38

 Kısa bir aradan sonra yeniden kavuştukk. 🤍🫂✨ Yazım hatalarını düzelteyim derken geciktim, hâlâ gözümden kaçan varsa affola. 🥺 Bu bölümü sindire sindire okumanızı tavsiye ediyorum. Özellikle de yemek sahnesini. Gerçekten çok uzun bir bölüm oldu ve yazması da çok zordu. Bölüm bitti ben de bittim. Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemeyin, olur mu? Tek motivasyonum onlar. 🥺 Şimdiden keyifli okumalar yavrılarımm!


Bu kitapta bahsi geçen tüm olaylar ve şahıslar tamamen kurgudan ibarettir. 


38: SON AKŞAM YEMEĞİ



Bir evi yuva yapabilen içindeki insanlardı. 


Bu yaşıma kadar birçok evde yaşamıştım; ama hiçbirini kendime yuva yapamamıştım. Daha önce hiç, başımı güvende hissederek yastığa koyabildiğim bir yerde yaşamamıştım.


Yavaşça bavulumu yere bırakarak, önümdeki tek katlı eve baktım. 


Kalın bir yorgan gibi çatısından sarkan sarmaşıklar, insana büyüleyici bir manzara sunmuştu. Eski bir yazlık evi andırıyordu; duvarlarındaki gri boya yer yer soyulmuş, keza solmuştu. İhtiyar bir incir ağacının gölgesiyle serinleyen, ufak bir bahçeye sahipti. Her yeri kuru yapraklarla örtülmüştü. Kenarlarda birikmiş yabani otlar ve solarak bükülmüş bitkiler, uzun yıllar bakımsız kalmanın belirtisiydi.


Yuva yapabilecek miydim burayı?


Arabadan taşıdığı diğer eşyalarla, aralık demir kapıdan içeri girdi. Bir anlığına durdu; önce ortasında dikildiğim bakımsız bahçeye, ardından ellerini önünde kavuşturmuş bekleyen bana baktı. 


Her nedense, suratında mahcup bir ifade belirmişti.


Yanıma gelirken, önümüzdeki ufak eve kaçamak bakışlar atıyordu. "Burayla uzun süre ilgilenen kimse olmadı, o yüzden biraz bakımsız kalmıştı. Tadilatını, her şeyini yaptırdım tabii. Ama eğer beğenmediysen hemen başka bir yer ayarlayayım, haftaya taşınmış oluruz..."


Hızla sözünü kestim. "Beğenmediysem mi? Bayıldım ben buraya!" Böyle bir şey duymayı beklemediği belliydi; şaşırarak kaşlarını kaldırdı. Arkamı dönerek duvar kenarındaki kuru otları, yerdeki ölü yaprakları gösterdim. "Şunları temizledikten sonra burası çok güzel bir yere dönecek, sadece ufak bir dokunuş istiyor. Ben hallederim," Tekrar eve döndüm, gülümsedim. "Ben burayı güzelleştiririm."


Madem hayat beni buralara kadar iteklemiş, hiç bilmediğim bir eve sürüklemişti; öyleyse bu evi yuva hâline getirmek de benim elimdeydi. 


Çünkü her insan bunu hak ederdi. Herkes, sıcak bir yuvada yaşamayı hak ederdi.


Gitgide uzayan sessizliğini duyunca ona döndüm ve gülümseyerek beni izlediğini gördüm. Birden elindeki çantayı yere bıraktı, yavaşça bana sokuldu. Gözlerinin içine sıcacık bir renk bulaşmıştı. Yalnızca bir adım ötemde durdu; başını belli belirsiz yana yatırarak dosdoğru ruhuma baktı. 


Bedenlerimiz arasındaki mesafe o kadar azdı ki; bir noktada insana gerekliliğini sorgulatıyordu. 


Kasıldığımı sezmiş gibi, gülümsemesi daha da genişledi.


Teminat verircesine ellerini cebine sokarak, "Temas yok," diye fısıldadı; ama o kadar yakınımdaydı ki bu dokunmamasından daha kötüydü. Çünkü tenimdeki nefesi her şeyi daha da katlanılmaz kılıyordu.


Ben de yavaşça başımı salladım. "Temas yok."


Gülümseyerek başını geriye attı, tepemizden yükselen incir ağacına baktı. Gözlerini üstümden çekmesini fırsat bilerek, suratını inceledim. Yaşadığımız kazadan kalan sıyrıklarından, gözünün kenarındaki morluğa; kaşındaki taze yaradan, gülümseyen dudaklarına indim. 


Karnımda bir şeyler kımıldandı. 


Dudaklarımızın birbirine değdiği an, usulca zihnimin derinliklerinden yüzeyine doğru süzüldü. Resmen onu öpmüştüm. Özlem dolu bir sızı hissetim tenimde; aynı anda esen rüzgarların suratıma üflediği kokusu, derinlerimdeki bir arzuyu kımıldattı. Durduk yere ona sımsıkı sarılma isteği kabarmıştı içimde.


Birden gözlerini bana indirerek, kaşlarını kaldırdı. "Yavrum dinlemiyor musun beni?"


Telaşlanarak gözlerimi kırpıştırdım. "Dinliyorum, dinliyorum." Başımı geriye atarak tıpkı onun gibi incir ağacına baktım; gözümün ucuyla gülümseyerek bana baktığını fark edince kendime sövdüm. "Evet, ne diyordun?"


"Diyordum ki," dedi bana doğru eğilerek, ağaca bakarken. "İncir ağacının hiç çiçek açmayan tek meyve ağacı olduğunu biliyor muydun?"


Şaşırarak başımı iki yana salladım. "Hayır, bilmiyordum."


Tekrar gözlerimiz kesişti; artık aramızda yalnızca bir karış kalmıştı. Aşılması çok zahmetsizdi ama kimse böyle bir taşkınlığa yeltenmiyordu. 


"Sen buraya geldin ya," diye fısıldadı. "Bir gün bu incir ağacında bile çiçek açacak senin sayende."


Nefeslerimiz birbirine karışacak denli yakınlaştı; ama ansızın bahçeye birisi daldı.


"Ay!" Elinde tuttuğu ufak bir tencereyle, ablası Selin kapının ucundaydı. Sanki bizi uygunsuz bir anda yakalamış gibi elini kaldırarak, apar topar geri çıkmaya yeltendi. "Affedersiniz, ben bölmeyeyim."


Çabucak geriye kaçılınca ayaklarımın ucundaki bavula takıldım. Dengemi kaybederek tökezledim; ama Merih kolumdan yakalayarak kendisine doğru çekince göğsüne çarptım. Telaştan nefeslerim kesildi. 


Utançla ablasına bakarak, saçımı düzelttim ve gülümsedim. "Yok, gelebilirsin tabii ki Selin abla. Seni görmek çok güzel, hoş geldin."


Merih'in, "Eyvallah abla, en heyecanlı yerinde böldün. Ne güzel tatlı bir rüyaya dalmak üzereydik karıcığımla," dediğini duyunca dirseğimle dürttüm ama hiç aldırış etmemişti. Belimdeki elini sıkarak beni kendisine daha çok bastırdı; sesinde artık sinir vardı. "Umarım buna değecek kadar önemli bir şey için rahatsız etmişsindir."


Selin bir an ne diyeceğini kestiremedi. Çabucak araya girerek, Merih'in sebep olduğu gerginliği savuşturdum. "Tabii ki rahatsız etmedin, sen ona bakma. İyi ki geldin, içeriye geçelim mi? Gerçi ne hâlde olduğunu pek bilmiyorum ama..."


"Yok, ben hiç rahatsızlık vermeyeyim," Elindeki küçük tencereyle yanımıza gelerek bize uzattı. Kardeşine dokunan fersiz gözleri, bana kayınca canlanmıştı. İçtenlikle gülümsedi. "Annem size kabak çiçeği dolması gönderdi..."


Merih şaşırarak sözünü kesti. "Annem mi gönderdi?"


"Evet," dedi kadın, ona kısa bir bakış attıktan sonra bana dönerek. "Sen o gün çok beğenmiştin, tekrar yaptı. Git gelinime götür bunları dedi, postaladı hemen beni. Aman sıcaktır," Gülümseyerek, uzattığı tencereyi elinden aldım. İçime yumuşacık bir sevinç dolmuştu. "Kendisi gelecekti ama dizleri yürümesine pek izin vermiyor..."


Merih tekrar sözünü kesti; artık sesi endişeliydi. "Ne oldu ki dizlerine?"


"Ciddi bir şey yok, yaşlılıktan işte." dedi ablası, dümdüz bir sesle. Ama kardeşinin endişelerini gidermek için daha fazla efor sarf edeceğe benzemiyordu. Hiç sözü kesilmemiş gibi, eliyle yolu göstererek tekrar bana dönmüştü. "Şuradan dosdoğru yürüyünce bizim eve varıyorsun, hatırladın değil mi? İstediğin zaman gelebilirsin, kapımız her zaman açık sana." Bir an durdu, kardeşine kaçamak bir bakış attı. "Valla hiç saklayamayacağım, annem gelinim de gelinim diye dolanıyor evde. Çok sevdi seni, müsait bir zamanında kahveye gelirsen, eminim ki çok sevinecektir."


Kucağımdaki tencereyi iki elimle sarılırken, gülümsedim. Gerçekten gelinleri gibi davranmam gerektiğini fark etmiş, inceden inceye gerilmiştim. "Tabii gelirim, çok mutlu olurum hatta. Dolma için çok teşekkür ettiğimi söyle lütfen, Selin abla."


Tam gidecekken bir şey anımsamış gibi geri döndü. Kaşlarını çatarak Merih'e baktı. "Bu arada balayına nereye gidiyorsunuz?"


Merih'le birbirimize baktık bir an; bunu hiç konuşmamıştık. Aslında evliliğin detaylarını bile hiç konuşmamıştık. 


Boğazını temizlediğini duyunca müdahale ettim; yalan söylemenin anlamı yoktu. "Bir yere gitmiyoruz, ben istemedim. Buradayız, evimizdeyiz yani."


Selin sanki ilk kez görüyormuş gibi şaşırarak gösterdiğim eve baktı; sonra hışımla kardeşine dönerek koluna vurdu. Birden paylamaya başlamıştı. "Karını güzel bir tatile bile mi götürmüyorsun eşek herif? Sen onun istememesine ne bakıyorsun? Tut elinden götür işte."


Tekrar telaşla araya girdim. Ama Merih'in darbe yedikçe yüzünde beliren hoşnutsuzluk içten içe beni keyiflendirmişti. "Yok, gerçekten ben istemedim. İkimiz de çok yoğun çalışıyoruz zaten."


Selin elini kardeşinin üstünden çekerek, ters bir bakış attı ona. Lafları resmen ağzının içinde çiğniyordu. "Artık hangi mafyalıklar yüzünden yoğunsa beyefendi..."


Merih tepkisiz kalmayı tercih etti. Ablasına hiçbir açıklama borçlu değilmiş gibi, ketumdu. 


Sessizce, ikisi arasında gözlerimi gezdirdim.


"Her neyse, artık gideyim ben." Selin, sözlerinin inkar edilmemesine daha da sinirlenerek arkasını döndü, bahçenin çıkışına yürüdü. Kardeşinin yıllardır içinde olduğu ama kendisinin ona bir türlü konduramadığı mesleği hatırlamış, yeniden kinlenmişti. Yürüyüşündeki hışımdan bile belliydi.


Ablasının yanımızdan uzaklaşmasıyla nefesini bırakan Merih, asık suratla bana döndü. Bariz bir şekilde keyfi kaçmıştı. Kucağımdaki tencereye kısa bir bakış atıp, yerdeki çantaları toplamaya koyuldu.


"Hadi, içeriye girelim." dedi, renksiz bir sesle. Kapının önündeki üç basamağı tırmanarak cebindeki anahtarı çıkardı. 


Arkamı kolaçan ederek peşine düştüm. Selin çoktan gitmişti.


Kapıyı sonuna kadar açarak kenara kaydı, elini davetkâr bir edayla kaldırdı. Sımsıkı sarıldığım kucağımdaki tencereyle, bir süre öylece dikildim. 


Bu eşikten sonrası, artık hayatımın bambaşka bir evresine uzanacaktı. Ancak neyse ki, mutlu bir evlilik sürdüren karı koca rolünü kapıda bırakarak girebilecektik bu eve. 


Ayakkabılarımı çıkararak tencereyle birlikte içeriye süzüldüm. Burnuma ince bir boya kokusu geldi. Kısa koridorun tam ortasında durdum. Merakla, gözlerimi evin her köşesinde gezdirmeye başladım. 


İçerdeki yabancılığı bir an önce bertaraf edebilmek için, etrafımdaki her şeye gözlerimi dokundurdum; yerdeki tüylü halıya, kenardaki vestiyere ve askıdaki deri cekete baktım. Birden kaşlarım çatıldı. Bu bir kadın ceketiydi.


"Kimin bu?" diye sordum; ama umduğumdan da yargılayıcı çıkmıştı sesim.


Merih çantaları kenara bırakıp, kapıyı örttükten sonra bana döndü. Çenemle askıdaki kadın ceketini gösterdim. Soruyu tekrarlayacak şevki bulamamıştım kendimde.


"O mu?" diye mırıldandı, tasasızca. "Pınar'ın ceketi, geçen gün burada unutmuş."


Tepkisizce gözlerinin içine baktım. O da hiç kımıldamadan, sessizce bakışlarıma karşılık verdi. Sakin kalmalıydım. Tenimin üstünde bir ürpertinin süzüldüğünü hissettim. Sonra yalnızca şunu sordum. "Pınar'ın burada ne işi vardı?"


Hızlıca dudaklarını büzerek geri gevşetti. Gözlerinde, azar işiten bir çocuğun işlediği kabahatleri vardı. "Çınar'la birlikte evi yerleştirmeme ve temizlememe yardım ettiler. Eşyaların hepsi yeni, badanası da yapıldı," Konuyu değiştirdiğini fark edince tekrar kaşlarım çatıldı. Ensesindeki saçları kaşıdıktan sonra hızlıca arkasındaki kapıyı göstermişti. "Evin dış cephesini bilerek boyatmadım, belki sen farklı bir renk yaptırmak istersin diye."


"Maşallah benim dışımda herkes gelmiş eve," Badanayla ilgili söylediklerini duymazdan geldim. Sesim artık daha sakindi ama durduramadığım bir soğukluk estirmişti. "Madem onları getirdin, beni de getirebilirdin. Sonuçta ben yaşayacağım ya burada, önceden görüp bir fikir belirtmek hakkım olabilir sanki."


"Hakkın tabii, en çok senin hakkın," dedi hiç düşünmeden. Yanıma gelecekmiş gibi bir adım attı ama sonra görünmez bir sınırı aşmışçasına, durdu. Gözlerinde sadece mahcubiyet vardı. "Ama hiç ilgini çekiyor gibi durmuyordu. Zaten hiçbir şey olağan bir evlilik gibi ilerlemediği için, ben de seni böyle sıkıcı telaşlarla yormak istemedim."


İçten içe hak vermek zorunda kaldım; gerçekten de hiç evlilik telaşına kapılmaya hevesli birisi gibi davranmamıştım. Ama yine de bu sebeplerin hiçbiri evimdeki askılıkta başka bir kadının kıyafetini bulmamı haklı çıkaramazdı. Gözlerimi ceketten ayırarak önüme döndüm. "Her neyse sorun değil, olmuş bitmiş zaten."


Salon olduğunu düşündüğüm aralık kapıdan içeriye girince dikkatim dağıldı. Evdeki bütün mobilyaların yeni olduğu ilk bakışta bile anlaşılıyordu. Ne fazla büyük ne de fazla küçük bir odaydı burası; iki tane geniş, krem koltukla; bir de tekli, gri koltuk konulmuştu. Ortaya mermer desenli bir sehpa yerleştirilmiş, altınaysa yine gri bir halı serilmişti. 


İçeride taze çiçek kokusu raks ediyordu. 


Birden gözüme odanın köşesindeki beyaz buket ilişti. Şaşırarak duraksadım. Arkamdan gelmeyerek kapının kenarına yaslanmış olan Merih'e döndüm; koku önüne görünmez bir engel örmüştü sanki. Girmeye pek hevesli değildi.


"Ben zaten siyah menekşeyi yanımda getirmiştim. Neden yeniden çiçek aldın ki eve? Alerjin tutacak." dedim, gülümsememek için dudaklarımı bastırırken. Çünkü suratında bariz bir pişmanlık görmüştüm. 


Birden gözlerini kırpıştırmaya, burnunu kırıştırmaya başladı; gülünç bir hâli vardı.


"Karım seviyor diye aldım, ben böyle alfa bir kocayım işte." dedi, gözlerini kısarak. Muzip bir bakış atmaya çalışmışsa da başaramamıştı; alerjisi istediği şekilde bakmasına müsaade etmiyordu.


Belli belirsiz gülümseyerek ona sırtımı döndüm, sımsıkı tuttuğum tencereyle koltuğa oturdum. Kendisi için bir eziyet olmasına rağmen benim için eve çiçek sokmuş olması içimi okşamıştı. 


Tencereyi kucağıma koyarak, kapağını açtım. Suratıma esen ılık buharı bile midemin kazınmasına yetmişti.


Ufak kabak dolmalarından birini alarak iştahla ağzıma attım, etrafı inceleyerek yemeye koyuldum. En son annemin elinden yemek yediğimde belki de on yaşındaydım; o kadar uzun zaman olmuştu ki anne eli değmiş bir yemek yemeyeli, sanki her lokmanın tadında hasret vardı.


"Bütün tencereyi tek başına yiyeceksin herhalde," Omzunu kapıdan ayırarak yanıma geldi, koltuğa oturdu. Artık gözleri sulanmıştı; ama kör olan gözünü daha fazla kırpıştırıyordu. Onun diğerinden daha hassas olduğu belliydi. 


Tek eliyle koltuğun sırtına tutunarak bana döndü. Hevesle elimdeki dolmaya bakarak, yüzünü yaklaşırdı. "Elinden kabak çiçeği yememiz yok mu peki?"


Hızlıca kendi ağzıma atınca önce dudaklarıma, ardından bana baktı. Kaşlarını çatınca keyiflendim. "Kendimi mi doyurayım, seni mi? Çok istiyorsan alıp yersin."


"Yoksa vicdansız bir hatun mu aldım ya ben?" dedi, abartılı bir sitemle. Ağzım dolu olduğu için hiçbir karşılık veremedim. Bir süre iştahla dolmayı yiyişimi izledi. "Biz gidelim çiçekler alalım, ölüme yürüyelim ama elinden bir dolma yiyemeyelim..."


"Ay tamam," dedim sertçe yutkunup, tencereden ufak bir kabak çiçeği aldım. Ağzına doğru uzattım. "Al hadi, ye tamam."


Gülümseyerek elimdeki kaptı; ama tam bu esnada henüz ben geri çekemeden parmağımı ısırdı. Sonra aheste aheste dolmasını yemeye koyuldu.


"Ah!" Elimi çekerek, hayretle suratına baktım. "Acıttın!"


Kızgınlığımı duymazdan gelmişti. Saniyeler içinde dolmayı yiyerek, tekrar çenesiyle kucağımdaki tencereyi gösterdi. Keyifli keyifli, "Bak şu köşedeki şişko olanı paslasana bana, fena duruyor." dedi.


Çatık kaşlarla, gösterdiği dolmaya baktım. Gerçekten de lezzetli duruyordu. İkiletmeden elime aldım; gözlerinin içine baka baka kendi ağzıma attım. "Gerçekten fena mıymış, önce bir kalite kontrol yapayım hemen."


Ayıplar gibi dilini damağına vurarak, suratımdaki zevki süzdü. "Bak hele bak şuna, hareketlere bak. Milletin karısı cilve yapar, bizimki sadece nispet yapıyor."


Boğuk boğuk çemkirdim. "Ne cilve yapacağım be sana? Rüyanda görürsün."


Sırf beni kızıştırmak için, "Bize her şey rüyalarda nasip oluyor zaten, öpmek bile..." dediğini duyunca, hışımla tencereden kaptığım dolmayı sözleriyle birlikte hızlıca ağzına tıktım. 


İtiraz etmeden aldı; ama yine benden çevik davranarak parmağımı ısırmaktan da geri kalmadı.


"Ah!" Acımış olmamasına rağmen bağırdım. 


Gülümseyerek ağzındaki lokmayı yemeye koyuldu; yine tencerenin içini inceliyordu. Öfkeyle kucağındaki elini yakalayarak kendime çekiştirdim. "Getir, ödeşeceğiz."


Elini çekmek için uğraştı ama yine de tutmama izin verdi; istese çabucak kurtulabilirdi, farkındaydım. Henüz bir tepki veremeden hınçla elini ısırdım. "Yuh!" Şaşkın şaşkın gülerek elini kurtarmaya çalıştı. "Kızım tamam anladık, bıraksana! Koparacaksın herhalde."


Geriye çekilerek, gururla teninde bıraktığım diş izlerine baktım. "Oh olsun!"


Abartıyla yüzünü buruşturarak, elini ovuşturmaya başladı. Dolmadan alıp iştahla ağzıma atarken, yaralı biri gibi beni seyrediyordu. "Hatun dişli çıktı desene."


"Sen ısıracaksın da ben susacak mıyım?" dedim, üste çıkarak.


Hiçbir şey demedi; hırçın tavrımı izledi sadece. Bakışlarındaki derinliği görmezden gelerek, kucağımdaki dolmalara ilgilenmeye başladım. Ne zaman bana böyle sessizliğin ardından baksa, aramızda gürültülü bir çekim oluşuyordu. Ama daha da kötüsü, ben artık kendimde bu görünmez güçle mücadele edecek dirayeti bulamakta zorlanıyordum. 


Sırf bu çekimden sıyrılabilmek için, "En sevdiğin yemek kabak çiçeği dolması mı?" diye sorma gafletinde bulundum. Boğazını temizlediğini duyunca gözlerine baktım; ama onu çatık kaşlarla tencereyi izlerken bulmuştum.


"Hayır," dedi, kasvetli bir sesle. "Aslında en sevmediğim yemek."


Sesindeki renkten, hüzünlü bakışından ve düşük duruşundan hiç ama hiç hoşlanmamıştım; yine de bozuntuya vermeyerek alaya vurdum. "Az önce soluksuz mideye indirirken hiç öyle durmuyordun ama."


Umursamazca omuzlarını silkti. "Açken her şeyi yerim ben."


"Yine yalan söylüyorsun bak." Son bir dolma daha alarak ağzıma attım, tencerenin kapağını kapattım. Ona sataşmanın keyfiyle arkama yaslanarak çiğnerken, sessizce beni izledi. "Annen de oğlumun en sevdiği yemek demişti. Sırf senin için yapmıştı hatta ilk tanışmamızda. Beni kandıramazsın..."


Gözlerinde bir şeyler söndü. "Bahsettiği oğlu ben değilim."


Ağzımdaki lokma sanki bütün lezzetini yitirdi; çiğnenemez hâle geldi. Ölen kardeşinden bahsediyordu. Kırdığım potun utancıyla resmen ne diyeceğimi şaşırdım. Zar zor yutkundum.


Sırtımı koltuktan ayırarak oturuşumu düzelttim. "Kusura bakma ben annen o gün öyle söyleyince senden bahsediyordur diye..."


Sesim gitgide kısalarak cümlemi yüklemsiz bıraktı. Ben üzüntüyle gözlerine bakarken, o şefkatle gülümsemişti. "Neden kusura bakayım ki? Bilmediğin şeyler için kendini suçlama. Ne o günkü kabak çiçeği dolmaları," Kucağımdaki ufak tencereyi gösterdi çenesiyle. "Ne de bunlar hoş geldin ikramı. Sana öyle, ona hiç şüphem yok ama bana değil." Artık sesi buğuluydu. "Hıncını çıkarmak için verdiği üstü kapalı bir mesaj sadece."


"Neden senden hıncını çıkarmak istiyor ki?" diye sordum, çekingen bir merakla.


Hafifçe geriye çekildi; üstünden boğucu bir sis kalkmış gibi göründü. Daha fazla bu konu hakkında konuşmayacaktı. Nitekim öyle de oldu.


Gözleri birden dudağımın ucunda takılı kaldı; elini uzatarak baş parmağıyla kenarına bulaşmış yemek izini sildi. Ardından gözlerimin içine baka baka kendi ağzına götürdü ve kışkırtıcı bir tavırla dilinin ucuna bastırdı. 


Ne kımıldayabildim, ne de yutkunabildim. 


Birdenbire, yükselen gerilimin suçlusu kendisi değilmiş gibi, konuyu değişti. "Evin geri kalanını merak etmiyor musun? Gel hadi, seni gezdireyim."


İlginin başka yöne kaymış olmasının mutluluğuyla tencereyi kenara bıraktım. Çabucak ayaklandım. "Evet, çok merak ediyorum. Gezdir hadi."


Telaşıma gülümseyerek önüne döndü, bana yolu gösterdi. Tam karşımızdaki kapıyı açarak sonuna kadar ayırdı, girmem için kenara çekildi. Suratında sevimli bir heyecan vardı; sanki gerçekten hayatının aşkıyla evlenmiş bir adamdı ve ilk defa karısına evi gezdiriyordu.


Acaba bu evliliği aşık olduğu bir kadınla yapmadığı için üzülmüş müydü?


Göğsümde bir sızı hissettim. Bir şeyler söylediğini duydum; ama ne dediğini anlayamadım. Beyaz dolap kapaklarını gösterdiğini fark edince, gülümseyerek ona yetişmeye çalıştım. 


Tadilatı yeni yapılmış, aydınlık ve ferah bir mutfağın ortasındaydık. "Evet, çok güzel olmuşlar. Çok beğendim."


Acaba daha önce hiç aşık olmuş muydu?


Zihnimi toparlamak, içinde bulunduğumuz âna tutunmak için resmen cebelleştim. Merih dolap kapaklarını açıp içindeki bardakları, tabakları gösterirken ilgili gözükmek için uğraştım. 


Keşke normal bir hayatta tanışabilseydik, normal bir evlilik yapabilseydik.


Amacını, geçmişini ve hatta kimliğini bile doğru düzgün bilmediğim tekinsiz bir Merih'le değil de; şu anki kibar, güleç ve sıcakkanlı bir Merih'le tanışabilmek için birçok şeyden vazgeçebilirdim çünkü.


"Gel, odaları göstereyim." dediğini duyunca zihnimden sıyrıldım. Mutfaktan çıkarak kısa koridoru geçtik, iki tarafa da uzanan ayrımın tam ortasında durduk. Önce sağ tarafımızdaki, birbirine bakan iki beyaz kapıyı gösterdi. "Burası lavabo, karşısı da kiler."


Kapıyı açarak görmem için kenara çekildi. Usulca içeriye girerek, kirlenen ellerimi yıkadım. Geniş ve aydınlık bir lavaboydu burası; daha önce hiç kullanılmadığı, yeni tadilat yapıldığı belliydi. 


Merih kilerin kapısını açtığında, ben de yanına geri dönmüştüm. Tavana kadar uzanan rafların bulunduğu daracık bir odaydı burası.


"Bu tarafta da," Kapıyı kapatarak koridorun diğer ucunu gösterdi. Aynı şekilde birbirine bakan iki beyaz kapı vardı. "Senin odan ve benim odam var," Birlikte kalmamız zaten söz konusu değildi; ama bu durumu üzerine konuşmaya gerek kalmayacak şekilde halletmiş olması, beni rahatlatmıştı. Sağ tarafta kalan kapıyı sonuna kadar açarak kenara çekildi. Ama içeriye girmeyerek, omzunu eşiğe yasladı. "Burası senin odan. Ebeveyn banyosu olduğu için rahat edersin diye düşündüm."


İçeri girerek, loş odada gözlerimi gezdirdim. Epey açık, tatlı vizon tonundaki duvarlara; aynı rengin biraz daha koyusuna sahip yeni mobilyalara, yerdeki yumuşak halıya baktım. Ayaklarımı kımıldatarak tüyleriyle oynadım.


Güldü. "Başını kaldır hadi, tepene bak."


Söylediğini yaparak başımı geriye yatırdım. Birden nutkum tutuldu; ağzım açık kaldı. Geriye doğru sendeleyerek, bütün tavanı görmeye çalıştım. "İnanamıyorum! Bu ne böyle?"


 Devasa bir ağaç resmi vardı tepemde; birbirine dolanmış ince dallar, budaklanarak tüm tavanı sarmıştı. Üstleri sayısız minik, siyah çiçekle bezenmişti. Sanki içlerinden geçen ılık bir meltemle sarsılmış gibi, hepsi farklı bir tarafa dönüktü. Kenarlardan çıkan ufak yapraklarla zarif bir uyuma sahiplerdi.


Eşsiz bir manzaraydı.


Zar zor tavandan alabildiğim gözlerimi ona indirdim; hâlâ kapının eşiğinde duruyor, içeriye girmiyordu. Tatlı bir tebessümle, sadece suratımdaki heyecanı izliyordu. "Sen mi yaptın yoksa bunu?" diye sordum, hayretle onu süzerken.


Yavaşça omuzlarını kaldırıp geri indirdi. Gözlerini hızlıca tavanda gezdirdi. "Birkaç ustadan yardım aldım ama içinde benim de fırça izlerim var tabii. Ceren hastanede yatıyor olmasaydı, onu getirecektim aslında. Birkaç güne hemen yapardı o, deneyimli nasılsa."


Tekrar başımı geriye atarak tepemdeki kusursuz ağaca baktım. "Kaç gün sürdü ki bunu yapmak?"


"Neredeyse bir hafta."


Dudaklarım hayretle aralandı. "Bir hafta boyunca bunu yapmakla mı uğraştın?"


"Evet," dedi, kendi çabasını azımsayarak. Artık kaşları çatılmıştı. "Beğenmedin mi yoksa?"


"Beğenmez olur muyum?" dedim, şaşkınlık içinde gülerek. Böyle bir ihtimali düşünmesi bile gülünçtü; çünkü tepemdeki ağaç kusursuz bir tablodan farksızdı. Öne çıkarak etrafımda döndüm. "Bayıldım resmen. Ama neden bu kadar uğraştın? Kendini yormana gerek yoktu."


"Beyaz bir tavana bakarak uyanmanı istemedim. Zaten yüz on üç gün boyunca yeterince yaptın bunu." Yavaşlayarak, odanın ortasında durdum. Sanki benimle birlikte bedenimdeki tüm yaşam da durdu; ruhum olduğu yere mıhlandı, kalbim yavaşladı. "Sen de istemezsin diye düşündüm."


Yüz on üç gün. 


Mahzende uyandığım sabahların sayısıydı bu.


Benim dahi haberimin olmadığı bu üç basamaklı sayı, bembeyaz bir odaya hapsolarak işkence gördüğüm günlere aitti. Benim yerime o saymıştı. Gözlerimin nemlendiğini sezdim. Çenemi sıkarak, acıyla yutkundum. Çektiğim eziyetin süresini öğrenmek, darbe yemekten farksızdı.


Beni düşünerek koskoca bir tavan dolusu beyazlığı ortadan yok etmiş olması, içimdeki ağlama isteğini iyice körükledi. Gözlerimi kaçırarak tekrar tepemdeki ağaca diktim; inceliyormuş gibi davrandım. Ama bunu yaşların akmaması için yapmıştım ve onun da sessiz kıvranışlarımı fark ettiğini hissetmiştim. 


Sırf konuyu değiştirmek için, kendimi konuşmaya zorladım. "Ne çiçeği peki bunlar?"


"İncir ağacı çiçeği olsun." dedi, hiç düşünmeden.


Yavaşça çenemi indirerek, gözlerimi ona kenetledim. Hâlâ eşikten içeriye adım atmamıştı; sanki durması gerektiği yerin farkındaydı. Kollarımı kendime sardım, sığ bir nefes aldım. "Hani incirler çiçek açmazdı?"


"Senin olmadığın yerler için geçerli o." dedi, muzipçe gülümseyerek. Ama bir yanıt beklemeden, sözüne devam etti. "Sabahları güneş vurduğunda bak bir de sen." Sesi kısıldı, sözünün devamını kendi kendine mırıldandı. "Yeraltına güneş doğmuş gibi olacak."


"Teşekkür ederim, gerçekten çok beğendim." Minnetle dolmuştum; gülümsedim. Bunca kargaşanın içinde odamdaki tavanla ilgilenmiş olması, içimi yumuşacık yapmıştı. 


Bana kendi odasını da göstereceğini zannederek ona doğru yürümeye hazırlandım.


Amacımı anlayarak geçiştirince duraksadım. Omzunu eşikten ayırmış, kapımdan uzaklaşmıştı. "Karşısı da benim odam, sıradan bir yer." Arkasındaki odayı işaret edip, tekrar bana döndü. Ama kapısını açıp da içini göstermemişti. 


Bir süre sessiz kaldı. 


"Konakta yaşarken seni rahatça görebilmek için odana girmek zorundaydım ama bu evde öyle bir durum söz konusu olmayacak, merak etme. Artık istediğimiz her an rahatça konuşabileceğimiz bir ortamdayız. Bu oda senin özel alanın ve ben saygı duyacağım. İçin hep rahat olsun, iznin olmadan girmeyeceğim." Başını hafifçe eğerek, dosdoğru gözlerimin içine baktı. "Bu evde seni huzursuz hissettirecek hiçbir şey yaşanmayacak. Söz veriyorum sana."


Odasını bana göstermeyeceğini anlamıştım; sırtımı kendi kapıma yaslayarak kollarımı göğsümde kavuşturdum. Niçin göstermiyordu? Ama merakımı sessizce yaşamaya karar verdim. Artık aynı çatı altında yaşadığımız için, kendisini benden saklamaya çalışması her zamankinden daha zordu zaten.


Kiminle evlendim ben, göreceğiz bakalım.


Zihnimde gezinen kurnazlıkları, sevimli bir ses tonunun altına gizledim. Gülümseyerek, "Konaktayken pek meraklıydın fare gibi odama sızmaya, o yüzden şu anda çok kestiremiyorum seni." dedim.


O da sırtını kendi kapısına yaslandı, ellerini cebine soktu; artık karşı karşıyaydık. Ama yaptığım benzetme ciddiyetini sarsamamıştı. "Burası farklı."


Kaşlarımı kaldırdım; artık ben de ciddiydim. "Nesi farklı?"


Gözlerinden tuhaf bir bakış akıp gitmişti. "Burda bizden başka kimse yok. Tehlikenin farkındayım."


Tehlikeden kastının ne olduğunu sormadım; zaten yanıtlamayacağını da biliyordum. 


Huzursuzca yerimde kımıldanırken, köşeye sıkıştığım her an yaptığım gibi, yine şakaya vurmaya karar verdim. Gergin gergin gülerek sataştım. "Seni bilemem de, kocam güvenilir bir adam olduğu sürece benim için bir tehlike yok ortada."


Başını eğerek güldü; bu ani hareketle saçları alnına devrilmişti. Ama her nedense, dudaklarından taşan gülüş epey alay doluydu. Tekrar doğrulduğunda, aynı alayın gözlerine de bulaştığını gördüm. "Komik olma Demre." dedi, birdenbire beni şaşırtarak. "Eyvallah, bir gözümüz eksik ama o kadar da kör değiliz."


Ne diyeceğimi bilememiştim. İstemeyeceğim kadar çok şey gördüğüne hiç şüphem yoktu. Fakat benim bile inatla yokuşa sürdüğüm içimdeki duyguları, onun çoktan düzlüğe çıkarmış olma ihtimali afallatıcıydı. Sanki ben kendime düğümler attıkça o usulca çözüyordu.


"Her neyse," İçimdeki çatışmayla boğuştuğumu fark etmiş gibi, konuşmamı beklemedi. "Bu evde güvende hissetmen için her şeyi yapacağıma emin olabilirsin. Kısaca demek istediğim buydu." 


Uzaklaşmak için hareketlendiğini fark edince çabucak onu durdurdum; günlerdir aklımı kurcalayan mevzuyu artık ona da söylemek istemiştim. "Merih, hatırlıyor musun? Aziz Hürkan bizi sergi gününde evindeki baloya davet etmişti."


Duydukları pek hoşuna gitmemişti. "Evet, hatırlıyorum. Hâlâ gitmek istiyor musun?"


"Evet, istiyorum. Sen hâlâ kavalyem olmak istiyor musun?"


Hiç tereddüt etmeyerek beni şaşırttı; zira gelmek istemediğini düşünmeye başlamıştım. "İstiyorum tabii ki. Seni asla o eve yalnız göndermem. Dört gün sonra birlikte gideriz."


Göğsümü şişiren tüm gerginlik derin bir nefesle beni terk etti. Gitmemem için ısrar edeceğini zannedip kendimi oluşacak gerginliğe bile hazırlamıştım. Ama neyse ki böyle bir tatsızlık yaşanmamıştı; gitmemi istememesine rağmen, saygı duyması beni rahatlatmıştı.


"Her neyse," Sırtını kapıdan ayırarak doğruldu, derin bir nefes aldı. Artık ilgisi başka yerlerdeydi. "Seni de sağ salim eve getirdiğimize göre, ben artık işlerimi halletmeye gitsem iyi olacak."


Konakta herkesten gizlediği külüstür telefonunu cebinden çıkararak dalgın dalgın çıkışa yürümeye başladı. Hemen gidiyor muydu yani? Şaşırarak peşine düştüm; dudaklarımı araladım ama sonra ne diyeceğimi bilemeyerek geri kapattım. Hesap soruyormuş gibi duyulmaktan çekinmiştim. 


Ama başını telefondan kaldırmayarak kapıyı açtığı sırada kendimi daha fazla tutamadım. "Nereye gidiyorsun?"


Ayakkabılarını giyerek bana döndü. Telefonunu geri iç cebine sokmuştu. "Birkaç yere uğrayacağım." dedi, ketum bir tavırla. Neden böyle bir soru sorduğumu anlamaya çalışırken, hafifçe kaşlarını çatmıştı. "Gitmek istediğin bir yer varsa eğer bırakabilirim?"


Koskoca şehirde konaktan başka gidecek hiçbir yerim yoktu. Bu yüzden sadece, "Yok, öylesine sordum." demekle yetindim.


Kısa bir an suratıma baktıktan sonra, hızlıca basamakları inmeye koyuldu. "Peki madem, görüşürüz. Kapıyı kilitlemeyi unutma. Bir şeye ihtiyacın olursa da beni ara."


Henüz bahçeyi birkaç adımla aşmışken, merakla arkasından seslendim. "Ne zaman geleceksin peki?"


Yavaşlayarak yüzünü bana döndü ama yürümeye devam etti. "Geç gelirim, bekleme sen." dedikten sonra, geri önüne dönerek demir kapıdan dışarıya çıktı. Gözden kaybolması saniyelerini almıştı.


Sanki onun içinde olmayışı bütün evi yabancılaştırmıştı.


Kuru yaprakların savrulduğu ıssız bahçede gözlerimi gezdirerek eşikten uzaklaştım. İçeriye giren akşamüstü serinliğinin önünü keserek kapıyı örttüm ve kilitledim. Bir süre koridorda gayesizce dikildim. Gözüme portmantoda bekleyen deri ceket ilişti birden; iyice tadım kaçtı.


Nereye gitmişti?


Ama bu sorunun yanıtını ondan alamayacaktım, biliyordum. Beni bu eve getirirken arabada söyledikleri tekrar zihnimde aksedince, aslında neyi kastettiğini de anlamış oldum.


"Bu arabadan inip eve girdiğimizde, ikimiz de eski hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Ne benim sana bir açıklama borcum olacak, ne de senin bana."


Yani açıkça bana nereye gittiğimi ve ne yaptığımı sorma demek istemişti. Ne sen bana karış, ne de ben sana lafının süslenmiş hâliydi. Sertçe nefesimi üfleyerek, kapının önüne istiflenmiş eşyalarımı teker teker odama götürdüm. 


İçeriye girince istemsizce gözlerim tavana takıldı. Ağacın ince dallarına, üstünde açmış minik çiçeklere baktım. Kıyısına vuran akşamüstü güneşini fark edince, elimdeki eşyaları kenara bırakarak pencereye yürüdüm. Beyaz tül perdeyi kenara itince evin arka bahçesiyle karşılaştım.


Gitgide batan güneşin tavana serptiği saçlarına baktım. Siyah çiçekler, üstlerine devrilen ışıkla sapsarı olmuştu; sanki daha önce hiç karanlığa bulanmamışlardı. Birden sesi kulaklarımda çınladı.


Yeraltına güneş doğmuş gibi olacak.


Perdeyi sertçe geri çekerek önüme döndüm. Ardından eşyalarımı yerleştirmeye koyuldum. Yolculuk boyunca sarsılmış olan siyah menekşeyi yatağımın başına koydum. Sonra odayı daha kolay benimseyebilmek için her tarafını eşyalarımla doldurmaya başladım. 


Bütün işim bitince henüz bir saat geçmiş olduğunu fark etmek düş kırıklığına boğulmama neden oldu. 


Yatağıma oturarak bir süre evde gezinen sessizliği dinledim. Camdan içeriye süzülen kadife karanlığı, rüzgarda sallanarak biçimsiz bir suret gibi görünen ağacı seyrettim. Elim telefonuma uzandı; kızları aramayı düşündüm ama sonra bunun absürt duracağını fark ederek, hemen vazgeçtim.


Kim balayının ilk gününde sıkılarak arkadaşını arardı ki?


Fakat inkar edemezdim; şimdiden girdiğim her odada bir başkasını bulmayı, evin içinden hiç eksik olmayan şamatayı bile özlemiştim. Telefonumu geri yatağa fırlattım. Şu anda bu derin sessizlikte boğulmaktansa, müştemilatta saçma bir sebepten kızlarla kavga etmeyi bile tercih edebilirdim.


Harika bir balayı.


Yataktan kalkarak odadan çıktım. Evin her tarafını tekrar gezdim, en ücra köşelerine kadar sinmiş yabancılığı bertaraf etmeye çalıştım. Ama sonra birden Merih'in kapısı gözüme takıldı; merakla oraya yöneldim. Evde olmadığını bilmeme rağmen kendimi huzursuz hissetmiştim. Ancak yine de durmadım. 


Hevesle kulpuna asıldım ama açamadım; çünkü kilitlenmişti. 


Şaşkınlığımı atana kadar birkaç sefer daha zorladım. Niçin kilitlemişti ki? Eğilerek kapının deliğinden içeriye bakındım fakat beyaz bir duvar dışında hiçbir şey göremedim.


Oflayarak yerden geri kalktım; kendime oyalanacak başka bir şeyler bulmak zorundaydım.


Mutfağa giderek bütün dolapları, çekmeceleri tek tek kurcaladım. Hepsi erzaklarla doldurulmuştu; öyle ki neredeyse hiç eksik yoktu. Saate baktım. Tadını hiç sevmesem bile sırf bir şeylerle uğraşmış olmak için Türk kahvesi içmeye karar verdim. Ama sadece iki yudum alabildim; bütün eve kokusunu sindirdiğim için de kendime sövdüm. Kirlenen bulaşıkları yıkadım. 


Saate baktım. 


Hâlâ tencerede bekleyen, yarısı bitmiş dolmaları buzdolabına kaldırdım. Salonun bir köşesinde duran çiçekleri itinayla temizleyerek, konsolun üstünde bulduğum boş vazoya yerleştirdim. Saate baktım. Koltukların duruşunu beğenmeyerek yerini değiştirmeye kalkıştım; ama gücümü yetiremedim. Onun yerine yan yana duran iki tekli koltuğu ayırarak, aralarına sehpa soktum. Vazoyu da üstüne koydum. 


Sonra iyice sıkılarak, duşa girdim.


Bir saat boyunca tembel tembel keselendikten sonra, nemli saçlarla kendimi pencerenin önündeki koltuğa bıraktım. Sırf evde ses olsun diye televizyonu açtım; ama ekrana dönük bile oturmamıştım. Kollarımı koltuğun sırtına koyarak çenemi üstüne yasladım; perdenin ucunu çekiştirip, karanlık bahçeyi kolaçan edip duruyordum.


Sokağı aydınlatan her araba farıyla birlikte çenemi kaldırarak hevesle perdeyi biraz daha ayırdım; ama hiçbirinde onun geldiğini göremedim.


Bir süre sonra arkadaki televizyon sesi ninni gibi geldi, odada gezinen taze çiçek kokusuyla harmanlandı ve beni mayıştırdı. Başımı koluma yasladım, gitgide ağırlaşan göz kapaklarım usulca devrildi. Perdeyi tutan elim aşağıya kaydı. Etraf zifiri karanlığa hapsoldu.


Aniden yanağımı bir sıcaklık sarmaladı. "Beni mi bekliyordun?"


Kulağımdaki yumuşak sesle irkilerek uyandım, hızlıca başımı kaldırdım. Merih yanıbaşıma oturmuştu; tıpkı benim gibi koltuğun sırtına yaslanmıştı. Elini başına koymuştu; gözlerinde sevecen bir neşe vardı.


"Saat kaç?" diye sordum, onu duymazdan gelerek. Bir anda onu karşımda bulmuş olmak sanki içimdeki hisleri yumak yapmıştı.


Muzipçe gülümsedi. "Kaç olmasını istersin?"


Gözlerimi ondan kaçırarak duvarda saati aradım ama karanlıktan bir türlü göremedim. Koltuk hafifçe sarsılınca tekrar ona baktım. Kokusu buram buramdı. Yanıma yaklaştıkça saçlarındaki minik damlaları fark ettim; kaşlarımı çattım. 


İki karış ötemdeki varlığını inkar edercesine, alakasız bir soru sordum. Ama içten içe paniğe kapılmıştım. "Yağmur mu yağıyor dışarda? Sırılsıklam olmuşsun."


"Evet, duymuyor musun?" dediği ân, cama vuran damlaların serenatını işittim. Ama yeterince dinlenemedim bu dingin seste; çünkü dudaklarındaki gülümseme tüm ilgimi kendisine çekmeye ant içmişti.


"Demre..." diye fısıldadı dudaklarımın üstüne doğru. Eli karanlığın içinden belirerek yanağımı kavrayınca karnımda bir şeyler kıvrandı. Parmakları enseme uzandı; tenimin üstüne kapandı. "Ne zaman indireceksin bana gardını? Sen de farkındasın, sen de hissediyorsun aramızdaki çekimi. Aylarca uğraştım kendimi durdurabilmek için ama artık daha fazla dayanamayacağım." Gözleri dudaklarıma kaydı; yalnızca birkaç santim ötemdeydi. Nefesi tenime çarpmıştı. "Hakkını verelim mi şu balayının?"


Kalbim, canıma gasp edecek kadar hızlandı. Soluk soluğa dudaklarına bakarak, usulca elimi yanağının üstüne koydum. Ufak sakalları tenime battı, huylandırdı. Ama bu nahoş hissiyatı sezemeyecek kadar duygularımda boğulmuştum.


Nefeslerimizin birbirine karıştığı, yıllar gibi hissettiren bir duraksama ânı yaşandı.


Artık kendimde karşı koyacak gücü bulamadım. Bütün bedenimi yoğun bir arzu kapladı ve ikinci bir ten misali sarmaladı. "Verelim," dedim, tek nefeste. "Hakkını verelim."


Gülümsememesi titreyerek genişledi; yalnızca kısa bir anlığına gözlerimizi birbirine kavuşturdu. Dudaklarımın üstüne kapanan dudakları, özlemden kavrulan taraflarıma serpilen bir su gibiydi. Ama yangınımı daha da harlamıştı. 


Öyle bir yangındı ki, içime serptiğim su bile yandı.


Birden belimden tutarak beni kendisine çekince kollarımı boynuna doladım. Dudakları aralanıp da nefeslerime karıştığında, başım döndü. Sımsıkı gözlerimi yumarak bütün ağırlığımı ona verdim. İncitmekten korktuğu narin bir şeymiş gibi usulca öptü; ama sonra ansızın dudaklarındaki baskı arsızlaştı. İki eliyle nazikçe boynumu kavradı ve dilini usulca dişlerimin arasından içeriye ittirdi. Kendime tutamayarak inledim.


Dudaklarımdan taşan bu arzu dolu gürültü beni utanca boğdu; ama onu daha da arsızlaştırmıştı. Dudaklarımızı birbirinden ayırdı.


"Kucağıma gel." Tek nefeste verdiği emir, derin sesiyle de birleşince beni anında itaatkârlığa sürükledi. Ama henüz yerimden bile kımıldayamamıştım. Saniyelik bir ömrü olan sabrını yitirerek, yüzümü bıraktı ve tekrar belimi kavradı. Zahmetsizce kaldırdığı bedenimi kendisine çekerek kucağına oturttu.


Hiçbir nefes ciğerlerime yetmiyordu.


Bacaklarımı iki yana ayırarak soluk soluğa omuzlarına tutundum; içinde yıldızların kamaştığı, kusursuz gözlerine baktım. Bakışlarındaki arzuyu, dudaklarındaki kızarıklığı, hızla inip kalkan ellerimin altındaki geniş göğsünü; bütün varlığını zihnime kazıdım.


Elini sırtıma bastırarak beni kendisine daha çok çekti. Göğsüne yaslandığım ân, üstündeki ıslak kıyafetler beni titretti. Üşüyerek büzüştüm, geri kalkmaya yeltendim. "Merih çok soğuksun."


Ama uzaklaşmama müsaade etmedi. Bir eliyle kalçamı tutarak, diğeriyle belimi kavradı. Tenime kapanan elleri, resmen ruhumu titretmişti. Sırtını koltuktan ayırarak dudaklarıma uzandı; edepsiz denebilecek bir tavırla gülümsedi. "Hatun üşüdüyse, bize alev almak düşer."


Ani bir manevrayla beni koltuğa yatırarak, dizlerinin üstünde doğruldu. Sanki dünyam tepetaklak olmuş gibi nevrim döndü. Elini ensesine atarak tek çekişte üstündeki ıslak kazaktan kurtuldu ve yarı çıplak bir hâlde karşımda dikildi. 


Saçlarını karıştırarak, parmaklarıyla tararken sessizce yatışıma güldü. "Ben mi çıkarayım istersin?"


Üstümü gösterdiğini fark edince panikleyerek doğruldum. Kolumdan tutarak beni kendisine çekti. Üstümdeki pijamayı çıkarıp atması yalnızca birkaç saniye sürmüştü.


Birden duraksadım.


İçimdeki sütyeni görür görmez başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ne ara bunu giymiştim? Utançtan kıpkırmızı kesildim. Nasıl bu kadar rezil bir hata yapabilirdim? 


"Buz Devri filminden mi o?" Merih gülerek, göğüslerimin üstüne kapanmış olan çizgifilm karakterine ve onun hemen altına iliştirilmiş saçma repliğine baktı. Sesli bir şekilde okuyarak her şeyi daha da beter etti. "Bunlar benim yavrularım mı yazıyor orada?"


Telaşla geçiştirmeye çalıştım. "Eski bir sütyenim bu..."


"Beğendim, güzelmiş." Gülerek yanıma yaklaşınca, kendisiyle birlikte beni de yatırdı. Göğsümün üstüne dökülen saçları nazikçe kenara itekleyerek boynuma doğru sokuldu. Dudaklarını tenime bastırdığı an tüm bedenim titredi. Karnımın üstünden kayan eli usulca yukarıya tırmanarak göğsüme dokunduğunda, dudaklarımdaki inlemeyi durduramadım. Dayanamayacaktım. İçimde bir şeylerin can çekiştiğini, çaresizce kıvrandığını hissettim. 


Yüzümün birkaç santim ötesinde durarak, suratıma düşmüş tutamı nazikçe itekledi. Arzudan kararmış gözlerimizi birbirine kenetlemişti. "Demre..." Tüm çapkınlığıyla gülümsedi. "Uyan artık."


Birden korkuyla sıçrayarak uyandım. 


Tek dizinin üstüne çökmüş olan Merih'le göz göze gelince müthiş bir paniğe kapıldım. Yaşadıklarımın telaşıyla ve uykunun da sarhoşluğuyla, sayıkladım. "Eski bir sütyenim bu, beğendin mi..."


Afallayarak, gözlerini kıpıştırdı.


Sımsıkı elini tuttuğumu fark edince hışımla bıraktım, doğruldum. Ne zaman uzanmıştım ben koltuğa? Az önce söylediklerimi algıladığım ân, utançla elimi ağzımın üstüne örttüm. Ne demiştim ben? Gözlerim korkuyla irileşti. 


Şaşkına dönen Merih, hafifçe kaşlarını çatarak güldü. "O ne demek öyle?"


Kendime tokat atma isteği kabarmıştı içimde ama neyse ki böyle bir taşkınlık yapmadım. Elimi ağzımın üstünden çekerek, boğazımı temizledim. Kendine gel gerizekalı. Üstümü başımı düzelttim, toparlandım. "Kâbus görüyordum, saçmalıyorum işte."


Hâlâ cayır cayır yanıyordum; koşarak odama gitmek ve utancımda boğula boğula ağlamak istiyordum. 


Merih hiçbir şey anlamamış olmasına rağmen gülerek ayağa kalktı, külçe gibi yanıma bıraktı kendisini. Henüz yeni geldiği belliydi; üstünde gecenin soğuğu vardı. 


Tıpkı rüyamda yaptığı gibi, sırtını arkaya yaslayarak bana yandan bir bakış bahşetti. Aradaki tek fark, yağmurdan ıslanmış olmamasıydı. Bunu fark etmek beni içten içe hayrete düşürdü. Ne biçim bir fanteziydi bu? Durup ağlamak istedim. Neler yatıyordu benim zihnimde böyle? Adamı yağmurdan sırılsıklam etmiştim.


Kinayeli mırıltısını duyunca dikkatim dağıldı. "Nasıl bir kâbussa bu, bir türlü dünyaya döndüremedim seni. Defalarca kez seslendim ama uyanmadın."


"Öyle mi?" Gitgide biraz daha paniğe bulanıyordum. Acaba sayıklamış mıydım? Eğer böyle bir şey yaptıysam ömrüm boyunca bir daha asla ama asla suratına bakamazdım. Çekingen bir şekilde mırıldandım. "Sayıklıyor muydum yoksa? Hiç yapmam normalde, ondan merak ettim şimdi..."


Tekrar yandan bir bakış attı. "Evet, sayıklıyordun."


Yerin dibine girmek istedim. "Ne sayıklıyordum?"


Tüm koltuğu sarsacak şekilde yan dönerek tıpkı rüyamdaki gibi kolunu koltuğun tepesine koydu ve elini başına yasladı. Artık dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu; hiç olmadığı kadar da ciddiydi. "Emin ol, duymak istemezsin."


Göğsümün altındaki kalp korkuyla kasıldı. Ensemden saplanan ağrı, bütün başıma usulca yayıldı. Sığınabileceğim tek ihtimale bütün çaresizliğimle sığındım. "Blöf yapıyorsun, inanmıyorum sana." Suratındaki ifadesizlik sinirlerimi daha da bozdu. Hınçla göğsünden itekledim. "Yalan söylemesene!"


"Yalan söylemiyorum." dedi, rahatsız edici bir sakinlikle. Birden sesini incelterek mırıldandı. "Bunlar benim yavrularım mı? Merih çok soğuksun..."


Elim ayağım birbirine dolandı; ne yapacağımı şaşırdım. Telaşla ileri uzanarak ağzını örttüm ve onu susturdum. Daha fazla duymaya tahammül edemezdim. Korkunç bir kâbus olmalı bu. Hiçbir tepki vermeden, yalnızca gözlerimin içine baktı. Bakışlarında alışılmışın dışı bir durgunluk vardı.


"Sus tamam, inandım, sus." Çaresizce elimi dudaklarının üstünden çektim. "Kâbus işte, anlamsız şeyler."


"Rüyanda sana kötü bir şey mi yapıyordum yoksa?" diye sorarak, birden beni şaşırttı. Sesindeki durgunluk, bakışlarındakiyle aynıydı. "Bilinçaltında bu kadar güvensiz bir adam mıyım gerçekten?"


Binbir güçlükle bastırdım gülümsememi.


Duyduklarıma üzülsem mi yoksa sevinsem mi bilememiştim. Çok yanlış anlamıştı; ama bu maalesef ki doğrusunu söyleyerek teselli edemeyeceğim bir yanlıştı. 


Hiç bozuntuya vermedim. "Kâbus sadece," Ve daha fazla bu trajikomik duruma katlanamayarak ayaklandım. Duvardaki saat gözüme ilişmiş, gecenin üçünde olduğumuzu görmüştüm. "Her neyse, çok geç olmuş. Ben gidip uyuyayım. İyi geceler."


Çıkışa yürürken arkamdan renksiz bir sesle, "İyi geceler." dediğini duydum. Neredeyse koşar adımlarla odama girerek kapıyı yavaşça örttüm, sırtımı yasladım. Ne yaşamıştım ben öyle? Elimi göğsüme koyarak bir süre karanlıkta soluklandım. 


Hayatımda ilk defa edepsiz bir rüya görmüştüm.


Elimi alnıma yaslayarak, uyuşmuş bir zihinle kapıdan uzaklaştım. "Sapık mıyım yoksa ben?"


Kendimden kaçarcasına yorganın altına girdim. Çeneme üstüne kadar çekerek, utançla altına saklandım. Sımsıkı gözlerimi yumdum. Gördüklerimi zihnimden silmek zorundaydım. Bir an önce unutmazsam kafayı yerdim. Zihnimin derinliklerine kendimden bile habersizce böyle şeyler saklayabiliyorken bu vicdanla yaşayamazdım.


Uzun dakikalar boyunca utancın içinde yuvarlanarak kendimi heba ettim. Ama en nihayetinde bitap düşerek, rüyasız bir geceye yelken açtım. 










Ertesi gün uyandığımda zihnimden kalkan sis, her şeyi daha da çıplaklığıyla önüme serdi. Hâlâ gördüğüm rüyanın etkisinden sıyrılamamıştım; nasıl suratına bakacağıma dair iç çatışmalar yaşıyordum. Sırf bu yüzden, odadan çıkmak için acele bile etmemiştim. Ama böyle bir sorun yaşamayacağımı anlamak fazla uzun sürmemişti.


Çünkü çoktan gitmişti.


Hatta evdeki yalnızlığıma emin olmak için kilere bile bakmış, sonra kendimi budala gibi hissetmiştim. Ayaklarımı sürüye sürüye koridora geri dönerek, sırtımı duvara yasladım. Dalgınlaşarak etrafa bakınırken, askıdaki deri ceket tekrar gözüme ilişti. Sinirli sinirli dudağımı kemirdim. Bir türlü engel olamıyordum; durmadan gözüme batıyordu.


Tam salona girecekken vestiyerdeki ufak kağıdı fark ettim. Çabucak yanına giderek elime aldım.


Akşam döneceğim, uyandırmak istemedim. Bir şeye ihtiyacın olursa ara, gelirim.


Kağıdı buruşturarak çöpe attım. Buruk bir şeyler hissediyordum içimde ama nedenini anlamaya hiç hevesli değildim. Sırf bu nahoş düşünceleri zihnimden kovmak için kendimi bahçeye attım ve akşama kadar da eve girmedim. En ücra köşedeki yabani otlara kadar ayıklayarak, ince bir halı gibi yeri örtmüş olan kuru yaprakları temizledim. 


Hava gitgide kararmaya yüz tuttuğunda da ancak eve girdim. Bu sefer dosdoğru odama geçmiş, yorgunluktan dolayı erken uyumaya karar vermiştim. Nitekim gerçekten de dalmam uzun sürmemişti; tavandaki ağacı seyrederken yalnızca birkaç saniye içinde karanlığa teslim olmuştum.


Birtakım gürültülerle uyandığımda, tan henüz yeni ağarıyordu. Üstümdeki yorgan yataktan aşağıya kaymıştı, günün ilk ışıkları odanın zeminine dökülmüştü. Uyku mahmurluğuyla esnerken, tekrar bazı gürültüler duydum.


Evdeydi.


Yataktan fırlayarak pijamamı düzelttim; parmaklarımla saçımı tarayarak hızlıca yatıştırdım. Usulca odadan dışarıya çıktığımda, onu evden ayrılmak üzereyken buldum. Adımlarım yavaşladı ve sonunda durdu. Yine gidiyordu. Elindeki ufak kağıdı vestiyere bırakacakken arkasındaki varlığımı sezdi.


Üstünde vücudunu saran ince bir kazak vardı; neredeyse bütün kaslarının silüeti belliydi. Sıktığı parfümün hoş kokusu bütün koridoru istila etmişti. Üstelik saçlarını da taramıştı. İlk defa düğün günümüz dışında saçlarını bu kadar düzgünce taranmış bir hâlde görüyordum.


Kiminle görüşmeye gidiyordu da bu kadar şıktı?


Erken bir saatte beni karşısında bulmanın şaşkınlığıyla, gülümsedi. "Günaydın, çok mu ses yaptım?"


"Günaydın." Dudaklarındaki tatlı tebessüm bana dün geceki rüyayı anımsattı. İçten içe panikledim. "Yok, erken uyumuştum ben. O yüzden."


Gülerek elindeki ufak kağıdı salladı. "Ben de tam sana not bırakmak üzereydim ama artık gerek kalmadı."


Mutluluğu her nedense sinirlerimi bozdu. 


Bir süre gözümü bile kırpmadan tuttuğu nota baktım. "Bence şöyle yapalım biz," Dilime ket vuramadığım için kendime kızacaktım, farkındaydım; ama yine de susamadım. Yanına giderek elindeki kağıdı aldım, vestiyerin ucuna koydum. Ardından itici bir gülümsemeyle ona baktım. "Bu kağıt şöyle dursun, sen her sabah alır buraya koyarsın. Durmadan aynı şeyi yazmakla yorulma diye diyorum. Belli ki evi otel gibi kullanacaksın çünkü."


Hafifçe kaşlarını çatarak geri gevşetti. Tepkimi çözümlemeye çalıştığı belliydi. "Her sabah sen de benimle birlikte bu evden çıkabilirsin eğer istersen. Sorun ne burada tam olarak?"


Kışkırtıcı bir tavırla karşılık verdim. "Beni de yanında mı götüreceksin sanki?"


Başını iki yana salladı; sesi oldukça keskindi. "Yanımda götüreceğimi söylemedim. Ama istediğin her yere götürebilirim." Hiçbir karşılık vermedim; ona gidecek bir yerim olmadığını söylemek, beni tam anlamıyla gururumun katili yapardı. Bu yüzden sustum. Tekrar konuşmaya başladığında, sesi artık daha yumuşak ve anlayışlıydı. "Bunun normal bir evlilik olmayacağını kendin de söylemiştin. Hayatına karışmamı istemiyordun, ben de karışmıyorum. Senin de benimkine karışmamanı bekliyorum. Arabada bu konuşmayı yapmıştık hatırlarsan."


Sinirlenerek çıkıştım. "Karışmıyorum zaten, Merih. Ne zaman karıştım senin hayatına?"


"Şu anda karışmıyorsun belki ama gidişat bunu gösteriyor." Benim aksime çok olgun bir tutumdaydı. Tüm ilgisini bana vermişti; sancımı anlayabilmek için uğraşıyordu. "Senin bu evliliğe karşı bir beklentin oluşmuş herhalde. Eğer öyleyse, şimdiden konuşalım halledelim bunu." Tek eliyle vestiyere yaslandı, hafifçe eğilerek yüzünü benimkiyle aynı hizaya getirdi. Suratında ciddiyet hakimdi. "Yoksa kocan olarak benden yapmamı beklediğin bazı sorumluluklar mı var?"


Kırıldığımı hissettim.


Bunu üstüne binen bir sorumluluk olarak adlandırması canımı yakmıştı. Ama bana haksızlık yaptığını düşünerek kendi enaniyetimi de besleyemiyordum; çünkü onun da söylediği gibi, en başından zaten böyle bir evlilik yaşamak isteyen bendim. Şimdi kendimi yersiz beklentilere sokarak, aramızda gerginlik yaratan da yine bendim.


Ama yapamamıştım işte, kendime engel olamamıştım.


"Evet var." dedim, gitgide dirilen bir öfkeyle gözlerinin içine bakarak. Askılıktaki deri ceketi kaptım, kabaca eline tutuşturdum. "Şunu sahibine teslim etmen."


Hışımla arkamı dönerek geri odama girdim ve kendimi yorganın altına soktum. Anında pişman olmuştum söylediklerime; ama artık çok geçti. Yorganı başımın üstüne kapatarak gözlerimi sımsıkı yumdum ve uzun dakikalar boyunca kendimi sessizliğimde hırpaladım.


Merih'in çoktan gittiğine o kadar emindim ki birdenbire kapıya vurulunca korkudan sıçradım. Yorganı adeta tekmelemiş, üstümden atmıştım. "Demre, bir dakika bakar mısın?"


Neredeyse yuvarlanarak yataktan fırladım. Tekrar saçımı düzelttim, üstümü çekiştirdim; soluklarımı dizginledikten sonra ancak kapıyı açabildim. 


Tek omzuyla eşiğe yaslanmış, beni beklerken bulmuştum onu; suratındaki huzursuzluk, bana kendimi suçlu hissettirecek bir şefkate sahipti.


"Hazırlan hadi yavrum," dedi yumuşacık bir sesle. "Meral'le konuştum, konaktan kızları alacağız. Sizi birkaç saatliğine istediğiniz yere götüreceğim."


Şaşkınlıktan kekeledim. "Nasıl yani? Meral abla gerçekten izin verdi mi böyle bir şeye?"


Olağan bir durummuş gibi omuz silkti. "Ben istediğim için, evet." Kısa bir anlığına duraksadı. "O şekilde konuşmamam gerekirdi, kusura bakma. Senin için de çok büyük bir değişim oldu bu evlilik. Bilmediğin bir evdesin, semttesin. Yalnızlık çekmen çok normal. Yoğunluktan fark edemedim, düşüncesizlik ettim."


Sanki tek bir sözüyle içimdeki tüm soğukluklar eriyebilirdi; tek bir özrüyle de tüm kırgınlıklar dinebilirdi. Ondaki anlayış, bana da aksetti. "Asıl sen kusura bakma. Konak dışında da çalıştığını biliyordum ama bu kadar yoğun olduğunu tahmin etmemiştim. Burnumu sokmak gibi bir amacım yoktu."


"Öyle deme karıcığım," Birden uzandı, iki parmağının arasına kıstırdığı burnumu sıkarak başımı hafifçe salladı. "Şu fındık kadar burnu her yere sokabilmek de bir başarıdır." 


Kaşlarımı çatarak ona baktığımı görünce güldü. Gözleri içine doluşan minik yıldızlarla birlikte kısıldı; aynı anda da midemi uyuşturdu. Nasıl bu kadar güzel gülebilirdi? Aniden bir şey hatırlayarak kolundaki saate baktı. "Yalnız on dakikaya çıkmamız lazım, yoksa geç kalacağız."


"Tamam, hemen hazırlanıyorum." Çabucak odaya geri girerek yüzümü yıkadım, dişlerimi fırladım. Dolaptan elime geçen siyah pantolonla kazağı üstüme geçirerek, telaşla çantamı kaptım. On dakika sonra ayakkabılarımı giymiş, kapının önüne çıkmıştım.


Basamakları atlayarak demir kapının önünde beni bekleyen Merih'e doğru koştum. Tenime çarpan serin rüzgarları yardım, hemen önüne zıplayarak durdum.


Gözlerini üstümde gezdirerek çapkın çapkın sırıttı. "Yavrum öyle bir koştun ki kucağıma atlayacaksın sandım, hazırdım." Sadece alayla güldüğümü görünce sataşmaya devam etti. Bir yandan da bahçeden çıkıyordu. "Onu da mı rüyanda gör diyeceksin yoksa?"


Birlikte arabaya doğru yürürken anlamlı bir bakış fırlattım. "Senin görülecek rüyaların listesi gitgide uzuyor desene."


"Sorma, her gece farklı bir tanesiyle imtihan oluyorum." dedi, sürücü koltuğuna oturmadan önce arabanın üstünden bana kısa bir bakış atarak.


Elim kapının üstünde asılı kaldı bir süre; kaşlarımı çatarak kör gözlerle sokağı taradım. Ne demekti şimdi bu? Kapıyı açarak, hızlıca koltuğa yerleştim. Aynı mevzuyu konuşmanın tuhaf kaçacağı bir zamanın araya girmesinden korkarak, çabucak mırıldandım. "Gerçekten rüyanda beni mi görüyorsun?"


Kontağı çevirerek arabayı çalıştırdı. Tek eliyle kemerini takarken, direksiyonu hızlıca çevirerek yola çıktı. "Evet, görüyorum. Sen de görüyorsun beni, neden şaşırdın ki buna?"


"Ben de mi görüyorum?" Gafil avlanmış gibi hayretle kaşlarımı kaldırdım. Nahoş bir gürültü duyuldu. Kenardan aldığım kemer elimden kaymış, cama çarparak yuvasına geri dönmüştü. "Ben pek rüya gören birisi değilim ki. Nereden çıktı şimdi?"


Abartılı savunmama gülerek, "Dün gördüğün kâbusta ben de vardım ya hani, ne çabuk unuttun?" dedi.


"Ah, o mu? Evet, doğru." Ezilip büzülerek, oturduğum yere sindim. "Çok korkunç bir kâbustu, doğru evet."


İnce bir gücenmeyle kaşlarını çattı. "O kadar mı korkunçtu ya?"


"Evet, çok korkunçtu!" Sesimdeki abartıyı duyunca ben bile ürktüm. "Aşırı korkunçtu. Umarım bir daha görmem."


"Neden, ne yapıyorduk ki?"


Ne diyeceğimi şaşırdım; kızardığımı hissedebiliyordum. "Ne yapabiliriz ki seninle? Kavga ediyorduk."


Isıtıcıyı açarken merakla sordu. "Bunlar benim yavrularım dediğin neydi?"


"Onlar mı?" Resmen soğuk terler dökmeye başlayacaktım. Aklıma gelen ilk yalanı savurdum. "İki tane yavrum varmış benim. Sen onlara dokunmak istiyordun. Ben de senden korumaya çalışıyordum."


"İki yavrun varmış demek..." Kendi kendine mırıldandı ama sonra başka tatsız bir detay daha hatırladı. Bana yandan bir bakış atmıştı. "Peki şu eski sütyen olayı neydi?"


"O mu?" Kısa bir tutukluk yaşadım. 


Battı balık yan gider, Demre. 


Hem bu kadar kasmamın da bir anlamı yoktu. Çünkü zaten rüyanın en makbulü, en mantıksız olanıydı. Bu yüzden aklıma gelenleri hiç tereddüt etmeden sıraladım. 


"Şimdi benim bu iki yavrum var ya," Avuç içlerimi havaya kaldırarak hafifçe sallayınca, çatık kaşlarla ellerime baktı. Bu kadar somut bir tarif şart mıydı? Kendimi fazla kaptırmıştım; hızlıca ellerimi birbirine kenetledim. "İşte bu yavrucaklar birleşmişler bir tane sütyeni beraber giymişler, tamam mı? Çünkü biz çok fakirmişiz, iki tane alacak paramız yokmuş..." Çok mühim bir detaymış gibi, çabucak ekledim. "Eski bir sütyenmiş tabii bu. Sonra sen bu sütyeni görüyormuşsun ve aşırı beğeniyormuşsun," Ne kadar saçmaladığımı fark edince boğazımı temizleyecek kadar kısa bir an duraksadım. "Sonra ben bu eski sütyeni yavrularımdan çıkarıp, giymen için sana hediye ediyormuşum. Yavrularım da soğuktan donarak ölüyormuş. İşte böyle."


 Kaşlarını çattı; hafifçe suratını buruşturmuştu. "Fena kâbusmuş gerçekten."


"Öyleydi." Yüzümü pencereye çevirerek sımsıkı gözlerimi yumdum. Ne zırvalamıştım ben öyle? Sessizce kendime sövdüm. Bir an önce bileklerime prangalar gibi takılan bu utançtan kurtulabilmek için de konuyu değişirdim. "Sen nasıl görüyorsun ki beni rüyanda?"


Kaşlarındaki çatıklık yavaşça gevşedi. Yutkundu, dudakları aralandı; ama sonra geri kapandı. Bana kısa, kaçamak bir bakış fırlatmıştı. "Benimkiler kâbus değil, tatlı rüyalar."


"Nasıl yani?" diye sordum ama bir yanıt alamadım. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı; üstelik artık gözlerime bakmaktan da kaçınıyordu. Öne doğru eğilerek sertçe koluna vurunca yüzünü ekşitti. "Bana bak bana, yoksa sen edepsiz rüyalarına mı alet ediyorsun beni? Valla kocam demem pataklarım."


Abartılı bir şaşkınlıkla suratıma baktı ama hâlâ sırıtıyordu. Ellerini teslim olur gibi iki yanına kaldırmıştı. "Karım değil misin sen benim? Yanlış olan ne?"


Hınçla elini yakalayarak direksiyonun üstüne geri koydum, tutmasını sağladım. Duyduklarım karşısında hayrete düşmüştüm. "Az önce sahte evliliğimiz üzerine nutuklar çekiyordun ama. Şimdi karın mı oldum?" Tekrar koluna vurarak parmağımı suratına doğrulttum. "Bana bak, sapık bir adamla mı evlendim yoksa ben?"


"Sapık mı?" diye bağırdı hayretle gülerek. İftiraya maruz kalmış, mağdur kimse gibiydi artık. "Alt tarafı öpüştüğümüzü görmüşüz, sapık mı olduk şimdi? Sanki gerçekte hiç yapmadığımız bir şey." Sesini kısarak, gözlerini yola dikti. "Hoş, sadece bir kere nasip oldu o da."


Sona sıkıştırdığı serzenişi duyamayacak kadar sağırlaşmıştım. Sadece öpüştüğümüzü görmüş olması beni arkama geri yaslandırmıştı. Aslında sapık biriyle evlenen kendisiydi. Dalgın dalgın önümüzdeki dağ yoluna baktım. "Peki ben niye o kadar edepsiz..."


"Nasıl yani?" diye sordu, ne kastettiğimi anlamayarak.


Tam bu esnada telefonum titremeye başlayarak beni çileden kurtardı. Kimin aradığına dahi bakamadan, çabucak açarak kulağıma dayadım.


"Demre, neredesiniz?" Sinem'in tanıdık sesi duyunca rahatladım.


"Dağı tırmanıyoruz," dedim, yanından geçtiğimiz ağaçlara bakarak. "Birazdan orada oluruz."


Gerçekten de birkaç dakika içinde konağın o tanıdık, ihtişamlı demir kapısına yanaşmıştık. Neyse ki içeriye girmemize gerek kalmamıştı; çünkü kızlar çoktan sabırsızca dışarıya üşüşmüşlerdi. Araba önlerinde durduğu gibi, anında içeriye doluştular.


"Hoş geldiniz!" Sinem ortaya geçerek hemen yerini aldı.


Ece, Aylin ve Sude bir süre cam kenarına kimin oturacağına dair dışarda tartıştıktan sonra ancak yerleşebilmişlerdi. Aylin kaybettiği savaşın bedelini, asık bir suratla ortada sıkışmakla ödemişti.


Merih tekrar yola koyulurken, önce dikiz aynasından arkaya ardından bana baktı. "Nereye bırakayım sizi?"


Uzun ve hararetli bir tartışmanın ardından, en sonunda Alsancak üzerinde anlaşabilmiştik. Yol boyunca arabanın içindeki uğultu da bizimle birlikte gelmişti. Ama ben içten içe bu rahatsız edici bağırışları bile özlediğimi hissedebiliyordum. Arkama dönük oturarak kızların sohbetine katılmaya çalışırken, Merih'in ara sıra gülümseyerek bana baktığını bile fark edemiyordum. Sadece üç gün görüşmemiştik; ama şimdiden konuşacak bir sürü şey birikmişti.


Öyle ki konuşmanın hararetinden, Merih'in bizi bırakırken, "İki saatiniz var." dediğini bile zar zor duyabilmiştik.


Kol kola girip kalabalığın arasına karıştığımız esnada Aylin gülerek söze girdi. "Demre'nin aylar önce gezmek için çarşıya gittiğimiz zaman nasıl firar ettiğini hatırlıyor musunuz? Merih resmen çıldırmıştı!"


"Çıldırmak ne kelime," Sinem ona yandan bir bakış bahşetti; gözlerini belertmişti. "Kudurmuştu resmen!"


Ece hınzırca güldü. "Meğer aşkından kuduruyormuş adam."


Aylin'in merakla, "Demre seninle o zamanlar pek sıkı fıkı değildik," dediğini duyunca ona döndüm. Ece'nin söylediğini duymazdan gelebileceğim için sevinmiştim. "Neden öyle kaçmıştın sen o gün?"


Sessiz sessiz yürüyen Sude'yle göz göze geldik. Uraz'la buluşabilmek için yanlarından kaçtığımı bilen; hatta bana yardım eden yalnızca Dilara ile kendisiydi. 


Sanki uzun yıllar geçmişti üstünden. Ama çarşının o karışık, çarpık sokaklarında koşarken yaşadığım acı telaş, hâlâ daha dün göğsümdeydi.


"Geçmişi boşverin de," Sinem sessizliğin yükünü üstümden alarak ustalıkla konuyu saptırdı. "Şu mağazaları gezelim hadi. İlk defa başımızda biri yokken böyle özgürce dolaşabiliyoruz. Paramız var ama harcayamıyoruz. Tadını çıkaralım."


"Doğru valla!" Ece gülünç bir farkındalık yaşayarak saçını savurdu. Heyecanla, önünden geçtiğimiz vitrindeki alacalı elbiselere bakıyordu. "Şuraya girelim hepsini deneyelim hadi."


Kızların peşinden sürüklenirken konuşmalarını böldüm. "Bana bir elbise almamız lazım. Aziz'in evinde yaptığı baloya katılacağım yarın."


Hepsi şaşırarak bana döndü; henüz mağazaya giremeden yolun ortasında durmak zorunda kalmıştık. İlk konuşan kişi Sinem oldu. "Cemiyetin yıldönümünü kutlamayacaklar mı o baloda? Sen neden katılıyorsun ki?"


"Merih'le birlikte katılıyoruz," Beni ısrarla davet ettiği detayını saklamaya karar vermiştim. "Aziz onu çağırmış, bana da yanında eşlik etmemi söyledi. Canım hiç istemiyor ama elbise almam lazım. Özel gün için giyecek hiçbir şeyim yok."


Ece uzanıp elimi tuttu, hevesle mağazaya doğru yürüttü. Diğer kızlar da kuyruk gibi peşimizden sürüklenmişti. "Biz şimdi on dakikaya buluruz sana şatafatlı bir elbise. Bizi temsil edeceksin sonuçta, bütün balonun tozunu attırman lazım!"


Gerçekten de düşündüğümden daha zahmetsiz bir şekilde bulmuştuk elbiseyi. Ama girdiğimiz her mağazada geçirdiğimiz uzun dakikalar, gürültülü gülüşmeler ve yapılan birtakım taşkınlıklar, çalışanların bize uyuz olmasına neden olduğundan gönül rahatlığıyla seçecek vakti de bulamamıştım. Belki dördüncü defa, çalışanının nazikçe bizi mağazadan kovmasıyla apar topar çıkmak zorunda kalmıştık.


"Aman, yedik sanki!" Soluklanmak için sıcak bir kafeye oturduğumuzda bile, Ece'nin hırçın söylenmeleri dinmemişti. Hâlâ kadını çekiştirmeyi sürdürüyordu. Sude bile yaşanılan eğlenceli dakikaların rehavetiyle gevşemişti; artık eskisi gibi güleç ve konuşkandı.


Sinem onlara kulak asmayarak, bana döndü. "Neyse, en azından senin elbiseni halletmiş olduk."


Elimdeki poşeti yanımdaki sandalyenin üstüne bıraktım. "Evet ama biraz abartılı olmadı mı ya? Cozuttuğunuz için doğru düzgün karar veremedim bile, kadına mahcup olduk."


"Aman, unut git şu kadını," Ece aldırışsızca elini salladı. "Hem neden abartı olsun ya? Alt tarafı eldivenli, siyah, kadife bir elbise," Görünmez bir eldiven takıyormuş gibi zarifçe havaya kaldırmıştı ellerini. Suratında hoşnut bir ifade vardı. "Hem baloya gidiyorsun. Böyle bir elbiseyi başka nerede giyeceksin sanki?"


Haksız da sayılmazdı; davetlilerin üst düzey insanlardan olacağı bir baloda, benim ara sokaktan aldığım düz kadife elbisem sönük bile kalırdı. Bu yüzden elimdeki en iyi ihtimalin bu olduğuna kendimi ikna ederek, elbiseyi zihnimden defettim.


Diğerleri kendi arasında gülüşürken, Sinem'e doğru sokularak kulağına fısıldadım. "Sude'yle aranız nasıl oldu?"


Belli belirsiz dudaklarını kımıldattı. "Normal."


"Çınar nasılmış peki? Bir haber aldınız mı?" diye sordum, merakla.


Bütün bedeniyle bana dönerken, koyu gözleri endişeyle aydınlandı. "Hayır, almadık. Aslında ben de sana soracaktım onu, belki Merih biliyordur diye."


Henüz bir karşılık veremeden, masanın üstünden öne kaykılan Ece sessiz konuşmamızı böldü. Ufak gözleri coşkuyla irileşmişti. "Demo anlat hadi, havadisler sende. Nasıl geçti?"


Sinem'den uzaklaşarak geri arkama yaslandım. Artık hepsinin gözleri üstüme binmişti. "Ne nasıl geçti?"


Çileden çıkarak, kısık bir sesle tısladı. "İlk gecenizden bahsediyorum!"


Sinem beni sıkıştırmamalarına dair onları azarlarken, Aylin de masanın üstüne eğilerek yaklaşmıştı. "Demre hadi anlat, çok merak ediyorum."


Huzursuzca kımıldandım oturduğum yerde; meraklı sorularla böyle mahrem bir şeyi eşeleyeceklerini zaten tahmin ediyordum ama yine de içten içe utanca boğulmuştum. Hem ne diyebilirdim ki? Böyle bir konuda yalan söylemek, nispeten içinden çıkılması zor bir duruma sokacaktı beni. Çünkü kendimi biliyordum; muhtemelen bir yerden açık verirdim.


Bu yüzden dürüstlük kalkanını kullanmaya karar verdim; boğazımı temizledim, kelimelerimi pakladım. "Bir şey olmadı."


Sinem'in de ilgisini çekmişti; artık kızları haşlamayı bırakmıştı. O da şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ece dumura uğrayarak fısıldadı. "Ne demek bir şey olmadı?"


Sakince omuzlarımı silktim; aklıma yalnızca tek bir makul yalan gelmişti. "Ben korktuğum için şimdilik olmadı, o da anlayışla karşıladı. Biraz..." Soğukkanlılıkla süslediğim yalanlar beni bile şaşırttı. "Birbirimize zaman tanıdık."


Her kafadan farklı bir ses çıkarak, oturduğumuz masanın tepesinde fısıltılarla dolu bir uğultu biriktirdi.


"Haklısın valla, ben de korkabilirdim."


"Ayol, ne korkması? Saldım çayıra mevlam kayıra."


"Anlayışla karşılaması çok tatlı."


"Eşşek değilse anlayışla karşılayacak tabii!"


"Tamam da, nereye kadar böyle gider bu?"


"Herkesin bir sabrı vardır sonuçta."


"Sabır taşına dönmesin de adam."


Masanın üstünden birbirilerine sokularak fısıldaştıkları mesele benim mahremiyetim değilmişçesine, arkama yaslanmış bir hâlde sessizce dinledim. Ama içimi bir huzursuzluk tırmalıyordu. Hem başka kime sorabilirdim ki bunu? Nitekim daha fazla kendimi tutamadım. "Siz hiç biraz şey rüyalar görüyor musunuz?"


Konuşma bıçak kesiliverdi; bütün başlar bana çevrilmişti.


Aylin afallayarak, "Şey rüyalar?" diye sordu; fakat Ece çoktan neyi kastettiğimi anlamıştı. Dudaklarında yaramaz bir sırıtış belirdi. Sonra birden, "Anladım ben seni," dedi avuturcasına elimi okşarken. "Kudurabilmen iyi, korkunu da yendin mi tamamdır bu iş kızım. Hodri meydan."


Yüzümü buruşturarak elimi çektim, kollarımı kendime doladım. Patavatsızlığıyla, pataklama isteği kabartmıştı içimde. "Ben görmüyorum," Yalan dilime pelesenk olmuştu resmen. "Mahalledeki bir komşuyla tanıştık da, otururken öyle laf arasında ağzından kaçırdı. Ben de merak ettim."


Ufak tefek gülüşmeler oldu. "Komşun da anlatmaya dünden razıymış."


Sinem tüm bu şamataya sağır kalarak, olgun bir tavırla ilgisini bana verdi. Seçtiği kelimeler, bana cehaletimi hissettiremeyecek kadar anlayışlıydı. "Yani bence olabilir. İnsan sevdiği kişiyi arzular sonuçta, normal bir şey bu. Hepimizin duyguları var, âşıksan olabilir."


Âşıksan.


Yavaşça arkama yaslandım; sırtüstü yumuşak bir yere devrilircesine, usulca zihnimin kuytu sokaklarına çekildiğimi hissettim. Sanki soluksuzca akan zamanda birkaç saniye geride kaldım; koşsam da yetişemedim. Artık konuşulanları duyamayacak kadar kendi içimde kaybolmuştum.


𓅪


İncir ağacının gölgesinde beklerken, kolumdaki uzun eldivenleri çekiştirdim. Merih sabahın erken saatlerinde evden ayrıldığından, baloya gidebilmek için beni almasını bekliyordum. Önüme yanaşarak duran arabayla, başımı kaldırdım. 


Dışarıya çıkan Merih, tek eliyle arabanın üstüne tutunarak bir süre bana baktı. Gözlerinden geçen ifadede anlaşılmaz bir duygu yoğunluğu vardı. Göstermekten çekinmediği bir hayranlıkla, ağır ağır üstümü süzdü.


Usulca yanıma gelerek tam karşımda durdu. Birkaç sefer dudaklarını araladı ama sonra geri kapattı. Bir türlü kelimeleri birbiriyle birleştirip cümleleri kuramıyor gibiydi. 


En nihayetinde sadece, "Siyah sana çok yakışmış." diyebilmişti.


"Teşekkür ederim." dedim gülümseyerek. Kesintisiz bakışlarıyla kenara çekilerek, arabanın kapısını açtı. Centilmen bir edayla binmemi bekledi. Ben yerleştikten sonra da kapattı, arabanın önünden dolandı ve tekrar sürücü koltuğuna geçti.


Yola koyulmadan önce gözleri beni buldu; bir süre sessizliğin içinde efsunlanmış gibi benimle bakıştı. Derin bir nefes aldı. Ardından önüne dönerek arabayı sürmeye koyuldu. 


"Evdeyken yanımdan ayrılmanı istemiyorum. En azından her zaman görebileceğim bir yakınlıkta olmaya özen göster," dediğinde, artık ciddileşmişti. Birden uzanarak önümdeki kaportayı açtı. İçinden çıkan iki maskeyi kucağıma bırakmıştı. Birisi siyah, birisi de beyazdı. "Maskeli bir balo olacak çünkü içeride önemli bürokratlar, milletvekilleri de bulunacak. Kimliklerin gizlenmesi önemli, bu yüzden. Sen de maskeni her daim takmaya dikkat et." Gergin bir bakış bahşetti bana. "Oradaki kimsenin yüzünü bilmesini istemiyorum."


"İstesek de bunun önüne geçemeyiz," dedim alayla gülerek. "Adamın salonunda kocaman bir portrem asılı. Yani herkes yüzümü görmüş olacak ben istemesem de."


"Olsun, en azından canlı kanlı tanımayacaklar seni." Bu bilgiden hazzetmemişti, sesinden belliydi ama yine de iyimser tarafından ele alabilmişti. "Aklında bulundurman gereken iki önemli kural var."


Merakla ona baktım. Bir yandan da maskeyi suratıma denemeye çalışıyordum. "Ne kuralı?"


"Birincisi," dedi parmağını havaya kaldırarak. Sesi gitgide ağırlaşmıştı artık. "Asla evin aşağı katına, başka odalarına gitmeyeceksin," Maskeyi suratımdan indirerek ona baktım; şaşırmıştım. Yoksa orada da mı bir mahzen vardı? Bu iki adam gerçekten de birbirinin aynısıydı. Merih ikinci parmağını havaya kaldırınca ilgim tekrar ona kaydı. "İkincisi, içinde et olan hiçbir şeyi yemeyeceksin."


Bu daha da şaşırtıcıydı; kaşlarımı çattım. "Neden ki? Ne var etlerde?"


Ama yanıtlamaya fırsat bulamamıştı çünkü gelmiştik. Öne doğru eğilerek, kanatlarını açmış iki ihtişamlı kuş heykelinin bulunduğu yüksek duvara baktım. Kalbim o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki, neredeyse duracaktı.


Bu gece babamla tanışabilirdim.


Üstünde Hürkan Malikanesi yazan, çift kanatlı devasa büyüklükteki siyah bir demir kapıdan içeriye girerek; onlarca son model aracın park edildiği avluda durduk. 


Anında arabanın yanında beliren siyahlı adam, kapımı açarak dimdik bir surette beklemeye koyuldu. "Hoş geldiniz, efendim."


"Teşekkür ederim." Elbisenin eteklerini tutarak serin havaya çıktım. Elimde hâlâ maskeleri tutuyordum. Merih'in kendisine kapıyı açan başka bir adama gizlice bahşiş verdiğini gördüm. Anahtarı ona teslim ettikten sonra bana döndü; gülümseyerek yanıma geldi. Gözlerine baktığım süre boyunca gerginliğim bir nebze de olsa dindi.


Tam karşımda durduğunda tanıdık kokusu da suratıma esti. Elimdeki beyaz maskeyi alarak kendisine taktı; ardından siyah maskeyi takmama yardımcı oldu. 


Gözlerimiz tekrar birbirine değdi. 


Bütün tehlikelerin arasında duran güvenli bir sığınaktan farksızdı sanki. Ona güvenmek, doluya tutulmuşken sağanak yağmurlara sığınmak gibiydi belki. Ama bu yine de insanı durduramıyordu. Elbet ıslanacağını bildikten sonra insan şemsiyelerden bile kaçabiliyordu.


Centilmen bir tavırla kolunu bana uzattı. "Gidelim mi?"


Derin bir nefes alarak, koluna tutundum. "Gidelim."


Yerdeki ışıklandırmaları izleyerek, henüz yeni gelen davetlilerin arkasından eve doğru yürümeye başladık. Çalıların arasından çıktığımız ânda, nutkum tutuldu. 


Bahçenin tam ortasında görkemli bir süs havuzunun bulunduğu, neredeyse Şahoğlu Konağı'nın iki katı büyüklüğünde bir malikanenin önündeydik. Her yana iliştirilmiş olan ışıklar, resmen insanın gözlerini kamaştıracak yoğunluktaydı. 


Ev, gecenin noksanlarını dolduran bir dolunay misali parlıyordu.


Aniden karabasan gibi tepemizde süzülen simsiyah, cins bir kuş insanı ürperten uzun bir çığlıkla geceyi yardı. İrkilerek, kuşa baktım. Kargaya benziyordu. Uğursuz bir varlık gibi evin çatısına konmuştu.


Ufak bir güruhla birlikte sonuna kadar ayrık, çift kanatlı devasa bir kapıdan içeriye girince ilgimi kuştan ayırdım. Bizi karşılayan ilk şey, tam karşımızdaki duvara asılmış ihtişamlı portre olmuştu.


Aziz Hürkan koluna konmuş devasa bir kartalla dimdik duruyordu. Bakışlarındaki mağrur gölge, suratındaki kurnaz gülümseme; her detayı kusursuzca resmedilmişti. Evine girebilen insanlara burda bulunma şerefine erdin dercesine bakıyordu.


Duvar kenarlarında heykel gibi dikilen adamlar, zarif bir manevrayla ellerini havaya kaldırarak bize gitmemiz gereken yönü gösterdi. Gerilmiştim, Merih'in kolunu sıktım. Büyük çiçeklerle bezenmiş, pahalı tabloların sıralandığı geniş koridoru yürümeye başladık.


Etrafta gezinen genç kadınlar, bana konaktaki hâlimizi dışardan seyrediyormuş izlenimi vermişti. 


Fakat burayı çok daha farklı bir disiplinin ablukaya aldığı belliydi. Hizmetkârların kaskatı yürüyüşünden, davetlilerle aralarına soktukları mesafeye kadar, üzerilerindeki ezici güç kolayca seziliyordu.


Ansızın yanımızdan süzülen şık görünümlü bir adam dikkatimi dağıttı; taktığı ürkütücü maske bizimkisi gibi yalnızca gözlerini değil, resmen bütün çehresini örtmüştü. Kim olduğunu anlamak imkansızdı.


Yoğun bir merakla Merih'in kulağına uzandım; ayağımdaki topuklulara rağmen boyuna yetişmekte güçlük çekiyordum. "Neden bazıları bütün yüzünü gizlemiş?"


Hafifçe bana doğru eğilirken, gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. Yanımızdan geçen bir başka büyük maskeli adamı o da görmüştü. "Muhtemelen halka mâl olmuş birisi, o yüzden kimliğini tamamen gizliyor."


Başka bir kemerli kapıdan daha geçerek, yumuşak bir melodinin doldurduğu salona girdik. Birbiriyle harmanlanmış pahalı parfümlerin kokusu, tıpkı bir cereyan gibi suratıma çarptı. Göz alıcı büyüklükte, kocaman bir odaydı burası; tepeden sarkan görkemli avize pırlantalarla bezeliydi. 


Kenardaysa uzun, ziyafet masaları duruyordu. Ama henüz hazırlıkları tamamlanmamıştı; çalışanlar bu iki masanın etrafında dört dönüyordu.


İçerisi aristokrat kılıklı onlarca insanla doluydu. Ölçülü atılan şen kahkahalara, birbirine tokuşturulan kadehlerin şangırtısı karışıyordu. Ellerindeki yuvarlak tepsilerle misafirlerin arasında dolanan hizmetkârlarsa, odada çelimsiz bir telaş rüzgarı estiriyordu.


Duvar diplerinde, simsiyah giyinmiş izbandut kılıklı adamlar vardı. Gözlerimi üstlerinde gezdirirken, birden aşina bir simayla karşılaşınca kasıldım. Ruh hâlimdeki sendelemeyi sezen Merih merakla bana baktı.


Belli belirsiz karşıdaki duvarı gösterdim. "Oğuz mu şu?"


Başını hiç kımıldatmadan, gösterdiğim yere kısa bir bakış fırlattı. "Bunca üst düzey insanın yanında korumaları olmadan gelmesi şaşırtıcı olurdu sonuçta," İmalı gözleri beni buldu. Elini kaldırarak, yanımızdan geçen orta yaşlı bir garsonu sözsüzce durdurmuştu. Tuttuğu tepsideki dolu bardaklara bakıyordu şimdi. "Su varsa alabilir miyiz?"


Ne kadar susadığımı, o bunu sorunca fark etmiştim. Kenarına limon sıkıştırılmış su bardaklarından birisine uzandım. "Şurada var bir tane..."


Merih içtenlikle gülerek araya girdi. "Hayır sevgilim, tekila o."


Sevgilim mi? 


Garson adam gülümseyerek en arkadaki bardağı çıkardı, havada asılı kalmış olan elime verdi. "Buyurun su, efendim."


"Teşekkürler." Çabucak bardağı dudaklarıma götürerek arkasına saklandım. İlk defa sevgilim diye hitap etmişti bana; ama bunu gayriihtiyari mi söylediğini yoksa sadece evli çift rolüne ayak uydurmaya mı çalıştığını anlayamamıştım. 


Sebebi ne olursa olsun, nabzımın hızlanmasına mâni değildi.


"Ne diyordum?" Duygularımda bıraktığı tahribatın farkında bile değildi; bardaktaki buzlu sudan büyük bir yudum alarak konuşmaya kaldığımız yerden devam etti. Onun aksine ben, konuştuğumuzu dahi unutmuştum. "Eğer sen kavalyen olmamı istemeseydin, ben de tıpkı Oğuz gibi," Duvar kenarındaki adama baktı yine. "Tan Bey'in koruması olarak burada bulunacaktım."


Söyledikleri, bütün hayatını adadığı mesleğini tekrar sorgulatmıştı bana. Hâlâ böyle insanların arasında ne amacı olduğunu kavramakta; keza yaptığı işi ona kondurmakta güçlük çekiyordum. 


Tüm bedenimle ona dönünce, o da yavaşça bana döndü; zihnimdeki kalabalığı işitmiş gibi, şimdi merakla bakıyordu. Başımı hafifçe geriye atarak, maskenin bile gizlemeyi beceremediği kusursuz gözlerine baktım. İçimde, daha fazla büyümeye utanan bir hayranlık yeşerdi.


Bir süre etrafımızdaki tüm kargaşadan arınarak, telaşsızca birbirimizi izledik. Sonra birdenbire dudaklarımdan şu soru döküldü. "Kendini buraya ait hissediyor musun?"


Elindeki bardağı sallayınca içindeki buzlar birbirine çarpıştı. "Hayır, hissetmiyorum."


"Neden ait olmadığın bir yerdesin o zaman?"


Amacımı anlamıştı; gülümseyerek suratını bana yaklaştırdı. "Bunu karım olarak mı soruyorsunuz, hanımefendi?"


Ağzından laf alamayacağımı fark etmenin hüsranıyla doldum. Hafifçe çenemi kaldırarak, suratına doğru çemkirdim. "Sevgiliniz olarak soruyorum, beyefendi."


Dudaklarındaki gülümseme usulca soldu. 


Daha az önce fark etmeden söylediği lafı ona karşı kullanmak çok yanlış bir savunma biçimiydi; anında pişman olmuştum. Ufak bir adım atarak, aramızdaki mesafeyi birbirine çekilen varlığımızla sınadı. "Öyleyse sevgilime cevap verir gibi mi vermeliyim cevabını?"


Ne elini kaldırıp bana temas etti; ne de daha yakınıma sokuldu. Ama her nasıl yapıyorsa, bütün hücrelerime dokundu. Yalnızca bakışlarıyla bile, kendisini ruhuma nakış nakış işleyebildi. 


Gözleri, hiçbir nefesin çıkamadığı dudaklarıma devrildi, sonra tekrar gözlerime tırmandı. Cılız fısıltısı, sanki etraftaki tüm gürültünün sahibiydi. "Şimdi anladın mı tehlikeyi?"


Öyle bir soruydu ki bu; zaten başlı başına bir yanıttı.


Evet, demek çok istedim. Evet, artık anladım tehlikeyi. 


Ama diyemedim; çünkü aniden yanımızda beliren bir karartı aramızda örülen tüm görünmez bağları koparıp attı. Ben telaşla birkaç adım gerilerken, Merih istifini dahi bozmamıştı. Yavaşça, yanımıza gelen adama döndü. 


"Bak sen!" Aziz Hürkan kollarını iki yana açmış, hoşnut bir hâlde gülüyordu. Maskesiz suratını sadece büyük bir coşku örtmüştü. "Çifte kumrular da gelmiş. Nasıl şeref duydum, tahmin bile edemezsiniz." Birden bana doğru uzanarak elimi yakaladı. Dudaklarını zarifçe kadife kumaşın üstüne bastırınca, eldiven giydiğime şükrettim. "Demre Eroğlu, malikaneme hoş geldin. Maskenin arkasına saklansan bile, güzelliğini örtememişsin."


Gülümseyerek, nazikçe başımı eğdim. "Aziz Bey, sizi görmek çok güzel. Harika bir malikaneniz varmış gerçekten."


Mülküne iltifat almanın keyfiyle gür bir kahkaha patlattı. Bu neşeli sesi duyan etrafımızdaki davetliler, ev sahibinin bize gösterdiği özel ilgiden ötürü dönmüş; merakla dinlemeye başlamıştı.


Aziz, yanından geçen garsona hiç dönmeden tepsisinden çevikçe bir bardak kaptı; yeşil gözleri resmen suratıma kenetlenmişti. Ne içtiğine bile bakmadan, bardaktaki kırmızı sıvıyı dudaklarına götürdü. "Eğer seni gelinim yapabilseydim, bu harika bulduğun malikanede yaşatacaktım. Ama maalesef," Elindeki kristal bardakla, duydukları yüzünden huzuru kaçan Merih'i gösterdi. "Bu azman delikanlıya kaptırdık seni. Ama sıkıntı yok, hiçbir şey kaybetmiş değiliz."


Yavaşça yanıma sokuldu, yüzüme doğru eğildi. İçki kokan kelimeleri kulağıma sürttü. "Şimdi bu azman delikanlıyı biraz kaçıracağım izninle," Geriye kaçılarak gözünü kırptı. "Sen de etrafta biraz dolan, insanlarla kaynaş. Maskelerin altında seneler önce kaybettiğin bir şeyi bulabilirsin belki."


Vücudumdaki bütün güç çekildi sanki. Merih'in şaşırarak, "Ne demek şimdi bu?" diye sorguladığını duydum. Ama ne benden bir yanıt alabildi; ne de ondan. Aziz elini onun ensesine koyarak, yanımdan uzaklaştırdı. "Sen gel şöyle, biricik karın biraz gezinsin."


Merih omzunun üstünden bana baktı; ama bu çok anlık bir bakıştı çünkü önüne dönmeye mecbur kalmıştı. Onlar uzaklaşınca elimdeki bardakla bir süre öylece kalakaldım. Kendimi savunmasız hissetmiştim. İçeceklerin olduğu büyük konsola doğru yürüyerek, sakin bir kenara çekildim.


Babam gerçekten bu maskelerden birinin altındaydı. Belki de az önce yanımdan geçip giden şu adamdı; ya da belki de biraz ötemde arkadaşlarıyla gülüşen şu adamdı. Ama nasıl tanıyabilirdim ki? Kokusu, bakışı; hatta belki de gülüşü bile değişmişti.


Babamdan geriye ne kalmıştı ki?


Ansızın aralık kapıdan içeriye rengarenk bir papağan süzülünce bütün dikkatim dağıldı. Salonun yüksek tavanına gökyüzü muamelesi yaparak usulca daireler çizmeye başladı; altındaki davetlileri güldürmüş, keyiflendirmişti.


Fakat insanların ilgisi çabuk dağılmıştı; sanki evde bir kuşun uçması zaten kanıksanan bir durumdu.


Papağan bana doğru süzülerek hemen yanımdaki abajurun üstüne konunca heyecanlanarak güldüm. Upuzun bir kuyruğa sahipti; renkli tüyleri epey bakımlıydı, resmen parlıyordu.


Birden konuşarak beni şaşırttı. "Aşağıdaki koleksiyonumu görmek ister misin?" Hafifçe kanatlarını çırptı. "Ye diyorsam yiyeceksin. Etler çok lezzetli."


Hızla havalanarak, saniyeler içinde gözden kayboldu.


"Kız cimcime, gerçekten sen misin? Senden başka kimse sudan çıkmış balık gibi duramaz burada." Aniden yanıbaşımda beliren bir karartıyla irkildim. Sesin tanıdıklığıyla, şok içinde arkamı dönmüştüm.


Maskenin altından görebilmek için defalarca kez gözlerimi kırpıştırdım. "Beren?"


Suratındaki kedi maskesini ucundan kaldırarak, altından sırıtarak bana baktı. Gerçekten de oydu. Şaşkınlıktan dudaklarım aralık kaldı. Kinayeyle gülerek, uzanıp hafifçe çeneme vurdu. "Kız kapat ağzını bir şey kaçacak şimdi, bu evdeyken ağzını hep kapalı tut."


"Senin burada ne işin var?" Başka tanıdık simalar görmeyi umarak etrafıma bakındım ama göremedim. Sen diye hitap ettiğimi bile fark edemeyecek kadar afallamıştım. "Hâlâ hasta olduğunu sanıyordum?"


Elindeki kadehi nazikçe sallayarak, bordo dudaklarına yasladı. Ufak bir yudum aldıktan sonra da gülümsedi. Ellerine kısa, tül eldivenler giymiş, parmaklarına yüzükler takmıştı; üstünde uzun, koyu yeşil bir elbise vardı. Kollarından aşağıya beyaz, tüylü bir şal sarkıyordu. Boynuna inci kolyeler takmıştı. Dalgalı saçlarını tek omzunda toplamıştı.


Gayet aklı başında ve zinde duruyordu.


"Kız sen hâlâ beni tanıyamadın mı?" dedi, maskesinin altındaki mavi gözlerini suratıma dikerek. "Bana bir şey olmaz, dört canlıyım ben."


Gülerek önüme döndüm, kalçamı arkamdaki konsola yasladım. "Neyse ki dörtte kalabilmişiz. Yeni arkadaşlar getirirsin yanında sanmıştım."


Şuh bir kahkaha attı. "Özlemişim kız seni, ne yalan söyleyeyim."


Gülümseyerek, yandan bir bakış attım. İnkar edemezdim; ben de savruk tavırlarını, öngörülemez hareketlerini özlemiştim. "İyi gözüküyorsun, sevindim senin adına. İstediğin zaman böyle çıkabiliyor musun hastaneden?"


Tasasızca omuzlarını silkti. "Babamın görmek istediği evlat istediği zaman çıkabiliyor, evet. Onun da bazı imtiyazları olsun ama, değil mi?" Mavi gözleri birden ellerime kaydı. Kadehinden tekrar yudumlarken, renksiz bir sesle mırıldandı. "Görüşmeyeli rütbe atlamışsın bakıyorum. Evlenmeler, cemiyetin balolarına katılmalar..."


Merih'le evlendiğimi biliyordu demek. Bu kadar sakin ve olgun karşılamasına şaşırmış olsam da eşelemekten kaçındım. "Aziz Bey ısrarla çağırdığı için gelmek zorunda kaldım."


"İyi halt ettin öyleyse." dedi, lafını esirgemeden. Kaşlarımı çatarak ona baktım ama bir şey söylemedim. "Aklın varsa bu evden uzak kalırsın," Yanımıza oldukça alacalı, yaşlı bir kadının gelmesiyle sustu; içeceğini doldurup gidene kadar da gülümseyerek onu izlemişti. Kadın ağır ağır uzaklaşırken, arkasından mırıldandı. "Hadi teyze, tabana kuvvet. Ne diyordum?" Birden bambaşka bir mevzuya geçiş yaptı. "Ah, doğru. Abimi komaya sokmuşsun, tebrikler. Senin de içinden el birliğiyle deccal çıkardık resmen."


"Teşekkürü hak eden asıl kişi baban." dedim kayıtsızca.


Derin ve dertli bir nefes aldı; bir süre de konuşmadı. Sonra aniden döndü, hevesle, "Gördün mü bari portreni?" diye sordu. "Ceren'in biricik eserini?" 


Tamamen aklımdan çıkmıştı. Kendime şaşırarak, merakla doğruldum. "Doğru ya, nerede portrem?"


Kıkırdadı. "Arkanda, salak."


Hızla arkamı döndüm; gerçekten de burdaydı. Nasıl görememiştim? Ama çok yukardaydı; üstelik başka tabloların da arasındaydı. Hiç değişmemişti. Hâlâ ilk gördüğüm anki gibiydi bütün fırça darbeleri. Suratımdaki ufak kan damlası, koyu gözlerimdeki bakış ve başımın tepesinden yükselen devasa geyik boynuzları. Tıpatıp aynıydı.


"Ay geldi yine manyak karı." Beren'in sesini duyunca gözlerimi kendimden ayırdım. Bakışlarını takip ederek kimden bahsettiğini anlamaya çalıştım. 


Kalabalığı yararak zarafetle bize doğru süzülen genç bir kadındı bu. Suratına maske takmamıştı. Dizlerinin üstüne kadar uzanan lila elbisesi, ayağındaki turuncu topuklularla tuhaf bir tezatlığa sahipti. Boynunda, bileklerinde; her yerinde pırlanta vardı. Resmen metrelerce öteden etrafındakilere yaklaştığı haberini veriyordu.


"Bu kim?" diye fısıldadım.


Beren ağzının kenarıyla, "Mirza'nın gudubet kardeşi." dedikten hemen sonra pür bir neşeyle gülerek, yüzünü tekrar kıza döndü. "Bak sen, kimler geliyor böyle? İlayda'cığım, tekrar selam. Her yerde beni bulacak gibisin. Maskeli balo gibi bir yerde, bu da ayrı bir yetenek doğrusu."


Kız ona sevimsiz bir tebessüm bahşetti. Gözlerinin yeşili tıpkı abisi ve babasını andırıyordu. "Senin için geldiğimi sanman çok şeker."


Beren gevşek gevşek güldü. "Şeker gibi kızım, ne yapacaksın işte."


İlayda da aynı gevşeklikte gülmüştü; resmen tonlaması bile aynıydı. "Sorma, çok şekersin. Dikkat et de yemeyelim seni."


Beren elindeki kadehi tek dikişte bitirdi. Sertçe arkamızdaki tezgaha bıraktı. Ardından içilmemiş kokteyllerden birisine uzanarak elini bardağa daldırdı, içinde süzülen kirazı çıkararak silkeledi. Ukala bir tavırla kıkırdamış, beni göstermişti. "Aman dikkat et, kız şaka sanıp da gülmesin bu dediğine."


Duydukları kızın hiç hoşuna gitmemişti; resmen gözlerinin içine ürkütücü bir saldırganlık nüksetmişti. Tıpkı babası gibi bakıyordu. Yavaş bir adımla Beren'e doğru sokulmuştu. "Biraz daha konuşursan seni şu masaya yatırır, bütün kadehleri kafanda kırarak bayıltana kadar döverim."


Mutlak bir sessizlik oldu.


Beren elindeki kirazı dişlerinin arasına kıstırarak sapını sertçe kopardı, yere fırlattı. Gözlerini bir karış ötesindeki surattan ayırmadan, kayıtsızca çiğnedi. Çekirdeğini de çıkarıp nezaketsizce yere fırlattıktan sonra, gülümsedi. "Eğlenceli bir plan ama üzgünüm, daha önce yapıldı o."


Kendi tutamayarak güldüm.


İlayda denen kızın gözleri mızrak gibi suratıma saplanınca, dudaklarımı bastırdım. Zaten yeterince gergindi ortam; bir de ben harlamak istememiştim. Ama bu kızın gözüne kestirdiği avla hiç oynamadan salacak bir hâli de yoktu.


Kollarını önünde kavuştururken, bu sefer de bana yöneldi. "Sen abimin evlilik teklifini reddeden," İnce kaşlarıyla tepemizdeki portreyi gösterdi. "Evimizin salonunda asılı duran kızsın, değil mi?"


Bir yanıt duymayı bekledi; ama hiçbir karşılık vermemiştim. Beren'in bana kaçamak bir bakış attığını gördüm. "Açıkçası daha kaliteli bir kumaş bulmayı beklemiştim karşımda," dedi, burun kıvırarak. Yaptığı ufak benzetmenin tadımı kaçırmasını umduğu belliydi. "Merih gibi bir adam sende ne buldu ki? Sahi, nerede o?" Hevesle salona bakındı. "Etrafına kadınlar üşüşüp duruyordu en son. Gideyim de biraz kocanın tadını çıkarayım, iyi gelir şimdi o kaslı kollar bana." Tam gidecekken geri döndü. "Ha, bu arada akşam yemeğinde muhakkak bifteğimizi tat, enfestir."


Salına salına önüne döndü ve telaşsızca yanımızdan uzaklaştı.


"Sakın et yeme. Ayrıca kışkırtmaya çalışıyor, hep öyledir o gudubet." Beren'in avuntusu kendimi biraz daha iyi hissetmeme neden olmuştu. Ama yanımızda durduğu şu kısacık zamanda bile onun da keyfini bozmuştu. Huysuz bir şekilde yüzündeki maskeyi çıkarıp kenara attı, ufak çantasından piposunu çıkardı. "Ağzımın tadını bozdu, hamamböceği."


Merih neredeydi acaba? Gerçekten başına kadınlar mı üşüşmüştü?


Çıkardığı çakmakla piponun üstündeki otu yaktı, derin bir nefes içine çekti. Merakla, "Ne içiyorsun yine?" diye soracak oldum.


Dudaklarında bir yaramazlık belirdi. "Tanıyacaksın şimdi."


"Hayır, sakın yapma..." Suratıma üflediği duman anında ciğerlerime nüfuz etti. Elimle burnumu örterek geriye kaçıldım. Ama yeterince hazırlıklı değildim; birdenbire müthiş bir arzu şahlandı göğsümde. Başım döndü, gözlerim karardı.


Susadığımı hissettim.


Beren'in güldüğünü işittim ama suratını seçemedim. Tadına bak mı diyordu? Bakamazdım. Etrafımdaki bütün gülüşmeler, sohbetler, nükteler ses furyasına dönüştü. Ama artık içmem gerekiyordu çünkü çok uzun zaman olmuştu. Hayır, içemem. Bütün renkler birbirine karıştı; başım zonkladı. İçmezsem ölebilirim. 


Ölsem bile içemezdim, söz vermiştim.


"Merih nerede?" dediğimi duydum ve birden kendimi yürürken buldum. Merih'in yanına gitmeliydim; beni durdurabilecek tek kişi oydu. Ancak arkamdaki pipodan uzaklaştıkça içimdeki çatışma da gitgide şiddetleniyordu.


Savsak birkaç adım daha attım; ansızın birine çarpınca tökezledim. Sımsıkı kollarımı tutan eller sayesinde düşmekten kurtuldum. Boğuk bir sesin, "Uyanık ol." dediğini duydum.


Başımı kaldırınca bütün suratı gri bir maskeyle örtülmüş, yeşil gözlerle karşılaştım. Yoksa maskesi yeşil, gözleri mi griydi? Odaklanmakta güçlük çekiyordum.


Ancak sadece iki saniye bakışabildik; hızlıca kollarımı bırakarak, hiç var olmamışçasına kalabalığa geri karışmıştı.


Henüz dengemi sağlayamadan, birden başka eller tarafından yakalandım. Korkuyla omuzlarına tutundum; başım o kadar dönüyordu ki önümü bile göremiyordum. "Merih, sen misin?"


Kısa bir duraksama yaşandı. Elleri belimi sararak, beni kendisine bastırdı. "Evet, benim güzellik."


"Bir saniye ver bana, kendimde değilim." diye fısıldadım, gözlerimi yumarak. "Biraz sakinleşmem lazım."


"Kollarımda sakinleşebilirsin." Sesindeki renk her nedense beni huzursuz hissettirdi; keza tutuşunda da bir tekinsizlik vardı. Birden arkadaki müziğe eşlik ederek, hafifçe sallanmaya başladı. "Hadi dans et benimle."


"Dans et benimle."


Sanki amansızca mazinin ortalarına doğru sürüklendim ve kendimi, aylar önce Merih'le dans ederek vedalaştığım o sahil kenarında buldum. Ruhumu kanatan yarayı, tekrar içimde hissetmiştim.


Ellerimin altındaki kıyafeti sıkarak, durdurmaya çalıştım. "Dans etmek istemiyorum."


"Ama ben istiyorum." dediğini duyunca gözlerimi araladım ve kendimi siyah bir maskenin altındaki yeşil gözlere bakarken buldum. Yoksunluğun verdiği kopukluk yavaşça ortadan kalktı; beni gerçeklikle yüzleştirdi. 


Mirza'nın kollarındaydım.


"Bırak." Geriye çekilmek istedim fakat izin vermedi. Kollarını iyice sıkarak bedenimi arasına kıstırdı; ciğerlerimdeki bütün hava boşalmıştı.


"Kaçmasana hemen, bir hukukumuz var seninle. Neredeyse evleniyorduk," dedi çarpık bir şekilde sırıtarak. "Biraz sohbet edelim. Sağlam mal bulmuşsun kendine bakıyorum da."


Hiddetle omzuna vurdum; etrafımızdaki nezihliği sarsmayacak şekilde sessizce mırıldandım. "Seni hiç alakadar etmez. Bırak hemen beni Mirza, bir tatsızlık çıkmasın."


"Sana karşı dürüst olayım mı?" Hafifçe başını geriye atarak, bana biraz daha uzaktan baktı. Üstünden tuhaf, keskin bir koku yayılıyordu. "Ben babamın askeriyim, o ne derse onu yaparım. Seninle de bu yüzden evlenecektim, hiç istemesem de. Ama şimdi bakınca," Gözlerine midemi kavuran bir gölge devrildi. "Hiç de az değilmişsin sen, babam yine yanılmamış. Kafayı bulmuş bir hâldeyken seni kollarımda bulacağımı hiç düşünmezdim," Zevkten dört köşe olarak güldü. "Ama ben bu bakışları nerede görsem tanırım. Sende de bizdeki kanın aynısı var ve bu çok," Dudaklarıma kaydı gözleri. "Cezbedici."


"Ne oluyor burada?" Merih'in sesini duyunca aynı anda hem korktum hem de rahatladım. Mirza'yı itmeye çalıştığımı fark etmesiyle saniyeler içinde yanımızda belirmesi bir oldu; belimdeki kollar hızla gevşemişti. Ama Merih yine de göğsünden ittirmekten geri kalmadı. "Çek elini karımın üstünden it herif."


Mirza birkaç adım sendeleyerek, çarpık bir şekilde sırıttı. "Benim evimde olduğunu unuttun herhalde."


Merih tekrar üstüne yürüyecekken hızlıca araya girdim. Ama henüz konuşmaya fırsat bulamamıştım. Çünkü salonun kapısı büyük bir gümbürtüyle savrularak sonuna kadar aralanmış, siyahlar içindeki bir düzine adam resmen içeriye dalmıştı.


En önden yürüyerek hepsini kuyruk misali peşinden sürükleyen maskeli bir adam, adeta evin gerçek sahibi gibi yürüyordu. Yoluna düşen herkes usulca kenara çekilirken, tüm salonu mutlak bir sessizlik sarmalamıştı.


Mirza şaşırtıcı bir hızla ortalıktan kaybolmuştu. Merih kolumdan tutarak beni sakin bir kenara doğru sürükledi; zira adamlar önüne çıkan herkesi ezebilecekmiş gibi yürüyorlardı.


Kim bu kadar çok korumayla baloya gelirdi ki?


"Sevgili dostum, sırdaşım, yoldaşım," Aziz Hürkan gür sesiyle bütün salonu inletti. Müzik artık susmuştu; içerde tek bir uğultu dahi yoktu. Tüm davetliler bu ağırbaşlı adama dönmüştü. "Sonunda teşrif edebildin. Sonunda seni malikanemde ağırlayabildiğim için mutluluk doluyum." Ellerini iki yana açarak ona doğru yürüdü; ama adam hiç yerinden kımıldamıyordu. Hiçbir efor sarf etmiyor, resmen kendi ayağına gelmesini bekliyordu. Aziz, candan bir tavırla arkadaşına sarıldı. "Şeref duydum, şeref duydum yoldaşım."


Kalabalıktan sıyrılarak ağır adımlarla yanlarına giden Tan Şahoğlu da içtenlikle adamı selamlamıştı. "Uzun zaman oldu, seni tekrar aramızda görmek mutluluk verici yoldaşım."


Adam tüm bu içten karşılanmaya yalnızca başını sallamakla yetindi. Peşinden getirdiği korumaların bir kısmı etrafını kafeslemişken, bir kısmı da ötede kalarak etrafı kolaçan etmeye odaklanmıştı. 


"Önemli bir adam bu herhalde, bir yığın koruması var." dedim, Merih'e doğru. Aslında detaylı bir yanıt almayı umarak söylemiştim bunu; ama yalnızca ismini mırıldanmakla yetinmişti.


"Bülent."


Birden kalbim sıkıştı; elim karnıma gitti. Şuursuzca, geriye sendeledim. Gözlerime nükseden yaşların hızı epey afallatıcıydı. Yalnızca sırtını görebildiğim adamdan başka hiçbir yere bakamaz olmuştum.


Merih hızla elini belime koydu; endişeli sesi katmanlarca uzağımdan geliyordu. "İyi misin?"


Tam bu esnada Aziz Hürkan eline aldığı kaşığı hafifçe kadehine vurarak tüm gözleri üstüne çekti. "Fedailerim, yoldaşlarım! Cemiyetimizin kırk dördüncü yaş günü balosuna hoş geldiniz, şeref getirdiniz. Bu kutsal geceyi sizlerle kutlamaktan onur duyuyoruz. Zira sizsiz, eksik olurduk. Tüm davetliler aramıza katıldığına göre ve cemiyetimizin iskeleti tamamlandığına göre," Dudaklarından hiç kalkmayan bir gülümsemeyle önündeki uzun, iki farklı masayı gösterdi. "Buyurun yemek faslına geçelim."


Kalabalıkta heyecanlı kımıldanmalar oldu.


Aziz önderlik edercesine masaya yürüdü, en uca oturdu; bu diğerinden çok daha gösterişli ve şatafatlı bir sofraydı. Tan bastonunu yanındaki adama vererek hemen yanına oturdu. Bülent onların tam karşısına, masanın öteki başına yerleşmişti. Adamlarıysa hemen arkasında yerini almıştı.


Yanılmıştım, masanın başına geçecek kadar önemli birisi olamazdı. Yalnızca bir isim benzerliğiydi belki de.


"Çekinmeyin, gelin, siz de oturun." Aziz elini usulca sofranın üstünde kaydırarak, gür sesiyle hitap etti. "Ama şimdiden söyleyeyim, bu masaya oturan herkes bu masadan aç kalkacak." 


Bu sivri nükteye karşılık ufak gülüşmeler oldu. 


Aziz hafifçe çenesini aşağıya indirerek, kurnaz gözlerini kalabalıkta gezdirdi. "Fakat sanmayın ki sizi ziyafetsiz bırakacağım, tabii ki bırakmayacağım." Gözlerini karşısındaki kadim dostuna; kımıldamaksızın maskesinin altında oturan Bülent'e kenetledi. "Bu akşam hepinizi günahlarınızla doyuracağım."


Kalabalığı yararak herkesten önce sofrada yerini alan Beren, elindeki pipoyla birlikte zarafetle babasının yanına kuruldu. "En çok sizin karnınız doyacak desenize."


Aziz bu pervasızlığa yalnızca gülümsedi.


Tüm davetliler isminin yazılı olduğu sandalyelere teker teker yerleşmeye başlamıştı. Merih belimdeki elini hafifçe bastırarak yürümem için cesaretlendirdi. Hâlâ bedenimdeki tutukluğun sebebini anlayamamıştı; çatık kaşlarla beni kolaçan ediyordu. Birlikte öteki masaya yürürken, ansızın bize seslenen Aziz yüzünden duraksadık.


"Sizin yeriniz burası, çifte kumrular." Şaşırarak, cemiyet büyüklerinin oturduğu masaya baktım.


Merih tekrar beni yüreklendirerek belimdeki eliyle yönlendirdi. Ama yaklaştıkça bırakmak zorunda kalmıştı; çünkü onun ismi karşı taraftaki sandalyede yazılıydı. Kulağıma yatıştırıcı bir şeyler fısıldadı ama ne dediğini algılayamadım. Yanımdan ayrılarak, masanın etrafından dolandı.


Titreyen ellerle sandalyenin sırtına tutundum, üzerinde ismimin yazılı olduğu tabağın kıyısındaki kağıt parçasına baktım.


Tam bu esnada yanımda genç bir adam belirdi. Sandalyesini çekerek usulca yerleşti, yamuk duran çatalını düzeltti. Merih'in gözlerime bakarak tam karşıma oturduğunu görünce, ben de sofradaki yerimi aldım. Zaten daha fazla kendimi taşıyacak takatim de kalmamıştı.


Göz ucuyla, sağ tarafımda kalan Bülent isimli adama baktım; masanın iki tarafından kavrayan elleriyle, heybetli duruşuyla ve gözleri dışında hiçbir uzvunun kımıldamadığı vücuduyla, adeta önündeki sofraya hükmetmişti.


Keşke maskesini çıkarsaydı.


Sanki üstündeki ilgiyi sezmişti; ansızın gözleri beni buldu. Kopkoyuydu, fersizdi; etrafında kendisini çekindiren hiçbir gücün de olmadığını anlatırcasına kesintisizdi. Suratına böyle bakabilecek cesaretteki kızın kim olduğunu anlamaya çalışır gibiydi.


Omuriliğim boyunca akıp giden gerilim tüm bedenimi ürpertti. Hızla bakışlarımı kaçırarak önüme döndüm.


"Buyrunuz, afiyet olsun!" Aziz'in emri vermesiyle birlikte hazırda bekleyen çalışanlar teker teker masalara yaklaştı. Yanımdan uzanan beyaz eldivenli bir el, tabağımdaki kapağı kaldırıp almıştı. Yemeğin sıcak buharı havaya yükseldi; çatal bıçakların birbirine çarpışı duyuldu. 


Kusursuzca dilimlenmiş, soslu bir biftek parçası vardı tabakta. 


Merih'le göz göze geldim; belli belirsiz başını iki yana salladığını gördüm. Arabada söylediği ikinci kuralı anımsamış, çatala bile elimi sürmemiştim. İçinde buzların yüzdüğü su bardağına uzanarak, sessizce içtim. Çaprazımda oturan Beren'in de ete dokunmadığını, sadece kadehinden yudumladığını görmüştüm. Keza yanımdaki genç adam da etine dokunmamıştı.


Tan, bıçağıyla usulca bifteği doğruyordu. "Suçu neydi bu zavallının?"


Aziz çatalını direkt ete saplayarak dosdoğru ağzına götürdü. Büyük bir parça kopardı; sosu dudağının kıyısına bulaşmıştı. "Çok soru sorması."


Diğer yanında oturan kızı İlayda bu nükteye neşeyle güldü. Tıpkı yanındaki abisi Mirza gibi o da büyük bir iştahla bifteğini yiyordu. İkisi de babaları konuştuğu ân, hürmetle ona odaklanıyordu.


"Yaramazlık yapsak, bizi de sereceksin herhalde sofrana Aziz amca?" Beren'den gelmişti bu kinayeli soru. Babasını temsil eden tek evlat olmanın gerginliğini, şaşırtıcı şekilde hiç taşımıyordu. Gayet rahattı.


"Valla sizi benim yememe gerek yok," Aziz peçeteyle ağzını silerek, kenara fırlattı. Kadehine uzanmıştı. "Ailecek siz birbirinizi zaten güzelce yiyorsunuz. Baksana, evlatlar birer birer eksilmiş masadan."


Tan ona ciddi bir bakış dokundurdu. "Şebnem sadece yolunu şaşırdı, tekrar dize gelecektir. Emre..." Kısa bir an sustu. Beren'le gözlerimiz kesişti. "Emre kumpasa kurban gitti. Yoksa haysiyetli bir çocuktur."


Aziz güldü. "Sorma, videolar dolusu haysiyet."


Mirza babasına eşlik ederek güldü. Tan çatalındaki eti hoyratça ağzına tıktı; gri gözleri resmen arkadaşına çivilenmişti. "Bu amiyane sözlere ne gerek var? Ağzımızın tadını bozmayalım istersen. Ama yok, ben illa istiyorum diyorsan," Hoyratça çiğnediği eti yutkunacak kadar sustu. "Geçen gün aynasızların gazinona yaptığı baskından bahsedebiliriz, yoldaşım."


Aziz'in gülümsemesi soldu; yemeğini çiğneyişi yavaşlamıştı. Mirza çatık kaşlarla, yavaşça arkasına yaslandı. Sofranın üstünden husumet dolu bir esinti geçmişti sanki.


Birden masanın öteki ucundan tasasız bir gülüş yükseldi. 


Bütün başlar o tarafa döndü; gülen kişi Bülent'ten başkası değildi. Resmen dostluk kisvesi altındaki yapılan bu tehditlerle alay ediyordu. İtinayla tabağındaki bifteği ufak parçalara ayırıyordu; fakat her nedense, yemiyordu. Yalnızca bölüyordu.


"Dikkat edin beyler," Sesi, dipsiz bir denizin derinliklerinden süzülen yırtıcıyı andırıyordu. Tabağa sürttüğü bıçak, iç gıdıklayıcı bir ses çıkarıyordu. "Aşırı hırs insana bir anda kaza yaptırır."


Tan alaylı alaylı güldü; Aziz'e karşı üstünlüğü sağladığı bilmek, zevkten dört köşe yapmıştı onu. "Bu nasihatlarla Aziz'i caydıramayacağını sen de çok iyi biliyorsun, Bülent. Tabağındaki yemek bile zavallı hırsının bir sonucu."


Aziz hakir görülmenin hoşnutsuzluğuyla arkasına yaslandı. Hemen yanında belirerek kendisine su dolduran çalışanı gaddarca iteklemiş, bağırmıştı. "Kaçıl şuradan!" Salondaki sessizlik, içine aldığı gerginlikle beraber arşa çıkmıştı. Aziz elindeki bıçağı saplamak istercesine Bülent'e doğru kaldırdı. "Bu evdeyken vejeteryan olmuyor muydun sen? Bakıyorum da tabağındaki etle fazla haşır neşirsin."


"Zaten o yüzden," diye mırıldandı adam, gözlerini tabağından ayırmayarak. "Önüme konulan saygısızlığı lime lime ediyorum ya."


Aziz bir süre sustu; sakin bir hiddetle tabağındaki eti parçalayan ama bir türlü yemeyen adamı izledi. 


Belki de onu tanıdığımdan beri ilk defa gözlerindeki yeşilde bir tereddüt görmüştüm. Karşısındaki adama, Tan Şahoğlu'na davrandığı kadar laubali davranamıyordu; konuşmadan önce iki defa düşünmesinden belliydi.


"Bülent'in tabağına et mi koydun?" Tan aldığı zevki gizleme gereksinimi duymayarak, güldü. Aziz'i kışkırtmaktan geri durmayacaktı. "Bu evde ahlak nerede?"


"Ahlak mı?" Absürt bir mefhum duymuş gibi yüzünü ekşitmişti Aziz. "Ne o, yoksa sen evinin her odasında ahlak bulunduruyorsun da haberimiz mi yok? Yakında ahlaklı bir uyuşturucu taciriyim de dersin sen."


"Sen benim evimi bırak, kendi evinin odalarıyla ilgilen." Tan imalı imalı gülümsedi. "Yoksa mezbaha mı demeliydim?"


Mezbaha mı? 


Masadaki gerginlik o kadar yoğunlaşmıştı ki resmen ruhumu boğazlıyordu. Beren'in de tıpkı benim gibi huzursuzca kımıldandığını fark ettim. Artık Mirza ile kardeşi bile gülümsemez olmuştu.


Üç adamın sofrada estirdiği kasırga, sanki herkesi savuruyordu.


"İnsan olmanın zorluğu nedir beyler, biliyor musunuz?" Bülent, sessizliği bozacak cesareti gösteren kişi olmuştu. Kelimelerine yaptığı vurgular bile ürkütücüydü. "Bütün kalabilmek." Son kez elindeki bıçağı saplayarak eti parçaladı ve çatalıyla birlikte nobranca tabağının üstüne fırlattı. 


Çıkan gürültüyle, yavaşça arkasına yaslandı.


Üstümüzdeki gözleri iki kara kuyuyu andırıyordu. "Babalarına özenen veletlere döndünüz iyice. Çıkarın üstünüzdeki şu baba kostümlerini," dedi tahammülsüzce. Elini buyurgan bir tavırla savurmuştu; sanki gerçekten de soyunmalarını emrediyordu. "Sizin gibi ufak adamlara büyük kıyafetler bunlar. İçlerinde kaybolursunuz."


"Yıllarca ters düştüğün babanı öldükten sonra övesin tuttu senin de." dedi Tan, küçümseyerek. 


"Yaptıklarını tasvip etmedim ama zekasını da hiçbir zaman hafife almadım," Bülent ona ezici bir bakış bahşetti. "Babam zeki adamdı, babalarınız da öyle. Sağlam zemine ayak basarlardı. Sizin gibi bayağı hamleler yapmazlardı." Aziz araya girmek istedi ama müsaade etmedi. Aralarında ürkütücü bir üstünlüğe sahipti. "Sizin kadar ahlak erozyonu da yaşamazlardı. Ayaklarınızın altındaki toprak kayıyor beyler, dikkat edin de altında kalmayın."


Aziz gür bir kahkaha patlattı; ama Tan hiç olmadığı kadar ciddiydi. 


"Sen bu akşam bize kan kusturup kızılcık şerbeti içirteceksin herhalde, Bülent." diye mırıldanan Aziz, bana belli belirsiz bir bakış dokundurdu. "Eğer öyleyse, en çok sen içeceksin o kızılcık şerbetinden. Şimdiden söyleyeyim."


Bülent elini suratındaki maskeye uzatırken, bıkkın bir nefes koyverdi. Birden kalbim kasıldı. Bunalarak maskeyi çekip çıkarmış, sertçe masaya çarpmıştı. Suratına baktığım ilk saniye, arkasından gelen tüm zamanı tökezletmişti sanki. Her şey durmuştu.


Baba.


Aniden gücüm tükendi, elimdeki çatal yere düştü. Yanımda oturan genç adam yakalamaya çalıştı ama yapamadı.


Çatalın çıkardığı ses adeta bir kurşundan farksızdı; bütün maskeli yüzler bana çevrildi. Merih'in apaçık bir panikle kalkmaya yeltendiğini ama son anda kendisini tuttuğuna tanık oldum. Gözlerindeki korkuyla bir şey anlattığını fark edebiliyordum. Ama sanki rüyada gibiydim. Kulaklarımın uğuldadığını hissettim.


Birisinin adımı söylediğini duyunca, sersem bir hâlde etrafı arandım. Aziz'in kımıldayan dudaklarını görünce panikledim. Nefeslerime kavuştuğum an, kekeledim. "Kusura bakmayın, anlayamadım?"


"Diyordum ki," Gülümsemesinde zaferin izleri gizliydi; çünkü babamı tanıdığımı anlamıştı. "Çatal tutacak güç bile kalmamış bünyende, suratın desen zaten bembeyaz. Hadi etinden ye de, kanına biraz kaliteli protein girsin. Emin ol tadını seveceksin, o da senin gibi hinliklerle doluydu."


Önümdeki ete baktım; içinden sızan ince kan, tabağın tüm yüzeyine yayılmıştı. Tahmin ettiğim şey olamazdı. İçimde müthiş bir kusma isteği kabardı.


Yutkundum. Midemin kavrulduğunu, acıyla kasıldığını hissettim. Gözlerime dolan yaşlar yüzünden tabağımdaki kan bulanıklaştı. Oturduğum yerde ufaldım.


Babamın bana baktığını görebiliyordum; fakat benim ona bakacak gücüm artık yoktu. Gerçekten o olduğunu anladığım ân bir şeyler azalmıştı bedenimden. Beni cesaretime bağlayan bir şeyler kopmuştu.


Gitgide uzayan sessizliğe çelimsiz bir cümle bıraktım. "Teşekkürler ama et pek sevmem."


Elindeki bıçakla sözümü kesti sanki. "Ye dedim."


Gözümden biriken yaş izinsizce yanağıma devrildi; suratımda maske olduğuna şükrettim. Hâlâ tabağımdaki kanlı ete bakıyordum. "Yemek istemiyorum."


"Benim mi yedirmemi istersin?" dediğini duyunca, başımı hiç kımıldatmadan gözlerinin içine baktım. Göğsümde bir korku yeşillendi. Nefeslerim hızlandı. "İştahsızlara katlanamam ben. İkramıma saygısızlıktır bu. Ben ye diyorsam, yiyeceksin."


Merih sertçe elindeki bardağı masaya çarpınca herkes irkildi. Gözlerinde karartılar dolanıyordu; öfkesi elle tutulacak kadar somuttu. Ama buna rağmen, alayla gülümseyebiliyordu. "Artık misafirlerinize zorla yemek de mi yediriyorsunuz? Tabağında yemek bırakma yoksa arkandan ağlar falan da dersiniz şimdi siz."


İlayda araya girdi. "Sen de ne hanımcı çıktın be..."


Babası ona bakmadan nobranca elini kaldırınca sesi kesildi; bozguna uğrayarak arkasına yaslandı. Aziz, sanki kızı hiç taşkınlık yapmamış gibi aynı keyifle devam etti. "Ben misafirlerimin memnuniyetine önem veririm. Eğer yemeği beğenmeyen varsa, baş aşçıdan hesabını sorarım."


Aniden omzumda hissettiğim güçlü bir elle irkildim. Arkama bakınca bahsettiği baş aşçının tepemde dikildiğini gördüm. Afallayarak, önce omzumu sıkan eline, ardından adama baktım. "Lütfen bir lokma alın, efendim. Eminim ki çok beğeneceksiniz."


Kelimelerinin altında tuhaf bir ısrar ve çıplak bir tehdit saklıydı.


"Çek elini karımın üstünden yoksa bir daha hiç kepçe tutamayacak hâle getiririm seni." Merih'in korkunç ikazını duyan adam omzumu bırakmış, boyun eğerek geriye kaçılmıştı.


"Yavaş deli çocuk, yavaş!" Aziz'in şen kahkahası içimdeki karamsarlığı harladı. "Diğer gözün de aşktan kör olacak senin bu gidişle."


Merih hiçbir karşılık vermedi; adamın beni bırakmasıyla, arkasına geri yaslanmıştı. Ama hâlâ tetikteydi. Üstelik o kadar gergindi ki tüm vücudu kaskatıydı. İçine çektiği nefesler göğsünü bile kımıldatmıyordu.


"Ne diyorduk, Bülent efendi?" Aziz sırıtarak arkadaşına baktı. Sonra birden eliyle beni gösterdi. Kelimeler dudaklarından döküldükçe bana daha çok ızdırap verdi. "Demre çatalı düşürüp sohbetimizi bölmeden öncesini diyorum. Ah, bir dakika. Ben sizi tanıştırmadım, bu kızımızın ismi Demre. Çok ilginç bir isim, değil mi? İnsanın bazen Cemre diyesi geliyor ama değil işte, Demre."


Tüm solukları boğazlayan bir sessizlik başkaldırdı.


Kardeşimin ismini duymak zihnimi dağladı. Tekrar gözlerime yaşlar nüksetti; aynı anda müthiş bir hiddet, korku ve üzüntü hissettim.


Merih'in göğsü yavaşça çöktü, masaya tutunan eli kucağına kaymıştı. Gözlerime kenetlenmiş olan gözlerinde ruhumu kemiren bir şok belirmişti. Hem düş kırıklığı vardı bakışlarında; hem de inkar.


"Maskeni çıkar." Bülent'in savurduğu gür emri dosdoğru bana saplanmıştı. Gözlerindeki ve sözlerindeki inkar, güçsüz bir ihtimal uğruna galeyana gelmeyeceğini gösteriyordu. "Maskeni çıkar!"


Birisinin maskemi tuttuğunu hissettim; sonra bunun kendi elim olduğunu anladım. Kendime şaşırdım. Uyuşmuş bir hâlde maskeyi suratımdan çıkarıp masaya attım. Başımı kaldırıp babama; yaşarken bizi yetim bırakan adama baktım.


Hem hiç değişmemişti; hem de bambaşka olmuştu. Koyu saçlarında kırçıllar belirmişti; yüzünde yer yer kırışıklıklar vardı. Suratımda gezinen gözleri artık eskisi gibi bakmıyordu. Artık içlerinde bir ölgünlük vardı.


Aramızdaki yıpratıcı bakışma, benim başımı eğmemle son buldu. Daha fazla kendi babamdaki yabancılığa tanık olacak gücü kendimde bulamamıştım. Kaçmak, koşarak buradan uzaklaşmak istedim fakat oturduğum yere daha da sindim.


Aniden tüyleri ürperten bir neşe furyası yükseldi. 


Bülent gülerek, oturduğu yerden ağır ağır kalktı; arkasındaki koruma anında sandalyesini geriye çekmişti. İki eliyle masaya tutunan adam bir süre başını eğik tutarak öylece bekledi. 


"İşte bu Aziz..." Usulca hareketlenen sağ eli tabağın kenarındaki bıçağı kavradı. Sesi zehirli bir yılanın tıslamasından farksızdı. Birden kaptığı bıçağı kaldırarak tüm gücüyle etin üstüne batırdı; tabak çatlayarak dağıldı. Bıçak masaya saplanmıştı. "İşte bu senin en büyük pişmanlığın olacak. Beni karşına almayacaktın."


Tabaktan çıkan şangırtı salonda kısık çığlıklara sebep olmuştu. Bu kısa hiddet ânı yaklaşan felaketin bir özetiydi sanki; herkesten önce Tan ve Aziz hissetmişti. İkisinin de bakışlarından belliydi.


"Sizi kendi günahlarınızla doyuracağımı söylemiştim sevgili dostum," Masasına saplanmış bıçaktan, arkadaşına bakan Aziz artık çok daha uysal konuşuyordu. Hiç hesaba katmadığı bir ihtimalin akıntısına kapılmıştı, farkındaydı. "Ben sanatkâr bir adamım, bu da benim eserim."


"Ben de zanaatkâr bir adamım." Bülent doğrularak hafifçe geriye kaykıldı; artık gözleri beni hiç görmüyordu. Kesik bir nefes alarak, marazi bir keyifle güldü. "Bu da benim eserim." 


Yavaşça masanın yanından geçerek bize doğru sokuldu. Herkes ona bakıyordu; ama o yalnızca arkadaşına kilitlenmişti. "Aile şereftir. Aile güvendir. Aile sadakattir." Mirza'nın arkasından geçerek, gölge misali İlayda'nın hizasında durdu. Kaşlarını kaldırdı, dosdoğru Aziz'in gözlerine baktı. "Şimdi sen, benim aileme elini uzatarak nelere dokunduğunu anladın mı?" Hiddetle haykırarak salondaki herkesi irkiltti. "Konuş! Kızımı kendi pisliğine alet ederek, benim şerefimi, güvenimi, sadakatimi kirlettiğini anladın mı?"


"Sakinleş önce..."


Ama artık bütün avuntular kifayetsizdi; ateş çoktan yere düşmüştü. "Sen beni çok hafife almışsın, Aziz Hürkan. Madem hafife aldın, öyleyse bedelini ağır ödeyeceksin." Birden elini beline sokarak tek bir manevrayla silahını çıkardı. "Madem kızımı kirletecek cüreti gösterdin, öyleyse kızının üstündeki kire de boyun eğeceksin."


Her şey saniyeler içerisinde yaşandı.


Elinde tuttuğu silahın namlusu, önünde oturan kızın alnını buldu ve yalnızca tek bir mermiyi yuvasından ateşledi. Salondaki herkesi sağırlaştıran bir gümbürtü patladı. Bedenlerinde kalabilen tüm ruhlar titredi. Masada oturan tüm suratlara kan sıçradı. Bütün zihinler, bu hazin katliamla damgalandı.


Kızın cansız bedeni sofraya devrildi, başı önündeki tabağa düştü.


"İşte şimdi, gerçek bir ziyafet masası oldu." Babam, elindeki silahı usulca yerine geri koydu. Sonra etrafında zuhur eden faciada dinlenircesine, tembel bir soluk aldı. "Ve benim karnım günahlarıma doydu."







ARKADAŞLAARR NELER OLUYOOR 😭😭😭 KARNIMIZ DOYDU MU??? 🤗✨ Artık dananın kuyruğunun koptuğu yerdeyiiiz. Demre babasına kavuştu, kim olduğu herkesçe öğrenildi oh mis gelsin kaoslar vahşetler 🔥 


Bazı malum sahneleri yazarken çok zorlanmış olabilirim.. Rüya olduğunu anlamış mıydınız başta aşırı merak ettim?? Anca rüyalarda zaten hehehhdjejej 🥲🥲🥲🥲 


Diğer bölüm muhtemelen 10 gün sonra gelecek. Instagram'dan açıklama paylaşırım zaten. Sık sık da soru cevap yapıp sohbet ediyoruz orada, takip etmek isterseniz aşağıya bırakıyorum. Gelin tanışalım, sarılalım 🫂🥹🤍✨


Instagram: @azalanlarofficial

Twitter: @monafesaa 


Azalmadan, çoğalarak 🫀

Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-