceki sorumu duyduğu belliydi; bastıramadığı bir şaşkınlıkla suratıma bakarken çabucak müdahale etmişti. "Demre, memur beyleri oyalamayalım da rahatça işlerini halletsinler. Gel, şöyle geçelim biz karıcığım."


Elini sırtıma koyarak beni sürüklercesine adamın yanından aldı. Her nedense, aşırı gerilmişti. Bir adım ötemdeki bedenin kaskatı kesildiğini fark etmemek olanaksızdı. 


Kalender denen adamın, "Aynen öyle," dediğini duyunca tıpkı Merih gibi ben de omzumun üstünden ona baktım. Sesindeki hıncı duymamak için sağır olmak gerekirdi. "Çek ayak altından şu meraklı karını da ezilmesin."


Sırtımdaki baskının arttırdığını sezdim. Ağır ağır adama dönüşünden bile bir uğursuzluk hissedebilmiştim ancak önüne geçebilecek kadar çevik olamamıştım. Merih birden beni oracıkta bırakarak akılalmaz bir korkusuzlukla Emniyet Müdürü'nün üstüne yürümüştü. 


Pervasızca adamın suratına doğru mırıldandı. "Ağzını topla Müdür, benim asabımı bozma."


Adamın dibine girdiğini görünce korkuyla yanlarına koştum ama yaklaşamadım. Anında işlerini terk ederek etrafımızı kuşatan birkaç polis tarafından geriye iteklenmiştim. İçgüdüsel olarak bellerindeki silahlara uzandıklarını görünce iyice panikledim. 


Ancak neyse ki Kalender elini kaldırarak, hepsini durdurdu. Üstelik bunu, kendisine diklenen adamdan gözlerini bir an bile ayırmadan yapmıştı; ekibinin üstündeki hâkimiyeti ürperticiydi. 


İçtenlikle gülümseyerek, babacan bir tavırla Merih'in yakasını çekiştirdi, güya düzeltti. "Senin asabın da bozulmaya dünden hazırmış. Bas geriye, karının yanına dön," Birden kuvvetlice göğsüne vurarak kendisinden uzaklaştırdı. "Yoksa kendini ters kelepçeyle nezarethane yolunda bulursun delikanlı."


Ufak güruhu fark edip uzaklardan koşan Çınar, hızlıca polisleri yararak Merih'in yanına fırlatmıştı kendisini. Kalabalığın nedenini anlamaya çalışan Tan'ın da bu tarafa baktığını görebiliyordum. Pınar da bir terslik olduğunu sezerek kardeşinin arkasından koşmuş, çabucak yanımıza gelmişti.


Merih'i polislerin arasından çekip alan Çınar öfkeyle, "Abi ne yapıyorsun, deli misin? Emniyet Müdürü'ne kafa mı tutuyorsun sen?" diye çemkirdiğini duydum. "Enseleyecekler şimdi seni, göreceksin."


"Ya bırak Allah'ını seversen..." Merih sinirle elini savurarak söylenmeye devam etti ama Çınar'ın kendisini uzaklaştırmasına da karşı koymamıştı. Pınar etrafındaki polislere asabi asabi bakarak, en sonunda bana da dokundu; ardından ikisinin peşine düşerek ortalıktan kayboldu.


Bu kızın bana olan kini hiç dinmeyecek.


Kızların yanımda belirmesiyle, gözlerimi Merih'ten ayırdım. "Demre, iyi misin? Ne oldu birden neden celallendiler öyle?"


"İyiyim, merak etmeyin," Kalender'in ilgiyle bana baktığını görünce, arkamı dönerek olabildiğince olay mahallinden uzaklaştım. Kızları da gittiğim yere peşimden sürüklemiştim. "Meral abla fark etmesin şimdi çıkan gerginliği, sinirlenir. Uzakta duralım biz en iyisi."


Yıllar gibi hissettiren uzun saatlerin ardından ne bulduklarını çözemediğimiz polisler, sonunda teker teker araçlarına geri binmeye başlamıştı. Artık güneş neredeyse sönmüştü; günün son ışıkları da bulutların altında kalarak ezilmişti. Ormandan sürüklenen kuru yapraklar, soğuk ayazlarla etrafa savruluyordu. 


Kalabalıktan bunalarak sakin bir kıyıya çekildiğimiz için, Selçuk Kalender ile Başkomiser Akın'ın gidişini sessizce uzaktan izlemek durumunda kalmıştım; ancak hâlimden memnundum. İkisiyle de tekrar muhattap olmak hiç istememiştim.


"Hadi, eve girelim." Ece fırlayarak ayağa kalktı. Herkes gibi, o da üşümekten omuzlarını büzmüştü. "Ne kadar uzun sürdü ya!"


"Ne buldular acaba?" diye mırıldandı Aylin.


"Hiçbir şey bulamamışlardır," Sinem ona anlamlı bir bakış attı. "Merih'i duymadın mı? Her şeyi kaldırmışlar ortadan."


Bu detayı hatırlamak canımı sıkmıştı. Evlendiğim adamın böyle insanlarla aynı safta olduğunu düşündükçe sinirlerim bozuluyordu.


Sonunda müştemilata girebilmenin sevinciyle birbirimize sokulmuş yürürken, bahçenin içinden bize doğru yaklaşan bir karartı gördük. Duraksayarak o tarafa döndük. Tortuyu andıran bir zifiri karanlık çökmüştü artık etrafa. Henüz bahçenin ışıkları yakılmadığı için de birkaç adım öteyi bile görebilmek epey zordu. 


Ama neyse ki bu telaşlı adımların sonunda, Meral ablanın tanıdık çehresi belirmişti. "Kızlar, hiç eve girmeyin. Tan Bey konakta bizi bekliyor, tüm çalışanlarla toplantı yapacakmış."


Aylin'in koluna giren Sude, yorgun argın söylendi. "Saatlerdir soğukta oturuyoruz zaten, pestilimiz çıktı. Bir toplantısı eksikti bunun."


Üşüyen ellerini cebine sokan Ece, ona alaylı bir bakış dokundurdu. "Babacığına da böyle söyle, olur mu?"


Sude ona ters ters baktı fakat bir karşılık veremedi. Çünkü önümüzden yürüyen Meral abla konuşulanları duymuş, kızgın kızgın çemkirerek ikisini de susturmuştu. "Uzatmayın, zaten kafam allak bullak oldu, bir de sizinle uğraşmayayım."


Karanlığın içinde süzülen karartılar gibi peşinden giderek, konağa girdik. Gitgide derinleşen bir sessizliğin içinden salona vardığımızda, gerçekten de tüm çalışanların burada toplanmış olduğunu görmüştük. Bütün korumalar, güvenlik kulübesindeki adamlar; hatta günaşırı konağa gelen bahçıvanlar bile vardı.


Kalabalığın üstünde gözlerimi gezdirirken tanıdık bir yüze denk geldim. Kubi de buradaydı; diğer bahçıvanların arasında duruyordu. İlk defa onu konağın içinde görmenin şaşkınlığını yaşarken, birden eğik başını kaldırarak benimle göz göze geldi.


Gülümseyerek el sallayınca ben de gülümsedim. Ama hızlıca ciddiyete geri bürünmek zorunda kalmıştım; çünkü odadaki gerginlik bu ufak tebessümü bile kaldıramayacak cinstendi.


Biraz sonra odanın diğer ucundaki ikizleri fark ettim; ardından duvar kenarında dikilen Merih'le göz göze geldim. Hâlâ emniyet müdürüne karşı takındığı tavrı hazmedememiştim. Bazen öylesine aldırışsız ve fevri davranıyordu ki serseri bir çocuktan farksız oluyordu. Gösterdiği tepki kendisine zarar vermediği için şükretmeliydi; o kadar yersizdi ki, düşündükçe hâlâ beni sinirlendirebiliyordu.


Yolunda biriken kalabalığı yararak öne çıkan Tan, kudretli bir büst gibi odanın tam ortasında durdu. Ellerini öne uzatarak bastonuna yasladı, göğsünü şişiren bir nefes aldı. "Sizin de farkında olduğunuz gibi, şahsıma yapılan bir saldırı var. İleriki haftalarda konağımızda sık sık polis ağırlayacağız gibi gözüküyor. Ama ne olursa olsun hiçbiriyle muhattap olmayacak, konuşmayacaksınız..."


Gür hitabetini bölen bir gümbürtü koptu birden. Dış kapının çarpılma sesini, birbirine karışan telaşlı adımlar seyretti; saniyeler içerisinde salonun kapısı geriye savrularak açıldı ve odadaki herkesi ürküttü.


Emre Şahoğlu marazi bir korkuyla, nefes nefese eşikte dikildi. Kör gözlerle etrafını kuşatmış kalabalığa baktı. Konaktaki bütün çalışanları tek bir odada bulmayı beklemediği belliydi; afallamıştı ama bu duygu çabuk varlığını yitirmişti. Korkusu o kadar baskındı ki diğer tüm duygularını alaşağı ediyordu. 


Tan hiddetle oğlunu azarladı. Konaktaki disiplinini bozan her türlü davranış, çileden çıkarıyordu onu. Özellikle de böyle bir günde. "Ne oluyor, ne bu destursuz giriş?"


"Baba," Sanki babasının orada dikildiğini yeni fark edebilmişti; telaşla yanına doğru tökezledi. Neredeyse düşecekken, kenarda duran adamlar tarafından tutulmuştu. Ama birisinin onu kollarından tuttuğunun farkında bile değildi; resmen sayıklıyordu. "Baba, büyük bir felaket var."


Birden avucumun içine kayan parmakları hissedince yanıma baktım. Sinem'in soluklarını tutarak usulca bana sokulduğunu gördüm. İçimde bir şeyler devrildi. Videolar internete yayılmıştı. Sımsıkı eline tutunarak, korkuyla önüme döndüm. 


Gerçekten de yaklaşan bir felaket daha vardı.


"Ne oluyor düzgünce söylesene çocuk! Ne bitmez bilmeyen bir günmüş bu böyle, bir türlü doğrulamadık." Tan'ın tahammülsüz bağırışı içimdeki korkuları harladı.


"Haberlerde..." Birden başını eğerek ağlamaya başlayan Emre, odadaki herkesi hayrete düşürdü. Merih'in hafifçe yüzünü buruşturup önündeki kıvranışları yadırgayarak izlediğini gördüm; Emre'den hazzetmediği çok belliydi. "Haberlere çıkmışım. Lütfen bir şey yap baba, kurtar beni! Sen kurtarırsın beni, yaparsın bir şeyler. Hakim arkadaşlarınla konuşsan, yayın yasağı getirsen..."


"Ne haberi, ne yayın yasağı be?" Tan, öfkeyle elini savurarak adamlardan birisine televizyonu açmasını emretti. Ama tek bir kelime daha edecek sabrı kalmamış gibiydi. Kumandayı sökercesine adamın elinden alıp hızlıca haberleri açtı, aralarında gezinmeye başladı; ta ki spiker kadından kendi soyadını duyana kadar.


"...aynı zamanda ünlü kimyagerin torunu Emre Şahoğlu'nun kadınlara cinsel istismarda bulunduğu ve bu anları gizli kamerayla kayda aldığı..." 


Tan, parçalarcasına düğmeye basarak kanalı değiştirdi. 


"...ünlü iş adamı Tan Şahoğlu'nun avukat oğlu..."


Hırsla düğmeye basarak tekrar kanalı değiştirdi.


"...Emre Şahoğlu'nun mağdur kadınlara ilaç vererek cinsel istismarda bulunduğu görüntüler..."


Odadaki herkesin gözü televizyona kenetlenmişti. Tüm duvarları inleten bu çirkin cümleler rezilliğin timsali gibiydi. Birbirine karışan spikerlerin sesine, artık utanç içinde ağlayan Emre'nin gürültüsü karışıyordu.


Daha fazla duymaya katlanamayan adam elindeki kumandayı öfkeyle oğlunun üstüne fırlattı. Emre bu beklenmedik saldırıyla yaklaşmakta olan gazabı sezmiş gibi, çabucak elini tutmaya çalıştı. Sanki şefkatine uzanmaya çalışıyordu. "Baba halledersin sen, değil mi? Benim itibarım, ailemizin itibarı söz konusu..."


Tan, ürkütücü bir fersizlikle oğlunun yakarışlarına baktı. Sonra birden dişlerinin arasından zehirli kelimeler saçıldı. "Sen," Sertçe elini çekmiş, oğlunun dokunmasına müsaade etmemişti. "Sen ne cüretle böyle bir şey yaparsın? Madem yaptın, ne cüretle yakalanırsın?"


Çıldırmış gibi kıvranarak kendisini açıklamaya çalıştı. "Baba yemin ederim kim yaymış hiç bilmiyorum, imkansızdı bulunması bana kumpas kurmuşlar..."


"Sen," Ama savunması keskin bir hançer gibi kesilmişti. Çenesi o kadar dikti ki resmen oğlunu çiğnemek istercesine bakıyordu. "Sen bu ailenin yüz karasısın. Sen bu soyadın lekesisin."


Emre panikleyerek kollarına tutunmaya kalkıştı. Bunlar altından kalkamayacağı hakaretlerdi. "Baba, hayır..."  


Birden elini oğlunun omzuna koyarak parmaklarını sıktı. Dudaklarını hırsla birbirine bastırmıştı; başı mağrur bir tavırla dimdikti. Ama suratında sarsıcı bir insafsızlık vardı; sanki lime lime etmeye hazırlanıyordu. 


Tüm gücüyle aşağıya bastırınca, elinin altında titreyen oğlunda mutlak bir korku yeşerdi. "Baba yapma, ne olursun..."


Ne olduğunu anlayamayan tek kişi bendim sanki; etrafımdaki herkeste huzursuz, ufak kımıldanmalar olmuştu. Hâlâ elime tutunan Sinem bile, farkında olmadan acıtacak kadar sıkmıştı.


Tan, oğlunun yalvarışlarına sağır kalarak elindeki gücü omzuna yüklemeyi sürdürdü. Bakışlarında gaddar bir soğukluk vardı. Yavaşça titreyerek dizleri kırılan Emre, sonunda teslim olurcasına kendisini yere bırakmıştı. Ama hâlâ korkuyla babasına bakmayı sürdürüyordu; sanki tutunabildiği tek dal onun gözleriydi. 


Dizlerinin yere vuruşu, odadaki tüm kalplerin atışıyla eşdeğer bir gürültü çıkardı.


Resmen ezmeye hazırlandığı birisi gibi, oğlunu önünde diz çöktürmüştü. Yaklaşan felaketi sezinleyen Merih, duvar kenarından uzaklaşarak sessizce Kubi'ye doğru yürümeye başladı. Ama henüz birkaç adım atabilmişken, resmen kan donduran bir hiddet ânı yaşandı.


Bastonunu kaldırarak acımasız bir biçimde oğluna vurmaya başlayan adam, dehşet içinde gerilememe neden oldu. Yaşından hiç beklenmeyen bir güçle kuşanmıştı. "Sen ne omurgasız bir çocukmuşsun. Ne yüz karası evlatlara sahipmişim ben!"


Soluk bile almadan, defalarca kez bastonu oğlunun iki büklüm olmuş bedenine indiriyordu. Adamdan yükselen acı çığlıklar, insanın ahlakını sarsıyordu. Ama hiç durmayacakmış gibiydi. Sanki kendi kanından bir insanı öldürmeye ant içmişti.


Emre Şahoğlu'nun yediği darbeler altında kıvranışları, bağırışları ve ağlayışları henüz yaşamadan ölümü tatmak gibi bir histi. Öylesine ızdıraplıydı ki, bu duygu ancak ölüm kadar acı bir mefhum insana hissettirilebilirdi sanki. Resmen bir can çekişmeydi.


Merih'in sessizce harekete geçerek, herkesi dışarıya çıkması için yönlendirdiğini görmüştüm. Kubi'yi sırtından tutmuştu, bir an önce çıkarmak için kapıya doğru sürüklüyordu; çünkü tanık olduğu şiddet ânı çocuğu strese sokmuştu. Yine ellerini başının arasına almıştı; adeta zangır zangır titriyordu.


Sessiz komutlara uyarak çabucak salondan çıkmaya hazırlananlar, kapının önünde bir öbek oluşturmuştu. Sinem'in bu akıntıya kapılarak ellerimin arasından kayışını izledim; artık aramızda başka bedenler girmişti. Diğer kızlar da dağılmış, kaybolmuştu. 


En arkadan gelen Merih'in gözü birden bize takıldı. Dehşet içinde önündeki vahşet ânını izleyen Meral ablayı fark etmiş ve alçak bir seslenişle onu silkelemeye çalışmıştı. "Meral kendine gel, kızları al götür hemen buradan." 


Ansızın, endişeyle renklenmiş gözleri beni buldu. Bu vahşi öfkeye kurban gitmek istemeyerek kapının önüne yığılanları yardı ve saniyeler içinde yanıma sokuldu. Kubi'yi de kendisiyle birlikte aramıza sürüklemişti. Diğer elini sırtıma koyarak, durduramayacağım bir hızla göğsüne doğru çekti ve üzerime doğru eğildi. "Hemen şimdi konaktan ayrılıyorsun ve kızlarla birlikte müştemilata gidiyorsun. Katiyen dışarı çıkmıyorsun."


Başımı geriye atarak bir karış ötemdeki gözlerine baktım; o kadar gergindi ki bu hâldeyken sözlerine itiraz etmek aptallık olurdu. Hızlıca başımı sallarken, tekrar gözüme acı yakarışların yükseldiği yer ilişti. Elindeki bastonu tıpkı bir kırbaç gibi yerdeki oğlunun üstüne indiren adam, hâlâ bir soluk alacak kadar bile duraksamamıştı. 


Aynı hınçla, aynı güçle oğlunu cezalandırmayı sürdürüyordu; bastonunun ucu kan olmuştu. Ama artık acı yakarışlar yoktu; tamamen kesilmişti. Yoksa bayılmış mıydı?


Kendini kaybetmiş adama bakarken, korkuyla, "Durmayacak mı?" diye fısıldadığımı duydum.


Merih beni kalabalığın arkasından çıkışa sürüklerken, görmeme mâni olacak şekilde iri bedenini duvar gibi önüme ördü. "Bakma böyle çirkin şeylere, hiç gerek yok."


İçimdeki huzursuzluk tüm iyimser taraflarımı yağmaladı. Bastonun vuruşlarını duydukça midemin bulandığını hissettim. Kendime engel olamayarak tekrar fısıldadım. "Gerçekten, durmayacak mı?"


Bu bir babanın cinayetiydi. Kendi evladından vazgeçişiydi, kendi soyundan feragat edişiydi. Cinayet işlemek yalnızca insan öldürmekten ibaret değildi. Bazı maktuller ölürken dahi hayatta kalırdı. Çünkü zaten en hazin ölüm, bittikten sonra bile seni yaşatabilendi.


Merih, beni eşikte bekleyen Meral ablaya teslim etmeden hemen önce soruma yanıt verdi. Çünkü o da farkındaydı bir cinayete tanık olduğumuzun. "Durmayacak."


𓄅


"Neden hiç aynaya bakmıyorsun?" Birden beni dürtükleyen Ece, zihnimden sıyrılmama neden oldu. "Gelinlik giymişsin, bir aynada kendine bak yahu! Bu kadar mı hevessiz olur insan?"


Resmen çileden çıkmasına ramak kalmıştı; suratıma attığı bakışlardan belliydi. Yalnızca bir saat olmuştu biz çarşıya geleli ama şimdiden hepsinin sabrı taşmıştı. Bendeki ruhsuzluk onları da sömürmüştü sanki.


"Demo gelin sen değilsen söyle de bilelim," Aylin oturduğu yerden yüzünü ekşiterek bana baktı. "Bu mutsuzluğun başka açıklaması olamaz."


Sinem onlara katılarak kızgın kızgın hayıflandı. "Zaten zar zor adım atabildik konaktan dışarıya şu malum olaylardan sonra, bari her dakikasının tadını çıkaralım."


Hızlıca üstümdeki gelinliğin eteklerini düzelttim. Kendi düğünümün ruhunu öldürdüğüm için suçlu hissetmiştim. "Hayır, mutsuz değilim tabii ki. Tam tersi çok heyecanlıyım, o yüzden aklım başka şeylere kayıyor hep."


Ece aniden üstündeki kasveti silkelenerek yanıma sokuldu. Dudaklarında arsız bir sırıtış belirmişti. "Senin sancın şimdi anlaşıldı. Düğün gecesine kayıyor aklın durmadan tabii, kuduruk seni."


"Ece!" Arkadan beliren Meral abla kınama dolu bir fısıltıyla çığırdı. Dudakları aralık kalmıştı; suratında gülünç bir hayret vardı. "Tövbeler olsun. Edepsiz kız seni!"


Her ne kadar önemsiz bir alışveriş olduğunu söyleyip gelmemesi için uğraşmış olsam da Meral ablayı ikna edemememiştim. Kızlar kadar yansıtmasa da, o da gereğinden fazla coşkuluydu; ben her yeni gelinlik giydikçe burnunu çekecek kadar hem de.


Sude annesinin tepkisine kıkırdayarak kolunu yanında oturan Aylin'in omzuna attı. Yaklaşmakta olan düğünün telaşı öylesine sarmıştı ki hepimizi, aramızdaki gerginliği ikimize de unutturmuştu. Sanki odamdaki ufak tartışmayı hiç yaşamamış gibiydik.


Yanımızdan geçmekte olan mağaza çalışanı kadın, Ece'nin arsız sözlerini duymuş, belli belirsiz de gülümsemişti. 


Meral abla gibi ben de utançla çemkirdim; durmadan beni bel altından vurmaya çalışması artık sinirlerimi bozuyordu. "Ne alakası var? Sizin aklınız benden daha çok kayıyor ne hikmetse!" Hışımla gelinliği ayaklarımın altından çekiştirerek aynanın karşısına geçtim. Bu kadar kabarık bir şey istememiştim oysa ki. Hâlâ kıkırdayan kızlara sinirli bakışlar fırlattım. "İki gün önce yaşananları düşünüyordum aslında. Emre'ye ne olduğunu siz de merak etmiyor musunuz? Resmen ortadan kayboldu."


Birdenbire hatırlattığım bu tatsız anı, hepsinin gülüşüne kasvet düşürmüştü. Ece bıkkınca nefesini üfledi. "Neyini merak ediyorsun o pislik adamın? Layığını buldu sonunda işte. Haberimiz yokmuş da neler yapıyormuş."


Aylin abartıyla dudaklarını büzmüştü. "Tan dede bütün evlatlarından tepik yedi resmen."


Meral abla saçlarımı yatıştırmaya çalışırken bizi hiç duymuyordu; artık o kadar kanıksadığı bir durumdu ki bu dedikodular, istediği zaman kusursuzca sağırlaşabiliyordu. 


Sinem çabucak yanıma gelerek gelinliğin katlanan tüllerini düzeltmeye koyuldu. Emre'nin bu hâle gelmesinde hiçbir payımız yokmuşçasına, tasasızca konuşmaya başlamıştı. "Ne olduysa oldu, unut onu. Zaten sadece birkaç gün kaldı, Merih apar topar düğün salonu tuttuğu için," Kısa bir an duraksayarak parantez açtı ve benim pek önemsemediğim bir detaya tekrar içerledi. "Tabii ben hâlâ sana sormadan düğün salonu tuttuğu için biraz sinirliyim ama neyse. Sen sadece düğününe odaklan. Tüm bu felaketlerin ortasında açan bir çiçek gibi olacaksın."


Meral abla tekrar burnunu çekti; yine dudakları titremeye başlamıştı. "Ne güzel söyledin, Sinem'ciğim. Tüm felaketlerin içinde açabilen bir çiçek olacak benim kızım."


Gerçek bir gelin olsaydım, belki.


İçimdeki burukluğa rağmen, içtenlikle kızım diyecek denli sahiplenmesi beni gülümsetmişti. Ama bu neşe kırıntısı dudaklarımda fazla kalmayı başaramadı. 


Aynadaki yansımamla göz göze gelince kendimi hiç olmadığım kadar tuhaf hissettim. Bu kadar ihtişamlı elbiselerin içinde bulunmaya hiç alışık değildim. Göğsümdeki derin dekolteye, omuzlarımdan dökülen tül duvağa baktım. Ben miydim gerçekten bu? Birkaç gün sonra kendi düğününe katılacak gelin gerçekten ben miydim? Bembeyazdım ama kendimi karanlıkta kalmış gibi hissediyordum. Üstüme ağır gelen bir yetişkinlik elbisesi giymiştim sanki; altında ezilmiştim.


İçimdeki heyecanı inkar edemezdim ama en nihayetinde ne bu gelinlik bana aitti, ne de bu düğün. Yalnızca herkese inandırmak zorunda olduğumuz bir tiyatronun kostümleriydi.


"Bunu da beğenmedim, giymeden önce de söylemiştim zaten," dedim geriye çekilerek. Zorla giydirdikleri için hepsine tek tek sitemle baktım. "Fazla kabarık ve dekolteli. Bu kadar dikkat çekici olmasına gerek yok, sade bir elbise yeterli olur."


Sinem arkamdaki fermuarı açmaya uğraşırken, sinirini çıkarırcasına çekiştirdi. "Kendi düğününde de bir zahmet dikkat çekici ol!"


Meral abla ağırbaşlılıkla araya girdi. "Karışmayın siz, neyde mutlu hissedecekse onu giysin." 


Elbiseyi kayıp düşmemesi için tutarken güç bela kabine girdim; o kadar ağırdı ki sanki peşimden bir külçe sürüklüyordum. Kızları zar zor ikna ederek araya karıştırdığım saten gelinliği gösterdim, perdeyi çekmeden hemen önce de fısıldadım. "Bunu deneyeceğim, güzel duruyor. Hemen seçeyim de çıkalım şuradan, kadın da bize gıcık oldu zaten."


Ece'nin küstah sesini duyunca gülümsedim. "İyi ne güzel, biz de ona gıcık olduk zaten."


Çabucak gelinliği üstüme geçirerek perdenin arkasından çıktım, fermuarı kapatmaları için arkamı döndüm. Aylin koşarak yanıma geldi. "İnanamıyorum, bu çok güzel oldu!"


Sinem de yanıma gelmiş, kıyısını köşesini düzeltmeye koyulmuştu. "Peri gibi oldun resmen, Demo."


Gülümseyerek aynanın karşısına geçtim. En azından içinde kendimi mutlu hissedebileceğim bir tane bulabilmiştim. Kolları eski zaman elbisesi gibi hafif kabarıktı. Üstünde hiçbir taş veya işleme yoktu. Ne fazla kabarıktı, ne de fazla açıktı. Ne fazla sönüktü, ne de fazla ihtişamlıydı. Yere kadar dümdüz uzanan, yumuşacık saten bir gelinlikti.


"Ben bunu çok beğendim, alayım da gidelim." Kabine geri dönmeye yeltenince Meral abla kolumdan tutarak beni durdurdu.


"Kız bir dur, ne bu acele?" Beni tekrar aynanın karşısına geçirerek, döndürdü. "Acele giden ecele gider. Şimdi söyle bakayım, emin misin? İçine sindi mi bu gelinlik?" Kollarımdan tutarak beni yan döndürdü. "İyice bak her tarafına, her şeyi istediğin gibi mi?"


İlgisi beni gülümsetti. "Evet, gerçekten çok beğendim. Tam istediğim gibi bir gelinlik, bence daha fazla vakit kaybetmemize gerek yok."


"Daha üç mağaza gezdik, ne vakit kaybetmesi..." Sude kendine kendine söylenir gibi mırıldanınca ona baktım. Aramızda kısa, donuk bir bakışma yaşandı.


Bu sefer durdurmalarına müsaade etmeden çabucak kabine geri döndüm. Artık daha fazla düzmece bir evliliğe gelinlik aramak için zaman telef etmek istemiyordum. Aradığımı bulmuştum, uzatmaya gerek yoktu. "Ben çok beğendim, hemen alalım bunu. Sonra da gidelim, hem zaten Merih'in annesiyle tanışmaya gideceğim daha."


Perdenin arkasından Meral ablanın düşünceli sesini duydum. "Ah, doğru. Bir de o mesele vardı tabii."


Gelinlikten kurtularak, sonunda üstüme kendi kıyafetlerimi giymenin mutluluğuyla kabinden çıktım. 


Kızları ikna edebilmenin hafifliğiyle, kimse kararından dönmeden alelacele gelinliği satın alarak kendimi mağazadan dışarıya atmıştım. Biriktirdiğim paranın çoğu gerçek olmayan bir düğünün gelinliğine gitmişti; Merih tüm masrafları karşılamayı ısrarla teklif etmiş olsa da ben istememiştim. 


Hâlâ daha fazla seçenek denemem gerektiğini savunan kızları dinlerken, soğuk havayı içime çektim. Sonunda en zahmetli kısmı hallolmuştu; geriye yalnızca üstüme geçirip rol yapmak kalıyordu.


"Çınar'la Merih'i arayayım da gelip alsınlar madem bizi." Meral abla telefonunu çıkarıp kulağına tuttu. Eliyle peşinden gelmemizi söylerken, caddeye doğru yürüyordu. "Biz kızlara elbise almaya gideriz Çınar'la, siz de Merih'le annesinin yanına..." Merih telefonu açınca sözünü yarım kesmek zorunda kaldı. "Bizim işimiz bitti damat efendi, bıraktığınız yerde sizi bekliyoruz."


Yalnızca dakikalar sonra önümüze iki siyah araba yanaştı. Merih çabucak aşağıya inerek yanıma geldi, kılıfın içindeki gelinliği elimden aldı. Gözlerindeki sevimli parıltılar, dudaklarındaki heyecanlı gülümseme içime bir sıcaklık nüksettirmişti. 


"Sakın gelinliğe bakayım deme ha!" Ece tehditkar bir edayla elini ona doğru kaldırınca herkesi güldürdü.


Merih gelinlikle birlikte bagaja doğru yürüdü ve dertli dertli mırıldandı. "İçi boş görmenin hiçbir anlamı yok zaten. Mecbur hatunun üstünde görmeyi bekleyeceğiz."


Sözleri gerginliğimi kamçılamıştı. Bir karşılık verme derdinden kurtulmak için hızlıca arabaya bindim; birkaç saat sonra tekrar görüşeceğim için kızlarla uzaktan vedalaşmıştım.


Çınar'ın kendi arabasını göstererek, "Buyurun hanımlar, emrinize amadeyim." dediğini görünce gülümsedim. Sinem'e attığı kaçamak bakışları bu mesafeden dahi fark edebiliyordum. Önüme dönerek kemerimi takarken Merih'in sürücü koltuğuna oturduğunu anlayamayacak kadar dalgınlaşmıştım.


Eğer bir şekilde ikisini düğünde dans ettirmeyi başarırsam, rahatça konuşacak imkanları olurdu. 


"Ne düşünüyor bakayım benim güzel karım?" dediğini duyunca kendimden uzaklaştım, istemsizce ona doğru çekildim. Bu kadar yumuşak bir tonla böyle konuştuğunda tüm algılarımı altüst ediyordu. Nasıl yapıyordu bunu? Yandan, kısa bir bakış attım. Çoktan arabayı hareketlendirmiş, yola koyulmuştu.


"Çöpçatanlıklar düşünüyordum," dedim gülerek ama merakla bana baktığını görünce fazla eşelememesi için hızlıca konuyu değiştirdim. "Annenle tanışırken ablan da olacak mı?"


Değişen konu merakını öldürmüştü; ilgisi dağılarak yola döndü. Şimdi biraz gergindi. "Evet, olacak."


Başka bir soru sorma gafletinde bulundum. "Baban da olacak mı peki?"


Direksiyonu tutan eli sıkılaştı, parmaklarının boğumları beyazlaştı ama bu çok anlık bir tepkiydi, hemen sonra geri gevşemişti. Sarmaşık misali tüm bedenini saran gerginlik, sanki benim de bileklerime dolanmıştı. 


Ama bu soğuk duyguların aksine, sorumu sakince yanıtlamıştı. "Hayır, babam bizimle yaşamıyor."


Onun için hassas bir mesele olduğunu anladığımdan fazla irdelemedim. Olabildiğince uysal konuşuyordum. "Benim söylememi veya söylemememi istediğin bir şey var mı peki?"


Gözlerini yoldan ayırmadı. "Sadece işimden ve konaktan bahsetme yeter. Nasıl tanıştığımızı sorarsa eskiden çalıştığın kitabevine geldiğimi, orada karşılaştığımızı söylersin. Zaten en fazla yarım saat dururuz."


Yalan hissiyatı veren kurnaz bir gerçekti bu. Gerçekten de ilk kez orada karşılaşmıştık; bana unutması epey zor bir gerginlik yaşatmıştı. Çizdiğim geyik resimlerinin üstüne basarak yüzümün hizasına eğildiği o korkutucu anlar hâlâ dipdiriydi zihnimde. Düşündükçe de beni ürpertiyordu.


Yolun geri kalanında bir daha hiç konuşmamıştı. Babasından bahsettikten sonra değişen ruh hâli annesinin yaşadığı evin önüne varana kadar varlığını sürdürmüştü. Keza bana da kendimi biraz kötü hissettirmişti.


Ama aralarının bu kadar kötü olduğunu da bilemezdim sonuçta.


Belki de bilebilirdim; zira tek gözünü kör edenin babası olduğunu zaten duymuştum. Kendisine böyle bir zulmü yapabilen adamı en nihayetinde hiç iyi anmayacağı da barizdi. Yersiz merakımdan ötürü içten içe kendime kızdım.


Arabayı kaldırım kenarına park ettiğinde sakin bir beldede olduğumuzu gördüm. Dışarıya çıkarken, "Neresi burası, Urla falan mı?" diye sordum.


"Hayır değil, Çeşme'deyiz." Arabayı kilitleyerek yanıma geldi, beni karşı apartmana yönlendirdi. Eve yaklaştığımız her adımla gerginliği de giderek artıyordu, hissedebiliyordum. "Küçüklüğüm bu mahallede geçti. Şuradaki," Eliyle sokağın ötesini gösterdi. "Bahçeli evde büyüdüm. Annem seneler önce orada kalıyordu, sonra buraya taşındı. Orası seninle yaşayacağımız ev."


Şaşırarak tekrar gösterdiği sokağa döndüm. Yan yana dizilmiş müstakil evlere baktım. "Çeşme'de mi yaşayacağız yani?"


"İstemezsen yaşamayız," dedi ama üzerine fazla konuşmaya imkan bulamadık. Zili çalma gereksinimi duymadan apartmana girmiş, beni de peşinden sürüklemişti. Birinci kattaki kapının önünde durduğunda, ben de hemen yanına geçtim. 


Kalbimin hızlandığını hissedebiliyordum. 


İlk defa bir erkeğin evleneceği kız olarak annesiyle tanışacaktım. Her ne kadar anlaşmalı bir evlilik olsa da bu, gerçekten kayınvalidemle tanışıyormuş kadar heyecanlanmıştım. Hızlıca saçlarımı düzelterek, tek omzumda topladım ama sonra vazgeçtim, sırtıma geri itekledim. Tekrar değişiklik yapamadan, kapı birden sonuna kadar aralandı.


Eşikte mavi gözlü bir kadın belirmişti. Başında gevşekçe bağlanmış bir örtü vardı. Ufak tefek bir kadındı, oğlunun aksine yumuşak yüz hatlarına sahipti. Fakat bakışlarında Merih'e ait tanıdık bir şeyler vardı. 


Oğluna dokunan ifadesiz gözleri, bana kayınca usulca aydınlandı. Dudaklarına şefkatli bir gülümseme yerleşmiş, beni rahatlatmıştı. Kapıyı davetkâr bir tavırla daha da aralarken, "Hoş geldin güzel kızım, buyur gel." dedi. 


Sanki yalnızca bendim içeriye davet edilen; oğluna hiç bakmıyordu.


Birden arkada beliren genç bir kadın, beni şaşırtacak denli Merih'e benziyordu. Gözleri koyu kahverengiydi, saçları dümdüz beline uzanıyordu. Zayıf bir kadındı; suratı inceydi. Tıpkı benim ona yaptığım gibi, o da ilgiyle beni inceliyordu. "Hoş geldin, ben Selin. Merih'in ablasıyım." 


"Merhaba, hoş bulduk." Kardeşler arasındaki soğukluk beni afallatırken, çabucak içeri girdim. Merih ben girmeden yerinden kımıldayacak gibi durmuyordu çünkü; sanki kendisi de farkındaydı ağırlanmak istenmediğinin. Girmek için hiç acele etmiyordu.


"Demre ben, tanıştığıma çok memnun oldum." Gülümseyerek önce annesine sarıldım. Kokusu o kadar hoştu ki, tıpkı oğlunu andırıyordu; ona sarılmaktan farksızdı.


"Ben de Derya, Demre'ciğim," Beni içtenlikle kendisine bastırarak geriye çekildi; suratındaki gülümseme tıpkı bir güneş kadar sıcaktı. "Tanıştığıma çok mutlu oldum, iyi ki geldin."


Seline'e sarılırken tekrar gülümsedim. "Ben de çok mutlu oldum Derya teyzeciğim..."


"Teyze mi?" Nazik bir gülüşle sözümü kesti. Elini sırtıma koymuş, beni salon olduğunu düşündüğüm yere doğru yönlendirmişti. "Derya anne demeni tercih ederim, tabii seni de rahatsız hissettirmeyecekse."


Annemden başka birisine, özellikle yeni tanıştığım bir kadına bu şekilde seslenmek benim için epey zordu ama yine de bozuntuya vermedim. "Tabii, siz nasıl isterseniz."


Merakla arkaya bakınca Merih'in ne yapacağını bilemeyerek öylece kapının önünde dikildiğini gördüm. Tanımadığı bir eve giren küçük bir oğlan çocuğu gibi, ellerini nereye koyacağını şaşırmış bir hâldeydi.


Annesiyle göz göze gelince, hafifçe eğik duran başını doğrulttu; gergin gergin duruşunu düzeltti. "Merhaba anne, nasılsın? Uzun zaman oldu." Sonra yeni anımsamış mahcup birisi gibi ileriye atıldı, telaşla yanımıza esti. "Ver elini öpeyim anne."


Derya teyze hızlıca elini kaçırarak, tutmasına mâni oldu. Oğlundaki hevesin yanında bu isteksizlik, biraz acımasızcaydı. "İyiyim iyiyim, gerek yok. Hadi, içeriye geçelim."


Annesi apar topar salona girince, terk edilmiş bir çocuk gibi eli havada asılı kaldı. Selin de ona imalı bir bakış bahşederek annesinin arkasından gitmişti.


İçimde yoğun bir hüzün ve şefkat harmanlandı; aniden kabaran hislerime engel olamayarak uzandım, havadaki elini ben tuttum. Sıcacıktı. Sımsıkı parmaklarımızı birbirine kenetledim. Madem rol yapıyorduk, inandırıcı olmalıydık. Gözlerimiz birbirine değdi; cesaret verircesine gülümsedim. Zihnindeki kargaşanın gürültüsünü duyabiliyordum. Kaşlarını çatarak birbirine karışan ellerimize baktığında, peşimden sürükleyerek salona girdim.


Ufak, sade bir odaydı burası. Hoş bir koku raks ediyordu içerde; pencere kenarınaysa bir sürü saksı dizilmişti. Televizyonun önüne çerçeveler konmuştu; içlerinde genç bir oğlanın fotoğrafı da vardı. Bahsettiği erkek kardeşi bu olmalıydı. Fakat fotoğrafların hiçbirinde Merih yoktu. Sanki gerçekten de yabancı olduğu bir eve gelmişti. Hiç bu aileye ait gibi değildi. 


Koltuğa oturarak onu da yanıma çektim; elini hiç bırakmamış, kucağıma koymuştum. Normal bir zamanda bu cesur tutuşu yapacak olsam muzipliğinden kurtulamazdım, biliyordum; ama şu anda yaşananların hiç farkında değildi. 


Ruhsuz kalmış bir beden gibi, ifadesizce duruyordu.


Derya teyze bir süre sımsıkı birbirine kenetlenmiş ellerimize baktı. Ne düşündüğünü anlamak zordu; ama onun da üstüne bariz bir hüzün çökmüştü. Gitgide uzayan sessizliği dağıtmak istercesine, sonunda gülümsedi. Yalnızca bana bakarak konuşuyordu. "Size biraz ikram hazırladım, onları getireyim."


Henüz bir şey söyleyemeden ayaklandı, telaşla salondan çıktı. Mutfaktan birtakım gürültüler yükselmişti. Selin oturduğu yerde huzursuzca kımıldandı; gözlerimiz kesişince gülümsedi. Tıpkı annesi gibi, çenesinde ufak bir gamze belirmişti.


"İzmirli misin sen de?" diye sordu, ilgiyle.


"Evet, doğma büyüme buralıyım..." dedim gülümseyerek. Merih'in baş parmağıyla nazikçe elimi okşadığını hissedince birden dikkatim dağıldı; büsbütün söyleyeceklerimi unuttum. Sanki kendisini sakinleştirmek için yaptığı içgüdüsel bir hareketti. Ama yine de hiç istifimi bozmadan, ablasına bakmayı sürdürdüm. 


Neyse ki kadının soracak soruları vardı. "Düğün hazırlıkları nasıl gidiyor? Yorucudur, bilirim."


"Evet, biraz yorucu," Aslında pek de öyle değildi; çünkü gerçek bir evlilik gibi en ince detaylara kadar düşünmemiştik. Öyle ki daha çeyiz alışverişi bile yapmamıştım. "Ama tatlı bir yorgunluk tabii."


Tam bu esnada elinde tabaklarla annesi içeriye girdi. Önce bana, ardından oğluna uzattı. Her nedense heyecanlanmıştı, birbirine kavuşturduğu ellerinden bile belliydi.


"Kabak çiçeği dolması mı bu?" Merih'in titrek sesini duyunca şaşırarak ona döndüm; kaşlarını çatmıştı, buğulu gözlerle ufak dolmalara bakıyordu. 


Üstüne binen tonlarca yükle bile sarsılmayan geniş omuzları, resmen birkaç kabak çiçeği dolmasıyla çökmüştü. Elindeki güç çekilmiş, tabak yavaşça kucağına inmişti.


"Evet," Derya teyze zar zor yutkunarak geriye çekildi, denizi andıran gözleri dolmuştu. "Oğlum çok severdi."


Geçmiş zaman kullanması resmen tarumar ediciydi. İçimde bir ağlama isteği kabardı; tabağı yavaşça kucağıma koydum. Merih'in hiç kaldırmadığı eğik başıyla çatalını aldığını, yavaşça tabağındaki dolmaya uzandığını gördüm. Adeta ağıt yakan bir sessizliğe bürünmüştü.


Sırf ayıp olmaması adına ben de dolmadan bir çatal aldım. Ama daha fazla yiyemedim. Onda bu kadar acı hatıralar uyandıran bir yemeği lezzet alarak yiyebilmem olanaksızdı çünkü.


Tabağı kenara koyarak ayağa kalktım. Biraz soluklanmaya ihtiyaç duymuştum. Dahil olduğum bu çekirdek ailenin sıkıntıları ruhsal olarak beni de yormuştu. "Müsaitse eğer lavaboyu kullanabilir miyim?"


"Tabii, gel göstereyim." Selin benimle birlikte ayaklanarak önderlik etti. Dar koridoru geçerek sağdaki ilk kapının ışığını yaktı, ardından gülümseyerek kenara çekildi.


Tam gideceği esnada, çekingen bir tavırla onu durdurdum. Salondaki gerginlik öylesine afallatıcıydı ki istemsizce merak duymuştum. "Selin abla, bir şey sorabilir miyim sana?"


Tekrar geri gelerek karşımda durdu. "Tabii, sorabilirsin."


Sesimi olabildiğince kısarak, tereddütle mırıldandım. "Merih'le aranızdaki soğukluğun sebebi tam olarak ne?" 


Şaşırarak kaşlarını çattı ama sonra hemen geri gevşetti. Koridorun ucunu kolaçan etmiş, geri bana dönmüştü. "Anlatmamış demek sana, hiç değişmemiş bu çocuk. Hadi bizi geçtim, insan sevdiği kadından da hayatını gizler mi?" Söylediklerinin patavatsızlık olduğunu zannederek çabucak toparladı. "Tabii sana anlatır zamanla, eşisin sonuçta. Benden duymuş olma ama Merih bizi terk edip gittiği için annem onu hiçbir zaman affedemedi. Ben de öyle tabii."


Şaşırmıştım. "Neden terk edip gitti ki?"


Kollarını kendisine sararak sırtını soğuk duvara yasladı. "Bir kardeşimiz daha vardı, ismi Furkan'dı. Maalesef seneler önce madde bağımlılığından vefat etti," Bu yıkıcı kaybı ilk defa duyuyormuş gibi davranmaya gayret ettim. "Olayın trajik tarafı, kardeşim aslında babam yüzünden bağımlı olmuştu. Eve hep ticaretini yapmak için boncuğa benzeyen tuhaf ilaçlar getirip dururdu. Çocuk nereden bilsin bu kadar tehlikeli bir madde olduğunu? Gençliğin heyecanıyla bulmuş evin bir yerlerinde, denemiş." 


Nazar boncuğu.


Yeniden yaşarcasına kederli bir hâlde anlattığı mazi, zihnimdeki parçaları biraz da olsa yerine oturtabilmişti. "Merih bunu kaldıramadı, babamı polise ihbar etti. Zaten babamın psikolojik hastalığı vardı, hiç normal de değildi. Ne olduysa zaten bundan sonra oldu. Merih resmen birisi zihnine girmiş gibi davranmaya başladı, senelerce her şeyi halledeceğine dair saçma sapan vaatler sunup durdu. Neyden bahsettiğini de anlatmıyordu, gizli diyordu. Sonra bir sabah, Furkan ölüm döşeğindeyken evi terk etti gitti ve bizi yalnız bıraktı."


Üzüntüyle, "Bir daha geri gelmedi mi yani?" diye sordum. Tüm ailesini gerisinde bırakmaya itecek kadar ne yaşadığını düşünmekten kendimi alıkoyamamıştım.


"Geldi ama temelli değil," dedi, dertli bir soluk alarak. "Aramızı düzeltmek için çok çabaladı ama annem hiçbir zaman affetmedi. Bakma sen, şimdi gelinini getireceğini söylediği için evine aldı. Senelerdir buraya hiç adım atamıyordu."


Elinde tuttuğu tabağa, kabak çiçeği dolmasına olan bakışını anımsayınca göğsümün daraldığını hissettim. Yıllar sonra ilk kez bu eve kabul edilmek onun için çok zor olmalıydı. Yanıt alabilmenin hevesiyle, tekrar sordum. "Annen ne meslek yaptığını biliyor mu peki?"


"Bilmiyor çünkü hiçbir zaman öğrenmek istemedi," Başını iki yana salladı. Koyu gözlerinde kardeşini andıran bir parıltı belirmişti. "Hep asker olmasını istiyordu, vatanına sahip çıkacak benim evladım diyordu. Ama hiçbir şey istediği gibi olmadı." Gözleri doldu, sesi titredi. "Şu haplar evimize girdiğinden beri bütün ailemiz dağıldı, üç kişiyi alıp götürdü bizden."


Yanına giderek nazikçe kolunu okşadım. "Çok üzgünüm gerçekten, acınızı anlayabiliyorum. Ben de ailesiz büyüdüm."


"Öyle mi?" Nemli gözlerini şaşırarak suratıma kaydırdı. Burnunu çekerek hızlıca doğruldu, yanaklarını sildi. "Neyse, tadını kaçırmayayım senin de. İyi ki tanıştık seninle, Merih adam olalı sonunda bir baltaya sap olabilmiş. Baksana, senin gibi güzel bir kızı kapmış."


Bir karşılık beklemeden, gülerek koridoru yürümeye başladı. Yanımda yaşadığı duygu çatlaması onu içten içe utandırmış gibiydi; resmen kaçarcasına uzaklaşmıştı.


Ellerimi ve yüzümü yıkayarak biraz ferahlamaya çalıştım. Ardından geri salona döndüm. Merih'in hâlâ kaskatı kesilmiş bir hâlde durduğunu görerek, yanına sokuldum. Olabildiğince yakınına oturmuş, omzumu koluna yaslayarak ağırlığımı vermiştim. Çünkü yanındaki varlığımı ona hissettirmekten başka ne yapacağımı bilememiştim.


Ablasına doğru konuştuğunda, artık sesi biraz daha sakin çıkıyordu. "Senin ufaklık nasıl? Getirseydin yanında, görürdüm..."


Selin hoyratça lafları ağzına tıktı. Kinayeli kinayeli gülmüştü. "Görsen ne değişecek ki? Dayısının olduğunu bile bilmiyor çocuk."


Hazin bir sessizlik oldu. 


Sözleri benim bile canımı yakmıştı. Huzursuzca kımıldandığım esnada, Merih bu amansız saldırıya yalnızca susarak karşılık verdi. Söylenenleri duymazdan gelerek birden ayaklanınca, beni de ayağa kaldırdı. Sımsıkı elimi tutarak, annesiyle ablasına dönmüştü. "Düğünümüz iki gün sonra ve ben sizsiz kutlamak istemiyorum. Umarım gelirsiniz. Biz artık gidelim."


Adeta birkaç dakika içerisinde kaçarcasına ailesiyle vedalaşmış ve evden ayrılmıştık. Dışarıya çıktığımızda hiç beklemeden arabasına yürümüş, çabucak binmişti. Sanki hiç vakit kaybetmeden, bir an önce kendisine acı veren bu yerden kurtulmak istemişti.


Yanına oturduğum gibi arabayı yola çıkararak, sürmeye başladı. Kısa bir süre sessizliğe dokunmayarak, yalnızca yola odaklandı. Ama sonra birdenbire şunu sordu. "Kokusu nasıldı?"


Afallayarak ona baktım. "Anlamadım?"


Gözleri hızlıca suratıma dokunarak, geri yola kenetlendi. Başına arkaya yaslamıştı; direksiyonu kavrayan eli yine sımsıkıydı. "Sarıldın ya, kokusu nasıldı annemin?"


Sorusu resmen göğsümü dağladı. Gözlerime sıcak bir şeylerin battığını hissettim. Sesindeki hasret, senelerce annesine dokunamamış öksüz bir çocuğunki kadar can yakıcıydı.


"Senin gibiydi." dedim, burukça gülümseyerek. "Tıpkı senin gibi kokuyordu."


Hayatının en güzel iltifatını almış gibi o da gülümsedi ama çok hüzünlü, çelimsiz bir tebessümdü bu. Geldiği hızla, geri gitmişti. Kör gözlerle tekrar önüne dönmüş ve yol boyunca da bir daha hiç konuşmamıştı.


 𓄅


Sessizce, aynadaki gelinle bakıştım. Tek omzundan aşağıya dökülen dalgalı saçlarına, gözlerindeki makyaja; elinde tuttuğu beyaz lalelere, yerlere kadar sürtünen elbisesinin kuyruğuna baktım. Suratındaki karmaşıklıkta gezindim. Sessizliğindeki gürültüyü dinledim.


Rüyada olmalıydım. 


Tüm bu yaşananlar, gerçek olamayacak kadar tuhaftı. Hiç beklenmedikti; ama daha çok ürkütücüydü. Resmen konaktaki son geceme gelmiştim. Artık buradan kurtuluyordum ancak mutluluğu tadamayacak kadar da kaygılıydım. Boğazıma kadar endişeye batmıştım. 


Artık onunla yaşayacak olmamın düşüncesi tam anlamıyla beni boğuluyordu.


"Demre peri gibi oldun gerçekten!" Aniden odama dalarak yanıma gelen Sinem, aynayla arama girdi. Ağlayacakmış gibi dudaklarını büzerek beni baştan aşağıya süzdü. "Merih seni görünce ne tepki verecek aşırı merak ediyorum. Dışarda bekliyorlar, hazırsan çıkalım hadi."


"Hazırım, çıkalım." Derin bir soluk aldım. Sakin kalmam gerekiyordu, bu gerçek bir evlilik değildi. Telefonumu elime alarak, kapıya yürüdüm. Sinem hızlıca eteklerimi tutmuş, gelinliği taşımama yardım etmişti. Kimsenin olmadığı koridoru geçerek, binbir zorlukla topuklularımı giydim. Kapıyı açarken, bir yandan da bu ayakkabılarla nasıl yürüyeceğime dair kendi kendime söyleniyordum. 


Henüz bir adım atabilmişken, ansızın büyük bir yaygara koptu. Ürkerek duraksadım; neredeyse geriye devrilecektim. İki tarafımdan uçuşan beyaz güller başımdan aşağıya dökülerek bastığım yola savruldu. Kapının yanına sıralanmış olan kızlar, tüm bahçeyi inletecek gürlükte bir heyecanla bağırmaya, alkışlamaya başlamıştı. Gülerek omzumda asılı kalan beyaz gülü elime aldım. 


Birden onu gördüm.


Patikaya henüz yeni girmişti. Üstünde siyah bir damatlık vardı; ceketi omuzlarına kusursuzca oturmuştu. Saçları düzgünce taranmıştı, belliydi; ama yine de rüzgarlarla alnına savrulmuştu. Yakasına siyah bir menekşe tutturmuştu.


Çok yakışıklıydı. İnanılır gibi değildi.


Ağır adımlarla bana yaklaşırken, suratında gülünç bir şaşkınlık vardı. Nutku tutulmuş biri gibiydi; defalarca kez beni baştan aşağıya süzerek gerginliğimi kamçılamıştı. Herkesin içinde böyle bakmak zorunda mıydı? Gözlerinin üstümde olduğu her saniye, beni kalbimdeki kasılmalarına maruz bırakıyordu.


Öylece durmaktansa ben de ona doğru yürümeye karar verdim. Zar zor birkaç adım attım; ama gelinliği taşımakta zorlanmış, öne doğru tökezlemiştim. Ama bu sadece ufak bir sendelemeydi; düşecek de değildim. Buna rağmen birden attığı tek büyük adımla aramızdaki mesafeyi sıfırlamıştı. Hızlıca belimi tutarak, beni herkesin içinde kendisine yasladı. Bu kadar inandırıcı olmaya gerek var mıydı? Utançla nereye tutunacağımı bilemeyerek, sonunda ellerimi göğsüne koydum.


Dudaklarına sevimli bir tebessüm oturmuştu. "Korkma karıcığım düşmezsin, artık benimlesin." 


Ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim; birden bütün utancım dağıldı. Sanki artık sadece biz kalmıştık bahçede. Hiç saklamaya yeltenmediği bir hayranlıkla gözlerini tembel tembel suratımda gezdirdi. Geçtiği yerlere tekrar geri dönüyor, doyumsuz bir tavırla da yeniden süzüyordu. 


Birden dudaklarından hulyalı bir fısıltı döküldü. "Demre..."


Kendi adımı böyle yoğun bir tonda duymak nevrimi döndürdü. Soluk almayı unuttuğumu fark ederek, hızla soğuk havayı içime çektim. "Efendim?"


Uzanıp saçımın kıyısına takılı kalmış gül yaprağını aldı, rüzgarlara teslim etti. "Tek göz yetmiyormuş bana, onu anladım. Senin yüzünden hayatımda ilk kez, iki gözüyle de görebilen insanları kıskanıyorum." Bakışlarına tanıdık bir koyuluk çökmüştü; içlerinde usulca, bariz bir arzu diriliyordu. "Sana iki gözüyle bakabilen insanları kıskanıyorum ben."


Kızlardan yükselen coşkulu bağırışlar beni bulunduğumuz âna geri sürükledi. Bu beklenmedik itirafın şaşkınlığını doğru dürüst yaşayamamıştım bile. Arkamızda bekleyen Meral ablayı görünce tepeden tırnağa kızardığımı hissettim.


"Merih..." Gözlerimi kaçırarak, başımı eğdim; tekrar utanca boğulmuştum. "Gidelim hadi, herkes bize bakıyor."


"Gidelim benim utangaç karım, gidelim," Geriye çekildiğinde beni bırakacağını zannederek boğazıma dizilen nefeslerden kurtulabildim. 


Ama hiç beklemediğim bir anda uzanarak tek manevrayla beni kucağına aldı. Şok içinde omuzlarına asıldım; telefonum neredeyse ellerimden kayıp gidecekti. "Karımın düşme riskini göze alamam ben. Gerekirse bütün düğün kucağımda taşırım ama takılıp düşmesine izin vermem."


"Merih ne yapıyorsun? Allah aşkına bırak, bütün konak bize bakıyor!" Kuyruk gibi peşine taktığı kızlarla birlikte arabaya doğru yürümeye başladı. Söylediklerim umrunda bile olmamıştı. Etraftaki kalabalığı gördükçe utançtan kendi içime sindim. "Merih sen gerçekten uslanmaz bir adamsın."


Sanki iltifat etmişim gibi, keyifle güldü.


Meral abla peşimizden koşuştururken endişeyle söylenmeye başlamıştı. "Dikkat et oğlum, düşüreceksin şimdi kızı. Allahım, bu çocuk hiç akıllanmayacak mı?"


Ece'nin arkamızdan bağırdığını duyunca, dilimin ucuna kadar tırmanan sövgüyü zar zor yuttum. "Merih abimiz hızlı çıktı, geceyi bekleyemeyecek herhalde."


Birbirine karışan uğultulu gülüşmeler oldu. Meral abla öfkeyle ona çemkirmiş, bitmek bilmeyen arsızlığı yüzünden azarlamıştı. 


Merih patikadan çıkarak arabaya doğru yürüyecekken bastonuyla kenarda beliren Tan Şahoğlu, birden durmasına neden oldu. Yavaşça ona doğru döndü ama hâlâ ısrarla beni yere indirmiyordu. 


Gri gözler, kucağında tuttuğu benden Merih'e yükselirken herkesi boğazlayan tuhaf bir sessizlik zuhur etti. Merih yüzünden o kadar uygunsuz bir anın içine düşmüştük ki, istemsizce öfkelendiğimi hissettim.


"Tebrik ederim, gençler." Gür sesi resmen tüm bahçeyi inletmişti. "Sevenler kavuştu desenize. Aman dikkatli gidin düğününüze, dağda sis var."


Merih hızlıca başıyla selam verdi. "Teşekkürler, Tan Bey."


Takındığı ciddiyet öylesine eğreti durmuştu ki, sanki kucağında taşıdığı kimse yoktu. Geriye çekilerek, tekrar yürümeye başladı ve sonunda uzaklaştığımız için beni rahatlattı.


Fakat yine de beni nazikçe gelin arabasına koyup yanıma oturana kadar, kızların şamatasından kurtulamamıştım. Sonunda herkes arabalara doluşunca, şoförlüğümüzü yapan Çınar vakit kaybetmeden yola koyuldu.


Dikiz aynasından bizi bulan ela gözlerinde muzip bir sevinç belirmişti. "Abi öyle bir bakıyorsun ki kıza, gerçekten yengem olduğunu düşüneceğim valla."


Merih gülerek yolu gösterdi. "Önüne bak sen önüne."


İkizlerin düzmece evlilik gerçeğini bildiklerini hatırlayınca içten içe afalladım; bu ufak detayı unuttuğuma şaşırmıştım. Kubi'nin evinde yaptığımız hararetli konuşmayı anımsayınca, merakla, "Pınar nerede bu arada?" diye sordum.


Çınar alayla güldü; kardeşini küçümseyebileceği hiçbir fırsatı geri tepmiyordu. "Nerede bilmiyorum ama her an düğününüze silahlı baskın yapabilir, hazırlıklı olun."


Sarmal misali kıvrılan dağın eteklerini inmeye başladıkça, etrafımızı kalın bir sis bulutu kapladı. Resmen aşağıdaki şehri görünmez kılmıştı. Çınar uzanıp telefonunu radyoya bağlarken, kendi kendine mırıldandı. Birden tüm arabanın içini harmandalı müziği doldurmuştu. "Biraz şenlenelim yahu. İzmirliler olarak düğünde harmandalı oynamamız farz ha, ben size söyleyeyim şimdiden."


Merih gülerek uzandı, onun omzuna vurdu. "Ayıpsın oğlum, Efeler olarak sahnenin tozunu attırmazsak adam değiliz."


Çınar da gülerek omzunun üstünden ona baktı; gülünç bir hızla galeyana gelmişti. Elini havada sallayarak bağırdı. "Efeler sahne bizi bekler, Efeler!"


Gülerek ikisinin birbirini kızıştırmasını izlerken, telefonumun titrediğini hissettim. Dalgın dalgın elime alarak ekrana baktım. Bilinmeyen bir numaradan mesaj gelmişti. Bir süre bekledikten sonra, merakla üstüne tıklayarak açtım.


Henüz okuyamadan, araba ani bir manevrayla sağa doğru kayınca omzumu kapıya çarptım, telefon elimden kayarak düştü. Kolumu ovuşturarak yere eğildim. "Ne oldu öyle?"


Çınar uzanarak radyonun sesini kıstı. "Nereden fırladı bu, dağdan mı indi?"


Merih arkasını dönerek daracık yolda dibimize giren siyah arabaya baktı. "Kim bu lavuk? Bizden biri değil."


Gelinliğimin altında zar zor bulabildiğim telefonu sonunda alarak geri arkama yaslandım. Neler oluyordu? Hafif hafif bizi sıkıştırarak yamaca doğru iteklemeye çalışan yanancı arabaya baktım. Sis öylesine yoğunlaşmıştı ki plakası bile gözükmüyordu. Üstüne üstlük uzunlarını yakmıştı; resmen insanın gözünü alıyordu.


Merih soğukkanlı bir tavırla Çınar'ın omzunu tuttu. "Yavaşla sollasın bizi, derdi geçmek herhalde." 


Çınar keskin bir virajı daha dönerken, öfkeli bir sesle, "Zaten çok yavaşım, adam geçmiyor ki. Derdi başka bunun." diye mırıldandı.


Elimde tuttuğum telefonu hatırlayarak tekrar mesajlara girdim. Birisinin bizimle eğlendiğini düşünmüş, üstünde fazla kafa yormamıştım. Bilinmeyen numaraya tıklayarak, çabucak gönderdiği mesaja baktım; yalnızca üç kelimeden ibaretti. Kısacıktı ama hissettirdikleri bir ömür kadar uzundu. 


Baban ölmedi, yanımda.


Birden araba sağa doğru savrulunca başımı cama çarptım. Gözlerime kara perdeler devrildi, karnıma ızdıraplı bir duygu saplandı. Telefon tekrar elimden düşmüştü ama ben artık farkında değildim. Arabanın içinde bir bağırtı olduğunu duyabiliyordum fakat algılayamıyordum. 


Baban ölmedi, yanımda.


Araba bu sefer de sola doğru savruldu; birden kendimi Merih'in kucağında buldum. Telaşla kolunu bana sararak, tek eliyle önündeki koltuğa tutundu. Beni kendisine kenetlemişti.


Panikle etrafa bakınarak Çınar'a bir şeyler bağırdığını görebiliyordum ama hiçbir şey duyamıyordum. Sanki ruhum çekilmişti. Zihnimden hiçbir düşünce geçemiyordu. İçinde bulunduğumuz anın korkusunu bile hissedemez olmuştum.


Sanki yaklaşan felaketi sezmiştim. Korkuya kapılarak Merih'e sarıldım ve her şeyin bir kabus olmasını dileyerek sımsıkı gözlerimi yumdum. 


Babam yaşıyor olamazdı. İmkansızdı.


Artık frene asılmanın işe yarayamadığı bir lahza oldu. Direksiyonun hâkimiyeti kayboldu; tekerleklerin zemine tutunmakta zorlandığı hazin bir an başkaldırdı.


Şimdi ölemezdim. Babamın yaşadığı bir hayatta ölemezdim.


Araba yamaçtan aşağıya kayarak, takla atmaya başladı.








Bu nasıl düğün ya oynayamadık??? 😇😇😇 Neyse çok da dalga geçmeyeyim yazıktır günahtır 🥲 Demre artık babasını öğrendiğine göree kartlar yeniden dağıtılmasın mıııı? Ben biraz Demre ve Merih'in gelin ve damat olarak karşılaştıkları ilk anda duygulanmış olabilirim şu kadarcık 🤏🏽 Bu arada Azalanlar toplamda 50 bölümü geçmez diye düşünüyorum yani artık olayların derlenip toplandığı bölümlere giriyoruz. Şimdiden söylemiş olayımm 🥹❤️‍🩹

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-