37

 Nasıl şak diye bölüm attım amaaa ✨🫀 Selammlaarr ufak bir ara bölümle karşınızdayımm 🥹 Kısa olsa da çok önemli bir bölüm olduğu için ayrı yayımlamak istedim. Hadi gelin her şeyin başladığı o geceye gidelim yine 🫀 Yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemeyin lütfen, olur mu? 🥺 Bu arada nedir ki acaba bu kalplerin anlamı? 🫀🤔 


Bu bölüm hunharca Luca D'Alberto - Yellow Moon dinlenirken yazılmıştır 🌓


37: ÜÇ KARDEŞ



BÜLENT EROĞLU


Altı Yıl Önce, İzmir


Kulağından ayırdığı telefonu yumruğunun içinde ezerek gözlerini yumdu. Hırsla dudaklarını birbirine bastırdı. Avazı çıktığı kadar bağırmak, önüne düşen her insanı ezip geçmek istedi. Göğsüne sığamayan; ama bir türlü de kanına karışamayan bir ızdırap dolanıyordu içinde. Sanki bir kanına karışsa, rahatlayacaktı; ama olmuyordu. Dünden beri aldığı haberlerin hiddeti hâlâ taptazeydi; ayaklarının bastığı her yeri yakıp yıkmak istiyordu. 


İçindeki tüm merhametin köreldiğini sezdi.


Elindeki telefonu masaya fırlatınca, üstündeki bardak devrildi. İçindeki su tüm kağıtları ıslatınca duvar kenarına sinmiş adamlardan biri koşarak bardağı kaldırdı. Hızlıca kağıtları silkelemeye koyuldu.


"Bırak!" Haykırışı tüm ofisin içinde yankılanmıştı. Adam çabucak kağıtları yerine bırakarak, geriye çekildi. Ellerini tekrar önüne kavuşturmuştu. "Nerede kaldı bu it?"


Adam kolundaki saate baktı. "İki dakikaya burada olurlar, efendim."


Agresifçe nefesini üfleyerek, kadife gecenin uzandığı boydan pencereye sokuldu. Ayaklarının altında uzanan ihtiyar şehri yakmak istercesine, alevli gözlerini gezdirdi. Gökdelenin en tepesindeyken, sokaklarındaki kargaşadan ırakken, ne kadar da eşsiz gözüküyordu.


Ama bu gece hiç sevmemişti bu şehri. Bu gece, bu şehir ondan diğer kızını da almıştı.


Tam bu esnada arkasındaki şifreli kapı açılınca hışımla döndü. Öz kardeşi, kollarından tutularak odanın içerisine sürükleniyordu. Dehşetten irileşmiş bir çift göz parlıyordu suratında. Elleri kadar ayakları da zangır zangır titriyordu; kollarından tutan iki adam olmasa her an yere yığılacakmış gibiydi.


Nitekim öyle de oldu.


Bülent çenesiyle bırakmalarını söylediği an adamlar kenara çekilmiş, kardeşi de anında yere kapaklanmıştı. İri cüssesi apansızın ufalmış, secdeye giderek iki büklüm olmuştu. Birden canhıraş yakarmaya başladı. "Abi, canım abim, kurban olayım beni dinle önce. Benim hiçbir suçum yok. Gecenin bir vakti baskın yapmışlar otelime, haberim bile yoktu!" 


Bülent ağır ağır yanına sokuldukça, telaşı da katlanarak arttı. Kelimeleri sık sık üst üste biniyor, anlamsız bir ses furyasına sebep oluyordu. "Yemin ederim haberim yoktu. Nereden öğrenmişler adamın bizim otelde saklandığını bilmiyorum, birisi bilgi sızdırmış! Cemre'ye böyle olacağını bilseydim engel olmaz mıydım? Senin emanetin onlar bana. Canımı ortaya koyar, yine de engel olurdum. Yalan söylüyorsam eğer, şuradan şuraya adım atmak nasip olmasın!"


"Olmayacak zaten, tükettin sen tüm nasipleri!" Birden yere çökerek kardeşinin yakasına asılan adam, korkudan sıçramasına neden oldu. Tüm gücüyle sarsarak silkeledi; artık söyleyeceği hiçbir sözün itibarı yoktu onun gözünde. Bu hayatta ona vereceği sadece tek bir yanıt kalmıştı. "Demre nerede?"


Titreyen dudaklarından tek bir kelime bile çıkamadı. Korkudan irileşen gözleri, kırpılmaksızın suratına kenetlenmişti. Yanıtlayamıyordu. Hınçla kardeşinin yüzüne yaklaştı; artık gazabı yalnızca birkaç santim ötesindeydi. "Demre'nin yaşadığını bilen var mı? Birisine söyledin mi?"


Kardeşi defalarca kez başını iki salladı. "Hayır, kimseye söylemedim abi, yemin ederim. Yıllardır sadece sen, ben ve yenge biliyorduk kızları. Rahmetli babamız vardı bir de tabii. Hep böyleydi. Bizden başka kimse bilmedi." Kısa bir an tereddütle duraksadı. "Ama tabii olanlardan sonra Selçuk abi mecbur öğrenmiş oldu Cemre'yi."


"Demre'yi kimse öğrenmeyecek!" Duydukları Bülent'in yangınını harlamıştı. Tekrar hınçla sarstı kardeşinin yakasını. "Benden habersiz ne dedin de gitti peki bu kız? Birine sahip çıkamaman yetmezmiş gibi ötekini de mi kaybettin?" 


"Özür dilerim abi, affet beni, çok panikledim otelimde öyle cinayetler işlenince. Demre'yle yeterince ilgilenemedim o esnada." Birden tüm bedeniyle sarsılarak ağlamaya başladı. Yeğenini başından savdığını anlatamayacak kadar korkmuş bir hâldeydi.


"Nereden bulacağım şimdi ben bu kızı koskoca şehirde? Cenazeden sonra ortadan kaybolmuş, annesinin yanına da gitmemiş. Yer yarıldı da içine girdi sanki!" Bülent hınçla yakasını itekleyip bırakınca, kardeşi tekrar yere kapaklanmıştı. Ayağa kalkarak bu acınası yakarıştan uzaklaştı. 


O kadar öfke doluydu ki yaşadığı hayata sığamıyordu. Kendisini kelimelere dökemiyordu.


Ama belki de böylesi daha iyiydi. Sırtını kardeşine dönerek, pencerenin ardındaki karanlık şehre baktı. Demre'nin sırra kadem basması, birisinin onu öğrenmesinden çok daha iyiydi. Belki de onu aramaya kalkışmamalıydı; kalabalıkların içinde yok olmasına müsaade etmeliydi. Zira soyadındaki kiri hiçbir zaman öğrenmemeliydi. 


Hiçbir zaman bu kire bulanmamalıydı. 


Kızından feragat etmenin acısını yaşarken, kendisini bir gecede iki evlat toprağa vermiş kadar sefil hissetti. Yıllarca içine gömdüğü kin, artık usulca mezarından çıkıyordu. "Bunlar hep beni merhametli bildiğinizden oldu. Zaten affeder, hiçbir şey yapmaz dediniz." Hınçla kendi yakasını çekiştirdi; nefesleri ciğerlerini yakıyordu. "Dibine kadar sömürdünüz bu duyguyu benden. İyi adamlığımı sömürdünüz. Aptal yerine koydunuz beni!"


"Hayır, hayır abi, yok öyle bir şey!" Kardeşi hafifçe doğrulmuş, yaşlı gözlerle suratına bakmıştı. "Sen hep böyleydin, küçükken de ne yapsam affederdin beni. Hep merhametliydin!" İki parmağını havaya kaldırarak marazi bir edayla salladı. "Ben hep derim, benim iki tane dalyan gibi ağabeyim var. Beni hep koruyup kollarlar."


"Eskidendi o." Tepesinde durarak, kör kurşunu andıran bir bakış fırlattı kardeşine. İçlerinde annelerine en çok benzeyen gözler onunkiydi; belki de bu yüzden kardeşine hep ayrı bir şefkat duymuştu. Ona baktıkça annesini görmek, bugüne kadar içindeki tüm kötü hisleri bertaraf edebilmişti.


Ama artık bu gözlerde annesini de göremiyordu.


Ayaklarının dibindeki yalvarışlarını izlerken, birden kapıya vuruldu. Arkasından boğuk gürültüler yükseldi. Odadaki adamların bu arbedeyle kafası karışmış; hızlıca kapıya koşuşturmuşlardı. 


Fakat tüm bu telaşın arasında Bülent oldukça sakin duruyordu, zira kimin geldiğini çoktan anlamıştı; bu gür sesi kilometrelerce öteden bile duysa tanırdı. Kim olduğunu anlamak için saldırgan tavırlarını görmesine gerek bile yoktu.


"Açın, gelsin." Elini kaldırarak emir verince, kapı sonuna kadar aralandı ve abisi tüm heybetiyle içeriye daldı. Üstündeki trençkot rüzgarıyla birlikte savrulmuştu; az önce kapının önündeki adamlarla yaşadığı atışmanın asiliği de hâlâ suratında. 


Önce yere çökmüş olan en küçük kardeşine, ardından onun hemen önünde dikilen ortanca kardeşine baktı. Tanık olduğu her saniye, ona kaşlarını daha da çattırdı. Dizlerinin üstünde sürünerek merhametine sığınmaya çalışan kardeşi, tadını iyice kaçırmıştı. Onu görmezden gelerek, diğer kardeşine odaklandı.


"Bülent, oturalım adamakıllı konuşalım," Elini yerdeki kardeşine kaldırarak yaygarasını susturdu. Olacaklardan korkmuştu; çünkü Bülent'in gözlerinde daha önce hiç denk gelmediği bir delilik görmüştü. Sanki bambaşka bir adam dikiliyordu karşısında. "Üç medeni kardeş gibi halledelim meselemizi, kimsenin canı yanmasın."


Bülent hışımla üzerine yürüyerek, suratına haykırdı. Hınçla göğsüne vurmuştu. "Benim yanan canım ne olacak peki? Kızımı kaybettim lan ben, kızımı!"


Selçuk bir süre konuşamadı. Kederine hak veren, hüzünle karışık bir öfkeyle kardeşini izledi; ama sonunda dayanamayıp, sitemle sordu. "Kızının olduğunu neden benden sakladın?"


Bülent hiddetle fısıldadı. "Herkesten sakladım."


Selçuk, "Babadan da mı?" diye sorarak, üstelemişti.


Kardeşi acı acı güldü. "Ondan saklamak ne mümkün?"


Selçuk birkaç temkinli adım daha attı, tam karşısında durdu. Dosdoğru gözlerinin içine baktı. "Başka çocuğun var mı?"


Bülent de yavaşça ona dönmüştü; çenesini o kadar sıkmıştı ki boynunda damarlar belirmişti. "Yok! Sadece tek bir evladım vardı benim, onu da sığdıramadılar şu dünyaya. Yok başka çocuğum falan!"


Selçuk sertçe nefesini üfleyerek, sırtını döndü ve dertli dertli alnını ovuşturdu. Yeğeni olduğunu, öldüğünde öğrenmiş olmak canını çok sıkmıştı, belliydi. 


Ama sakladığı sır için kardeşine kızamıyordu da; ömrü boyunca üç oğlunun bir baltaya sap olamayışından yakınan babaları, öngörülmez bir hırsa sahipti. Kurduğu kuyumculuk zincirinde oğullarının da sağlam bir halka olmasını arzulamıştı; ama hiçbir şey istediği gibi gitmemişti. Hayatı boyunca, izinden yürüyemeyen üç oğluna karşı büyük bir kin beslemişti. Öyle ki bir sabah aniden, her türlü gaddarlığı kendisine mubah görebilecek bir babaydı.


Bülent hâlâ yerde diz çökmüş olan kardeşiyle göz göze geldi. Tek evladı olduğuna dair söylediği yalanı açığa çıkarmayacağını biliyordu; çünkü şu anda yaşamak için kendisine her türlü kulluğu yapabilecek bir çaresizlikteydi.


Kardeşinin hıçkırıklarıyla sarsılan sessizliğin uzadığını duyunca, tekrar abisine döndü ve onu, odanın öteki ucundaki devasa tabloya bakarken buldu. İçinde renksiz bir fotoğrafın durduğu, kırk sene önce cemiyetin kuruluşunu kutladıkları günün hatırasıydı bu.


"Kendini mi arıyorsun?" diye sordu, kinayeyle.


Selçuk omzunun kıyısından ona kısa bir bakış attı. Ama gözleri tekrar fotoğrafa dönmüştü. "Kendimi burada bulamayacağımı biliyorum."


Bülent ellerini cebine sokarak, yavaşça ona doğru yürüdü. Attığı adımlar o kadar ağırdı ki sanki dört tarafı alevlerle sarılı bir yangının içinden geçiyordu. Kardeşinin ağlayışları artık kesilmişti; merakla o da fotoğrafa bakıyordu. 


Bülent, abisinin yanında durarak, "Oradasın, daha dikkatli bak." dedi. Ardından uzanarak en önde, babalarının yanında duran kendi çocukluğunu gösterdi. "Buradasın."


Selçuk sanki hakaret yemiş gibi bakmıştı suratına. "Sensin o, ben değilim."


Bülent gülerek başını iki yana salladı; gözleri nemlenmişti, hissedebiliyordu. Birden hınçla elini fotoğrafa indirince tablo asılı olduğu yere zar zor tutunarak, tekinsizce sarsıldı. "Hem sensin," Öfkeyle yerde oturan kardeşini gösterdi. "Hem o, hem de benim bu çocuk. Hepimiz bu oğlan çocuğuz!"


"Ben değilim," Selçuk ağır bir suçla yaftalanmış kimse gibi, dudaklarını bastırarak başını iki yana salladı. Bütün hareketleri, bakışları; inkarın bir timsaliydi. "Sizin aksinize, bana dayatılan bu kirli yolda hiç yürümedim ben. Babanın, cemiyetin hırslarına hiçbir zaman teslim olmadım..."


Aniden yakasına asılarak hoyratça çekiştiren Bülent, abisini kabaca susturdu. "En büyük olarak sen aradan çekildiğin için bu yük bana kaldı zaten. Senelerce cemiyeti tek başıma temsil ettim ben. Biz de hiç istemezdik bu kire bulanmayı. Biz de adaletin ılık sularında yüzerek bu kirden arınabilmeyi isterdik, komiser!"


Selçuk öfkeyle kardeşinin bileklerini yakaladı, tüm gücüyle sarstı. "Öyleyse resti çekecektin babaya! Benim arkamdan gelecektin, peşime düşecektin." 


Bülent tahammülsüzce küfrederek, ellerinden sıyrıldı. "Bırak ya, rest çekecekmişim! Söylemesi kolay tabii, senin koruyacak bir ailen hiç olmadı ki."


"Benim ailem sizsiniz, sizi korumaya çalışıyorum." Derin bir soluk alarak yüzünü ovuşturdu, sakalını sıvazladı. "Üç hasta adamın kurduğu bu pis devleti yıkmaya çalışıyorum. Adalet için çabalıyorum."


Ama kardeşinin onu duyduğu yoktu. Kendilerine dayatılan hayatın acısını, telef olan yıllarının çaresizliğini yaşıyordu. "Ulan sen, sırf korkundan aile edinememiş bir adamsın. Kendine hangi adaleti sağlayacaksın? Sırf cemiyet bir zarar verir diye, hayatın boyunca hiç kimseyi sevememiş bir adamsın sen. Babaya resti çektin, soyadını değiştirdin, eyvallah. Cemiyeti, her şeyi hayatından çıkardın, gittin polis oldun. Ona da eyvallah. Ama bunları yaptın da ne oldu?" Sertçe elinin tersiyle onun göğsüne vurdu. Yüzünde küçümseyici bir bakış belirmişti. "Kendisine aile bile kuramayan korkutulmuş bir adamsın sen. Cemiyetin gölgesinden hiçbir zaman çıkamayacaksın. Ömrün boyunca bu kiri üstünden atamayacaksın. İstediğin kadar yüz o ılık sularda. İstediğin kadar değiştir soyadını, sakla herkesten gerçek kimliğini. Sen de ölene kadar Eroğlu olarak kalacaksın. Bizim bedelimiz, soyadımız."


Selçuk Kalender acıyla yutkunarak bir adım geriledi.


Sanki hayatının son saniyelerini yaşayan, darağacına çıkarılmış suçsuz bir mahkumdu. Kardeşinin sarf ettiği amansız sözlerse, ayaklarının altındaki iskemleye inen sert bir tekmeydi. Canını yakmamıştı; direkt göğsündeki canı içinden söküp almıştı.


Abisinin yüzündeki ızdıraba daha fazla tanık olmak istemeyen Bülent, sırtını dönerek kaçmaya yeltendi.


Ama iki adımdan öteye gidemedi. Selçuk uzaklaşmasına müsaade etmeyerek, tekrar yakasına asılmıştı. Zorla kendisine döndürerek gözlerine baktırdı. "Hâlâ kurtulabilirsin bu kirden, geç değil. Yemin ederim geç değil." Yüzünün buruştuğunu görünce sözünü kesmesine müsaade etmeyerek, telaşla devam etti. "Abinim ben senin, korurum seni. Çıkarabilirim seni bu yeraltından. Gel adalete teslim ol, pişmanlıktan en az cezayı almanı sağlarım. Hallederiz, birlikte bir yolunu buluruz. Yeter ki bize inan. Birlikte devirebiliriz bu cemiyeti." Yalvararak gözlerine baktı. "Hadi aslanım, tamam de."


Abisinin ellerinde küçüldüğünü hisseden adam, kendisine yüklemeye çalıştığı umutların altında ezildi. İzinsizce gözünden akan yaşla, acı acı güldü. "Beni de o yetim çocuklardan kurduğun ekibin içine mi sokacaksın yoksa?"


Hiçbir karşılık vermeyen adam, yalnızca sessizliğini konuşturdu.


"Gerçeği biliyorlar mı bari?" Bülent tekrar güldü; artık yakasındaki ellerden kurtulmaya çalışmıyordu. Hatta abisi bıraksa, pelte misali yığılacakmış gibi hafif hafif sallanıyordu. "Ama sen şimdi Eroğlu soyadını hiç işin içine karıştırmıyorsundur. Sadece Şahoğlu'na ve Hürkan'a yanaşmaya çalışıyorsundur. Bu kutsal ekibin, İlk Büyükler'in torunu olduğunu biliyor mu peki?" Birden göğsüne vurarak, ciğerlerindeki tüm havayı kustu. "Damarlarımızdaki kanı içerek bu cemiyeti kurduklarını biliyorlar mı? Söylesene lan! Yıkmaya çalıştığın devletin bizim kanımızla can bulduğunu biliyorlar mı?"


Kalender hırsla yakasına bırakarak kardeşini itekledi. Saldırmaya hazırlanan bir yırtıcı gibi kükredi. "Kes sesini!"


"Canı yanmış iki üç çocuk buldun, topladın etrafına," Geriye sendeleyerek duran Bülent, keskin bir suçlayıcılıkla elini doğrulttu. "Köpek gibi boyunlarına tasma geçirdin. Cemiyet kinini bir güzel aşıladın içlerine, uğruna savaşacakları bir ülkü de verdin ellerine. Eyvallah, temiz iş. Yol boyunca telef olurlarsa bir önemi de yok tabii, yerini hemen doldurusun sen." Alayla gülerek, abartılı bir gürültüyle ellerini çırptı. "Tebrikler valla abi, zekice bir adak adama yöntemi. Sen gerçek bir Eroğlu'sun."


"Asabımı bozma benim. Canı yanmışları seçtim çünkü sadece onlar içlerindeki intikam ateşini bu denli diri tutabilirler..."


Bülent geriye çekilerek masasına yaklaştı. "Sen sadece kendine kurbanlık koyun seçtin. İki üç yetimi, kırk yıllık cemiyeti devirebileceğine inandırdın. Babamıza olan hırsından ne yapacağını şaşırdın sen." Yumruk yaptığı elini sertçe masaya indirdi. Tok bir gürültü tüm odayı inletti. "Ne bu cemiyet yıkılır, ne de bu kir bizim üstümüzden çıkar. Damarlarımızda akan kan bitmez."


Selçuk, şerefli bir adamın gururuyla çenesini dikleştirdi. "Onlarca insanın kararan hayatını izleyeceğime, yenilsem de en azından çabaladım derim. Ben kirlensem bile başkalarının temiz kalmasını sağlayabilirim."


Bülent başını eğerek neşesizce güldü. Bu şövalyece coşkuların, bir gün ona da dimdik tutmak için direttiği başını eğdireceğini biliyordu. "Sana adalet sularında iyi yüzmeler öyleyse. Dikkat et de boğulma. Sonra bir de senin adaletini aramayalım."


Dizlerinin üstünden kalkamayan kardeşleri, birden hınçla konuşmalarını böldü. "Benim ne suçum vardı? Babamın adam bile görmediği, itilip kakılan evlat oldum hep lan ben. İzmir'in saçma sapan bir mahallesinde yıkıntı bir otele tıkılıp kaldım. Çünkü bana mubah görülen tek iş buydu." Ağzından tükürükler saçarak elini Bülent'e doğru savurdu. "Yıllarca senin çocuğuna baktım, besledim, büyüttüm ben! Benim suçum neydi?"


"Senin bir suçun yoktu," Bülent usulca masadan çekilerek, karşı duvarda duran iki ihtişamlı tabloya doğru yürüdü. Yan yana asılmış iki tanıdık adamın fotoğrafı duruyordu içlerinde. "Bizim bir suçumuz yoktu kardeşim." 


Altın varaklı tablolardan birine uzanarak kenarındaki kısa, kadife perdeyi yavaşça çekti ve içinde duran Atatürk portresinin üstüne örttü. İtinayla kenarlarını düzeltti, elinin tersiyle yanaklarındaki ıslaklığı sildi. Ardından yanındaki öteki tabloya uzandı, içinde babasının bulunduğu fotoğrafın üstüne diğer perdeyi kapattı.


Selçuk kaşlarını çatarak ona doğru yürüdü. Pusuda yatmış bekleyen ölümün varlığını sezmişti sanki. "Ne yapıyorsun?"


"Atalarımız bu âna şahit olmasın diye, saygımdan örtüyorum." Perdeleri düzelttikten sonra yavaşça yüzünü kardeşlerine döndü. Hızla elini beline atarak silahını çıkardı. Ruhu çekilmiş kadar donuktu artık bakışları. "Ve yıllarca sömürülen merhametimin acısını çıkarıyorum."


Ansızın odayı bir panik kasıp kavurdu. Selçuk Kalender temkinli bir yavaşlıkla ellerini kaldırarak, onu yatıştırmak için telkinlerde bulunmaya başladı. Ama yerdeki kardeşinin ağlayışları, tüm söylediklerini boğarak duyulmaz kılıyordu.


Bülent elindeki silahı evirip çevirdi, içindeki mermileri kontrol etti. Bu kabzayı tutmayı hep çok sevmiş; ama kullanmaktan hep nefret etmişti. Yeniden gözlerine nükseden yaşlar görüşünü bulanıklaştırdığından, yuvasındaki mermileri saymak epey zamanını almıştı. 


İçindeki nefesi bırakarak, başını geriye attı. Bir süre tavanı seyretti. Bu geceden sonra kalbi farklı atmaya başlayacaktı; Demre'nin bir türlü bulamadığı göğsünün altındaki kalp, eski vuruşlarını kaybedecekti. Başını hiç kımıldatmadan, gözlerini aşağıya kaydırdı. Dosdoğru abisine baktı; ayaklarının ucunda kıvranan kardeşiyle hiç ilgilenmemişti. "Sizi dışarıya alalım, Başkomiserim." Silahı tutan eliyle gevşekçe kapıyı gösterdi; anında etrafını kuşatan adamlar, abisini yaka paça tutarak sürüklemeye başlamıştı. "Bundan sonrası adaleti aşar."


"Bülent! Saçmalama, sakın!" Kendisini tutan hoyrat ellerden kurtulabilmek için azman gibi çırpınan adam, çıldırmış birisinin çaresizliğiyle haykırdı. "Kardeşin o senin, kendine gel! Sen böyle bir adam değilsin. Halledebiliriz, sizi bu bataklıktan kurtarabilirim. Sakın yapma. Kardeşini, kendi kanından birisini mi katledeceksin?"


Yavaşça yanına sokularak namluyu alnına yasladığı an, kardeşi kısık çığlıklarla yalvarmaya başladı. Elleri, dizleri, dudakları ve göz kapakları; tüm bedeni, az sonra ruhunu kaybedecek olmanın korkusuyla titriyordu. "Abi, ben senin kanınım, kardeşinim yapma. Yalvarırım yapma, evladım var benim!"


"Sen benim kanımdın ama kızım canımdı." Parmağını hafifçe namlunun ucuna bastırdı, önündeki yalvaran gözlerine baktı. Mermiyi kardeşine saplayacaktı belki; ama biliyordu, ölen kendisi olacaktı. "Benim canım sökülmüş, nasıl kanamasın? Madem kanım sensin, öyleyse kanayacaksın."


Kulakları tıkayan bir silah sesi patladı; üç kardeşi birbirine kenetleyen sadakate bir kurşun saplandı. Yüzüne kardeşinin sıcak kanı sıçradı, haykırışlarla sürüklenen abisinin üstüne kapılar kapandı; sonunda babasına benzeyecek yaşta olduğunu anladı.


Artık babasının seveceği bir evlattı.






AAAY NELER OLUYORR AYOL 🫀 


25 Mart 2024 • 23:05

Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-