36

 Yeni bölüme hoş geldiniiiz! 🫶🏻 Biliyorum gecikti ama kendimi affetirmek için size 10 bin kelimelik upuzun bir bölümle geldimm. Malum günler de kaydı, haftaya cumartesi tekrar yeni bölümde buluşalım mı? ✨ 


Bölümün girişi küçüklüğümden tatlı bir anıyla başlıyor deseem?? Tabii sadece kalp dinleme kısmı hehe 🥹🥹🥹✨🫀 Şimdiden hepinize keyifli okumalar diliyorumm, yıldıza basıp parlatalım lütfen ✨🥺 Yorumlarınızı merakla bekliyor olacağımm en sevdiğim şey onları okumak ❤️‍🔥 Bu arada geçen bölümde Demre'nin gelinliği nasıl diye soranlar olmuş, model olarak aşağıya bıraktığım resimdeki gibi düşünebilirsiniz ama saten olacak şekilde 🥹❤️‍🔥✨


36: YAN ODADAKİ YANGIN




𓅪



Çocukluğumun en heyecanlı ânı, aynı zamanda da en hüzünlü ânıydı.


Henüz altı yaşındaydım. Annemin kardeşime daha fazla sevgi göstermesiyle sinirlenerek, toy duygularla evden kaçmış; apartmanın önündeki kaldırıma çökerek saatlerce sokakta oynayan çocukları seyretmiştim.


Gitgide kararan hava bana yine babamı getirdiğinde, hâlâ küskün bir hâlde kaldırımın kenarında oturuyordum.


Karanlık çökmeden eve gelmeyen babam, bazen de günlerce hiç yanımıza uğramazdı. Sonra bir akşam tekrar çıkagelir, önceki akşamdan daha ihtiyarlaşmış gözükürdü. Böyle zamanlarda kendisini anneme affettirebilmek için, yanında hep değerli taşlarla süslenmiş pahalı takılar getirirdi. Nereden aldığını sorduğum zamanlarda da yaşlı bir kuyumcu adamın kendisine armağan ettiğini söylerdi.


Keza o gün yine, aynı yorgun adımlarla sokağın köşesinde belirmişti. Belki de hastalığı gitgide şiddetlenmişti; zaten ölümün evimize uğrayarak onu bizden almasına sayılı günler kalmıştı.


Suratımdaki küskünlüğü görünce şefkatle gülümsemişti. Yanıma gelerek tek solukta kendisini kaldırıma bırakmış, "Yine niye suratın asık senin bakayım?" diye de sormuştu.


"Kalbim kırık." demiştim, yaşıma büyük gelen bir duyguyla.  


Keyiflenerek gülmüştü. Ama belki de kederli bir gülüştü bu; artık hafızama pek inanamıyordum. Aynı hatırayı o kadar çok zihnimde evirip çevirmiştim ki, belki de çoktan hatırlamak istediğim hâle sokmuştum.


"Gerçekten kırık mıymış bir bakalım mı?" diye sormuştu, avucunun içinde kaybolan elimi tutarak. Yavaşça elimi göğsümün üstüne bastırmış, yüzümün hizasına kadar da eğilmişti. "Dinle bak. Kırılmamış bence, gayet düzgün çalışıyor."


Tenimin altındaki güçlü vuruşları hissedince hem korkmuş, hem şaşırmıştım. Gözlerimi irileştirerek babama bakmıştım. "Ne var içimde baba?"


"Kırık sandığın kalbin." demişti, gülümseyerek. 


Elimi bırakarak geriye çekilmişti ama ben uzun bir süre, göğüs kafesimin içindeki yaşamı hissedebilmek için çabalamıştım. Tenimdeki vuruşların bana verdiği heyecan, ufak bedenim için çok büyüktü. "Niye böyle sesler çıkarıyor?"


Yeniden durgunlaşmıştı. "Yaşadığın için."


Merakla onun göğsüne uzanmıştım. "Senin kalbin de aynı sesleri mi çıkarıyor baba?"


Kör gözlerle, geniş göğsünde kalbini arayan ufak elime bakmış, ardından tutarak geri çekmişti. "Hayır, benimki daha farklı ses çıkarıyor."


Bir türlü kalbini hissedememenin üzüntüsüyle dudaklarımı büzmüştüm. Sanki göğsünün altında yaşamın sesi yoktu. "Babaların içinde kalp olmaz mı? Hem sesi niye daha farklı ki?"


Hiç kımıldamadan, sokağın ucunda birikmiş karanlığı seyrediyordu. "Yaşayamadığım için."


Afallamıştım. "O ne demek?"


"Büyüyünce anlarsın." demişti ama ben büyüyünce de anlayamamıştım. Babamın neden yaşayamadığını hiçbir zaman anlayamamıştım.


Başımı okşayarak, ağır bir yük gibi doğrularak yanımdan kalktı. Usulca sokağın köşesine yürüyerek, zihnimin kıyısına doğru uzaklaşınca tüm anılarını da peşinden sürükledi. 


Zihnimdeki karanlık usulca dağıldı, hissiyatlar tekrar bütün bedenime nüksetti. 


Binbir güçlükle gözlerimi aralayınca üzerime eğilmiş bir karartı gördüm. Etraf öylesine dönüyordu ki, tepemdeki ağaçların gür saçları birbirine karışıyordu. Sanki dönen her şey beraberinde anlamlarını da düşürüp kaybediyordu; içine hapsolduğumuz ân artık çok manasızdı. Kulaklarımdaki sağırlık usulca dinince, birisinin ismimi bağırdığını duydum.


Yüzümü buruşturarak başımı tuttum.


"Demre, hadi konuş benimle bir tanem," Defalarca kez gözlerimi kırpıştırdım. Dünya yavaşça duruldu, sonunda dönmeyi bıraktı. Kaybolan tüm anlamlar yerini buldu. Merih'in kanlı suratını, endişeyle kımıldayan dudaklarını gördüm. Ellerinin yüzümü kavradığını hissettim. "Bana bak, bir şeyin yok. İyisin, hiçbir şeyin yok. Hadi lütfen konuş benimle, bir şey söyle."


Şakaklarından çenesine süzülürken kirpiklerine takılan, durmadan gözünü kırpmasına neden olan kan damlasına baktım. Ölebilirdik. Merih ölebilirdi. Yaşadığını görmeme rağmen bu ızdırap verici ihtimal, adeta bütün bedenimi kuşattı. Korkuyla elimi göğsüne koyarak altındaki kalbi hissetmeye çalıştım. Atıyordu. Birden göğsümde yoğun bir ağlama isteği kabardı.


Kısık bir hıçkırık taştı dudaklarımdan. "Yaşıyorsun."


Ağlayarak yattığım yerden kalktım, hışımla boynuna atıldım. Yüzümü omzuna gömerek tanıdık kokusunu soludum. Üstüne binen bu ani yükle sarsıldı, şaşkınlığı ikimizin de bedenini kuşattı; ama yine de tek koluyla belimi kavrayarak beni kendisine bastırabildi.


"Yaşıyorum yavrum, korkma yaşıyorum." Saçlarımı okşadığını hissedince içimdeki ızdırap daha da kabardı. Sesindeki kısıklıktan bile ne kadar acı çektiğini anlamak mümkündü ama yine de beni teskin edebiliyor, nazikçe saçlarımı okşayabiliyordu.


Geriye çekilerek omzuna tutundum; ağlayarak gözlerine, yüzüne, her yerine baktım. Yaralanmıştı. Kolundan akan kanı fark ettiğim an panikleyerek eline uzandım. Kendi sayıklamalarımı duydum birden. "Kanaman var, Merih. Yaralanmışsın! Ya kan kaybından ölürsen?" Telaşla ayağa kalktım; gelinliğime takılıp sendeledim ama yine de doğrulabildim. "Gitmemiz lazım, hastaneye gitmemiz lazım. Birisini daha kaybedemem ben. Aynı acıyı tekrar yaşayamam. Telefonum... Ambulans..."


Hızlıca benimle birlikte kalkarak kolumdan tuttu. "Demre sakinleş önce..."


Öfkeyle silkelenerek elinden kurtuldum. Birdenbire bütün tahammülümü yitirdim. Üstünde ince bir duman tüten hurdaya dönmüş araba gözüme ilişti. Avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Sanki yaşadığım her şey omuzlarıma bindi, beni acımasızca altında ezdi. 


"Nasıl sakin olabilirim ya? Başıma gelmedik şey kalmadı, bıktım artık ben bu felaketlerden. Nasıl sakinleşeyim ben?" Hınçla üstümdeki gelinliği çekiştirdim. Eteklerine bulaşan kan, ölümün bıraktığı ayak izleri gibiydi; sanki yine yakınlarımdaydı, pusuya yatmıştı. "Ben düğünümü bile huzurla yapamayacak mıyım? Neden hiçbir şey yolunda gitmiyor? Üstümde kanın var Merih. Gelinliğimde senin kanın var. Ben nasıl sakinleşeyim?"


"Farkındayım bir tanem, farkındayım." Yanıma gelerek iki eliyle yüzümü kavradı. Yanaklarıma devrilen sıcak yaşları sildi. Ama suratından akan kanları gördükçe, ağlama isteğim biraz daha kabarıyordu. Yüzümün hizasına eğilerek, dosdoğru gözlerimin içine baktı. "Merak etme, çok güzel bir düğünümüz olacak. Her şey yoluna girecek. Önce şuradan sağ salim çıkmaya bakalım, tamam mı?"


Ansızın arkadan bir ses yükseldi. "Beni düşündüğünüz için teşekkürler, iyiyim ya ben. Siz buradan düğüne geçin isterseniz."


"Çınar!" Panikle ileriye atıldım, arabanın çarparak durduğu ağacın kalın gövdesinden dolandım. Eteklerime takılan kuru yaprakları tekmeleyerek etrafa saçmıştım. Ancak Merih benim aksime daha temkinli ve sakindi. "Çınar, iyi misin?"


Ağaca yaslanmış, otururken bulmuştum onu. Alnından akan kan, beyaz gömleğine bulaşmıştı. Boynundaki kravatı gevşetmişti, saçları karmakarışıktı. Yaprakların üstüne çökerek, endişeyle yaralarını inceledim. Merih de yanımıza gelmişti; arkadaşına bakıyordu.


"İyiyim, merak etme." dedi, kolumu tutarak. Ela gözleri, tıpkı benim ona yaptığım gibi beni incelemeye başlamıştı. Üstümde bir yara bulmaya çalıştığı belliydi; ama içlerinde en iyi durumda olan bendim. "Asıl sen nasılsın? Baygındın az önce."


"İyiyim, bir şeyim yok, şoktan bayıldım sanırım." Biraz ötemizdeki ağaca toslamış olan arabaya baktım tekrar. Ardından dağın sisli tepesine, devrildiğimiz yamaca doğru döndüm. Fazla uzakta sayılmazdık; demek ki çok yuvarlanmamıştık. "Nasıl sağ çıktık biz bu arabadan? Tek hatırladığım şey şuradan aşağıya yuvarlanışımız, sonrası yok bende."


"Ağaç bizi durdurdu," Merih'in konuştuğunu duyunca tekrar ona döndüm. Yüzünü buruşurmuştu, boynundaki kravatı gevşetiyordu; çenesine akan kan, gömleğinin yakasını kıpkırmızı yapmıştı. Sanki kelimeler zar zor çıkıyordu boğazından. "Yoksa aşağıya kadar yuvarlanırdık."


"Yuvarlana yuvarlana Allah'ına kavuşurduk artık." Çınar oflayarak, bacağını daha iyi bir pozisyona getirmek için uğraştı. Pantolonunun kumaşı yırtılmıştı; altındaki kuru toprağa kan bulaşmıştı. Kokusu bile soluklarımıza sinmişti.


Sağ çıkabilmemiz bir mucizeydi.


Merih birden öfkeyle doğruldu, sertçe ağacın gövdesine vurdu; sanki o da benimle aynı farkındalığı yaşamış, hiddetlenmişti. "Ölebilirdik lan, resmen bizi öldürmeye çalıştı." Sesli bir şekilde dile getirdiği bu hakikat, resmen onu şaşırtmıştı. Fakat ihanete uğrayan birisinin şaşkınlığını andırıyordu bu. "Ne demek bu biliyor musunuz? Herif bizi gözden çıkardı demek."


Şaşırarak ben de ayağa kalktım. Bacağımdaki ağrı adım atmama mâni olmuştu. Çabucak ağaca tutunarak destek aldım. "Kimden bahsediyorsun?"


Ama beni duymuyordu. Hâlâ yerde oturan Çınar'a bakarak konuşmayı sürdürüyordu. "Bizi gözden çıkardı diyorum adam, öldürmeye karar verdi. Demre vardı lan arabada, resmen o da ölebilirdi! Söyle bana, ben bu şerefsizi yaşatır mıyım şimdi?" 


Çınar zar zor sendeleyerek ayağa kalktı, sırtını ağaca yasladı. Nefes nefese kalarak, arkadaşının hiddetine baktı. "Sakinleş önce abi, işin aslını öğrenmeden hareket etmeyelim."


"Bunu bize kimin yaptığını biliyor musunuz siz?" Sabırsızlanarak tekrar araya girdim fakat sesimi yine kimseye duyuramadım. İkisi de yanlarındaki varlığımı unutmuştu. 


Merih hışımla sökercesine üstündeki damatlığı çıkardı, yanıma gelerek üşüyen bedenime sardı. Ama hâlâ varlığımı görmüyordu; sanki içgüdüsel olarak yaptığı bir hareketti bu. Gözlerine o kadar koyu duygular nüksetmişti ki, kapkara bir perdeden farksızlardı; sanki bütün görüşünü engellemişlerdi.


Geriye çekilirken, hınçla boynundaki kravatı biraz daha gevşetti. "Ne işin aslı abi? Herif biz konaktan çıkarken ne dedi hatırlamıyor musun sen? Dağda sis var dikkatli inin dedi, resmen apaçık sinyal vermiş bize haysiyetsiz!"


"Tan..." Ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Merih sadakatle bağlı olduğu patronunu öldürmekten mi bahsetmişti az önce? Daha önce hiç ona karşı böyle bir kin beslediğine tanık olmamıştım. Ama ondan bahsettiği şüphesizdi, zira Tan gerçekten de dikkatli gitmemizi söylemişti. Resmen kendince bizi öldürmüştü. "Bu kadar ileri gidebilir mi? Yani..." Bir nevi şok içinde, hurda hâlindeki arabayı gösterdim. "Bunu yapacak kadar ileri gider mi? Sen en güvendiği adamısın!"


Kendisini gösterince Merih bana çözmezi zor, karmakarışık bir bakış attı; ama son sözümü duymazdan gelmeyi tercih etmişti. "Gidebilirmiş demek ki, öğrenmiş olduk..." Ansızın gözlerine ürkütücü bir istikrar çöktü. Sanki nerede bulunduğunu, ne durumda olduğunu büsbütün unutmuştu. Yamaçtan yukarıya doğru yürümeye koyuldu. "Ama ben ne yapacağımı çok iyi biliyorum."


Öfkeyle ileri atılarak kolunu tuttum, henüz gidemeden onu durdurdum. Sertçe kendime döndürünce kaşlarını çatarak bana baktı. "Hayır, hiçbir yere gitmiyorsun," Çınar'ın da onun peşinden gitmeye hazırlandığını sezmiş, diğer elimi de ona doğru kaldırmıştım. "Kimse yerinden kımıldamayacak. Önce hastaneye gideceğiz, bu meseleyle sonra ilgileneceğiz." Merih'in attığı tek bir bakıştan bile karşı çıkmaya hazırlandığını anlamıştım; aniden celallendim. "Sus Merih, sakın itiraz etme bana. Az önce şu korkunç arabanın içindeydik biz. Nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum ben. Şu anda üçümüzün hayatta olması bir mucize, farkında mısınız siz? Belki de iç kanama geçiriyoruz ve şoktan hissetmiyoruz. Bu yüzden kimse hastane dışında başka yere gitmeyecek şu anda."


Tam bu esnada, dağın puslu eteklerinden bağırışlar yükselmeye başladı. Korkunç bir yaygara kopmuş, bütün ormanı ablukaya almıştı. "Neredeler? Yaşıyorlar mı? Demre!"


Merih'i bırakarak, bu sefer de ben yürümeye başladım. Kızların sesini tanımıştım. Gelinliğimin eteklerini çekiştirerek, peşimden sürüklediğim ölü yapraklarla yokuşu tırmanmaya koyuldum. "Hepsi çok korkmuştur şimdi, bir an önce gidelim yanlarına."


"Hop, dur bakalım orada." Merih zahmetsizce bana yetişerek hızlıca belimden yakaladı. Ansızın ayaklarım yerden kesildi; saniyeler içinde kendimi kucağında buldum. "Hatunu şu hâlde yürütecek değiliz herhalde."


"Merih ne yapıyorsun? Sen benden daha çok yaralısın, farkında değilsin sanırım!" Sımsıkı tenime kapanmış olan parmaklarını gevşetmek için çırpındım fakat beceremedim. "Arabanın içinde nasıl tuttuysan artık beni, hiçbir şey olmadı bana. O yüzden bırak, kendim yürüyebilirim."


Ama beni duymuyordu; yine yaşadığımız anın hazinliğine kapılmış ve çoktan dağın tepesine doğru yürümeye koyulmuştu. Sonra birden, ürkütücü bir kararlılıkla mırıldanmaya başladı.


"Bu beyazlığa dokunmayacaklardı. Her şeyi kirletebilirlerdi. Ama bu gelinliği kirletmeyeceklerdi." Gözlerinde uğursuz bir fersizlik belirmişti; yalnızca yürüdüğü yola bakıyordu. "Madem bu kadar hevesliler kirletmeye, öyleyse kendilerine temiz kefen bile bulamayacaklar. Bu gelinliğe kan bulaştıran herkesi tek tek kirli kefenlere sokacağım. Merak etme, senden çaldıkları her beyazlığın bedelini onlara ödeteceğim."


Ant içerek söylediği sözler, tüylerimi ürpertti. 


Her nedense, ablası Selin'in bana anlattıkları dirilmişti zihnimde. Sırf kendisine edindiği dava yüzünden tüm hayatını, ailesini ve evini ardında bırakması; şu anda gösterdiği kararlılığın ufak bir emsali gibiydi. Henüz davasının nedenlerini ve sonuçlarını öğrenememiş olsam da, içinde kardeş acısının yattığını biliyordum.


Birden ona karşı yoğun bir yakınlık duydum.


Bana hiç bakmayışından istifade ederek, sessizce suratını inceledim. Başının kenarından şakaklarına akan kana tanık oldukça, gözlerim yeniden nemlendi. Görüşüm tekrar bulanıklaştı. Karnımda yine, kaybetme korkusu yeşermişti.


Onu kaybetmek nasıl hissettirirdi, artık biliyordum. İçimdeki korku öylesine sömürücüydü ki sanki hayatımdaki bütün renkleri kolayca yağmalayabilirdi; babamın yaşadığını bilmek bile, beni renksiz bir hayattan kurtaramazdı. Onu kaybetmek nasıl hissettirirdi, artık biliyordum.


Buğulanan gözlerimi kırpıştırınca yanaklarıma alev misali yaşlar devrildi. Defalarca kez yutkundum. Gelinliğimin kolunu çekiştirerek, saten kumaşı gözünün kenarından çenesine kadar akan kanın üstüne bastırdım. Nazikçe yüzündeki kiri silmeye başlayınca bana kısa, şaşkın bir bakış bahşetti ama hiç duraksamadan yürümeyi sürdürdü.


"Ne yapıyorsun? Kirletmesene yavrum gelinliğini, daha düğünümüzü yapamadık." diye mırıldandı, artık sesi yatışmıştı; az önceki uğursuzluktan eser yoktu. Keza belli belirsiz gülümsüyordu.


"Önemli değil, yaşadığımız sürece önemli değil." diye fısıldadım, titrek bir sesle. Bu gerçeği kendi sesimden duyabilmek, nedensizce bir ferahlık vermişti içime. "Yaşadığımız sürece hiçbir şey önemli değil."


Gözlerini yoldan ayırarak bana kenetledi; attığı kararlı adımlar artık yavaşlamıştı. Sesimdeki ve bakışlarımdaki duygu silsilesini fark etmişti, belliydi; ancak sebebini anlayamamıştı. Sadece bir karış ötemden kesintisizce suratıma bakmıyormuş gibi davranarak, yüzündeki kanları usulca gelinliğimle temizlemeye devam ettim. 


Ayağını sürüye sürüye yanımıza gelen Çınar, aramızda örülen gürültülü sessizliği sanki hançerle kesti. "Abi istersen beni de biraz kucaklayabilirsin ama tabii istersen."


Merih efsunlu bir andan sıyrılarak gözlerini benden ayırdı, zar zor önüne geri döndü. Adımları yine hızlanmıştı; Çınar'a da omzunun üstünden kısa bir bakış fırlatmıştı. "Yürü hadi yürü."


Tam bu sırada, tortu misali dağa çökmüş sisin içinden karartılar belirdi. Neredeyse koşarak yamaçtan inen Meral abla bizi görünce tökezleyerek durdu. Eliyle, soluksuzca inip kalkan göğsünü tuttu. Suratında dehşet dolu bir ifade vardı.


Birden ağlarcasına yakarmaya başladı. "Şükürler olsun! Yaşıyorsunuz, o kadar korktum ki!" Birden arkasına dönerek tüm ormanı inletti. "Buradalar, buldum! Yaşıyorlar!" Tekrar bize döndü, siyah kadife elbisesinin eteklerini tutarak yanımıza kadar koşuşturdu. Merih'i kolundan tutarken, benim de yüzümü kavradı. Elleri resmen buz kesmişti. "Yüreğim ağzıma geldi. Siz nasıl... Nasıl sağ çıkabildiniz o arabadan? Resmen takla attığınızı gördüm!"


Hiç beklemeden, yatıştırmaya çalıştım. "Merak etme, iyiyiz. Ciddi bir yara almadık."


"Şuradaki ağaca çarpıp durmasaydık sağ çıkamazdık, neyse ki sadece bir takla attık." Çınar metrelerce aşağıda duran arabayı gösterince Meral abla tanık olduğu manzarayla bayılacakmış gibi sendeledi. Eliyle alnını avuçlamıştı.


Merih'in boynuna sarılmış olan kollarımı çözerek çabucak ona uzandım. Gerçekten de düşüp bayılmasından korkmuştum; öyle ki beti benzi atmıştı. "Meral abla sakinleş, ciddi bir durum yok ama yine de bir an önce hastaneye gitmemiz gerek."


"Hastane, evet," Silkelenerek, hızlıca başını salladı. "Hemen gitmemiz lazım, doğru."


"Demre!" Birden sis bulutunu yararak ağaçların arasında beliren Sinem, attığı çığlıkla hepimizi ürküttü. Elinde tuttuğu topuklularla üzerimize koşmaya başladığında, hemen arkasından Sude de çıkagelmişti. Nefes nefese kalmıştı, sanki nutku tutulmuştu. O da topuklularını çıkarmıştı, yalın ayaktı.


Meral abla çelimsiz bir öfkeyle onlara döndü. "Ben size kimse aşağıya inmeyecek demedim mi? Bir kere de sözümü dinleseniz kafamı kıracağım ben!"


Sinem yediği azarı hiç duymamıştı; ağlayarak yamaçtan koştu, yanıma vardı. Hızını taşıyamadığı için üstümüze toslamış, Merih'i birkaç adım geriletmişti. Ama onun da farkında değildi. İki eliyle yüzümü kavradığında, panikten hiçbir şey algılayamıyordu. "Nasılsın? Bir yerini incitmedin, değil mi? Allah'ım her yer kan olmuş!" Gelinliğimin toprağa sarkan eteğini çekiştirerek üstündeki koyu lekelere baktı. "Kimin kanı bu?"


"Merih'in, benim değil," dedim telaşla onu durdurarak. Tekrar asıl yaralının o olduğunu anımsamış, korkuya kapılmıştım. Burada zaman kaybetmememiz gerekiyordu. "Lütfen önce bir hastaneye gidelim, sonra konuşacak vaktimiz zaten olacak."


"Evet, kaçılın şöyle geriye," Meral abla kızları kenara itekleyerek yolumuzu açtı. "Merih çabuk gidelim oğlum, hadi."


Nefes nefese önümüzden çekilen Sinem, bacağını sürüyerek yürüyen Çınar'ı gördü birden. Hiç düşünmeden yanına giderken, çabucak yanaklarındaki yaşları sildi. Sanki soğukkanlı olabilmek için bu ıslaklıktan kurtulması gerekmişti.


"Çınar, iyi misin? İnanamıyorum, bacağın yaralanmış!" diyen ağlak sesini duyunca, geriye baktım. "Nasıl tek başına yürüyebildin bu kadar yolu?"


Çınar'ın yalnızca birkaç dakika önce Merih'ten kendisini taşımasını istememiş gibi, "Bize bu acılar koymaz." dediğini duyunca, sessizce güldüm. Suratındaki korkusuzluğun çok gülünç bir yanı vardı. "Bütün dağı yürürüm bu hâlde ben."


Ama Sinem onun böbürlenmelerini duymuyordu bile. Çabucak kolunu tutmuş, kendi omzuna koyarak ağırlığını paylaşmıştı. Adımlarına ayak uydurarak, onunla birlikte yürümeye başlamıştı. Yaşadığı şaşkınlığı hâlâ üstünden atamamış olan Sude'ninse, tutuk bir hâlde onları seyrettiğini fark ettim.


Ancak daha fazla bakamadım. Merih hızlı adımlarla yukarıya tırmandığından ötürü, çoktan sisin içerisine girmiştik; nitekim üçü de görüş açımdan çıkmıştı. Geri önüme dönerek etrafımızı sarmış olan ağaçların silüetlerine baktım. Üstüme bir ağırlığın çöktüğünü hissetmiştim. Sanki bir süre dinlenebilsem, rahatlayacaktım. Sadece bir süre. Başımı yavaşça omzuna yasladım; bir şeyler söylediğini duydum ama kelimelerin anlamlarını hatırlayamadım.


Gözlerimi araladığımda, tepemden yükselen beyaz bir tavan buldum. 


Zihnimden içeri kademsiz anılar sızdı; mideme keskin bir bulantı saplandı. Tekrar dört ay boyunca tutsak edildiğim ufak odaya kapatıldığımı zannederek panikledim. Birden yılgı içinde yattığım yerde doğruldum. Kolumdan sarkan kabloya bakarken, zonklayan başımı tutmuştum.


"Yavaş ol hanım kız, düşeceksin." Ürkerek yanıma dönünce bir çift yeşil gözle karşılaştım. 


Aziz Hürkan, hastane odasına yakışmayan bir hoşnutlukla tekli koltuklardan birinde oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı, üstünde kiremit renkli bir takım elbise vardı. Yakasına yine kuş tüyü iliştirmişti fakat bu seferki kopkoyu bir yeşildi.


"Aziz Bey, sizin ne işiniz var burada?" Şaşkın şaşkın etrafa bakındım. Nereye getirilmiştim? Üstümdeki gelinlik çoktan çıkarılmıştı; kimin olduğunu bilmediğim siyah bir eşofman takımı vardı. "Herkes nerede? Merih nerede?" 


"Endişelenme, herkes dışarda. Kocan da tıpkı senin gibi, odasında istirahat ediyor." Çenesiyle kapalı kapıyı gösterirken, gözlerini üstümden ayırmadı. Suratımdan geçen her duyguyu yakalamak için çabalıyordu sanki. Tatlı tatlı vurgularla, sözüne devam etti. "Geçmiş olsuna gelmiştim, seni de görmeden gitmek ayıp olur dedim. Geldim, uyuyordun. Beş dakika bekleyip gidecektim ama şanslıymışım, birden uyanıverdin."


Bilinçsizce yatarken onun beni izlediği fikri rahatsız hissettirmişti. Kaşlarımı çatarak, bir süre sessizce suratına baktım. Sırf bunun için buraya gelmediğine emindim. Ama yine de bozuntuya vermeyerek, usulca arkama yaslandım. Vücudum, taşınamayacak kadar ağırlaşmıştı. "Teşekkürler, çok incesiniz."


"Talihsiz bir kaza yaşamışsınız," dediğinde kalbimin sıkıştığını sezdim. Arabanın yamaçtan kaydığı an zihnimde zuhur etmiş, tüylerimi ürpertmişti. "Buna kaza demek çok iyimser kalacak gerçi. Ah şu akılsız Tan'ın fevri hareketleri yok mu... Küçüklüğünden beri hiç değişmedi bu adam."


Huzurumu katleden bir sözdü bu. Ama ben yine de hiçbir şeyin farkında olmayan masum temizlikçi gibi davranmaya karar vermiştim. "Niçin yapsın ki bunu? Ne suçumuz vardı bizim?"


Ağız dolusu gülerek, beni irkiltti. Yaşadığımız onca hazin olayın üstüne verilecek en son yanıt, gür bir kahkaha olmalıydı. "Nasıl da yakışmıyor sana şu safiyane tavırlar," İşaret parmağını kaldırarak, kınarcasına suratıma doğru salladı. "Ben senin şeytan yüzünü görmüşüm, yer miyim melek çırpınışlarını?"


Aynı durgunlukla, "Siz görmek istediğiniz kişiyi görüyorsunuz sadece." karşılığını verdim.


Birden bacağını indirerek ayağa fırladı, iki adımda yatağımın kıyısına ilişerek beni şaşırttı. Yavaşça gözlerimin hizasına eğildi, sanki zihnimin derinliklerine nüfuz etti. İki derin yeşilliğin içinde boğulacağımı zannettim birden. "Oğlunu komaya sokmasına sen sebep oldun küçük hanım, biliyorum. Artık şu ölen hemşirede bile senin parmağın olduğunu düşünüyorum ve bu düşünce," Dudaklarında hazine bulmuş birinin heyecanı belirdi. "Beni cezbetmene neden oluyor."


Sesinde, karşısındakini iğneleyen bir tını gizliydi. Ama kışkırtmalarına yenik düşmemek için üstün bir çabaya kapıldım. Yapılacak en mantıklı şeyin susmak olduğunu anlamıştım; bu yüzden tek kelime dahi etmiyordum.


"Bu yüzden," Geri doğrularak, bıkkınca nefesini üfledi. "Tan'dan bu talihsiz kazanın hesabını soracağım." Sanki böyle bir talepte bulunmuşum gibi, vaatlerle yatıştırmaya kalkışmıştı. Ama sonra birden duraksadı, merakla kaşlarını kaldırdı. "Ah, neredeyse aklımdan çıkıyordu. İhtiyarlık işte. Sana attığım mesajı okudun mu, küçük hanım?"


Sanki kalbim yerinden söküldü. "Siz mi attınız o mesajı?"


Gülerek ellerini iki yana açtı. "Evet, ben attım. Gizlemek gibi bir amacım hiç yoktu zaten. Tan gibi oyunlarla zamanımı telef etmem ben, öyle fantezilerim hiç olmadı. Ne yapacaksam dosdoğru yaparım." Gülüşü yavaşça sündü, kurnaz bir tebessüme kadar küçüldü. "Babanı tekrar görmek istemez misin?"


Zihnimden binbir türlü düşünce akıp geçti. Benimle alay mı ediyordu? Yoksa bu bir tuzak mıydı? Ama kimse durduk yere ispatlanması bu kadar kolay bir yalan ortaya da atmazdı. Peki amacı neydi? Önce oğluyla evlendirmek için çabalamıştı; şimdi de babamla tanıştırmak için üsteliyordu. Neler dönüyordu bu adamın zihninde?


Sessiz çekingenliğime karşı anlayışla gülümsedi; ama kolay kolay geri adım atacağa benzemiyordu. "Seni hemen bugün tanıştırabilirim istersen. Ona da büyük bir sürpriz olacak bu. Kendisi çok meşgul birisi, inan. Böyle anlar çok sık denk gelmez, söyleyeyim sana."


Sessizliğin arkasına sığınmaya devam ettim. Yatağımın ucuna doğru süzülerek, iki eliyle başına tutundu. Yeşil gözlerinde, artık yabancı hissettirmeyen kurnaz bir heyecan hakimdi. "Senin baban önceden böyle birisi değildi, biliyor musun? Aramızdaki en merhametli oydu, gerçek bir adaleti vardı. Ama ne olduysa..." Kısa bir an hiç kımıldamadan uzaklara daldı, dudakları aralık kalmıştı. "Altı sene önce oldu. Birden bambaşka bir adama evrildi." Birisi nükte yapmış gibi keyifle kıkırdadı. "Emin ol, benim bile etikliğini sorgulayacağım bir cinayet işledi. Benim bile diyorum bak. Zaten ne olduysa, ondan sonra oldu. Ama artık daha eğlenceli bir adam."


Nabzımın yavaşladığını hissettim. 


Sanki duyduklarım bedenimde biriken ufacık gücü de benden koparıp almıştı. Külçe gibi yığılarak, yatağa sindim. Bahsettiği kişi benim babam olamazdı. Benim babam kimseyi öldürmezdi. Ama nasıl hiç teklemeden böyle bir yalan söyleyebilirdi? Sonucunda ne olursa olsun, teklifini kabul etmek ve onunla birlikte gitmek istedim. Babamın karşısına geçmek, gözlerinin içine bakmak istedim.


Ama onu bu hâldeyken hastanede bırakıp gidemezdim.


Bu yüzden sözlerini şimdilik inkar etmekten başka çare bulamadım. "Bir yanlışlık oldu sanırım, babam ben çok küçükken hastalıktan öldü. Hem zaten tanışmanızın imkanı da yok, başkasıyla karıştırdınız bence..."


"Gelmiyor musun yani? Bu şansı geri mi çevireceksin?" diye fısıldadı, söylediklerimi duymazdan gelerek. Önemsediği tek detay buydu. "Sana nasıl bir imkan sunduğumun farkında değil misin? Tan seni zavallı bir geyik gibi ormanına tutsak etmiş; ama ben sana özgür bir kuş gibi uçabileceğin gökyüzünü vaat ediyorum."


Kararlı bir şekilde başımı iki yana salladım. "Ciddi bir kaza atlatmışken kocamı ve arkadaşımı burada bırakıp gidemem. Zaten bahsettiğiniz kişinin babam olduğuna da inanmıyorum."


Aslında içten içe inanmıştım; midemdeki bulantının, kalbimdeki kasıntının başka bir açıklaması da olamazdı zaten. Fakat şu anda hiç doğru bir zaman değildi bunun için. Bizi senelerce öldüğüne inandıran sevgisiz bir babanın peşinden soluksuzca koşacak da değildim. Önce her şeyin yoluna girdiğine emin olmak zorundaydım.


"Ne yalan söyleyeyim, beni her seferinde biraz daha şaşırtıyorsun. Gerçekten de onun kızıymışsın." dedi dürüst bir içtenlikle. Son sözü bana kaşlarımı çattırmıştı. Artık o da gülümsemiyordu; hatta biraz da yüzü düşmüş gibiydi. Peşinden sorgusuz gideceğime neredeyse emindi; reddedilmek tadını kaçırmıştı. 


"Sergi günü seni evimdeki baloya davet etmiştim, hatırlarsın ki. Davetim hâlâ geçerli, heyecanla gelmeni bekliyor olacağım." Birden yakasındaki yeşil tüyü tutarak kopardı, yavaşça yatağımın kıyısına terk etti. "Kadim kuş koleksiyonumu sana takdim etmek, benim için bir şeref olur. Hem belki baloda babanla da tanışmaya karar verirsin."


Gülümseyerek gözünü kırptı; eşsiz vaatler sunmuş birisinin büyüklüğüyle çenesini dikleştirdi. Ardından hiçbir karşılık almayı beklemeden arkasını döndü, hızlıca odayı terk etti. Gerisinde bıraktığı boşluk, hâlâ söylediklerinin yankısını taşıyordu; sesi kulaklarımda çınlamayı sürdürüyordu. 


Yatağımın ucundaki yeşil tüye baktım bir süre. 


Babam gerçekten de yaşıyor olabilir miydi? İnanması çok güçtü. Eğer öyleyse, niçin bizimle hiç iletişime geçmeye çalışmamıştı? İçimde bir şeyler parçalandı, sanki etrafa saçılan kırıkları ruhuma battı. Bizi gerçekten de bu şekilde terk etmiş olamazdı; yaşarken ardından yas tutturmak, çok acımasızcaydı. 


Hem zaten Aziz gibi tehlikeli bir adamı nereden tanıyacaktı ki? Belki de gerçekten başka bir adamı benim babam zannediyordu. Henüz bu ihtimale kendimi ikna bile edememişken, içimde bir düş kırılığı sezdim.


Babamın karşısına geçip onunla konuşabilme düşüncesi, her şeye rağmen beni heveslendirebilmişti.


Aniden odanın kapısı açılınca gözlerimi yeşil tüyden ayırdım. Ne kadar süre içimdeki sokaklarda kaybolmuştum, farkında bile değildim. Meral abla, kuyruk misali peşinde sürüklediği kızlarla odama girmişti. "Demre'ciğim, nasıl hissediyorsun kendini?"


Yanıma ilişen kızların da suratında aynı merak vardı. Sanki odanın içine onlar değil de, yoğun bir endişe girmişti. "İyiyim merak etmeyin, bana bir şey olmadı. Merih beni o kadar sıkı tuttu ki savrulmadım bile. Ama olan ona oldu tabii."


Ece yanıma oturarak yatağı sarstı. "Size çarpan şerefsiz kayıplara karışmış."


Aylin de yatağın ucuna tünemişti. "Zaten çok sis vardı, biz biraz geride kalmıştık ama sizin yamaçtan yuvarlandığınızı son anda gördük."


Meral abla duydukları yüzünden bu korkunç âna yeniden şahit olmuştu sanki; elini göğsüne koyarak gözlerini yummuştu. Kendi kendine şükreder gibi bir şeyler mırıldanıyordu.


Sinem yatağın diğer tarafına dolanarak, tıpkı Ece gibi öteki yanıma oturdu. Henüz ben dile getirmeden içimdeki sıkıntıyı sezmişti sanki. "Çınar'ın bacağı sıkıştığı için yarılmış, neredeyse otuz dikiş atmışlar."


Sude içgüdüsel bir merakla onun sözünü kesti. "Çınar'ı gördün mü ki sen? Hastaneye geldiğimizden beri kimseyi almıyorlardı yanlarına."


Sinem gözlerini ondan kaçırarak, gelişigüzel bir yanıtla geçiştirdi. "Yani evet, almıyorlardı. Ben doktoru biraz sıkıştırdım, o sayede öğrendim."


Ece şaşkın şaşkın güldü. "Adamı maganda gibi tenha bir köşeye mi sıkıştırdın, ne yaptın?"


"Aman neyse ne, öğrendim işte." Sinem utana sıkıla parmaklarını birbirine kenetleyince gülümsedim. İlgiyi kendi üstünden atabilmek için, telaşla konuyu değiştirdi. "Merih'in de kolu yaralanmıştı, dikiş atmak için ikna etmeye çalışıyorlardı en son ama sonuç olarak ikisi de iyiler."


Dudaklarımdaki gülümseme soldu, merakla oturduğum yerde doğruldum. "Anlamadım, ikna etmeye mi çalışıyorlar dedin? Neden müsaade etmiyormuş ki?"


Sinem dudaklarını birbirine bastırarak belli belirsiz omuzlarını silkti. Herkeste tuhaf bir hüzün belirmişti. Sinem'e geri dönerek konuşması için kolunu dürtünce, sonunda ağzının kenarıyla yanıtladı. "İzi kalmasın diye sanırım."


"Bu muymuş sebebi yani?" Sinirli sinirli üstümdeki örtüyü tekmeledim, kenara itekledim. Felaketlerin içinde bir de bu adamın yersiz inatlarıyla uğraşıyorduk. Kolumdaki serumu henüz kimse ne yaptığımı anlayamadan, söküp çıkardım. Kabloyu kenara attım. "Doktor dikiş atılması lazım diyorsa, o dikiş atılacak. İzi kalırmış, paşama bak... Ben ona izi gösteririm şimdi."


"Deli kız! Ne yapıyorsun?" Meral abla kenara fırlattığım serum kablosunu havada yakalamaya çalışırken, büyük bir hayretle çıkıştı. Ağzı açık bana bakan Ece'yi itekleyip yanımdan kaldırdım, hızlıca ayaklandım.


Hışımla yerdeki hastane terliklerini giyerken, Sinem koşarak yatağın etrafından dolandı. Ama henüz bir şey söylemeye imkan bulamadan, Meral ablanın çemkirmesiyle durdu. Çoktan serumu bırakmıştı, artık beni tutmaya çalışıyordu. "Kızım delirdin mi sen? Nereye gidiyorsun? Dinlenmen lazım senin. Kafayı yiyeceğim, bir de serumunu çıkarıp atıyor!"


"Dinlendim ben Meral ablacığım, sen hiç merak etme." Kapıya yürüyerek kendimi koridora attım.


"Demo'ya bak sen," Arkamdan koşan Ece'nin gururlu sesini duydum. "Evlenince içinden cabbar bir şey çıktı."


Kızların arasında kısık gülüşmeler olunca omzumun üstünden onlara baktım. "Merih nerede kalıyor? Götürün beni hadi." 


Aylin, koridoru aşarak köşeyi dönerken hevesle koluma girdi. Buyruğuma girmiş mazlum bir hizmetkâr edasıyla başını eğmişti. "Emrin olur kraliçem şöyle gel, bu taraftan."


Ece önümüze geçerek, koridordaki tek tük insana doğru ciddiyetle seslenince istemsizce güldüm. "Kraliçemize yolu açalım, lütfen. Yargı dağıtmaya geliyor."


"Sussana kızım!" Uzanıp koluna vurunca kıkırdadı.


Nefes nefese arkamızdan yetişen Meral abla kasırgadan farksız bir hızla ensemize çökmüştü. Ece'yi dizginlemek için koluna girerken, alev saçan gözleriyle hepimizi yakmayı da ihmal etmemişti. "Hastane burası hastane, oyun parkı değil. İnsanlar can derdinde. Usturuplu davranın, kırmayayım bacaklarınızı."


"Meral abla sen ne zamandır papatya çayı içmiyorsun bak, ondan oluyor hep bu cinnetler." Ece azar yiyen yaramaz bir çocuk gibi yüzünü asarken, eliyle sağa doğru kıvrılan koridoru gösterdi. Meral abla kolunu çimdikleyince alçak sesle konuşmaya başlamıştı. "Geldik zaten, soldaki ilk oda."


Aylin'i peşimden sürükleyerek sağa kıvrılan dar koridora girdim fakat yalnızca birkaç adım atabildim. Çünkü aniden etten duvar misali önümüze örülen iki adama toslamıştım. Ürkerek geriye çekildim, Meral abla hızlıca yanıma gelerek koluma tutundu.


Adamlardan biri önümüze geçerek, eliyle koridoru gösterdi. "Şu anda hastanenin bu bölümüne girişler kapalı."


"Ne demek kapalı?" Şaşırarak, ikisinin arasından koridoru kolaçan ettim. Diğer ucunda bekleyen iki adam dışında, gerçekten de içerde hiç kimse yoktu. Tüm odaların kapısı sımsıkı kapanmıştı. Tek bir ses dahi yoktu. Birden kaygılandım. "İçerde hastamız var, onu ziyaret edeceğiz."


Adam katı bir tavırla tekrar elini kaldırdı. Aynı ikazı yeniden yapmanın bıkkınlığını yaşıyordu. "Şu anda bu bölüme girişler kapalı, sonra gelin."


Meral abla beni zorla geriletirken, bir yandan kızları da kenara itekliyordu. "Peki tamam. Demre, beyefendinin dediğini duydun kızım, sonra tekrar geliriz."


Sinirli sinirli gürültüyle üfledim. Meral ablanın elinden sıyrılarak, tekrar adamların karşısına geçtim. Tepeden attıkları bakışlara, aynı huysuzlukla karşılık verdim. Normalde böyle asilikler yapacak birisi değildim belki; ama artık yaşanan her aksiliğin canıma tak ettiği bir kıvamdaydım. "Aziz'in adamları mısınız siz yoksa?"


Sorumu yadırgayan adamların arasında kısa, kasvetli bir bakışma yaşandı. Meral abla tekrar yanıma esince, şaşkınlığı somut bir varlık gibi onunla birlikte dibimde belirmişti. "Demre'ciğim, Aziz Bey ne alaka? Geçmiş olsuna geldi ve çoktan gitti. Ortalığı karıştırmayalım şimdi."


Asabi bir tavırla adamları gösterdim ona. "Başka kim böyle eşkıya gibi hastane koridorlarını işgal edecek ki? Bu tam öyle insanların yapacağı bir hareket, Meral abla."


Kızların arasında hak veren gülüşmeler oldu; bu neşeli gürültü adamların daha da sinirine dokunmuştu. Nitekim içlerinden biri çoktan celallenmişti. "Hanımefendi, sözlerinize dikkat edin. Ne eşkıyası..."


Meral abla çabucak elini ona doğru kaldırdı; şaha kalkan gerginliği yatıştırmak için uğraştı. "Siz ona bakmayın, genç işte. Bazen ne dediğini bilemiyor." Hışımla bana dönerek sıkılı dişlerinin arasından fısıldadı. "Biz gidelim en iyisi. Hem üstelemenin de bir anlamı yok, değil mi kızım?"


Sinem sindiği duvar kenarından lafa girdi. Kızların hiçbiri, Meral ablanın gazabına tutulmamak için yakınımıza yanaşmıyordu fakat yine de hepsine bir başkaldırış vardı. "Hastane burası sonuçta, böyle koridoru kapatmaya hakları yok."


Meral abla sessizce onu haşladı. "Sus sen bakayım!"


Kızlardan cesaret alarak, sözümü devam ettirdim. İstemsizce daha da asileşmiştim. "Evet, ben kocamı görmek istiyorum! Beni durdurmaya hakkınız yok."


"Kardeşim, bizi uğraştırmayın bak..." Adam öfkeyle elini kaldırdığı esnada, arkadaki kapılardan birisi sertçe açıldı. Çabucak elini geri indirerek arkasını dönen adam, tehditlerle dolu cümlesini yarıda kesmek zorunda kaldı.


"Ne bu curcuna be?" Kapının önünde tanıdık bir sima belirmişti; günler önce konağa baskın düzenleyen başkomiser Akın'dan başkası değildi bu. Ceketinin cebinden çıkardığı rozeti suratımıza doğrulttuğu ve kendisini bize tanıttığı anlar gözlerimin önüne gelmişti. Birden duruldum.


Suratına eşkıya dediğim adamlar, polisti.


"Başkomiserim," Adamların ikisi de sırtını bize dönmüş, üstlerine yönelmişti. Az önce bize elini kaldıran adam, çoktan kendisini aklama çabasına kapılmıştı. "Bayanlara girişin yasak olduğunu anlatmaya çalışıyorduk ama bir türlü sözümüzü dinletemedik."


Akın denen adam kaşlarını çatarak yanımıza gelirken, karanlık gözleri sırasıyla hepimizin üstünde gezindi. En son bende takılı kaldı; tanımıştı beni, bakışlarından belliydi. Başını hafifçe sallarken, ilk anki alevli hâli dinmişti. "Bırakın gelsinler, gerginlik çıkarmaya gerek yok."


Bunu duyar duymaz ileriye atılarak koridora girdim. Meral abla beni dizginlemek amacıyla yine tutmaya çalışmıştı; fakat bu sefer yakalayamamıştı. Çoktan uzaklaşmış, başkomiserin yanına varmıştım. Kızların da bir yasağı aşmanın hevesiyle çabucak arkamdan geldiklerini duydum.


"Hastanın eşi sen misin?" diye sordu birden, iri yarı bedeniyle uyumlu derin bir sesle. Hızlıca süzmüştü beni.


"Evet benim, izninizle kocamı görmek istiyorum." Ama izin beklemeden odaya doğru yürümeye başlamıştım bile. Kızlarla birlikte içeriye girdiğimizde, Merih'i yatağın kıyısında otururken buldum. İki eliye kenarlara tutunmuştu, başı önüne eğikti.


Üstünde siyah, dar bir atlet dışında hiçbir şey yoktu. Geniş göğsü, tıpkı suratındakine benzer beyaz yaralarla doluydu. Bir tanesi sağ omzundan sırtına doğru uzanıyordu. Kolu sargıya alınmıştı, dudağının kenarında ve kaşının ucunda taze yaralar vardı. Suratındaki kan artık temizlenmişti. 


Eğik başını kaldırdığı an gözlerimiz kesişti. Beni karşısında bulmasının şaşkınlığıyla doğruldu. "Demre ne işin var burada senin?"


Yanına giderek eğildim, buruşuk bir yüzle sargılı koluna baktım. Sanki acısını kendimde hissetmiştim. "İz kalacak diye koluna dikiş atılmasına izin vermiyormuşsun. Enfeksiyon kapmasından daha mı iyi yani?"


"Şimdi pek sırası değil..." dedi, kolunu yavaşça çekerek. Ama ben gözlerindeki ikazı göremeyecek denli öfkeme kapılmıştım. 


"Şimdi tam sırası," dedim tekrar elini tutarak koluna bakmaya çalışırken. "Neden dikiş atılmasına izin vermiyorsun? Doktorlar öyle dediyse bir bildikleri vardır herhalde. Enfeksiyon kap da kolunu kessinler, rahatla. Oh, ben de rahatlayayım."


"Demre, şimdi hiç sırası değil karıcığım." Elimi sıkarak hafifçe kaşlarını kaldırdı.


Tam bu esnada arkamdaki hareketlilikle susarak, oraya döndüm. Duvar kenarına yaslanmış hâlde duran Selçuk Kalender, sıkıcı bir tiyatro izlemeye mecbur bırakılmışçasına bize bakıyordu. Tek kelime bile etmiyordu.


"Demek siz de buradasınız." dediğim esnada, başkomiser Akın da içeriye girmişti. Uzun boyuyla müdürünün biraz ötesinde heykel misali durarak, tıpkı onun gibi bana bakmaya başlamıştı. 


İki adamın da gözlerinde, üstüme binen bir merak hakimdi.


Kapı girişinde birikmiş olan kızlar, kendilerini yararak öne çıkan Meral abla yüzünden kenara iteklenmişti. "Merih, eşin seni çok merak ettiği için durduramadık, uğramak zorunda kaldık ama belli ki," Çekik gözleri çabucak kenarda dikilen polislere gidip geldi. "Burası pek müsait değil, biz daha sonra da ziyaretine geliriz. Değil mi, Demre'ciğim?"


Merih kaşlarını kaldırarak bana baktı. Gözlerindeki silik tebessüm, bütün ciddiyetini sarsmıştı. "Karım beni merak ettiği için durduramadınız demek, öyle mi?"


Tavırlarındaki haylazlık, birden pataklama arzusu kabarttı içimde. Takıldığı tek detayın bu oluşu akıl alır gibi değildi. Kendimi tutamayarak sinirli sinirli omzuna vurdum. "Karın sana dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek istedi, ondan durduramadılar."


Kenarda dikilen başkomiser Akın'dan kısık bir gülüş taştı; ama bu hiç üstünde düşünülmemiş, çok fevri bir tepkiydi. Anında ciddiyetini geri kuşanmıştı. Merih hızlıca gözlerini ona dokundurup kaçırırken, Kalender aksine uzun bir süre çekmemişti.


Merih birden abartılı bir acıyla yüzünü buruşturunca tekrar ilgimi kendisine çekti; orasına hiç dokunmamış olmama rağmen sargılı kolunu okşamaya başlamıştı. "Karım gösterecekse eğer dünyanın kaç bucak olduğunu, ben razıyım tabii."


Arkada duran Aylin kıkırdayarak söze girdi. "Merih eğer canın tehlikedeyse göz kırp, biz anlarız."


Merih beni huzursuz hissettirecek bir keyifle sırıtarak tek eliyle yatağa yaslandı, başını hafifçe geriye attı. Ne yapıyordu herkesin içinde? Gözleri tembel tembel üzerimde gezinmeye başladı ve bana aldığım nefesi geri vermeyi unutturdu. "Canımız tehlikede, ona şüphe yok zaten ama kaderimize boyun eğeceğiz mecbur," Tekrar yukarıya tırmanarak, gözlerimde takılı kaldı. Sonra birden göz kıptı. "Çünkü ben karımdan başkasına göz kırpmam."


Meral abla hafifçe boğazını temizleyince, utandığımı hissederek çabucak önüme döndüm. Hiç yeri ve zamanı değildi şimdi bu arsızlığın. Neden hep en olmadık ortamlarda yapıyordu? Karşımda duran Kalender'le gözlerimiz kesişince daha da kızardığımı hissettim.


Sırf konuyu değiştirmiş olmak için, ona hitaben, "Siz ne için gelmiştiniz?" diye sordum.


Yaslandığı yerden kalkarken, ellerini cebine soktu. Hiç kırpmadığı siyah gözleri, bir süre daha dosdoğru suratıma baktı. Ardından ağır ağır çıkışa yürüdü ve sorduğum soruyu yanıtsızlıkla cezalandırdı.


Benimle konuşma gereksinimi dahi duymamıştı.


Akın'ı da peşine takarak yanımızdan ayrıldığında, ardında büyük bir boşluk terk etmişlerdi. Tepemizde asılı kalan soru, tuhaf bir sessizlik doğurmuştu. Keza Merih de pek yanıtlayacağa benzemiyordu; hiçbir şey yaşanmamış gibi yatağın kenarında duran kirli gömleği üstüne geçirmişti. Tasasız bir rahatlıkla düğmelerini iliklemeye başlamıştı.


Tabii ki susacaktı, gizleyecekti. Bu keskin düşünce, sanki içimdeki kindar bir tarafa batmıştı. Her zaman yaptığı gibi, bunu da gizleyecekti.


"Demre, doktorlar çıkış yapabileceğinizi söyleyene kadar hastanede kalmamız lazım," Meral abla yanıma gelerek yumuşak ama baskın bir dokunuşla kolumu tutunca ona döndüm. "Hadi gel, odamıza geri dönelim biz."


Merih onun sözünü kesti. Ayağa kalmış, kravatını iki ucu göğsüne sarkacak şekilde boynuna atmıştı. Gömleğinin ilk dört düğmesini aralık bırakarak göğsündeki beyaz izleri görünür kılmıştı. "Ben görüştüm doktorla, Demre ve ben bugün çıkıyoruz. İkimizin de iyi olduğunu söyledi. Çınar bacağı yüzünden bu gece hastanede kalacak. Pınar onun refakatçiliğini yapacak."


Sude merakla öne çıktı. "Neden ki? Bir sorun mu var?"


Sinem gayriihtiyari söze girdi. "Sorun yokmuş, gözetim altında tutabilmek içinmiş sadece," Sude'nin kendisine attığı yadırgama dolu bakışları görünce silkelendi, çabucak ekledi. "Doktor konuşurken kulak misafiri oldum, oradan duydum. Merih daha iyi bilir tabii."


Merih yalnızca, "Doğru duymuşsun." demekle yetinmişti. Askıda duran damatlığını alarak sırtına geçirirken gözleri beni buldu. "Ben çıkış işlemlerini yapacağım, on dakika sonra aşağıda buluşuruz."


"Sen emin misin iyi olduğuna?" Yanımdan geçecekken içgüdüsel bir telaşla kolunu tutmuş ama sonra yanlış bir şey yaptığımı zannederek hızlıca geri bırakmıştım. Sanki yine konaktaydık ve ben yine hiyerarşiyi çiğneyecek bir harekette bulunmuştum.


Ama biz artık evli bir çifttik. Düğünümüzü yapamamıştık belki; ancak yine de resmi olarak çoktan evlenmiştik.


"İyiyim, sen nasıl hissediyorsun?" Tüm bedeniyle bana dönerek iki eliyle yüzümü avuçladı, endişeli gözlerini benim hizama eğdi. Dokunuşuyla birlikte zihnimden sürüklenerek çıkarıldım sanki. "Yoksa sen iyi hissetmiyor musun? İstersen doktorla konuşayım, bu gece burada kalalım."


"Hayır, hayır," Hızlıca başımı iki yana sallayarak ellerinin arasından sıyrıldım. Beklenmedik dokunuşlarından kaçabilmek için, hâlâ yanımda duran Meral ablanın koluna girdim. "Ben iyiyim, sayende hiçbir yerime bir şey olmadı. Doğru düzgün bir yere çarpmadım bile, sadece korkudan bayılmışım. Senin için diyordum ben. Yani baksana," Sitemle, artık ceketinin altında kalmış olan sargıyı gösterdim. "Kolunda büyük bir kesik olmuş, yüzünde de yaralar var. Bir de dikiş attırmak istemiyorsun. Bence sen de bu gece hastanede kalmalısın."


Asabi bir şekilde sitem edişimi dinlerken, hafifçe gülümsedi. Sonra birden aramızdaki mesafeyi aşarak yanıma sokuldu. Ben henüz ne yaptığını anlayamadan, tek eliyle usulca boynumu tuttu. Dudaklarını nazikçe saçlarımın arasına bastırdığında gözlerim irileşti. İçimden bir esinti geçti, ruhumu titretti. 


Ancak neyse ki çok anlık ve kısa bir dokunuştu bu. Geriye çekilirken, hâlâ gülümsüyordu. "Endişelenecek bir şey yok, iyiyim ben. Dikişi de attırdım ayrıca. Yaralı bir kolla güzel karımı taşımak zor olurdu, böyle bir riski alamazdım."


Kızlardan gülüşlerle karışık bir uğultu yükselirken ben ufacık bir ses dahi çıkaramadım. Merih suratımdaki tutukluğa bakarken, gülümsemesi iyice genişledi. Kasten yapıyordu. Meral abla birden uzanıp koluna vurana kadar da sessiz kıvranışlarımı izlemeyi sürdürdü. "Aferin sana, kızımı hep böyle el üstünde tut, kırmayayım kafanı."


Ece kinayelerle gülerek mırıldandı. "Aman kolunuz bacağınız sağlam olsun, daha soluksuz bir balayı yapacaksınız."


Bir bu eksikti.


Gülüşerek kendi aralarında fısıldaşan kızlara öfkeli bakışlar fırlattım. Gitgide tatsızlaşmaya başlıyordu bu konuşma; bir an önce kaçıp gitmek en doğrusuydu. Meral ablayı kolundan sürükleyerek kapıya yürüdüm. Merih'e hiç bakmamıştım; dudaklarının dokunduğu yerde hâlâ ufak bir yangın vardı çünkü. "Madem herkes iyi, hadi çıkalım şu hastaneden artık."


Kısa bir süre sonra bütün işlemleri halletmiş, hastaneden çıkabilmiştik. Hep birlikte bahçenin sakin bir köşesine çekilmiştik; Merih'in arabayı getirmesini bekliyorduk. 


Şehrin sokaklarından eserek gelen rüzgarlar, insanın etini kemirecek kadar soğuktu. Titrediğimi sezen Meral abla elindeki hırkayı omuzlarıma bırakmış, kollarını da bedenime sarmıştı. "Gelinliğini arabaya koyduk. Kuru temizlemeye göndeririz, bir güzel temizlerler. Ben baktım, kumaşı sapasağlam."


Gülümseyerek omuzlarımı silkerken, "Sorun değil, zaten tekrar giymeyeceğim." deme gafletinde bulundum.


Kızların arasında inkar dolu bir tufan vuku buldu. Her kafadan farklı bir ses savrulmaya başlamış, zihni yoran bir furya gibi tepemizde birikmişti.


"Ne demek tekrar giyemeyeceğim?"


"Düğünün olmadı ki!"


"Saçmalama be ne biçim laf o?"


"Bu kızın isteksizliği bana kafayı yedirtecek."


Meral abla üstüne çullanan ses kirliliğiyle yüzünü ekşitti. Parmağını sabırsızca dudaklarına bastırmıştı. "Kaç defa söyleyeceğim, küçük harflerle konuşun." Elini indirerek bana döndü. Kızlar kadar coşkulu tepkiler vermemişti ama o da duydukları karşısında şaşırmıştı. "Neden öyle söyledin ki? Tatsız bir kaza yaşandı, evet. Ama şükürler olsun hepimiz iyiyiz. Bu özel güne gölge düşmesine müsaade etmememiz lazım."


Ece yanıma gelerek diğer koluma girince, diğer kızlar da yanımıza üşüştü. "Sana güzel bir düğün yapmazsak benim çok içimde kalır."


Aylin küskün bir tavırla omzuma vurdu; sanki kendi düğününün yapılmayacağını öğrenmişti. "Daha kına gecen var!"


Gülerek başımı salladım. "Kına gecesine ne gerek var? Zaten düğünde kimseyi oturtamayacağız, şimdiden belli bu."


Sinem de gülerken, önemli bir detayı anımsayarak birden durdu. "Çınar iyileşsin tamamen de öyle yapalım," Sonra ne dediğini fark ederek, sesini hızla alçalttı. "Yani öyle daha iyi olur, değil mi? Sen bilirisin yine de tabii."


Ece işveli bir tavra bürünerek dirseğiyle onu dürttü. Aylin nereden saldıracağını anlamıştı, tıpkı onun gibi sırıtmaya başlamıştı. "Kız yelloz, bana bak bakayım. Yoksa sen bu Çınar denen çocuktan mı hoşlanıyorsun?"


Sinem birden öksürmeye başlayınca istemsizce gülümsedim; abartılı bir çaresizlikle nefessiz kalarak geriye kaçıldı. Ama sanki bu daha çok, kendisini hedef alan muhabbetten kaçma çabasıydı. 


Meral ablanın kaşları çatılmıştı; aynı sorunun yanıtını duymak istiyormuş gibi, gözünü bile kırpmadan Sinem'in konuşmasını bekliyordu. Ama suratındaki katılığa rağmen, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirmişti.


Gülümsemeyen tek kişiyse, Sude'ydi. Renksiz gözlerini hastane kapısına dikmişti; önünde dönen sohbetle hiç ilgilenmiyormuş gibi davranıyordu. Ama kulağının bizde olduğu yadsınamazdı.


"Nereden çıktı ya şimdi bu?" Sinem sonunda soluklarına kavuştuğunda, öfkeyle Ece'nin suratına doğru çemkirmişti. Kıpkırmızı kesilmişti ancak bunun nefessiz kalmasıyla bir ilgisi yoktu, belliydi. "Durduk yere tuhaf tuhaf şeyler söylüyorsun sen de. Dilinin bir kemiği olsun ya!"


"Şşt, kırmayın birbirinizi kızlarım," diyerek, henüz başlamadan tartışmaya müdahale eden Meral abla ikisini de susturmuştu. Aniden artan gerilimi yatıştırmanın yolu benim saçlarımdan geçiyormuş gibi, usulca okşamaya başlamıştı. "Sevmek, sevilmek; bunlar güzel duygular. Kötü niyetli insanların bu naif duyguları hırpalamasına müsaade etmediğiniz müddetçe, içinizdeki sevgiden korkmayın," Sözlerini o kadar tatlı bir nasihatla süslemişti ki, gülümseyerek ona baktım. Gözlerimiz kesişince o da gülümsedi, saçlarımı okşarken konuşmasını sürdürdü. "Sevginin ne kadar güçlü bir duygu olduğunu bilseydiniz, nefretle telef ettiğiniz her saniyeden pişmanlık duyardınız."


Sude'den yükselen kinayeli gülüş, herkesin içinde esen ılık meltemleri savuşturdu. Az önce Sinem'e yapılan Çınar atıfları sinirlerine dokunmuştu, çok belliydi. "O yüzden mi seni metresi olarak gören bir adamın yanından senelerce ayrılmadın? Sevginin gücüyle onu iyileştirebileceğini mi düşündün?"


Şok ve öfke karışımı bir kargaşayla bağırdım. "Sude!"


Aynı anda kızlardan da sinirli nidalar yükselmiş, birbirine karışarak saldırgan bir gürültü doğurmuştu. Sanki benim canım yanmıştı bu sözlerle. Meral ablanın saçlarımı okşayan eli artık durmuştu.


Kızından gelen bu amansız saldırı, bize aşılamaya çalıştığı sevginin bir katili gibiydi. Nasıl böyle laflar sarf edebilmişti? Dudaklarından dökülenler, resmen annesine fırlattığı bir hançerden farksızdı; bize bile saplanmıştı. Hepimizi yaralanmanın kızgınlığı kuşatmışken, Meral ablada yalnızca bir burukluk vardı. Hatta birkaç saniye içinde kırgın bir tebessüme evrilmiş, her şeyi daha da kötüleştirmişti.


"Yalan mı söylediklerim?" Sude aldırışsızca omuzlarını silkti; ama gözleri dolmuştu. Annesine saldırmak kendi canını da yakmıştı. Fakat artık çok geçti, yara çoktan kanamıştı; o da farkındaydı. Bu yüzden boyun eğmek yerine, kendisini savunmayı seçmişti. "Yapmadığın nasihatları bize vermenin anlamı ne ki? Senin o adamdan nefret etmen gerekirdi. Ama sen bir türlü vazgeçemedin hep affettin, ikinci kadın olmayı sen seçtin."


Meral abla konuşmadan önce yutkundu. "İkinci kadın olmayı ben seçmedim, zorunda bırakıldım," Tekrar yutkunacak kadar duraksadı; sanki senelerce yutmak zorunda kaldıkları ama yine de sindiremedikleriydi bunlar. Zorunda bırakıldım lafıyla ne demek istemişti? Kaşlarımı çattım. "Ayrıca vazgeçmedim belki ama affetmedim de."


Sude hışımla lafını böldü. "Ne farkı var? İkisi de aynı halt."


Annesinden sakince ama baskınca, "Değil." karşılığını aldığında kaşlarını daha çok çattı. Karşılaştığı ağırbaşlılık sinirlerini daha da bozmuştu sanki. "İkisi aynı şey değil. Vazgeçmek, yanan evi terk etmektir. Affetmek, evdeki yangını yok saymaktır." Artık kızına bakmıyordu; gözlerini bizim üstümüzde gezdirdi. "Ben yıllarca yan odamdaki yangınları yok saydım, siz yok saymayın. Bir ev yanıyorsa kurtuluşu yoktur, kendinizi kurtarın ve evi terk edin."


Kimsenin konuşamadığı bir suskunluk oldu. Her türlü duyguyu içine sığdıran bir sessizlikti bu; pişmanlık, kırgınlık, kızgınlık ve daha nicesi.


Tam bu esnada önümüzde duran siyah araç, herkesi zihninden koparıp aldı. Merih arabanın penceresini açarak eğildi, gülümseyerek bize baktı. Suratlarımızda her ne gördüyse, gülümsemesi yavaşça erimişti; ama yine de sorgulamamıştı. "Buyurunuz, şoförünüz geldi."


Yanımızda taşıdığımız sessizlikle, yan yana arka koltuğa sıkıştık. Meral abla da öne oturunca araba hızlıca yola koyulmuş, konağa varana kadar da kimse doğru düzgün konuşmamıştı.


Tüm yol boyunca yalnızca Merih'in dikiz aynasından bana bakarak, "Konaktan eşyalarımızı aldıktan sonra biz de evimize geçeriz." sözleri yer kaplamıştı arabada. Öylesine boğucu bir keder vardı ki içerde; onunla evimize gidecek olmamız bile beni yeterince heyecanlandıramamıştı.


Köyün içinden geçerek dağı tırmanmaya başladığımızda kendimi ürkmekten alıkoyamamıştım. Yamaçtan yuvarlandığımız korkunç anlar gözümün önüne geldikçe, ürperip durdum. Öyle ki yılan misali kıvrılan yolları tırmandığımız süre boyunca nefesimi tuttuğumun farkında bile değildim. Ama yine de bir hafiflik duyabiliyordum. Aylar sonra artık burada yaşamayacak olmak, küçük gelerek sıkan bir kıyafeti üstümden fırlatıp atmak gibi bir histi.


Araba sonunda bahçenin içine girerek durduğunda, ilk inen kişi Meral abla olmuştu. Resmen kaçarcasına konağa doğru yürümüş, saniyeler içerisinde de çalıların arasında kaybolmuştu. 


Kızlar ağır ağır arabadan çıkarken, Merih tek eliyle direksiyona tutunarak omzunun üstünden bize döndü. "Meral'i kim üzdü böyle?"


Sude asık bir suratla suçu üstlenerek, "Ben." dedikten sonra kendisini dışarıya attı. Aylin ile Ece ona ters ters bakarken, Sinem kızgın kızgın söylendi; hepsi peşine düşerek hızlıca müştemilata doğru uzaklaşmıştı.


Ben de arabadan inerek arkalarından gidecekken, birden koltuğa tutunan elimi kavrayarak beni şaşırttı. "Sen dur bakalım orada."


Tek bacağım açık kapıdan dışarıya sarkarken; önce omzumun üstünden üst üste duran ellerimize, ardından ona baktım. "Ne oldu?"


Başını belli belirsiz salladı. "Yaklaş."


Tedirgin tedirgin dışarıyı kolaçan ettikten sonra söylediğini yaparak yaklaştım. Ne gözlerinde ne de suratında hiçbir duygu kalıntısı yoktu; zihninden geçenleri anlayabilmek imkansızdı.


Biraz ötesinde durduğumda, tekrar mırıldandı. "Yaklaş iyice, yaklaş."


"Ne oldu?" Sabırsızca söylensem de dediğini yaparak biraz daha yaklaştım. Aramızda yalnızca bir karış kaldığında durdum. Sessizce gözlerinin içine, dudağının kenarındaki yaraya ve kaşının ucundaki kesiğe baktım.


"Şimdi biz evlendik ya seninle," dedi, olabildiğince kısık bir sesle. Başımı sallayınca hafifçe gülümsedi. Gözlerini benden ayırmış, aşağıya kaydırarak dudaklarıma indirmişti. "İstediğimiz zaman şu tatlı rüyadan görebilecek miyiz artık?"


Elimi çekerek tutuşundan kurtardım; gülerek geriye kaçıldım. "Bunu söylemek için mi beni iki saattir oyalıyorsun? Aklın fikrin yaramazlık yapmakta Merih, çok değişik bir adamsın gerçekten."


Gülünç bir yadırgamayla kaşlarını çattı. "Anlamadım, hatuna yaramazlık yapmayacağız da kime yapacağız?" 


Sinirli sinirli gülerek parmağımı kaldırdım. "Bak zaten bugün polislerin, kızların önünde çapkın çapkın hareketler yaptın beni yine yerin dibine soktun. Hâlâ unutmadım onu."


"Polislerden mi utanıyorsun?" dedi, tepkimi azımsayarak. "Bir daha görmeyeceksin bile."


Sırf üste çıkmak için, "Ne malum bir daha görmeyeceğim?" diye sordum.


Kaşları çatıldı. "Neden bir daha göresin ki? Ne alaka?"


Ben de kaşlarımı çattım. "Ne bileyim, durmadan karşımıza çıkıyorlar ya, ondan."


Düşünceli düşünceli gözlerini kaçırdı; yavaşça ıssız bahçenin içinde gezdirdi. Konuşmayacağını anladığımda, kızgınlığımı hissetmesi için konunun kapanmasına müsaade etmedim. "Hem durduk yere başımdan öpmek de nereden çıktı? Sen böyle şeyler yapmasan bile evli olduğumuza inanırlar, merak etme."


"İnansınlar diye yapmıyorum ki ben," dedi, hiç düşünmeden. Gözleri tekrar bana çevrilmişti; şimdi yalnızca saf bir merakla bakıyordu. "Hoşuna gitmedi mi başından öpmem?"


Hoşuma gitmişti. Hem de o kadar çok hoşuma gitmişti ki bir daha öpmeye kalkışsa kendimde durduracak gücü asla bulamazdım. Henüz savaşamadan bütün gardımı indirirdim.


Ben sustukça, dudakları kımıldandı; sevimli bir gülümseye teslim oldu. Gözlerinde ufak yıldızlar belirmişti. Küstah denebilecek bir keyifle, yalnızca şunu söyledi. "Birilerinin hoşuna gitmişiz."


Derinlerimdeki itirafı onun sesinden duymak, suratıma inen bir tokattan farksızdı. Silkelenerek önüme döndüm ve kaçarcasına kendimi arabadan dışarıya attım. İnkar bile edememiştim. "Gidiyorum ben, seninle uğraşamayacağım."


Arkamdan güldüğünü duyunca kalbimin teklediğini hissettim. Yakınlarda olanların duyabileceği bir yükseklikte, birden bağırdı. "Yarım saat sonra görüşürüz karıcığım."


Arkama hiç bakmadan, asabi bir tavırla elimi salladım ve gösterişli bir içtenlikle ben de bağırdım. "Görüşürüz kocacığım benim, görüşürüz."


Eve girdiğim an karşıma çıkan Aylin imrenircesine, kederle mırıldandı. "Birbirinize seslenişiniz çok tatlı gerçekten. Hâlâ şaka gibi geliyor evlenmiş olmanız."


Hemen arkasından beliren Ece, kolunu onun omzuna atmıştı. Ben odama doğru yürürken, ikisi de peşime düştü. "Valla bana da hâlâ gerçek gelmiyor. Sanki bir anda çıkıp, biz size oyun oynadık diyecekmişsiniz gibi."


Sözleri içime bir sıkıntı düşürdü; kaçamak bakışlar atarak keyifsizce güldüm. Odama girmiş, yerdeki bavulun hemen yanına çökmüştüm. Düğünden bir gece önce eşyalarımı toplamaya başladığımdan etraf neredeyse boşalmıştı; zaten çok az kıyafetim olduğu için, beklediğimden de çabuk derlenmişti. Geriye sadece ufak tefek birkaç parça kalmıştı. 


Kızlar kendi aralarında gülüşerek yatağa oturduğu sırada, aralık kapıdan içeriye Sinem girdi. "Onu bırakın da," Neredeyse ağlarcasına yanıma geldi, kendisini yere attı. Hüzün kokan rüzgarı suratıma çarpmıştı. "Demre resmen evden ayrılıyor. Artık bizimle yaşamayacak. Ben hâlâ aşamadım bunu!"


Aylin de yataktan kalkarak yanımıza geldi; az önceki gülüşlerinden hiç iz kalmamıştı. Sinem'in yanında getirdiği hüzün ona da bulaşmıştı. "Evet ya, resmen bizi bırakıp gidiyorsun Demo. Dün gibi aklımda buraya gelişin," Hulyalı bir şekilde kıkırdadı; sanki maziye sürüklenmişti. "Yasak olmasına rağmen seni kandırmıştım kütüphaneye git toz al diye. Sonra sen de Zeren'e yakalanmıştın, hatırlıyor musun?"


Geçmiş hatalarından kendisini affettirmeye çalışırcasına bana sırnaştı; gülerek kolundan itekledim. "Hatırlıyorum tabii ki! Salaktım o zamanlar. Korkudan ne yapacağımı şaşırmıştım senin yüzünden."


Ece yayvan bir şekilde yatağa uzanarak elini başına yasladı ve beni de maziye sürükleyen o sözleri söyledi. "Zeren Beren Ceren sana tokat atmaya çalışmıştı. Hatta Merih kurtarmıştı seni onun elinden. Vay be, demek o zamandan belliymiş!"


Sinem'in de suratı aydınlandı. "Evet doğru, o kurtarmıştı seni. Ve artık evlisiniz, kadere bak. Gerçekten çok garip."


"Ziyaretimize gelecek misin?" diye sorarak, birden konuyu değiştirdi Aylin.


"İşten ayrılmıyorum ki," dedim, gülümseyerek. "Merih de burada çalışıyor zaten, sık sık onunla gelirim diye düşünüyorum. Tabii eğer Tan Bey kabul ederse."


"Neden etmesin ki?" Sinem kaşlarını çatsa da suratındaki heyecanı bastıramamıştı. "İşten ayrılacağını düşünmüştük biz. Eğer öyleyse, rahatladım şu anda."


Bir anlığına duraksadım.


"Emrivaki bir şekilde evlendiğimiz için sinirlenmişti çünkü," Yaşadığımız kazanın onun yüzünden olduğunu kızlara söyleyemezdim. Geriye kalan eşyalarımı bavula yerleştirirken, olabildiğince makul bir sebep sundum. "Merih'in kızıyla evlenmesini istiyordu ya, o yüzden kızgın sanırım."


"Evet, doğru," diye mırıldandı Aylin. "Ama Merih'i işten atmadığına göre, seni de atmaz bence."


Henüz bunu kestiremiyordum; Meral ablayla bile çalışmaya devam etmek istediğimi konuşmamıştım. Muhtemelen evliliğimizin ilk zamanları olacağı için, ikimize de belli bir süre izin tanıyacaklardı ama bu kısa aradan sonra ben yine de konakla olan bağlantımı tamamen kesmeyi düşünmüyordum. 


Aksi takdirde bütün olaylardan kopardım. Merih'in bana konakla ilgili hiçbir detayı aktarmayacağına adım kadar emindim çünkü.


Oturduğum yerden kalkarak yatağımın kenarındaki komodine yürüdüm. Saksıdaki siyah menekşeyle, yanında duran kağıt yüzüğü alarak geri bavulun başına döndüm. "O değil de, Emre'ye ne oldu sizce? Günlerdir hiç haber alamadık adamdan." Saksıyı yanıma koyarken kızlara baktım. "Ölmüş olamaz, değil mi?"


Huzursuz kımıldanmalar ve bakışmalar yaşandı. Sinem sessizce boğazını temizleyerek, gözlerini benden ayırmıştı. Onun da tıpkı benim gibi, hâlâ sebebiyet verdiğimiz tahribata inanamadığı belliydi.


Aylin dalgın dalgın mırıldandı. "Konak gitgide boşalıyor."


Ece yattığı yerden dertsiz bir tavırla onun sözünü kesti. "Emre komaya girmiş sanırım, hastanede yatıyormuş."


"Ne?" Neredeyse kucağımdaki saksıyı düşürecektim. Aylin ile Sinem de şaşırarak ona dönmüştü; bir açıklama yapmasını bekliyorlardı. 


Aziz de hastane ziyaretine geldiğinde, Emre'nin komaya girdiğini söylemişti; ama o esnada bunun biraz mübalağa olduğuna inandığımdan üzerine pek düşünmemiştim.


"Evet, öyle duydum bir yerlerden," demişti Ece, önemsiz bir mesele önümüze serercesine. "Hâl böyle olunca, soruşturma da sekteye uğramış sanırım. Pek detaylı bilmiyorum ama umarım paçasını hiç kurtaramaz bu olaydan."


"Umarım..." diye fısıldadım, düşüncelere dalarak. Dolabımda kalan son birkaç parça eşyayı da almak için ayaklanmıştım. Birden rafın en gerisinde Merih'in haftalar önce bana ödünç verdiği kapüşonluyu bulunca, kendimi tuhaf hissettim. Resmen varlığını unutmuştum. Sırf ona sinirlendiğim için hıncımı bundan çıkardığım anları hatırlayınca gülümsedim. Dikkatlice katlarken, hâlâ nasıl kokusunun geçmemiş olduğunu düşünüyordum.


Tam bu esnada odanın kapısı tekrar açıldı ve eşikte Sude belirdi. Sanki ağlamış gibi, gözlerinin içi kızarmıştı. Suratında darmadağınık bir duygu yığını vardı. Ama içeriye girmemişti; kollarını önünde kavuşturarak eşikte dikiliyordu.


Birdenbire, "Sinem sana bir şey soracağım." diyerek hepimizi meraklandırdı. Ondan başka kimseye bakmıyordu. Sesinde tuhaf, yabancı bir tını vardı; sanki ona ait değildi. "Aslında bunu özel olarak konuşmak istiyordum ama sonra neyse dedim, zaten ne söylesem hemen hepinize yayılacağı için sizi yormak istemedim."


Ece asabi asabi ona baktı. "Neyin sinirini çıkarıyorsun sen böyle, Sude? Zaten annene de demedik laf bırakmadın. Derdin ne senin, dökül bakayım."


Sude ona bakarak, neşesizce güldü. "Belkıs'a laf taşıdığını bilmesem, şu isyanına çok hak vereceğim Ece."


Henüz bir süre önce ona yem niyetine verdiğim sırrı başkasında bulduğumu hatırlayınca, ben de güldüm. Bu sefer gözleri bana kaydı; suratında soğuk ama hüzünlü bir ifade belirmişti. "Sanki aynı kabahat sende de yokmuş gibi, çamur at izi kalsın tabii Sude."


Tıpkı bakışları gibi, artık sesi de buz kesmişti. "İstersen tekrar yakamdan tut dolaba çarp? Yoksa senin kinin hiç dinmeyecek bana, onu anladım artık."


Bavula yürüyerek elimdeki kapüşonluyu içine yerleştirdim. Sakin kalmak zorundaydım. Ama içimdeki hiddetin dirildiğini sezebiliyordum. "Neler yaptığımı bilsen yüzüme tükürürdün, diyen sen değil miydin? Yanlış mı hatırlıyorum?"


Sude'nin suratında bozguna uğramış bir ifade belirdi; ama tek kelime bile etmedi. Kızların arasında gergin bakışmalar yaşandı. Dolaba çarpma anında Sinem de yanımızda olduğu için diğer ikisi kadar şaşırmış değildi; ama yine de afallamıştı.


Belki de bu yüzden, sessizliği bölebilen ilk kişi olmuştu. "Ne yaşandı sizin aranızda böyle? Yüzüne tükürmeler, dolaba çarpmalar falan..."


Sorusu tepemizde asılı kalmıştı çünkü ne ben yanıtlayacak bir hevese sahiptim ne de o. Neyse ki kimse bu tatsız meseleyi daha fazla eşelememişti.


Ece içerdeki gerginliğe tahammül edemeyerek, tekrar çıkıştı. "Niye velveleye verdin şimdi etrafı sen? Kızın evdeki son günü bir de. Ne söyleyeceksin, dinliyoruz?"


Sude ona sadece gözlerini devirerek yanıt verdi. Artık dosdoğru Sinem'e bakıyordu. "Çınar'la aranızda bir şey mi var?"


Tıpkı benim gibi Sinem de neye uğradığını şaşırmıştı. Afallamış bir hâlde sordu. "Nereden çıktı şimdi bu?"


"Çüş, ne alaka?" Aylin'in ağzı açık kalmıştı.


Ece, sinir bozucu olması için kasten uğraştığı tok bir kahkaha patlattı. "Senin sancın şimdi anlaşıldı."


Sude onu duymazdan gelmişti. "Kör değilim ben, ayrıca senelerdir de tanıyorum seni. Açıkça söyle hadi."


Sinem nobranca mırıldandı. "Yok aramızda bir şey."


Ama Sude yine de üstelemeye devam etme niyetindeydi. "Öyleyse hoşlanıyorsun ondan, doğru mu?"


Gitgide sinirlenmeye başlayan Sinem'in bakışları bile değişmişti. Köşeye kıstırılmak istemsizce hırçınlaştırmıştı onu. "Neden sorguya çekiyorsun şu anda beni? Seni ne alakadar ediyor bunlar?"


Sude tıslarcasına güldü, kendi kendine mırıldandı. "Tam da tahmin ettiğim gibi, tek taraflı. Zaten aksi de düşünülemezdi."


Sinem hayretle kaşlarını kaldırdı. "Anlayamadım?"


Sinirlenerek araya girdim. "Sude, kırıcı olma istersen."


Oturduğu yerde doğrularak elini bana doğru kaldıran Sinem, "Hayır bir dakika olsun, bırak kırıcı olsun. İçinde neler varmış döksün de görelim." demişti. Sinirden sesi titriyordu. 


Ama onun aksine gayet sakin duran Sude, daha fazla tartışma çabasında değildi. "Dökecek bir şeyim yok benim, duyacağımı da duydum."


Sinem hırçın bir tavırla, "Aramızda bir şey olmaması neyi değiştirecek ki? Mal mı bu, kendine mi alacaksın adamı?" diye sorunca, Ece duyduklarının şokuyla gözlerini belertti.


Kısa, boğucu bir sessizlik yaşandı.


Aylin aralarındaki gerginliğin üzüntüsüyle araya girmeye çalıştı. "Ne yapıyorsunuz ya? Bir erkek için aranızı mı bozacaksınız?"


"Sorun erkek değil," Sinem tüm lafları ağzına tıktı; öfkeden gözleri kararmıştı. Ama daha çok, haksızlığa uğramış birisini andırıyordu. "Bana karşı takındığı tavır. Bu şekilde mi sormak zorundaydı?"


Birden zil çalınca odadaki hararet dağıldı. Merih çoktan gelmiş olmalıydı. Çabucak kenardaki son eşyalarımı da bavula sıkıştırarak fermuarını çektim, kapattım. Kenardaki saksıyı kucağıma alarak, kızların yardımıyla eşyalarımı kapının önüne kadar taşıdım.


Gerçekten de gelen Merih'ti. Evin her tarafına sinen gerginliği anında sezmişti; kaşlarını çatarak gözlerini tek tek hepimizin üstünde gezdirdi. Ama hiç bozuntuya vermemişti. Kapının önüne yığdığım eşyaları alarak acelesizce arabaya taşırken, rahatça vedalaşabilmemiz için bizi yalnız bırakmıştı.


Yalnızca birkaç dakika önce yaşanan tartışmanın gerginliğiyle, sırayla hepsine sarıldım. Sude kendisine meyletmeyeceğimi zannederek epey uzakta durmuştu ancak ben ona da sarılmıştım. Tekrar konağa gelecek olmama rağmen bir süre görüşemeyecektik ve ben aynı çatı altında onlarla birlikte yaşamaya çok alıştığımı fark etmiştim.


"Kendini çok özletme." Sinem geriye çekilerek kollarımın arasından çıktı. Hâlâ az önceki tartışmadan ötürü suratı asıktı ama yine de gülümseyebiliyordu.


"Merak etmeyin, bu konağın benden kurtuluşu yok." dedim gülerek. Tam bu esnada birisinin bana seslenmesiyle arkamı döndüm. Meral abla aceleyle konaktan dönmüş, patikaya çıkmıştı.


Çabucak yanına giderek iki yana açtığı kollarının arasına girdim. Beni göğsüne bastırdı; yanağını başıma yasladı. "Verdiğin sözü sakın unutma, bir sıkıntın olduğunda yanıma geleceksin. Kapım sana her zaman açık."


Gülümseyerek başımı salladım. "Unutmam, merak etme."


Hafifçe geriye çekilerek gözlerime baktı. Sude'yle yaşadığı kırgınlığı kendi içinde aşmışa benziyordu; neşesine geri kavuşmuştu. "Bu arada, on gün boyunca buraya gelmek yok. İşleri bir kenara bırakın. Gidin, balayınızın tadını çıkarın," Bir an duraksadı, dudaklarını büzdü. "Düğününüzü balayından sonra yaparız artık, hem Çınar da iyileşmiş olur o zamana kadar. Sizin de kazadan sonra kafanızı dinlemeye ihtiyacınız var zaten. Sen de sakın canını sıkma, her şey çok güzel olacak."


Gözlerime bir sıcaklık battığını hissettim. Boğazımda bir şeyler birikti, zar zor yutkundum. Beni bu kadar ince düşünen birisinin olması, içimdeki kimsesizliği sarsıyordu. Elini sıkarak gülümsedim, geriye çekildim. İçimde duygusal bir tarafın uyandığını hissettiğimden, bir an önce bu vedalaşmayı sonlandırmak istemiştim.


Son kez el sallayarak, çabucak arkamda bekleyen arabaya bindim. Merih de sürücü koltuğuna geçerek derin bir nefes bıraktı; benim kadar o da gergindi. Sanki hayatın bambaşka bir kıyısına itilmiştik ve savrulmamak için birbirimize tutunmaktan başka çare de bulamamıştık. Ama hiç bilmediğim, ıssız bir sokağa girmek gibi bir histi bu. Yanımda o da vardı belki; ama ondaki tenhalıkta kaybolmamaya çalışmak da zaten en zor olanıydı.


Sonunda konaktan kurtulabilmenin hafifliği ile yabancı bir eve misafir gibi gitmenin ağırlığıyla, tuhaf bir çatışma içindeydim. Hislerim, birbirine karışan kör bir düğüme dönüşmüştü.


Sanki o da bir çeşit iç çatışma yaşıyordu; öyle ki uzunca bir süre hiç konuşmamıştı. Sonunda sessizliği susturduğunda, çoktan yolu yarılamış hâldeydik. "Demre, seninle normal bir evlilik yaşamayacağımızı sen de biliyorsun. Lafı süslemeye gerek yok, çok fazla bilinmezliğin olduğu, belirsiz bir birliktelik yaşayacağız. Sana karşı dürüst olabilmek istiyorum ama yapamayacağımı da biliyorum," Bir anlığına gözlerime bakarak, tekrar yola döndü. "Bu arabadan inip eve girdiğimizde, ikimiz de eski hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Ne benim sana bir açıklama borcum olacak, ne de senin bana."


"Merak etme, hayatında hiçbir şey değişmeyecek." dedim, rahatlatabilmek için. Keza aynı şekilde benimkinin de değişmesini istemiyordum. "Normal bir evlilik olmayacağını biliyorum, evlilik sözleşmesi imzalamak isteyen de bendim zaten. Birbirimizin hayatlarına karışmayacağız. Gerçi istesem de seninkine karışmamam, kilitli bir kutu gibisin. Her şeyin farkındayım."


"Emin ol, karışmaman senin için daha iyi." dediğinde merakla ona baktım; ama o hızla altımızdan akıp giden yola odaklanmıştı sadece. "Bir gün sana karşı dürüst olmadığım için benden nefret edeceksin. Ve ben o günün gelmesinden çok korkuyorum." Ağır bir itirafın sessizliğini yaşadı bir süre. Zor bir kararın eşiğine varmış gibi, derin bir soluk aldı. "Eğer arabadan indiğimizde bu yolculuğu tamamen unutacağına söz verirsen, sadece bir seferlik sana karşı dürüst olacağım."


Ruhumu bir sıkıntı boğazladı sanki. "Senden nefret etmeme neden olacak bir şey mi söyleyeceksin bana?"


"Evet." dedi, gözlerime hiç bakmayarak. Sesi yoğun bir acıyla gölgelenmişti. "Şimdi anlatmamı istersen, anlatacağım. Ama arabadan indikten sonra bir daha benden bunu istemeyeceksin. İkimiz de bu konuşması unutacağız."


Seçimlerimiz şahsiyetimizi yontardı ve ben yine bir sapaktaydım. Bir seçim yapmam gerekiyordu; ama ben artık yontulmak istemiyordum. Yokuşlarda yürümekten yorulmuştum; artık ben de düzlüğe varmak istiyordum. Biliyordum, hem yokuşları aşmak için uğraşamaz hem de ona karşı duyduğum nefreti sırtımda taşıyamazdım.


Ben ondan nefret edemezdim.


İçimdeki yaşamın söndüğünü sezdim. Kendimi yine dik bir yamaçtan yuvarlanıyormuş gibi hissettim. Sanki yine bir arabanın içinde tutsak kalmıştım ve ölüme kucağına doğru takla atıyordum. Ruhum, zihnim ve bedenim; her şeyim tarumar oluyordu sanki.


İçimdeki nefret hayatıma giren insanlara o kadar çok bölünmüştü ki; bu yıkıcı duygudan bir parçayı onda da bulmayı kaldıramazdım. "Öyleyse söyleme, duymak istemiyorum." 


Şaşırarak gözlerimin içine baktı; yavaşça kaşlarını çatarak geri önüne dönerken, hiçbir karşılık vermemişti. Başını arkaya yaslayarak, donuk bakışlarını yola dikti. Ben de usulca önüme döndüm, sessizce başımı arkaya yasladım. İkimiz de pişman olacağımız bir karar aldığımızın farkındaydık. İkimiz de bir gün yanacağımızın farkındaydık.


Çünkü vazgeçmek yanan evi terk etmekti; affetmek evdeki yangını yok saymaktı.


Yolun sonunda varacağımız evde çoktan bir yangın başlamıştı. Ama ben şimdiden, yan odamdaki yangınları yok sayarak yaşamak istemiştim. Evi terk etmektense, yanarak yaşamayı seçmiştim.








AYYY artık Demo polis beyefendilerin arasına yavaştan girdiğine göree, olayların arka perdesine geçebileceğiz sankii 🤫 Ama kaoslardan önce biz şunların bi absürt balayını mı okusak?? ✍️✍️✍️ Bu arada geçen bölümde toplam 50 bölüm sürer Azalanlar demiştim ama onu tahminen söylemiştim, o kadar çokk mesaj geldi kiiii daha uzun sürsün diye 🥹 Yani ben de bilmiyorum gidişatını tamamen tahmini bir sayı vermiştim size, daha uzun da olabilir tabii. Olayla derlenip toplanacak. Zaten son 5 bölüme girince ben size haber vermiş olacağım, merak etmeyin. 🫶🏻

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-