42

 


Selamlaaarr 🥹🤍 Aslında bu bölüm dün gece hazırdı ama saat aşırı geç olmuştu o yüzden paylaşmadım herkes uyuyordur diye 😔✋🏼 Bu saate sarktı ama neysem sonunda kavuştuk 🫧 Hazırsanız eğer Bülent babanın gözünden bir kesitle giriş yapıyoruz, bakalım arka planda ne kaoslar dönmüüüş 🧚🏻✨ Yorumlarınızı ve oylarınızı merakla bekliyor olacağımm hepsini tek tek okuyacağım çünkü en sevdiğim şey 🥹 Hatta içlerinden en komik olanları Instagram hesabımdan (@azalanlarofficial) paylaşacağım bu sefer, yorumunuzu orda görebilirsiniz yani hazırlıklı oluuunn 🪄✨ (İsimleri ve resimleri kapatacağım.)


Buyrunuz, gerisi size emanet 🦌




42: AMA SEN YİNE DE BIRAK KUŞU, DÜŞSÜN





BÜLENT EROĞLU


Balodan Bir Gün Sonra


Sessizliğin insanlara tabut olduğu bir geceydi.


Etrafta kimsesiz bir sükunet vardı ama siyah minibüsün içinde durgun bir kıyamet kopuyordu. Belki de en büyük sebebi durmadan bacağını sallayan adamdı; kimsenin kımıldamadığı arabada, bu hareketlilik tüm gerginliğin timsali gibiydi.


"Arabası sokağa girmiş. Saat üçü çeyrek geçiyor." Ufak Ömer elini kulağındaki aygıta dokundurarak, karşısında oturan patronuna baktı. "Enseleyelim mi?"


"Demre bir şey fark ederse hepinizi gebertirim." Adam etrafındaki herkesi kovalamak isteyerek, çenesiyle hiddetli bir hareket yaptı.


Anında açılan minibüsün kapıları peşi sıra üç adamı sokağa boşalttı. Bülent yavaşça nefesini bırakarak, üstündeki ceketi ağır ağır çıkardı. Yanında oturan Büyük Ömer sanki patronunun omuzlarından bir yük kaldırıyormuş gibi çabucak ceketi almıştı. Kenara asarken, tedirgin bir sessizlikle doluydu.


Bülent, itinayla gömleğinin kollarını katlamaya koyuldu. O kadar uzun sürmüştü ki bu gece, bir türlü ağarmayan şu karanlığın hıncını birisinden daha çıkaracağı için memnundu.


Boğuk birtakım küfürler duyunca omzunun ucundan sokağı taradı; filmli camın gerisinde, dört iri karartı kendisine doğru yaklaşıyordu. Adamı zorla yerinden oynatabildikleri belliydi.


"Susturucu lazım mı, baba?"


Bülent bu soruyu duyunca önüne geri döndü ve usulca kollarını kıvırmaya devam etti. Dudaklarından, "Hayır, sustalıyı çıkar." emri döküldü. Bir anlık düşündü. "Mendili de."


Ömer buyruğunu yerine getirerek, kutuyu andıran deri bir çantanın kapağını açtı. Ama tam bu esnada arabanın kapısına misafir dayandığı için, geri arkasına yaslanmak zorunda kalmıştı.


Kollarından sürüklenerek içeriye sokulan Merih, yaka paça itilerek hoyratça deri koltuğa oturtuldu. İki farklı renge sahip eşsiz gözleri, dosdoğru karşısındaki adama kenetlendi. Burnundan soluyordu. Agresifçe doğrulmaya kalkıştı; ama iki yanında oturan adamlardan biri yumruğunu sertçe göğsüne indirince, tekrar arkasına devrildi. 


Tok bir ses çıktı; acıdan yanağı seğirmişti.


"Uslu dur damat, uslu dur." Bülent, daha aklındakileri eyleme dökemeden yorulmuş gibi, bıkkınca nefesini üfledi. Ama bakışları ve duruşu hiç olmadığı kadar zindeydi. "Seninle şöyle iki kelam edelim karşılıklı, tanışalım kaynaşalım." Kademsiz bir bakış kayıp gitti gözlerinden. "Kızımla evlenmişsin ne de olsa. Damadımı sevmek benim de hakkım, ne dersin? Ama tabii, sevdirebilirsen."


Merih sakince etrafındaki adamlara baktı. "Bu koşullar altında insanın kendisini sevdirebilmesi biraz zor sanki."


Adam gülümsedi. "İnsan isterse her koşulda kendisini sevdirebilir." Elini yana doğru kaldırınca Ömer tekrar çantaya uzandı. Kadife bir kılıfın içinden sıyırdığı ince metali sertçe salladı; ufka bir klik sesiyle yuvasından fırlayan bıçağı, yavaşça patronunun havada bekleyen eline teslim etti. Bülent, babasından kalan yadigarı inceledi bir süre. Burukça gülümsedi. "Ben kendimi ne koşullar altında sevdirdim insanlara, bir bilsen." Kılını bile kımıldatmadan damadına baktı. "Yaşamak istiyorsan sen de sevdireceksin."


Merih gevşekçe bacağının üstüne yaslanan keskin bıçağa indirdi gözlerini; sonra yavaşça adamın yüzüne geri yükseltti. "Kızının kocasını mı öldüreceksin?"


"Bana akıl mı vereceksin?" Bülent bıçağı hızlıca dikleştirerek bacağına bastırdı, kabzasına asılarak ona doğru kaykıldı. Altındaki kotu delip tenine saplanan bıçak, çocuğun belli belirsiz irkilmesine neden olmuştu. Ama gıkı bile çıkmamıştı.


Üstelik alayla da gülebilmişti. "Akıl demeyelim de öneri diyelim."


Patronuna olan laubali tavrı yanındaki adamı sinirlendirmişti; sırf haddini bildirmek için öfkeyle yumruğunu karnına geçirdi. Merih dudaklarını birbirine bastırarak acıyla inledi; nefes nefese öne doğru bükülmüştü. Başı eğikti; ama artık aralarında neredeyse bir karış kalmıştı.


"Şimdi söyle bana, damat." Bacağındaki bıçağı kaldırarak yüzüne yaslayınca, Merih içgüdüsel bir tepkiyle hızlıca arkaya kaçıldı. Ama ensesine kapanan iki güçlü el, onu tekrar öne doğru bükmüştü. Bülent, havada tuttuğu bıçağın tekrar hedefine kavuşmasıyla gülümsedi. "Diğer gözünü de benim oymamı istemiyorsan eğer, sorularıma doğru düzgün yanıt ver."


Artık bıçağın keskin ucundan kaçmaya çalışmıyordu; meydan okuyan bir kararlılıkla, sadece kayınpederine bakıyordu. "Ne duymak istiyorsun?"


Bülent lafı hiç dolandırmadı. "Söyle bakalım, kaç yıldır Aziz Hürkan'ın adamısın?"


Ağır bir sessizlik oldu. Merih'in nefeslerindeki düğüm birden çözüldü; gözlerindeki alevler usulca söndü. Ama artık kendisi hakkında yapılan yaftalamayı inkar etmeye yeltenemeyecek kadar uzamıştı suskunluğu.


Nitekim inkar etmemişti de. "Üç."


Bülent bu dürüstlük karşısında daha da sinirlendi. Ruhunu eşeleyen bu gözlerde, tuhaf bir kararlılık; insanı rahatsız hissettiren bir cesaret saklıydı. Merakla tekrar sordu. "Kaç yıldır Tan Şahoğlu'nun adamısın?"


Tereddüt bile etmemişti. "Altı."


Nobran bir tavırla, "Kime sadıksın?" diye sordu.


Ama nasıl bir yanıt vereceği çok iyi biliyordu; sanki tüm bu sorulara önceden çalışmıştı. "İkisine de. Bu zaten bilinen bir şey, sen geç çözdün sadece kayınpeder." Serseri gibi başını geriye atarak, tepeden bakmaya başladı. Ukala bir rahatlıkla gülümsüyordu. "Köstebek olacak kadar aptal mı duruyorum?"


Bülent birden panter gibi atılarak yakasını yakaladı. 


Elinin altındaki iri cüsseyi hiddetle sarstı ve başındaki kibirli dikliği geri eğdirdi. "Bana bak zibidi. Senin ne halt olduğun düne kadar sikimde bile değildi," Artık aralarında sadece bir karış kalmıştı. "Ama sonra birden kızımın kocası olduğunu öğrendim. Sanıyor musun ki şecereni çıkarmadan seni kızıma koca yapacağım?"


Merih'in gülümsemesi artık solmuştu; fakat hâlâ küstah bir tavrı vardı ki adamın hiddetine çomak sokmaktan başka etkisi de yoktu bunun.


"Şimdi beni iyi dinle, damat." Bülent yavaşça yakasını bıraktı; gözlerini üstünden hiç ayırmadan elindeki bıçağı yanındaki adama uzattı. Ardından sertçe yakalarını geri çekiştirdi; ama bu sefer babacan bir tavırla düzeltti.


Sesi iyice alçaltmıştı; hiddeti artık sezilmiyordu. Hatta tuhaf bir şekilde, huzurlu bile gözüküyordu. "Şu anda biz burada seninle hoş bir hasbihâl ederken, adamlarım da aynı zamanda mesai yapıyor. An itibariyle iki farklı yerde, benden emir almayı bekleyen on adam var." Elinin tersiyle omuzlarındaki tozu silkeledi, sonra işini bitirerek dizlerine yaslandı. Dosdoğru gözlerinin içine sızarak, kurnazca gülümsemişti. "Neredeler sence? Tahmin et bakalım."


Merih bir süre hiç konuşamadı; Kalender'in sesi tüm zihnini istila etmişti. İçinde bulunduğu sancılı durumdan kurtuluşun rehberi gibiydi sözleri.


Özgüven gürültülü olmaz. Sana anlam yüklemelerine izin verme. Toy bir adam ol, gürültü çıkar, zararsız gözük.


Nitekim artık tasasız durmuyordu; etrafındaki adamlarda usulca gözlerini gezdirirken saldırgan bir hâle bürünmüştü. Gitgide harlanan bir alevle, "Neyin peşindesin?" diye sordu.


Bülent'in gülümsemesi iyice genişledi; karşısındaki adamın sessiz kaygıları onu keyiflendirmişti. "Sokağın sonunda annen kalıyormuş..." 


Ama sözler ağzından çıkar çıkmaz bomba etkisi yaratmıştı. 


Ansızın gözleri kararan Merih kendisini dizginleyen ellerden kurtulabilmek için dört yana saldırdı. Ağzından çıkan ağır sövgüler arabanın içine savrulan kurşunları andırıyordu. Adamlarla arasında korkunç bir boğuşma başkaldırmıştı. Birdenbire o kadar celallenmişti ki yanındaki adamlar gücüne hükmetmekte epey zorlanmaya başlamıştı; öyle ki artık birisi son çareyi belindeki silahı çıkarıp karnına dayamakta bulmuştu. 


Ancak Bülent sözlerinin onu ne denli kızıştırdığıyla pek ilgilenmiyordu. Bunlar zaten görmeyi umduğu tepkilerdi. Rahatça arkasına yaslanırken, kışkırtmalarını da sürdürüyordu. "Hatta tesadüfe bak, ablan da evdeymiş. Ama dur bir sakinleş, daha ikinci yeri bile söylemedim."


"Sakın." Boğazına dayanan bıçakla arkasına yaslandırılan Merih, ateş saçan gözlerini adama dikti. Nefes nefeseydi. Bu pis musubetin annesine dokunma ihtimali gözünü döndürmüştü; her an arabada bir katliam gerçekleştirebilirmiş gibi tekinsiz bakıyordu. "Bana bak Bülent, aileme dokunursan işin bütün rengini değiştirirsin. Değiştirme. Bütün itlerinle birlikte yerin dibine gömer, toprağa gübre yaparım seni."


Bülent gülümseyerek, onu taklit etti. "Karının babasını mı öldüreceksin?"


Merih de gülümsedi; ama bu daha çok karşısındakinin cehaletini küçümseyen bir gülümsemeydi. "İçimden nasıl bir adamın çıkacağını tahmin bile edemezsin."


"Emin ol, tahmin edebiliyorum." Bülent tekrar öne kaykıldı; konuşma gitgide ilginçleşiyordu. Bu çocukta farklı bir şeyler vardı; hissedebiliyordu. Bir şeyler saklıyordu. Parmaklarını birbirine kenetleyerek, gözlerinin içine nüfuz etti. "Tahmin edebiliyorum, sen hiç merak etme. Babanın oğlusun sonuçta. Kan, aynı kan."


Sırf kışkırtmak için söylediği söz, umduğunun çok aksi bir tepki doğurmuştu.


Merih aniden sakinleşerek, yavaşça doğrulmuştu; artık nefes nefese değildi. Hatta nefes dahi almıyor gibiydi. Boğazına dayanmış keskin bir bıçak yokmuşçasına, fütursuzca kendisine doğru sokuldu. 


Yanındaki adam şaşırarak bıçağı biraz daha bastırdı; ama bu sözsüz tehdidin hiçbir etkisi olmadı. İncecik bir kan bıçağın ucuna bulaşarak yavaşça metalın üstüne yayıldı; fakat sahibinin gözü bile kırpılmamıştı. Tuhaf bir hâle bürünmüştü. Sanki tsunami sonrası dinginleşen hırçın bir okyanustu.


"Kan, aynı kan." dedi birden, altını çizerek. Sesi bile dalgalardan yoksundu artık; içinde karanlık bir oda saklayan kilitli bir kapıya dönmüştü. Hiçbir duygu kalmamıştı çehresinde.


Bülent hafifçe kaşlarını çattı; ilgiyle karşısındaki delikanlıyı süzdü. Tıpkı kendisi gibi birbirine kenetlediği ellerine, rahat oturuşuna ve gözlerine çöken o tuhaf karanlığa baktı. Babasından bahsetmesi her şeyi değiştirmişti. Sandığı kadar boş değildi bu çocuk; aklı çevikti. Hatta içinde öyle bir his vardı ki, kusursuzca rol de yapabiliyordu.


Ama asıl mesele, kızına hangi rolü yaptığıydı.


"İşte şöyle delikanlı," diye mırıldandı, nağmeli bir şekilde. "Şöyle gerçek şahsiyetini göster kayınpederine."


Merih, gözlerini usulca adamın suratında gezdirdi.


"Sana büyük saygı duydum kayınpeder, yalan yok. Has adamsın, omurgasız değilsin. İki adım sonrasını öngörüyorsun. Büyük saygı duydum," diye mırıldandı. "Ama seni öyle bir öldürürüm ki itlerin bile koklayarak cesedini bulamaz. Benim saygımı kaybetme."


"Baban da kaybetmiş miydi saygını?" Bülent nereden vurması gerektiğini bulmuştu. Arabadaki gerginlik arşa çıkmıştı artık. "O yüzden mi tımarhaneye kapattırdın?"


"Hiçbir şey bilmiyorsun." İkaz dolu bir hakikatti bu.


Bülent yavaşça başını salladı. "Düne kadar, evet. Sadece bir gün içinde hakkında neler öğrendiğimi bir bilsen, feleğin şaşardı."


"Çok boş vaktin var belli ki." Merih bıkkın bir nefes verdi. "Ne istiyorsun lan, dökül hadi!"


"Demre'den boşanacaksın."


Kısa bir duraksama oldu. Merih kesip atarcasına, "O istemediği müddetçe boşanmam." dedi.


"Sana seçenek sunmadım." Bülent iyice sokuldu ona. İşaret parmağını havaya kaldırmış, silah gibi suratına doğrultmuştu. "Babanın ne kadar leş bir adam olduğunu sen benden daha iyi biliyorsun. Geçmişte bir arkadaşını bile öldürmüş, aldığım havadislere göre. Yine de her akşam onu ziyarete gidiyormuşsun ama tuhaftır ki, hiç görüşmüyormuşsun. Adam özlemiştir oğlunu, eşini, kızını," Sanki şiir okuyormuş gibi, imalı bir tonla sözünü devam ettirdi. "Salayım dışarıya da özlem giderin ister misin?"


İlk defa çocuğun gözlerinde çıplak bir korkuya rastlamıştı. Babasından korkuyordu. Bu düşünce her nedense hiç hoşuna gitmedi; hatta bulunduğu yere çok rahat sığabilen, ince bir duyguyu bile hislerine karıştırdı. 


Bu zayıf hissin şefkat olduğunu anladığı an, şaşkına döndü. 


Kendi duygularından rahatsız olarak, arkaya kaçıldı ve ondan uzaklaştı. Ama yine de anlayışsız duruşu hiç eğilmemişti.


Kollarını iki yana açarak, tehdidine devam etti. "Benim elim kolum uzundur. İstediği kadar deli olsun, istediği kadar tek hücreli akıl hastanelerine kapatılsın. Ben istersem, ertesi güne çıkar oradan..."


"Tamam." Birden sözünü kesti. 


Küfür eder gibi söylediği bu kabulleniş, Bülent'i daha da huzursuz hissettirmişti fakat bozuntuya vermedi. Tepkisizce, sırtında baba korkusu taşıyan ufak oğlan çocuğunu dinledi. "Tamam, senin dediğin gibi olsun. Oyunu haysiyetsizce oynayacaksın, anladık tamam. Babamdan uzak dur, sakın bu işe karıştırma. Demre'ye boşanmak istediğimi söyleyeceğim."


"Güzel." Bülent arkasına yaslanarak, tebessüm etti. "Evcilleşsen, makul çocuksun aslında." Hiçbir karşılık duymayı beklemeyerek, adamlarına emir verdi. "Salın şunu gitsin."


Yaka paça sürüklenerek arabadan iteklenen Merih, birkaç adım sendeledi. Doğruldu, sessizce ceketini düzeltti. Sırtı dönük bir hâlde soluklandı; karanlık gözlerle, sokağın ilerisini kolaçan etti. Sonra birden şunu dedi. "Demre'yi evine çağır."


Bülent, arabaya geri binerek kapıyı örtmeye hazırlanan adamı durdurdu. Şaşırmış, kaşlarını çatmıştı. "Ne?"


Merih boğazındaki ince kesiği elinin tersiyle silerken, yüzünü ona döndü. Gözlerinde ürkütücü bir fersizlik vardı. 


"Sana yeniden güvenmesini istiyorsan sokaklarda racon kesen katil adamı değil, evinde aile babası olan adamı göster ona. Kimse babasızlığı hak etmez. Demre henüz sindiremese de sende o adamı görmek istiyor. Yok eğer ben öyle biri değilim diyorsan, duracağın yeri de bileceksin. Babası da olsan, karımı üzmene asla izin vermem." Nefesini bırakarak ellerini cebine soktu. Sesindeki tehditkarlığı, gülüşlerle gölgeledi. "Yanlış olmasın, kayınpederim. Akıl değil, sadece öneri."


Henüz bir karşılık veremeden, çoktan sokağın karanlığına karışarak gözden kaybolmuştu. Bülent bir süre gerisinde bıraktığı boşluğa baktı. Aralık dudaklarından nefesle karışık, keyifsiz bir gülüş taştı. Kapı yavaşça kapanıp araba yola koyulurken, bütün adamların geri çekilmesi için emir verdi. Ardından arkasına yaslanarak, camın ardındaki ihtiyar şehri izlemeye koyuldu.


Nasıl babalık yapılacağını ona sadece babasızlıkla büyümüş bir çocuk öğretebilirdi belki de.


𓅪



DEMRE EROĞLU


Şarkı mırıldanarak merdivenleri dalgın dalgın indim. Uzun zamandır ilk defa bu kadar huzurlu bir uyku çekmiştim; hafif ve mutluydum. Dün gece yaşananları düşündükçe, şuursuzca gülümsüyordum. Son iki basamağı tek seferde atlayarak zemine kavuştum. Tırabzanın üstünde kayan elim, ahşap topuza sımsıkı tutundu; ağırlığımı boşluğa bırakarak, hafifçe sallandım.


Aralık duran kapıdan mutfağın içini dikizliyordum.


Neredeyse akşam olmuştu, hava artık solmuş ve kararmıştı. Merih gerçekten de dediği gibi sabah erkenden gitmiş, henüz de dönmemişti. Babamsa arada bir aniden belirip benimle ufak tefek sohbet etmeye çalışıyor; sonra telefonunun çalmasıyla iş görüşmesi olduğunu belirterek, kendisini bir odaya kapatma arasında mekik dokuyordu.


Tüm gün sıkılmıştım; ama canımı en çok sıkan nedense beni karşısında bulduğu an boyunlarını eğen hizmetliler olmuştu.


Belki de onlarla kızların boşluğunu doldurmaya çalışıyordum; henüz hislerimi tam çözememiştim. Ama ani bir kararla beni mutfaktan içeriye sokan da zaten yine bu hissiyat olmuştu. Kısa bir anlığına eşikte dikili kaldım; herkes masanın etrafına toplanmıştı. Hummalı bir şekilde akşam yemeğinin son hazırlıkları yapılıyordu.


Kimse geldiğimi görmemişti; ta ki kenardaki masaya yürüyerek yavaşça sandalyelerden birisine oturana kadar. İlk fark eden Hülya abla olmuştu; gözleri irileşirken, portakalı soyduğu elindeki bıçak masaya düştü.


Tüm dalgın gözler önce ona, ardından da bana kaydı.


"Demre Hanım?" Aniden bir hareketlenme vuku buldu. Masada oturan herkes can havliyle sandalyeleri itekleyerek ayağa kalktı. Reşat abi bu telaş rüzgarıyla yere devrilen mendilleri tutmaya çalışarak, daha da etrafa saçtı.


Bu ani tepkiden korkarak ben de ayağa kalktım.


"Bir şey mi istemiştiniz?" Bunu soran Jülide ablaydı. Dün gece Merih'le bizi merdivende bastığından beri tavırları biraz daha üstünde düşünülmüş bir hâle evrilmişti. Konuşmadan önce iki kere düşünür olmuştu.


Yavaşça omuzlarımı silktim. "Sizinle birlikte oturmak istemiştim sadece."


Sessiz bakışmalar yaşandı aralarında. Hülya abla anlayışla araya girdi. "İsterseniz sofraya geçin siz, az sonra yemek faslı başlayacak zaten. Ufak tefek işlerimiz kaldı. Hemen hallediyoruz."


Tek tek hepsinin üstünde gözlerimi gezdirdim; kendimi hiç olmadığım kadar ötekileşmiş hissetsem de gülümseyebilmiştim. "Peki, tamam. Size kolay gelsin."


Bozguna uğrayarak mutfaktan geri çıktım. Kızları özlemiştim. Ayaklarımı sürüye sürüye salona doğru yürüdüm. İçeriye girdiğimde babamı çoktan sofraya oturmuş bir hâlde bulmuştum.


Her seferinde beni karşısında görmenin sevincini taptaze yaşamayı başarabiliyordu; işte, yine dudaklarına aynı tebessüm yerleşmişti. Eliyle karşısındaki boşluğu gösterdi. "Acıkmışsındır, gel."


Sessizce gösterdiği yere yerleştiğim esnada içeriye Hülya abla girdi. Bana kaçamak bakışlar atarak, çabucak servisi yapmaya koyuldu. Arkama yaslandım, iştahsız bir hevessizlikle beklemeye başladım.


"Buyur bakalım," Babam eline aldığı çatalla tabağımı gösterdi. Sonra önüne konan bifteği kesmeye koyuldu. "Afiyet olsun."


Balo gününden beri et tüketmekte zorlandığım için, tabağımın kenarındaki patates püresiyle ilgilenmeye başladım. Bir süre ikimiz de konuşmadık fakat en sonunda sessizliğe hükmeden yine o oldu. 


"Kocan nerede?" Başını hiç kaldırmadan sormuştu bunu.


"Gelir birazdan." demekle yetindim. Dün geceki konuşmamızdan bu yana onunla Merih hakkında konuşmaktan olabildiğince kaçınıyordum. Zira her an yargısız infaz yapmaya hazır duruyordu.


Birden zihnimden geçenleri zahmetsizce yakaladı ve beni ürküttü. "Dün gece söylediklerimi düşündün mü?"


Hâlâ başını önünden kaldırmıyor, yalnızca yemeğiyle ilgileniyordu. Tabağa sürten bıçaktan iç tırmalayıcı bir gürültü yükseldi birden; böylece bana bir süre sessiz kalabilecek zamanı tanıdı.


"Düşündüm." dedim, püreden bir kaşık daha alırken. "Merih'in gizli bir amaca hizmet ettiğini zaten az çok biliyordum. Ama bunun nasıl bir amaç olduğunu kendim öğreneceğim. Kulaktan dolma bilgilerle hareket etmek istemiyorum."


Eti doğrayan bıçağı yavaşladı; ama durmadı. Yargılayıcı bir sessizlik kuşanmıştı. Ufak bir lokma ağzına attıktan sonra dirseklerini masaya yasladı. Kör bir kuyuyu andıran gözlerini üstüme kenetledi. Ağzındaki lokmayı çiğnerken ne konuştu; ne de bana bakmayı bıraktı.


Sonunda yalnızca şunu söyledi. "Herif ikiyüzlü casusun teki. Neyini öğreneceksin?" Hafifçe yüzünü buruşturmuştu. "Sen bana sor, ben sana söyleyeyim. Boşuna zamanını telef etme."


Araya girmeye çalıştım. "Tüm bunları ne için yaptığı önemli..."


Tahammülsüzce sözümü kesti. "Aziz gibi bir adamın köpeği olmak için nasıl bir nedeni olabilir?"


Tadım kaçmaya başlamıştı. Agresif bir bakış attım ona. "Sana köpek olan adamların nasıl bir nedeni varsa, öyle bir nedendir belki. Kim bilir?"


"Ben bilirim." Tekrar etini kesmeye devam etmeden önce, insanı silkeleyecek kadar hoyrat bir bakış fırlattı bana. Artık bıçağı tutuşunda bile bir hırs dirilmişti. "Ben böyle heriflerin ciğerini bilirim. Pahalı takım elbiselerin altına gizlenen adamların gerçek kumaşını görürüm ben."


İştahım kaçmıştı iyice. Hiçbir şekilde onu ikna edemeyecek olmanın gücenmişliğiyle, oturduğum yerde kımıldandım. Ona karşı kullanabileceğim tek bir argüman kalmıştı elimde. "Merih iyi birisi."


Çatalı duraksadı; gözleri mızrak misali suratıma saplandı. Bir süre hiç kımıldamadan, yalnızca baktı. Bıçağını yavaşça bana doğru tutarak baskın bir sesle mırıldandı. "İyiliği çok yanlış öğrenmişsin sen."


"Başımda doğru düzgün öğretecek kimse yoktu, belki ondandır." Artık ben de yemeğimi bırakmıştım; onun bana saldırdığı gibi, ben de ona saldırıyordum. "Kendi çabanla bu kadar oluyor."


Yediği lafı sineye çekecek kadar sustu. "Ufak tefek jestleri ve gönül alma kabiliyetleri onu iyi bir insan yapmaz." Söze girecekken bıçağını hafifçe kımıldatarak kelimeleri ağzıma tıktı. "İyi bir koca olması, iyi bir insan olduğu anlamına gelmez. Birisi sana bunu öğretemez zaten. İyilik sadece yaşayarak öğrenilir."


Öfkeyle derin bir nefes aldım; sanki sıcaklığıyla boğazım kavruldu. "Bu kadar büyük ne kötülüğünü gördün mesela, anlamıyorum?" Hızla dudakları aralandı; sertçe ekledim. "Aziz manyağına çalışması dışında."


Hâlâ tam olarak hazmedememiştim bu gerçeği; söyledikten sonra bile her kelimesi dilimde acı bir tat bırakmıştı.


Babam pasif bir hiddetle çatalını sofraya bıraktı. "Herifin gerçek adı bile Merih değil muhtemelen, sen ne anlatıyorsun bana kızım? Senden sır gibi sakladığı hayatı, kimliği; tüm bu sorunlar nasıl bir adamla evli olduğunu sorgulatmaya yetecek nitelikte değil mi?"


"Varsayımlarla konuşuyorsun hâlâ." Ben de sertçe çatalımı bıraktım; artık boğazımdan tek bir lokma bile geçiremeyecek kadar sancılıydım. "Beni gecenin bir vakti yanına çağırdın. Kocan Aziz Hürkan'a çalışan bir casus, sana anlattığı her şey yalan dedin. Boşan ondan, ben sana bakarım dedin. Söylediğin hiçbir şeyi inkar etmedim," Öfkeyle masanın üstüne eğildim. "Ama kanıt olmadan da inanmam dedim. Kendim öğreneceğimi söylüyorum sana. Eğer bahsettiğin kadar kötü bir adamsa, o zaman gereğini ben düşünürüm."


Sakinleşebilmek için yanındaki reyhan şerbetine uzandı. Büyük bir yudum içtikten sonra, çaresiz bir betimlemeyle bana baktı. "Evliliğini sırların üstüne inşa edemezsin. Zayıf bir temel, ilk zelzelede yıkılır. Sevgi tek başına bir kolonken koskoca evi taşımaya yetemez."


Kaşlarımı çatarak arkama yaslandım. Bir süre hiç konuşmadım.


"Sen," Hayretle güldüm birden. "Sen benim evliliğimi kurtarmaya çalışmıyorsun. Bize baktıkça enkaz altında kalan kendi evliliğini hatırlıyorsun." Boğazıma bir yumru oturdu, acıyla yutkundum. "Ne ben annemin yaptığı hatayı yapacağım baba, ne de Merih senin yaptığın hatayı. Geçmişteki hatalarını benim evliliğim üzerinden telafi etmeye çalışma."


Ağır bir suskunluk oldu. 


Bu sözleri duymayı beklemediği belliydi. Söyleyemediği onlarca sözü bastırırcasına yutkundu. Sonra tüm göğsünü çökertecek kadar derin bir soluk verdi. "Annenle yaşadıklarımız bambaşkaydı..."


Acımasızca sözünü kestim. "Değildi. Sen ondan hayatını, gerçek mesleğini saklıyordun. O da tüm bu sırların arasında sana güvenmeye çalışıyordu." Onlarla aynı kaderi yaşamış olmak, suratıma bir tokat gibi inmişti sanki. Tiksintiyle başımı iki yana salladım. "Ama sonumuz aynı olmayacak. Sen annemi hayatı boyunca sırlarla avutmayı düşünecek kadar gaddardın. Annem de bu gizemle yaşamaya boyun eğecek kadar zavallıydı."


Sabrını sınıyordum; gözlerinde devşiren koyuluğun başka bir nedeni olamazdı. "Annen hakkında düzgün konuş, Demre."


İkazı beni o kadar sinirlendirmişti ki birden bütün terbiyemi yitirdim ve bundan tek pare suçluluk bile duymadım. "Affedersin ama annem sikimde bile değil, baba."


Aniden elini masaya indirerek bütün tabakları titretti. "Demre!"


"Sakın!" Öfkeyle doğrularak ben de elimi masaya indirdim; bütün bardaklar şangırdadı. "Sakın bana o kadını savunma. Senin karşında küçük kız çocuğu yok artık. Cemre'yi cinayete kurban eden sizin ihmalkârlığınızdan başka bir şey değildi. İstediğimi söylerim o kadın hakkında. Haddimi senden öğrenecek değilim!"


Kaşlarını o kadar çatmıştı ki neredeyse uçları birbirine değecekti. "Zaten bu yüzden aynı ihmalkârlığı tekrarlamayacağıma yemin ettim. Ne yapıyorsam, ne söylüyorsam sadece seni korumak için, Demre. Ne evliliğini yıkmak amacım, ne de seni mutsuz etmek. Sadece seni tüm bu beladan kaçırmak."


"Ben zaten ömrüm boyunca kaçtım, baba." Ağlamaktan korkarak yanağımın içini dişledim. "Annem bizi terk etti. Tamam olabilir dedim, çabalamaktan kaçtım. Cemre'nin eğitimi için para biriktirmem gerekti. Tamam yapabilirim dedim, okumaktan kaçtım. Seneler boyunca saçma sapan yerlerde yaşadım. Mutlu olduğum yerlere alışmaktan kaçtım." 


Gözlerini koyu bir acı renklendirdi; ama yine de sessizce dinlemeyi sürdürdü.


"Ama artık kaçmak istemiyorum ben." Öfkeyle başımı iki yana salladım. "Boşanmamı söylemen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Evliliğimden kaçmak istemiyorum. Bu sefer sorunun üstüne giderek halledeceğim, boşanacaksam da bunu kendi isteğimle yapacağım ve sen de aldığım kararlara saygı duyacaksın."


Tam bir şey söyleyecekken, aniden kapı zili çaldı ve üstümüze kapanmış olan sisi dağıttı.


Sırf odadaki boğucu gerginlikten biraz çıkıp soluklanmak için, apar topar ayaklandım. "Merih geldi sanırım, gidip karşılayayım."


Babam hiçbir şey söylemedi; ben salondan ayrılırken yerinden hiç kımıldamamıştı. Koridora çıktığımda gerçekten de gelenin Merih olduğunu gördüm; henüz arkasından gelen kişiyi fark edemeyecek kadar dalgındım.


Kendisine kapıyı açan çalışana teşekkür ettiği sırada gözleri beni buldu. Gülümsedi; ama bu çok kısa sürmüştü çünkü suratımdaki enkazı görmüştü.


Çalışanların üstümüzde toplaşan gözlerini fark edince gerçek bir karı koca gibi davranmamız gerektiğini hatırladım. Zaten şu anda istediğim de bu. Yanına giderek parmak ucunda yükseldim, kollarımı boynuna sardım. Kokusu içimdeki bütün sıkıntıların merhemi gibi hissettirmişti. "Hoş geldin."


Üzerime eğilerek beni tekrar zemine indirdi. Kollarını belime sarmış, yüzünü boynuma doğru sokmuştu. "Böyle karşılanacaksam cehennemde bile hoş bulurum belki ben."


Fısıltısı ensemi yakınca huylanarak güldüm, geriye çekildim. Zaten babamın arkadan çıktığını duymuş, uzaklaşmak istemiştim. Merih isteksizce kollarını gevşetirken, ansızın tanıdık bir ses evdeki bütün yabancılığı sarstı.


"Kız cimcime, bana da böyle içten sarılmazsan bozuşuruz valla bak."


Şok olarak yana kaçıldım, duvar gibi önümü örten Merih'in arkasına baktım. Beren'le göz göze geldiğim an, şaşkınlığım katlanarak büyüdü. Gerçekliğini sorgulayarak, defalarca kez tepeden tırnağa süzdüm. Üstünde siyah bir eşofman takımı vardı; suratına çok az makyaj yapmıştı. Saçları sıkıca tepeden toplamış, zayıf yüzünü meydana çıkarmıştı. 


Sırıtarak yanıma geldi, kollarını davetkâr bir edayla iki yana açtı. "Gel kız, kucaklaşalım." Boynuma sarılarak hafifçe sağa sola sallandı. Geriye çekildiğinde yanağımdan makas almayı da ihmal etmemişti. "Evlilik iyi geldi kız sana. Bir güzelleştin, yüzün falan kanlandı."


Söylediklerini duymazdan geldim. "Senin burada ne işin var?"


"Merih'le hastanede karşılaştık, buraya geldiğini duyunca ben de peşine takılıverdim." Gözünü kırparak gülümsedi. Arkadan gelen babamı görmüş, büyük bir sevinç tufanıyla ona doğru yürümüştü. "Bülent amcacığım, nasılsın görüşmeyeli? İnsanların kafasına sıkma huyundan artık vazgeçmişsindir inşallah."


Nüktesi babamı güldürememişti; ama yine de en azami çabayı gösterip, tebessüm ediyordu. İkisinin birbirine sarılışını izlerken merakla Merih'e döndüm. "Hastanede ne yapıyordun ki?"


"Öyle hastane değil," diyecekken, Beren tekrar araya girdi.


"Yemek yiyormuşsunuz tam, biz de katılalım madem." Eliyle salonu göstererek, kendisi önden yürümeye başladı. Babam bize kısa bir bakış dokundurduktan sonra onun arkasından gitmişti.


Merih elini sırtıma koyarak, bana eşlik etti. Geri salona girerek eski yerime oturdum. Yuvarlak masadaki boşlukların dolmasıyla, artık herkes birbirine dönük hâle gelmişti. Arkamızdan giren çalışanlar, çabucak misafirlerin önündeki boşluğu tabaklarla örttü.


"Üç gündür buradaymışsın. Artık sen de bir cemiyet kraliçesi oldun, sefanı sürüyor musun bari?" Beren kinayelerle kıkırdadı; sorunun altındaki gizli küçümsemeyi duyabilmek biraz zordu. Ama masadaki herkesin duyabildiği de belliydi.


Sanki birkaç dakika önce hiddetle fırlatmamışım gibi, sakince çatalımı geri aldım. Beren'e bakarak yapmacık bir çabayla gülümsemiştim. "Sefası mı cefası mı, henüz karar veremedim."


Beren de aynı çabayla gülümsedi; ama gözlerinde ne oynadığımızı bilen içten bir parıltı vardı. "Otuzuncu yıldan sesleniyorum, henüz ben de karar veremedim. Ama sen yine de umudunu kaybetme." Önüne konan eti beklemeksizin bıçağıyla keserek ağzına attı. Babama dönmüştü. "Aziz amcadan sonra et yemek biraz zor oluyor ama seninkilere hayır diyemiyorum, Bülent amcacığım." 


Babam gülümseyerek, bardağına uzandı. Dalgın ve sessizdi.


Beren de kadehini alacakken duraksamıştı. Burun kıvırarak, abartılı bir nazla mırıldandı. "Ay ama nerede bu sofranın süsü? Şarapsız ev mi olur, anlayamıyorum ki seni."


Babam derin bir suyun diplerinden, duyduklarına dalgın dalgın tepki verdi. Emir vermeye hazırlanan eli havaya kalkmıştı. "Misafirler için kenarda tutuyorum, söyleyeyim getirsinler."


"Aman boşver," Beren onu durdurarak kadehine uzandı. "Bu gece de reyhan şerbetiyle sarhoş oluruz. Ne var sanki?" Büyük bir yudum aldıktan sonra, babama doğru eğildi. Birdenbire ciddileşmişti. "Aziz amcadan ne haber? Günlerdir hiç sesi soluğu çıkmıyor, babamın telefonlarını da açmıyor."


Sorusu ilgimi çekmişti; istemsizce dikkat kesildim.


Ama babam da soruyla yanıtlamıştı onu; içimde nedense Merih'in yanındayken onun hakkında konuşmak istemediğine dair bir sezgi belirdi. "Cenazeye katıldın mı?"


"Kimseyi çağırmadılar ki." Beren dudak büzerek yemeğine geri döndü. "Kendi aralarında sessiz bir tören yapmışlar, hemen defnetmişler."


Babamın kaşları çatıldı; etrafa şerbet kokusu yaydığını fark etmeden elinde tuttuğu kadehi hafifçe sallıyordu. Yine dalgınlaşmıştı.


Beren onun sessizliğini aldırış etmeden, bana döndü. "Senin kızlar da durmadan adını sayıklıyor. Rütbe atlamış olmanı hâlâ aşamadılar."


"İyiler mi bari?" diye sordum, özlemle dolarak.


Kim bilir ne kadar şaşırmışlardır olanları duyunca.


"Ne bileyim ben," Aldırışsızca geçiştirerek, konuyu değiştirdi. Ağzına attığı büyük et parçası yüzünden sesi artık boğuk çıkıyordu. "Onu bunu salla sen, dün gece sevgili abim güzellik uykusundan uyandı." Hafifçe başını eğerek bana imalı bir bakış dokundurdu. "Tahmin edersin ki biraz agresif."


Merih'le göz göze gelince kaskatı kesildim; meraklı bakışları, elektrik çarpmış gibi bir hissiyat uyandırmıştı. Çabucak önümdeki tabakla ilgilenmeye başladım. Videoları medyaya sızdıranın ben olduğumu asla ama asla öğrenmemesi gerekiyordu. Bu kadar gizli dümenler çevirebildiğimi keşfetmesi beni bir tehlike gibi görmesine neden olurdu ve onu araştırmam iyice imkansızlaşırdı.


Zararsız ve plan yapamayacak kadar da akılsız olduğuma inanmalıydı.


"İyi mi bari?" diye sordum, sohbet edercesine.


"Valla öfke kusuyor desem yalan olmaz," Beren patates püresini kaşıklarken, kendi kendine söylendi. "Ne yapacağını şaşırdı. Kamerasında bazı fotoğraflar mı varmış, neymiş. Çok önemlilermiş. Onları gösterince babamın gözüne tekrar girebilecekmiş. Artık neyse o fotoğraflar, sayıklıyor işte."


Çatal elimden düşerek tabağa çarptı. 


Aniden çıkan gürültü Beren'i irkiltirken, Merih'i duraksatmıştı. Hafifçe kaşlarını çatarak beni süzünce kendimi diken üstünde hissettim. Huzursuzca kımıldandım, hızlıca çatalı geri kaptım.


Çok aptalım!


Nasıl unutabilmiştim bunu? Emre'nin kamerasında Merih'in gizlice çekilmiş fotoğrafları vardı; babasıyla arasındaki husumeti bu koz sayesinde dindirmeyi düşünüyordu. Üstelik Merih'in takip edildiğinden henüz haberi bile yoktu.


Beren kendi kendine söylenmeye devam etti. "Tabii önce kıçını o yataktan kaldırabilmesi lazım."


"Hâlâ hastanede mi yani?" Büyük bir hevesle sormam, Merih'in ilgisini çekmişti; verdiğim her tepkiden kuşkulandığı belliydi. Neden bu meseleyi eşelediğimi anlamaya çalışıyordu.


Beren omuzlarını silkti. "Evet, birkaç gün denetim altında tutacaklarmış."


Konağa gidip ondan önce fotoğrafları alabilirdim. Fakat tüm bunları Merih'ten habersiz yapmak zorundaydım. Eğer ki fotoğrafların varlığını öğrenirse, anında imha ederdi; ama kime sadık olduğunu araştırabilmek için mühim bir kanıt sayılırdı bu.


Zamanım olduğu için hafifleyerek arkama yaslandığım esnada, birdenbire babamın dudaklarından dökülen sözler sırtıma tonlarca yükte bir ağırlık yüklemeyi başarabildi. Konuşmanın seyri ansızın tepetaklak olmuştu. 


"Buraya taşının." İki kara zeytini andıran gözleri bir bana, bir damadına kayıyordu. Ağzından çıkan her sözün arkasında duracağının temennisi vardı artık bakışlarında. "Benimle birlikte burada yaşayın."


Bu sefer elindeki çatalı düşüren kişi Merih olmuştu. Sofraya oturduğumuzdan beri ağzını bıçak açmamışken, duydukları karşısında şaşkınlık dolu bir nida taşırmıştı. "Nasıl?"


Telaşla araya girdim; hem gerginlikten hem de bu emrivaki teklifin cazibesinden ne hissedeceğimi afallamıştım. "Nereden çıktı şimdi bu?"


Babam ifadesizce etrafı gösterdi. "Koskoca ev zaten, sayısız odası var. Birlikte yaşasak bile karşılaşmak için çabalamamız gerekecek."


Haksız sayılmazdı. Ev o kadar büyüktü ki hâlâ hiç girmediğim bir sürü odası, henüz adım bile atmadığım koridorları vardı. Gün içerisinde kendi hâlimde takılırken saatlerce hiç kimseye denk gelmediğim bile oluyordu. Keza evde çalışan hizmetli sayısı da çok azdı. Birileriyle karşılaşmak için gerçekten de insanın çaba sarf etmesi gerekiyordu.


"Ama..." Yine de bu ihtimali bu kadar elekten geçirmiş olması, hayrete düşürmüştü beni. "Bizim evimiz var zaten. Gerek yok böyle bir şeye."


 Beren uçarı bir tavırla araya girdi. "Ay aman, ne naz yapıyorsun? Gel yaşa işte saray gibi ev. Ne yapacaksınız hem o ufacık evde?"


Merih hâlâ teklifin şaşkınlığını üstünden atamamış gibiydi; suyundan yudumlamak dışında hiçbir şey yapmıyordu. Tuhaf bir şekilde suskundu. Babamla aralarında tek bir bakış bile yaşanmamasına rağmen, sebep oldukları gerilim tüm masayı ablukaya alacak güçteydi.


İlgimi ondan ayırarak, tekrar Beren'e döndüm. "Evimi seviyorum ben, ufak olması daha samimi hissettiriyor."


"Samimi mi?" Eğlenerek güldü. "Fakir edebiyatını biraz azalt, şekerim."


İçim yanıyordu sanki; soğuk sudan büyük bir yudum alarak bardağı masaya sertçe koydum. Hâlâ gülümseyerek Beren'e bakıyordum. "Kaymak tabakadan insanlar anlayamayabilir tabii. Rafine zevkler parayla satın alınmıyor nasılsa."


Merih gülümseyerek tabağındaki eti kesmeye koyuldu. Babam lafın kendisine de dokunduğunu sezinlemiş, oturduğu yerde huzursuzca kımıldanmıştı. İştahı kaçmış gibi hoşnutsuzdu; artık sadece içeceğiyle ilgileniyordu.


"Tamam şekerim, niye geriliyorsun hemen?" Önündeki salataya dadanan Beren, ufak bir domatesi ağzına attıktan sonra omuzlarını silkti. "Ben senin iyiliğin için söylüyorum. Yani şöyle bir yerde yaşamak varken," Çatalıyla havada daireler çizdi. "Ne bileyim, bayağı rafine olması lazım zevklerinin."


Sinirimi unutarak güldüm, yavaşça arkama yaslandım.


Bir süre kimse konuşmadı. Sonra birden babam hafifçe ona doğru dönerek, durduk yere Merih'e sataştı. "Hiçbir şey söylemedin teklifime damat? Hiç ilgini çekmedi herhalde benimle yaşamak."


Sesindeki renk hoşuma gitmemişti; birisinin huzuruna gasp etme hevesi taşıyan bir tonu vardı.


Merih'in etini kesen bıçağı duraksadı; hiç kımıldamadan gözlerini babama kaydırdı. "Düşüncesi bile tüylerimi ürpertti," Gülümsemişti. "Mutluluktan tabii."


Babam da gülümsedi. "Ne güzel işte. Düşünsene, mutluluktan tüylerini ürpertemeyen bir kayınpederin var. Ne üzücü olurdu yahu!"


"Kederimden ölürdüm." Merih küstahça gülerek yemeğiyle ilgilenmeye devam etti.


"Allah korusun, damat." Babam masanın üstünden uzanarak içten bir tavırla koluna vurdu. "Deme öyle şeyler, daha yaşayacak çok şeyimiz var. Hem bunları birlikte, aynı çatı altında yaşasak fena mı olur?"


Babamın uysal ısrarı beni iyice germişti; zaten aralarında geçen şu tatlı atışmanın bile altında tuhaf bir husumet sezebilmek mümkündü.


Ancak benim aksime Merih epey sakindi. Babama kısa bir bakış bahşettikten sonra, tasasızca yemeğiyle ilgilenmeyi sürdürmüştü. "Demre'yle istişare yapmadan bir şey diyemem. Onun ne istediği benim için daha önemli."


Hem şaşırmış hem de gevşemiştim; burada yaşamayı istemediğini bilmeme rağmen aldığım karara ayak uyduracağını duymak içimi yumuşacık yapmıştı. Beklenmedik bir fedakarlıktı. Her nedense, bu ona saygı duymama neden olmuştu.


Beren gülerek, "Bak sen, iç güvey bile olmaya razısın yani? Soyadını da Eroğlu yap bari." diye dahil olunca masadaki ciddiyet tekrar dağıldı. Merih yalnızca gülümsemekle yetinmişti. "Her geçen gün biraz daha şaşırtıyor bu adam beni." Birden yeni anımsamış gibi, hevesle bana döndü. "Kocan her akşam hastanede beni ziyaret ediyordu, biliyor musun? İstemeyeceğim kadar çok görüyordum valla bunu."


Saklamanın mümkün olmayacağı kadar büyük bir şaşkınlıkla Merih'e baktım. Yanlış duyduğumu düşünmüştüm. "Hastaneye mi gidiyordun her akşam? Çınar'a ziyarete falan mı?"


Resmen kaskatı kesilmişti; oturuşu bile değişmişti. Ağzının içinde bir şeyler geveledi. "Yok, onun için gitmiyordum..."


"Ne kadar safsın. Normal hastane değil tabii ki!" Beren gülünç bir yanılgıya kapılmışım gibi kıkırdadı. "Kaldığım tımarhaneye geliyordu, beyefendi."


Allak bullak bir zihinle, geri arkama yaslandım. Babamın yanında fazla üstelememeye karar vermiştim; bunu yalnızken soracaktım. Merih'ten daha fazla işkillenmesini istemiyordum. Ama tuhaf bir şekilde şaşırmış bile gözükmüyordu; sanki bu zaten bildiği bir gerçekti.


Üstüne binmiş olan gözlerimi fark edince birden huzursuzlandı; hızlıca bakışlarını kaçırdı. Gitgide ağırlaşan sessizliği kaldırma cesaretini göstererek, tekrar söze girdi. "Aslında değinmek istediğim başka bir mevzu vardı. Hazır ikiniz de buradayken, söylemek istiyorum."


Beren hiç yok sayılmamış gibi bir edayla, arkasına yaslandı. Elindeki şerbetten yudumlarken, büyük bir ilgiyle babamı dinlemeye koyulmuştu.


Merih de çatalını bırakarak ona dönmüştü. "Dinliyoruz?"


"Birlikte tatile gitmenizi istiyorum."


"Ne?" Afallayarak kaşlarımı kaldırdım. "Ne tatili?"


Ama babam tek muhattabı damadıymış gibi, sadece ona hitaben konuşuyordu. Beni kısa bir bakışla ödüllendirmekle yetinmişti. "Demre'nin bir süre buralardan uzaklaşmasını istiyorum. Çetin bir fırtına kopacak, hissediyorum." Tam araya girecekken söylediği son sözle duraksadım. Yalnızca beni değil; ansızın derinleşen ve koyulaşan sesiyle masadaki herkesi susturmuştu. "Şu anda görünürde bir tehlike yok ama yine de ihtiyatlı olmakta fayda var."


Merih'i hiç şaşırtmamıştı duydukları. Aynı vakur tavırla, "Nereye gitmemizi istiyorsun?" diye sordu.


Merakla araya girdim. "Buna gerek var mı gerçekten?"


Babam tekdüze bir sesle, "Önlem almak en iyisi. Sadece bir süre ortalıklarda görünmeni istemiyorum, o kadar." dedi.


Merih çoktan bu fikri sineye çekmiş gibi duruyordu; hiçbir şey söylemeden, yalnızca endişeyle bana bakıyordu. 


"Ben her türlü güvenliği sizin için sağlayacağım," Bizi yatıştırmak istercesine elini havaya kaldırmıştı. Masaya doğru eğilerek, menzilini iyice kısalttı; resmen gözlerimizin içine sızıyordu. "Endişeye mahal yok. Siz tamam derseniz, kalacağınız yerden her şeye ben ayarlayacağım."


Karşı çıkmaya hazırlanırken, Merih bütün lafları ağzıma tıktı.


"Tamam."


"Tamam mı?" Hayretle ona döndüm. Her gün bir yerlere gidecek kadar meşgul olduğunu, birilerinin emri dışında tek bir adım dahi atamadığını biliyordum. Ama işine rağmen bu kadar zahmetsizce ikna olması epey şaşırtıcıydı.


"Baban doğru söylüyor." dedi, anlayışla başını sallayarak. "Bir süre ortalıkta görünmemek daha iyi olacak. Henüz hissedilmiyor ama gerçekten de etraf karışık."


Hiçbir şey söyleyemedim; istemsizce hak verebiliyordum. Gerçekten de balo gecesinden bu yana yaşadığımız durgunluğun uğursuz bir hissiyatı vardı. Kimse gözlerinin önünde kızının katledilişini bu kadar olgun karşılayamazdı. Kin ve nefret gütmeksizin, bu kadar uysalca yaşayamazdı.


Bir bit yeniği vardı. 


Üstelik ikisi de yaklaşan tufanı benden daha iyi sezebilecek kadar cemiyetin içinde olan kişilerdi. Bu yüzden, babamın öngörülerine boyun eğmekten başka çare bulamadım.


Ama birdenbire zihnimde öylesine cazip bir fikir yeşerdi ki, hevesimi durduramadım. İşgüzar bir tavırla, "Tamam kabul, giderim ama bir şartla." diyerek söze girdim. Bütün gözler üstümde kesişti; keza hepsinin kaşı çatılmıştı.


"Ne şartı?" diye sordu babam, sabırsızca. Yokuşa sürmem hoşuna gitmemişti; memnuniyetsiz bir bakışı vardı.


Oturuşumu düzelttim, öksürerek kelimelerimi pakladım. Biraz zor bir şart koşacaktım belki; ama yine de şansımı deneyecektim. "Kızların da benimle birlikte tatile gelmesini istiyorum."


Dipsiz bir sessizlik oldu.


Beren kahkaha atarak sertçe arkasına yaslandı. Uçuk bir istekte bulunmuşum gibi, zevkten dört köşe olmuştu. Kaşlarımı çattım, asi bir bakış fırlattım ona.


Babam sanki basit bir şart koşmuşum gibi rahatlamış gözüktü. "Kimmiş bu kızlar?"


"Ay kim olacak?" diye böldü Beren, gülüşlerinin arasında. "Bizim konaktaki temizlikçi sürüsünden bahsediyor. Kızının en yakın arkadaşları onlar." Hızla bana dönerek şefkatle elimi sıvazladı. "Ama çok şeker bir istek valla, ben destekliyorum kesinlikle. Zavallıcıklar tatili hak ettiler."


Elimi çekerek ters ters mırıldandım. "Destek mi oluyorsun köstek mi, belli değil."


Babamın, "Peki madem," dediğini duyunca yoğun bir umutla doldum. "Balodan sonra Tan'la aramızdaki buzları eritmem de gerekiyor zaten. Yarın ziyaretine gidelim, bana eşlik et. Laf arasında meseleyi açarım."


Beren tebrik edercesine işaret parmağını babama doğru salladı. "Akıllıca, Bülent amcacığım. Babam seni asla kıramaz."


"Peki öyleyse, yarın sana eşlik ederim." Yorulduğumu hissederek ayağa kalktım. Zihnimin içinde resmen bir kargaşa hakimdi ama yine de beni mutluluktan alıkoyamıyordu. "Kızlar duyunca çıldıracak."


Birden öne atılarak koluma yapışan Beren, beni ürküttü. Tepeden, yadırgayan bir bakış attım. Kurnaz bir gülümsemeyle, "Beni çağırmayacak mısın kız, cimcime?" diye sorunca kaşlarımdaki çatıklık müthiş bir hızla yok oldu.


Nobran bir tavırla, "Seni niye çağırayım ki? Pek umrunda değildir eminim ki bizimle takılmak." diye tersledim.


"Beni hiç tanıyamamışsın. Nerede eğlence, orada ben." Kolumu bırakarak, gücenmiş hâlde arkasına geri yaslandı. Gözlerini indirmiş, mazlum bir tavırla da alt dudağını bükmüştü. "Benim de gelmem babamı daha kolay ikna ederdi ama yine de sen bilirsin." Merih'e kaçamak bir bakış dokundurduğunu gördüm. "İkizleri de şahsi korumam olarak peşimden getirebilirdim hem. Ama tabii dediğim gibi, sen bilirsin şekerim."


Babam sinirli bir nükteyle lafını böldü. "Az oldu bu. Cümbür cemaat gidelim biz en iyisi."


Ama ben ikisini de duymuyordum; kendi düşüncelerimle kafeslenmiş hâldeydim. Bir daha hiç böyle bir fırsat yakalayamayacaktık belki de. Uzun zamandır hiçbirimiz bir arada da bulunamamıştık. Tatil bahanesiyle Çınar ve Sinem'i nihayet birbirine yakınlaştırabilirdim belki. Sırf bunun için tatil boyunca Pınar'a bile katlanmaya hazırdım.


Neredeyse bağırarak konuşmayı böldüm. "Tamam sen de gel, güzel olur."


Üstünlüğün artık kendisinde olduğunu anlayan Beren kurnazca sırıtarak önüne döndü, aldırışsızca tırnaklarıyla ilgilenmeye başladı. "Bilemiyorum, pek istemiyor gibiydin..."


Naz yapmasına katlanamadım ve öfkeyle koluna vurdum. "Gel işte be, ne uzatıyorsun?"


"Ah!" Yüzünü buruşturarak kolunu ovuşturdu. "Sırf rütbe atladın diye susuyorum, yoksa bir tane çakardım. Biliyorsun, değil mi?"


"Bilmez miyim?" dedim sıkılı dişlerimin arasından. "Çok iyi biliyorum."


Merih geçmişte yaşadığım tüm tatsız sürtüşmeleri anımsamış gibi gülümserken, babam duydukları karşısında afallamıştı. Başımdan geçen her şeyden bihaberdi. Sessiz bir sorguyla, bir bana bir ona bakıyordu.


"Her neyse, madem anlaştık," Beren iki elle masaya tutunarak ayağa kalktı, sandalyesini gürültüyle itekledi. "Sevgili Eroğlu ailesi, sohbetinize bir türlü doyum olmuyor vallahi. Ama babam yokluğumu sorgulamaya başlamadan konağa dönsem iyi olacak."


Cilveli bir edayla herkese uzaktan öpücükler fırlatıp, arkasını döndü ve aheste aheste yürüyerek salondan dışarıya çıktı. Bir süre gerisinde bıraktığı taşkınlıkları düşünerek, gidişini seyrettim.


Uslanmaz bir kadındı bu. 


Fakat nedense artık ona yaşananların kindarlığıyla yaklaşamıyordum; ilerleme tarzı benimkinden çok daha farklıydı belki ama en nihayetinde o da cemiyeti yıkmak için uğraşan birisiydi.


Derin bir nefes aldım, kalkmak için hazırlandım. "Biz de gidelim öyleyse..."


"Demre, sen önden çık." Henüz adım atamamışken, şaşırarak babama baktım. "Biz damatla karşılıklı iki hasbihâl yapalım."


Tedirgin tedirgin kımıldandım, ne olduğunu anlamaya çalışarak merakla Merih'e baktım. Ne konuşacaklardı bensiz? İkisini yalnız bırakma düşüncesi hiç hoşuma gitmemişti. Merih'in belli belirsiz başını salladığını, yatıştırmak ister gibi gözlerini kırptığını gördüm. Bu hareketiyle bana gitmekten başka çare de bırakmamıştı zaten. 


Sessizce babamın ricasını yerine getirdim ve yanlarından ayrıldım.


Keyifsizce odaya çıkarak, bir süre aylak aylak içerde dolandım. Sonra zihnimdeki çatışmadan dolayı bitkin düşerek yorganın altına girdim, yatakta beklemeye başladım. Ancak uzun saatler geçmesine rağmen kimse gelmemişti; artık iyice meraklanmaya, biraz da endişelenmeye başlamıştım. Aşağıya inip kapıyı dinleme arzumu dindirmekle cebelleşirken, sonunda kendimle mücadele etmekten yorgun düştüm ve zihnimin tüm ışıklarını söndürdüm.


𓅪



Ertesi gün uyandığımda yatakta tek başımaydım. 


Bir müddet nerede olduğumu algılayamamış, uyku sarhoşluğuyla tepemdeki tavanı incelemiştim. Bedenimde öyle bir ağrı dolanıyordu ki, içimde taşıdığım ruh sanki tek gecede tonlarca ağırlığa evrilmişti. Yataktan kalkıp da yüzümü yıkadıktan sonra ancak kendime gelebilmiştim.


Hiç dinmeyecekmiş gibi hissettiren o susuzluğu sezdiğimde, vücudumdaki bu tuhaf karıncalanmanın altında yatan nedeni de anlamış oldum.


Yoksunluk çekiyordum.


Sıkkın bir hâlde merdivenlerden inerken, zihnimi kurcalayan tek düşünce buydu. O kadar dalmıştım ki kendi dertlerime, koridorun ortasında dikilen babamı zar zor fark edebilmiştim. Son basamağı da inerek, kıyısında duraksadım.


"İyi uyudun bugün." Asıl sebebinden habersizce, gülümsüyordu.


"Yorulmuşum." dedim, geçiştirerek. Kendimi kötü hissetmiştim. Bağımlılığımın ansızın böyle nüksederek beni içten içe tükettiğini ona hiçbir zaman söyleyemeyecektim. Yaşadığım her şeyi ona anlatmak için umarsızca kıvranan bir yanım vardı; ama bunun nelere sebebiyet vereceğini kestiremediğimden ve babama hiç güvenemediğimden, yapamıyordum.


Yavaşça ellerini cebine sokarak, tüm bedeniyle bana döndü. Benimle karşılaşmadan hemen önce, vaktinin çoğunu geçirdiği ve sık sık da ziyaretine gelen yabancı adamları ağırladığı çalışma odasına doğru gittiği belliydi. "Dün konuştuğumuz gibi, akşam konağa ziyarete gideceğiz birlikte. Senin için sorun yok, değil mi?"


Bu kadar çabuk eyleme dökmemize sevinmiştim. "Yok, çok iyi olur hatta. Ertelemeye gerek yok, gidelim tabii."


Ağır bir durgunluğun içinde birbirimizle bakıştık.


"Sen iyi misin peki?" diye sordu birden, endişeyle. "Biraz halsiz gözüküyorsun."


Kaşlarını çatmış, beni süzmeye başlamıştı; sanki bahsettiği hastalığı üstümde bulmaya çalışıyordu. Kollarımı kendime sararak dik durmak için çabaladım. İyi olmadığımı fark etmesine şaşırmıştım ama yine de hiçbir şey belli etmeyecektim. 


"İyiyim, yorgunum sadece." Çabucak konuyu değiştirdim; eşelemesinden korkmuştum. "Bugün eve gidip birkaç parça eşya almak istiyorum. Hem şu tatil için de iyi olur."


Hızlıca başını salladı. "Tamam, peki. Söyleyeyim hemen götürsünler seni." Telefonu çıkardı ama hemen sonra duraksadı. "Şimdi mi gitmek istiyorsun peki?"


Zaten oyalanacak başka bir meşgalem de yoktu; bu yüzden hemen gitmek istediğimi söyledim. Böylece babam benim için arabayı hazırlatırken, ben de odaya geri çıkarak üstüme hızlıca bir şeyler geçirdim.


Midem resmen açlıktan bulanıyordu; fakat hiç iştahım yoktu. Kendime bile itiraf etmekte zorlanıyordum; ama sadece nazar boncuğu istiyordum. Yalnızca bu şekilde doyabilecekmiş gibiydim sanki.


Bedenimden ve zihnimden kopuk bir hâlde, içinde iki yabancı adamın beklediği bahçedeki arabaya doğru yürüdüm. Hava serindi fakat hoyrat değildi; etrafta göz kamaştıran bir güneş kol geziyordu. Günler sonra ilk defa evden çıkıyor olmanın hafifliğiyle, arabaya oturdum ve yol boyunca dışarıyı seyrettim.


Nitekim yolu tarif etmeme gerek bile kalmamıştı; ikisi de aldıkları emirleri kusursuzca yerine getiren, işinin ehli adamlara benziyorlardı. Nasıl bunca insanı kendisine ram edebilmişti babam? Onlarca kişinin üstünde kurduğu bu mutlak hâkimiyet, hâlâ düşündükçe beni şaşırtıyordu.


Çeşme'ye henüz yeni girmişken, telefonumun titremesiyle zihnimden sıyrıldım. İki mesaj vardı ekranda ve ikisi de ondandı. Hem heyecanlanmış hem de şaşırmıştım. Çünkü ilk mesaj saatler önce gönderilmiş olmasına rağmen, ben yeni görüyordum. Hızlıca üstüne tıkladım.


Gece o kadar derin uyuyordun ki uyandırmak istemedim. Sabah yine erken çıkmak zorunda kaldım ama akşam konağa geldiğinizde sizi karşılayacağım.


Uyanmadın mı hâlâ? Yandık biz, hatun uykucu çıktı.


Gülümseyerek mesajları yanıtlamaya hazırlanırken araba birden duraksadı. Şoför koltuğunda oturan adam, omzunun üstünden dönerek bana baktı. "Geldik, Demre Hanım. Biz burada sizi bekliyor olacağız, ihtiyaç duyarsanız seslenmeniz yeterli."


"Tamam, hemen geleceğim." Çabucak arabadan çıkarak evime doğru yürüdüm. Henüz birkaç gün geçmiş olmasına rağmen yaklaştıkça içimde kabaran özlemi hissedebiliyordum. Kendime şaşırdım. Belli ki çoktan benimsemiştim burayı.


Demir kapıdan süzülerek bahçeyi geçtim; ayaklarıma kuru yapraklar dolandı. Rüzgar darbeleriyle sarsılan incir ağacı gözüme ilişince gülümsedim. Zıplayarak üç basamağı tırmandım ve cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açtım. İçeriye girip arkamdan örttüğüm an tiz bir ciyaklama duymamla birlikte çığlık atarak, kendimi duvara fırlattım.


Neler oluyordu?


Korkuyla duvara tutunarak doğruldum, soluklanmaya çalıştım. Elimi, şuursuzca göğüs kafesimi yumruklayan kalbime bastırmıştım.


Vestiyerin üstünde altın rengi, büyük bir kafes bırakılmıştı ve içinde rengarenk, ihtişamlı iki adet papağan vardı. Ufak gözleri üstüme kenetlenmişti; attığım çığlığın korkusuyla ikisinin de sesi kesilmişti.


Merih getirmiş olamazdı bunu.


Kafesin kenarına bağlanmış iki küçük kağıt parçasını görünce hızlıca yanına sokuldum. Birisine sadece soru işareti konulmuştu; bırakıp diğerini elime aldım. Üstünde yazan ismi okuduğum an bacaklarımdaki bütün güç tükendi. Gözlerim karardı; bayılmaktan korktum. Kağıt, titreyen ellerimin arasından kaydı. Papağanlar, ne olduğunu anlamaya çalışır gibi kımıldanıyordu.


"Hoş geldin, karıcığım."


Dehşet içinde sıçrayarak arkama döndüm; dudaklarımın ucuna kadar gelen çığlık, dışarıya çıkamamanın bedelini içimde patlayarak ödemişti sanki. O kadar korkmuştum ki birkaç saniye boyunca salonun kapısında dikilen silüeti bile seçememiştim. 


Vestiyere tutunarak, geriledim. "Ne işin var senin burada?"


Mirza gülümseyerek elinde tuttuğu fincanı hafifçe salladı. Üstünde tutan duman suratını okşuyordu; kahvenin keskin kokusu anında bütün ciğerlerime nüfuz etmişti. "Evet deseydin, seni şu şekilde karşılayabilirdim. Büyük fırsatlar teptin, yazık oldu."


Kaçmayı düşündüm birden; onunla kapalı bir kapının ardında bir saniye daha geçirme fikri bile korkumu kamçılamaya yetmişti. Hemen gitmem gerekiyordu buradan. Fakat ben henüz adım bile atamadan, kapıya doğru meylettiğimi sezmişti.


Dilini defalarca kez damağına vurarak, başını iki yana salladı. Konuşmadan önce kahvesinden ufak bir yudum aldı. "Ne zamandır gelmeni bekliyorum, kendime kahve bile yaptım. Bu nasıl misafirperverlik? İki sohbet edeceğiz seninle. Hem ben sadece elçilik görevimi yerine getiriyorum." Bardağı dudaklarına uzatırken, yemyeşil gözlerinden kurnaz bir parıltı akıp gitti. "Elçiye zeval olmaz, güzelim."


Sertçe sözünü kestim; öfkeden titriyordum. "Ne istiyorsun? Ne işin var senin benim evimde hasta herif?"


Gülerek eşiğe yaslandığı esnada elimdeki telefon tekrar titremeye başladı ve beni irkiltti. Mirza'nın hulyalı bir sesle, "Aç hadi." dediğini duydum. Usulca kahvesini yudumlamayı sürdürüyordu.


Ekrandaki yabancı numaraya baktım bir süre. Gözlerimi tekrar Mirza'nın üstüne dikerek, çağrıyı yanıtladım ve kulağıma dayadım. Cızırtılı bir sessizlik dolandı hatta önce; sonra onun neşeli sesiyle baskılandı.


"Nerede benim portremdeki kız?"


Tüm bedenimden bir ürperti akıp gitti. Kendimi yine saçma sapan bir durumun içinde bulmuş olmanın hiddetiyle doldum ve tahammülsüzce çemkirdim. "Ne istiyorsun, Aziz?"


Oğlunun vurgularını taşıyan bir gülüş taştı dudaklarından. Bir lahza sustu. Sonra çok rahatsız edici bir ahenkte fısıldadı; öyle ki zehirli bir yılanın kıvrıla kıvrıla kayması gibi çıkmıştı kelimeleri. "Cemre'yle tanıştın mı? Senin için özel olarak eğittim."  


Nabzım hızlanmaya başladı; kısa bir anlığına gözlerimi yumdum. Sabrımla birlikte bütün saygı ithamlarını da yitirmem, sadece saniyelerimi almıştı. "Ne istiyorsun benden Aziz manyağı?"


"Sana cezbedici bir şey söyleyeyim mi?" Gitgide derinleşen sesi, bütün huzurumu boğuyordu. "Cemre çok sağlıklı, akıllı ve hatta konuşkan da. Fakat salsan onu şimdi kafesinden, bırak uçabilmeyi kanat bile çırpamaz. Niye biliyor musun?" Yanıt duymayı arzulayarak bekledi ancak ağzımdan tek bir kelime bile koparamadı. Suskunluğum yine de şevkini baltalayamamıştı. "Çünkü ona uçmayı unutturdum."


Kuşa baktım çaresizce. İçimdeki öfke ruhumu bile tutuşturmuştu; sanki damarlarımdan kızgın bir lav akıyordu. "O pis ağzınla kardeşimin adını anmayı bırak."


Fakat ne beni duymuştu; ne de susmuştu. İşkence etkisi yaratan sözleriyle, konuşmayı sürdürmüştü. "Ben kötü bir adam değilim. Kötü adamlar eline kuş geçtiğinde bir daha uçamasın diye kanadını kırar, atar. Ama ben öyle değilim, kuşlarımın kanadını asla kırmam. Öylece bir kenara da fırlatıp atmam."


Mirza'nın kıkırdadığını duyunca tüylerim ürperdi.


"Ben ne yaparım, biliyor musun?" Şarkıları andıran ezgi gizliydi fısıltısında. "Şefkatle beslerim, büyütürüm. Her gece masallar okuyarak, kafesine yatırırım. Sonra sana sadece bir kanat çırpışı kadar ömür bırakırım."


Sanki babasının dediklerini pürüzsüzce duyabiliyordu; kulaklarıma dolan her süslü tehditle birlikte gülümsemesi daha da genişliyordu.


"Bırak yeniden uçabilmeyi, bir sabah sırtında kanat taşıdığını bile unutursun. Zaten bir kuşa verilebilecek en büyük ceza da bu değil midir?" Neşeli bir ses çıkardı; gülüş denemeyecek kadar ürkütücüydü. "Uçacak bir kanadı olduğunu ona unutturmak."


Ruhum titredi. Zayıfladığımı, tükendiğimi hissettim. Umarsızca, "Ne istiyorsun benden?" diye fısıldadım.


"Senden değil, sizden. Çok eğleneceğiz sizinle. Kocan için de eşsiz bir papağan eğittim, diğeri de onun için ama ismini şimdilik söylemeyeceğim. Maalesef sürprizi bozamam." Yaşama hevesiyle dolu, derin bir nefes aldı. "Hadi şimdi sen kendi kuşuna seslen."


Şaşırdım. "Ne?"


Tekdüze bir sesle, tekrar emretti. "Kuşuna seslen."


Korkarak, kafesten uzaklaştım. "Hayır."


Mirza fincanı dudaklarından ayırarak, büyük bir gururla babasının buyruğunu yerine getirdi. Bütün evin içinde, kardeşimin ismi yankılandı. "Cemre!"


Sanki bu kendisine yapılan bir çağrıydı; ansızın tetiklenen kuş, bambaşka bir vahşiliğe bürünmüştü. 


Çıldırmış gibi kafesin içinde savrularak, küçük bir kız sesiyle bağırmaya başladı. "Abla kurtar beni bu otelden! Abla ne olur kurtar beni! Kurtar beni bu otelden!"


Kanımın donduğunu hissettim. Geriye doğru sendeleyerek çaresizce sırtımı soğuk duvara yasladım. Gerçek olamazdı bu. Kâbustu. Avazı çıktığı kadar bağıran ve canhıraş çırpınan kuştan başka hiçbir şey duyamaz olmuştum. Sanki kilitlenmiştim; gözlerimi dahi üstünden çekemiyordum.


Birden yanında kopan hezeyanlar, diğer papağanı da çığrından çıkardı ve arkadaşını öldürme ereğiyle vahşice saldırmaya başladı. Etrafa renkli tüyler saçıldı; ızdırap dolu yakarışlar koptu.


"Merih yalvarırım babanı durdur! Söyle, yapmasın bana bunu! Merih kurtar sevgilini! Yalvarırım babana söyle dursun!"


Ayyuka yükselen tüm bu acı yalvarışlar sanki benim dilimden dökülüyordu; o kadar gerçekçi ve sarsıcıydı ki binbir parçaya ayrıldığımı hissettim. Kendime daha fazla tutunamadım. Korku içinde duvar kenarına sindim ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Sımsıkı tuttuğum telefonun varlığını bile hissedemiyordum artık. Sağırlaşmak için sessizce yalvararak ellerimi kulaklarıma bastırdım ve korkuyla gözlerimi yumdum.


"Abla kurtar beni bu otelden! Lütfen!"


"Merih yalvarırım babana söyle dursun!"


"Bülbül gibi şakıyorlar resmen, bak dinle, ne de güzel öğretmişim hakikatleri." Telefonun ucundan kısık bir gülüş yükseldi; kısa bir durgunluk yaşandı. 


Mirza da babasına eşlik ederek keyifle gülüyor; kan revan içinde kalan kuşların cinayetini seyrederken de kahvesini yudumluyordu.


Kızgın bir demir gibi zihnime damgalanan son hakikat, yine onun kelimelerinden doğdu. "Kuşu kafesinden çıkarırsan şayet, düşer. Sonra uçmayı, düşmek zanneder. Ama sen yine de bırak kuşu, düşsün; belki bir gün kanadı olduğunu hatırlar."


𓅪







ARKADAŞLAARRR AĞAĞAĞĞ demrem de demrem ne çektin bee 😔😔😔 Aziz amca nabtın öyle seenn??? Kuşları kullanarak intikam alması..bu kitaptaki hayvanlar ne çekti be..ne çekti.. Ama şey, bu daha başlangıçmış öyle duydum 👉🏼👈🏼


Biraz da Merih'in yaşayan babası hakkında ✍️ Kimi öldürdü sizce? 😔😔😔 Hatırlarsanız ilk bölümlerde Ceren resim atölyesinde Demre'ye çizdiklerini gösterirken Merih'in gözünü babası kör etti demişti. O gün bugündür bu adamı yazmak için bekliyordum, sonunda ucundan geldik oralara 🥺🥺🥺 Neyse daha fazla konuşmuyorum bu konu hakkında 🥺🥺🥺🥺 Haftaya yeni bölümde görüşürüüüüz yakında bol kaoslu bi tatile gidicez bavulları hazırlayın bakim sizi de götürüyorum 🤍✨🦌

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-