43

 



Selamlaaar!!! İki haftadır beklediğiniz için size 2 bölümü birleştirip getirdimm. (ciddiyim) On beş bin kelimelik upuzun bir bölüm sizi beliyor. Demre'de yeni karakter kilidi açıldı, kendinizi hazırlayın derim ben. 🧚🏻 Bölümde bazı tatsız küfürler olabilir, şimdiden kusura bakmayınız. Yorumlarınız ve oylarınız benim için çok kıymetli, devam edebilmemi sağlayan tek şey. Bu kurguya çok mesai ve emek harcıyorum gerçekten, benim için önemli olan tek şey sizden aldığım geri dönüşler inanın. Yalan yok, ara vermenin eşiğine geldim 😭 Neyse duruuun müthiş bi bölüm sizi bekliyoorr 😭✨ Şimdiden vakit ayırdığınız için teşekkür ederim, keyifli okumalar! 🪄


* Folie à Deux: Fransızca Paylaşılan Delilik demektir. Yakın ilişki içindeki kişilerin benzer psikotik bozukluklarla, benzer sanrıları birbirine aktarmasından kaynaklanır. Biz kısaca sanrıdaş diyelim bunlara, malum Azalanlar'da çok varlar. 🥲



43: FOLİE À DEUX


𓅪


En zifiri karanlık bile, en çelimsiz aydınlıkta dağılırdı.


Bir insanın meziyeti onun aydınlığı sayılır mıydı? Bilmiyordum; ama ben yine de hep aydınlığımla mutlu olmuştum. Erdemli yanlarımı diri tutabilmek için çabalamıştım hep. Ama şimdi soluk soluğa yerde otururken, hayatımda ilk kez, en zifiri karanlığı bile dağıtabilen aydınlıklardan nefret edebildim.


Bırakın beni, demek istedim, beni sadece aydınlıkta sevebilenlere. Bu sefer en zifiri karanlık ben olayım. Bir kere de ben bu aydınlığı söndüreyim.


Kafesin dibinde ölü bir kuş yatıyordu artık.


Diğeriyse çoktan susmuştu; sanki ölümün gerisinde bıraktığı sessizliği dinliyordu. Telef olan papağana bakarken, içimde tuhaf bir duygu dirildi. İkinci bir ten gibi üzerimde gezinen korku, usulca seyrekleşerek bedenimden uzaklaştı. Gerisinde yalnızca ufak bir karıncalanma kalmıştı.


"Al işte," Dudaklarımdan taşan fısıltı bana bile yabancı geldi. "Kuşun da intikamını alacağız mecbur."


Afallayarak kaşlarını çattı. "Anlayamadım?"


Gözlerimi suratına diktim; sertçe yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. "Liste gitgide kabarıyor diyorum."


"Sakinleş de kalk hadi." Yanıma gelerek önümde dikildi. Bana doğru uzattığı eline baktım fersizce. "Sadece bu gösteri için gelmedim buraya. Konuşmamız gereken bazı şeyler var."


Yeşil gözlerinden uzaklaşarak, kendi çabalarımla ayağa kalktım. Bir süre soğuk duvara tutunarak soluklandım. Kuşların geride bıraktığı çığlıklar sanki hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Derin bir nefes aldım, duruşumu dikleştirdim.


Benden istedikleri zaten zayıf düşmemdi; anca bu şekilde akbaba gibi tepeme üşüşebileceklerdi.


Silkelenerek mutfağa doğru yöneldim; ama önüme geçti, hızla yolumu kesti. Sırf bana dokunmaması için birkaç adım geriledim. Çarpık bir gülümsemeyle, "Salon bu tarafta." dedi. Fincanı tutan elini kullanmıştı; diğeri cebindeydi.


"Su alacağım kendime," Öfkeyle gözlerimi devirerek, tekrar yanından geçtim. "Müsaadenle."


Bu sefer önüme geçmeye kalkışmadı.


Çabucak mutfağa girdim; içeriye adım atar atmaz cebimdeki telefonu çıkarmış, göz kırpacak kadar sürede son aramalara girerek Merih'in üstüne tıklamıştım. Mesaj yazacak kadar vaktim yoktu; Mirza'nın peşimden geleceğini biliyordum. Yalnızca Merih'in konuşulanları duyması ve anlaması için dua edebilirdim. Hızlıca telefonu pantolonumun arka cebine sıkıştırırken, Mirza gerçekten de saniyeler içinde kapının eşiğine yaslanmıştı.


Yakalanma telaşından ellerim titrerken, tepkisizce raftaki bardaklardan birisini kaptım. Kendime su koyarken ona kaçamak ama ters bir bakış fırlattım. Hâlâ gülümsüyordu; yeşil gözlerini üstüme kenetlemişti.


Merih hep ikinci çalışta telefonu açardı.


Sırf nasıl bir durumda olduğumu anlaması için, anlaşılır bir biçimde sordum. "Evimizde ne işin var, Mirza? Polisi mi arayayım istiyorsun?"


Babama olan korkusundan bana zarar veremeyeceğini; zaten Aziz'in de onu bunun için evime göndermediğini gayet iyi biliyordum. Toprağa verdiği kızının acısını benden çıkaracaktı, artık anlamıştım.


Merih yanıma gelene kadar, tabii eğer yanlışlıkla aradığımı falan zannedip telefonu suratıma kapatmadıysa, onu olabildiğince oyalamam gerekiyordu.


Kahvesinden ufak bir yudum daha alırken, sessizce hareketlerini izledim. "Babamın senin için ve tabii bir de kocan için eğittiği kuşları teslim etmek istedim. Ayrıca," Dudaklarını büzerek, mahcubiyetle başını eğdi. "Geçen hafta baloda yaşadığımız o ufak gerginlik için de özür dilemeye geldim."


Parmaklarımın arasındaki bardağı sıktım; suratında parçalamamak için bu vahşi arzuyu dizginlemem gerekmişti. Arkadaşça sohbet ederek, rahatça omuzlarımı silktim. "Özür dilemene gerek yok. Öfkelenmekte haklıydın."


Şaşırdı, kaşlarını çattı. "Gerçekten haklı mı buluyorsun beni?"


Fikrimi bu kadar önemsemesi de beni şaşırtmıştı; fakat belli etmedim. Tasasız gözükmeye çalışarak, kalçamı tezgaha yasladım. Ayağımı diğerinin üstüne atmıştım. "Evet, öyle düşünüyorum. Babamın yaptığı affedilir bir şey değildi."


Çatık kaşları bu sefer de havalanmıştı; artık şüpheyle süzüyordu. "Yani beni affettin, öyle mi?"


"Evet." dedim, afaki bir detaymış gibi gülerek. "Senin yerinde olsaydım, muhtemelen ben de aynısını yapardım."


"İlginç bir kızsın hakikaten." Eşikten ağırlığını alarak içeriye girdi. Usulca yanıma sokulunca baştan aşağıya kasıldım; elimdeki bardağı daha sıkı kavradım. Fakat yine de yerimden kımıldamadım. 


Elindeki fincanı yavaşça tezgaha bırakırken, kasten üstüme doğru eğildi.


Birkaç karış ötemdeki suratı midemi bulandırmıştı. Sertçe omzuna vurarak kendimden uzaklaştırdım. "Bas geri, yoksa bozuşuruz."


Gülerek omzunu ovuşturdu. "Elin de ağırmış be fıstık."


Aramızdaki mesafeyi fırsat bilerek kalçamı tezgahtan çektim. Bardakla birlikte kapıya yürüdüm. "Salona geçelim."


"Salon çok sıkıcı," Gülerek kolumu tutunca hızla geri çektim. Sırtımı ona dönmekten kaçınarak, serkeş bir tavırla yüzüne bakmıştım. "Yatak odanda gezmek daha eğlenceli olur."


"Evli bir kadına sarkıntılık mı yapacaksın gerçekten?"


"Bırak şimdi martavalı," Kurnazca gözlerini kıstı. Yanıma yaklaşarak, tam karşımda durdu. "Merih'le benden kaçmak için evlendiğini biliyorum. Tüm bunlar," Eliyle evi gösterdi. "Hepsi formalite. Aynı odada bile kalmıyorsunuz. Sana ayrı oda yapmış, gezdim."


Hadsizliği beni şoka uğratmıştı ama yine de hiçbir duygumu dışavurmayacaktım. Kollarımı kendime sararken, kinayeyle mırıldandım. "Orası zaten bizim yatak odamız. Sırf benim odam olduğunu sana düşündüren ne?"


"Yatak çift kişilik bile değil," dedi gülerek. "Salak sandın herhalde beni?"


Sinirlendiğimi hissettim; ama gülümsedim. "Ben küçük yerde yatmayı seviyorum çünkü. Kocama daha yakın olmak hoşuma gidiyor."


Beni küçük hissettiren bir alayla suratıma baktı. "Merih'in seninle evlilik hayatı yaşamadığına o kadar eminim ki. Muhtemelen evde bile durmuyordur, kaçıyordur her fırsatta buradan."


"Ne alaka şimdi?"


"Emin ol, kocanı senden daha iyi tanıyorum." Pür bir neşeyle önüne dönerek salona doğru yayvan adımlarla yürümeye başladı. Sustuğu her saniyeyi keyifli ıslıklarla dolduruyordu. "Sana da anlatabilirim kiminle evlendiğini, istersen tabii."


Elimdeki bardağı bırakarak peşinden gittim. Sözleriyle beni kışkırtmaya çalıştığı için, bilgisizliğimi açığa vurmayacaktım. "İmkansız ama hadi senin de gönlün olsun, bana bilmediğim bir şey söyle."


Mirza salonun ortasında durarak bana döndü. Kulağındaki ufak küpe bu manevrayla birlikte sallanmıştı. Dövmeli elini saçlarına daldırarak, düşünüyormuş gibi dudaklarını büzdü. Bir süre, yeşilleriyle etrafı kolaçan etti.


Gözleri tekrar beni bulduğunda, artık gülümsüyordu. "Babasının bir psikopat olduğu mesela?" Tepkisiz kaldım. Beklenmedik bir şey değildi bu; gözünü kör eden bir adamdı en nihayetinde. "Tanıştırdı mı bari seni kayınpederinle?"


İşte bu şaşırtıcıydı; çünkü babasının vefat ettiğine inanmıştım. Ama aslında düşününce, hiçbir zaman öldüğünü de söylememişti. Hatta bu zamana kadar babası hakkında hiç konuşmamıştı bile.


Mirza sessizliğimle alay etti. "Yaşadığını bilmiyordun, değil mi?"


Kollarımı kendime sararak, olabildiğince küçümseyici konuştum. "Bu muydu yani elindeki koz?"


"Bir sürü var da," Çarpık bir şekilde sırıttı. Merih'i benden daha iyi tanımanın üstünlüğü, en ufak hareketine bile sinmişti. "Şimdi söylesem, feleğin şaşar."


Gülerek gözlerimi devirdim. "Şaşırt beni dedim, güldür değil."


Arkamı dönmüş karşı koltuğa gidecekken, ansızın kolumu tutarak beni kendisine geri çevirdi. Birkaç adım sendeledim, ona doğru çekildim; dengemi hızlıca yakalayarak mesafemi koruyabilmiştim. 


"Merih seni hiçbir zaman istediği gibi sevemeyecek." Bu keskin kanı beni sinirlendirdi. Birdenbire ciddileşmişti; bakışlarındaki üstünlük hâlâ vardı ama muziplik tamamen gitmişti. "Çünkü hasta."


Tam silkelenerek kolumu elinden kurtaracakken duraksadım. Kaşlarımdaki tüm çatıklık gevşedi. Bastıramadığım bir şaşkınlıkla suratına bakakaldım. Artık hiç gülümsemeyen dudaklarına, çatık kaşlarına kadar inceledim; benimle alay ettiğine dair bir iz bulmaya çalıştım. Ama bulamadım.


İşte bu, biliyormuş gibi davranamın imkansız olduğu sarsıcı bir itiraftı; ya da bir iftiraydı.


Agresifçe silkelendim, elinden kurtuldum. "Ne saçmalıyorsun be? Ne hastalığı?"


Dudaklarını birbirine bastırarak güldü. İşaret parmağını şakağına götürmüş, hafifçe vurmuştu. "Burada hastalığı." Sonra birden ellerini iki yana açarak omuzlarını kaldırdı. "Ee yapacak bir şey yok, hasta bir adamla evlenen sensin. Taş gibi sağlamı varken, gittin bozuk olanı seçtin."


"Senin kadar hasta değildir eminim ki." Öfkeyle göğsüne vurarak koltuğa doğru itekledim. Sertçe oturunca ağırlığıyla birlikte koltuk da zeminde birkaç santim kaydı; iç tırmalayan bir gürültü çıkmıştı. Keyifle arkasına yaslandı. "Otur şuraya, adam akıllı konuş. Seninle uğraşamam ben. Niye geldin evime? Niye getirdin bu kuşları bana?"


Bahsettiği hastalık doğru muydu, bilmiyordum; fakat gerçeği onda arayacak da değildim. Daha güvenilir birisinden dinlemem gerekiyordu bu meseleyi. Ne kadar afallamış olsam da, belli etmeyecektim. Huzursuzca tekli koltuğa yürüyerek tam karşısına oturdum.


Merih lütfen yolda ol.


"Kuşlar babamdan geldi, benden değil," Kolunu koltuğun sırtına atmıştı; öyle yayvan oturmuştu ki sanki evin gerçek sahibi oydu da ben yalnızca bir misafirdim. "Dediğim gibi ben sadece elçilik yaptım. Aramızdaki buzlar erir diye kendim gelmek istedim."


Nobranca sözünü kestim. "Buraya geleceğimi nereden bildin?"


"Bilmiyordum," dedi, olağan bir şeyden bahseder gibi. "Birkaç gündür buraya geliyorum seninle karşılaşmanın umuduyla."


Hayretle güldüm; ne diyeceğimi şaşırmıştım. Elini kolunu sallayarak evimi ablukaya almış olması, sinirlerimi hiç olmadığı kadar bozmuştu. "Ya Merih'le karşılaşsaydın? Hiç mi korkmadın ona yakalanmaktan?"


Kaşlarını kaldırdı. "Neden korkayım? Merih aile dostumuz."


Tüylerimin ürpermişti. 


Babamın sesi kulaklarımda çınladı ve ona karşı yaptığım tüm savunmaları bozguna uğrattı. Gerçekten de bu kadar yakın olamazdı Hürkanlarla. Olmamalıydı. Ama karşımdaki adamın onunla karşılaşmaktan korktuğu bile yoktu. Merih'i buraya çağırmak Mirza için zannettiğim kadar da yıldırıcı değildi belki de.


Birden kendimi budala gibi hissettim.


Omuzlarımı düşürmemek için çaba sarf ederek, hızlıca konuyu kapattım. "Kuşları istemiyorum. İkisini de alıp babanın yanına geri dön hemen."


"Biz de verilen hediye geri alınmaz." dedi hazırlıklı bir şekilde. Sanki bunu söyleyeceğimi önceden duymuştu. "Ayrıca babam onları kendi elleriyle eğitti. Kolay mı sanıyorsun papağana laf anlatmak? Biraz hürmet yahu!"


Nefretim o kadar yoğunlaşmıştı ki, resmen tadı ağzıma gelmişti. "Çok uğraştı mı bari o saçmalıkları ezberletirken?" Kollarımı kendime dolayarak arkama yaslandım, bacak bacak üstüne attım. "Ne çekti be şu zavallı hayvanlar sizin cemiyetinizden!"


"Uğraştı, uğraştı da," Kaşlarını çatıp, o da bacak bacak üstüne attı. "Nereden öğrendi o lafları, hiç merak etmiyor musun fıstık?"


"Saçma sapan hitap etme bana," Hırçın bir tavırla homurdandım. "Ayrıca hiç ama hiç merak etmiyorum sizin şu saçmalıklarınızı, biliyor musun? Kim bilir yine ne dalavereler çevirmiştir senin o şeytan baban. Ama oltanıza gelmeyeceğim."


Gür bir kahkaha patlattı. "İyi peki madem. Oğuz'a sorarsın eğer çok merak edersen."


"Kim?" Yanlış duyduğumu zannettim; yüzümü buruşturdum.


Sesimdeki şaşkınlığı duymak haz vermişti ona; suratında keyiften başka hiçbir duygu yoktu. "İkiletme ama beni fıstık. Bunu bile söylememem gerekiyordu aslında ama benden bir lütuf olarak gör. Neredeyse karım oluyordun, bir hukukumuz var yani seninle."


Bıkkın bir nefes üfledim. "Söyleyeceklerin bittiyse defol git evimden, çıktığın deliğe geri dön."


"Şöyle laflar etmesene," dedi çapkın bir edayla, cebinden sigarasını çıkarırken. "Senden daha çok hoşlanacağım yoksa."


Söylediğini duymazdan geldim. "Evimde sigara içemezsin."


Gözlerini üstümden çekmeden sigarayı dişlerinin arasa kıstırdı, cebinden çıkardığı çakmağı yaktı. Hafifçe gülümseyerek, ufak ateşle tütünün ucunu tutuşturdu. Derince içine çektiği nefes, elmacık kemiklerini belirginleştirmişti. Sonra ağzının içinde çevirdiği dumanı yavaşça odaya saldı.


Üflediği nefes, sanki içimdeki ateşi harlamıştı. "Şimdi düşündüm de, içebilirsin ya. Şu yasak çiğneme heyecanına bak, acıdım valla." Başımı geriye atarak, gerçekten de acıyarak süzdüm onu. "Babasının emirleri dışına çıkamayan korkak bir oğlan çocuğusun sen. Eline ilk kez yasak çiğneme fırsatı geçmiş, mutluluğuna gölge düşürmek büyük acımasızlık olur. Ama neyse ki ben sizin kadar acımasız değilim."


Gözlerinde bir şeyler söndü; bir süre hiçbir karşılık veremedi. "Ağzımın tadını bozma güzelim."


"İç hadi," dedim, imtiyaz göstererek. "Var olma çabanı izlemek çok eğlenceli. Babansız bir hiçsin çünkü."


Sesi ağırlaştı. "Demre."


"Mirza." Kaşlarımı kaldırdım. "Zoruna mı gitti gerçekleri duymak?"


"Ağzımın tadını bozdun," Sigarayı hırsla silkerek, ucunda birikenleri yere döktü. Küllerin devrildiği halıdan ince bir yanık kokusu yükselmişti. "Ama asabımı bozma."


Tam bu esnada, daha önce fark etmem gereken bir detayla karşı karşıya kaldım. İçeriye kirli ayakkabılarıyla girmişti. Zemindeki çamurlu izler, haneye yaptığı tecavüzün tatsız bir kanıtı gibiydi.


"Bozarsam ne olur?" Gözlerimi yerden kaldırarak, tekrar ona yükselttim. Dudaklarımı büzmüş, omuzlarımı düşürmüştüm. "Kıyamam, şimdi de erkeklik mi taslayacaksın yoksa? Sen önce bir kalıbını doldur Mirza, sonra zar zor doldurduğun o erkekliği taslarsın."


Zedelenen onuru daha fazla yerinde oturmasına müsaade edemedi. Hırsla ayağa fırlarken, hiddetle tısladı. "Kes sesini, yeter."


Ben de öfkeyle ayağa fırlayarak tam karşısına dikildim. "Senden korkacağımı mı sanıyorsun? Hiçbirinizden korkmuyorum. Hepiniz haddinizi bileceksiniz artık," Göğsünden tutarak hoyratça kapıya itekledim. "Hepinize öğreteceğim haddinizi!"


Sertçe elime vurarak tutuşumdan kurtulduğu esnada aniden üst üste zile basıldı. Sonra birisi sertçe kapıyı yumruklamaya başladı. Elim içgüdüsel olarak cebimdeki telefona gitti ama yarı yolda duraksadı.


Teklememi fark etmişti; kaşlarını çatarken geriye çekildi. "Yoksa birisini mi bekliyordun?"


Olabildiğince rahat gözükmeye çalıştım. "Hayır ama senin bekliyor olman gerekiyordu."


Gitgide şiddetlenen kapıdaki yumruklar, Mirza'yı sonunda yerinden kımıldatabildi. Eşikten geçene kadar öfkeli gözlerini üstümden ayırmamış, dudağındaki sigarayı bile unutacak denli dalgınlaşmıştı.


Kısa bir duraksamanın sonunda kapının açıldığını duydum. 


Birden büyük bir arbede koptu. Evin içine ağır küfürler dolmuştu. Merih'in sesini duyduğum an, tüm bedenimi bir hafiflik kuşattı ve sevincin rehavetine kapılarak güçsüzce koltuğa çöktüm.


"Ulan ben senin feriştahını sikmez miyim şimdi?"


Ama yakasına asıldığı Mirza'yı hışımla salona sokarak duvara çarptığında, korkuyla ayaklandım. İçinde bulunduğumuz durumun ehemmiyeti yeni dank etmişti sanki. 


Ama hemen arkasından odaya dalan iki tanıdık sima, şaşkınlıktan müdahale etmeme engel oldu. 


Çınar resmen Merih'in hiddetini soluyarak peşinden gelirken, Akın denen adam sessizce arkada dikiliyordu. Henüz kimse içerdeki varlığımın farkında değildi.


"Ne işin var lan senin burada?" Merih iki elle asıldığı Mirza'yı kendisine çekip sertçe duvara çarpında tok bir gürültü yükseldi. Duvardaki saat tekinsizce sarsılmıştı. 


"Kızı evde kıstırmak nedir lan?" Çınar birden kafasına patlatınca Mirza'nın başı yana savruldu, saçları önüne düştü. Dişlerinin arasındaki sigara külü üstüne devrilmişti. "Yakışır mı lan adamlığa pezevenk herif?"


Mirza öfkeyle silkelendi ama Merih'in boğazına bastırdığı elleri tüm gücüne takılan bir prangadan farksızdı. "Çekilin lan üstümden it sürüsü sizi!"


"Ver lan şunu!" Çınar gitgide küçülen sigarayı dudaklarının arasından agresifçe çekip aldı. Mirza kıymetli bir eşyasını çalmış gibi ona ölümcül bakışlar fırlatınca, Çınar tiksintiyle yüzünü buruşturdu. Hâlâ yanan sigarayı sertçe omzuna bastırarak söndürmesiyle gözlerim irileşti. "Ulan senin tipini sikeyim ben habeş maymunu."


Mirza acıyla bağırarak geriye kaçılmaya çalıştı; kıyafeti delinmiş, etrafa geniz yakan bir koku yayılmıştı. "Bittiniz oğlum siz. Bu yaptıklarınızı babam öğrenince hepinizi sikip atacak. Kim köpeksiniz lan siz? Ne sanıyorsunuz lan siz kendinizi? Hürkan'ım lan ben!" Akın gitgide gerilen ortamı dizginlemek için vakur bir tavırla Merih'in omzunu tuttu ama Mirza'nın savurduğu son söz, elini geri çekmesine neden olmuştu. "Bir avuç vasıfsız yetimsiniz lan siz! Hiçbir baltaya sap olamamış çürüklersiniz. Sizin ne haddinize lan bana dokunmak orospu çocukları..."


Üç adamdan da aynı anda kısık küfürler taştı.


Daha önce hiç görmediğim bir saldırganlık dirilmişti Merih'in suratında. Resmen tüm bedeni kaskatı kesilmiş, kollarındaki damarlar kabarmıştı. Geniş omuzları ve sırtı, üstündeki kumaş parçasına sığmakta zorlanacak şekilde gerilmişti.


Omzunda ezerek çiğnediği izmariti Çınar'ın elinden hışımla kaptı birden. Hoyratça Mirza'nın çenesini kaptı ve sertçe başını geriye yatırdı; zorla ağzını açtırmıştı. Kısık, hırıltılı bir sesle, "Aç lan şu siktiğimin ağzını aç, yutturacağım sana bütün laflarını."


Gerçekten de yutturmuştu.


Mirza'nın acıyla buruşturduğu yüzünü, öfkeli çırpınışlarını ve zorla izmariti yutuşunu izlerken şaşkınlıktan donakaldım. Elimle ağzımı örttüğümün farkında bile değildim. 


"Lan sen kimsin ki benim evime," Merih çenesini bırakarak karnına yumruk atınca Mirza öğürerek öne doğru büküldü. "Hem de karımın olduğu eve girebiliyorsun?" Tekrar karnına yediği yumrukla düşecekmiş gibi dizleri büküldü. Alnında ter damlaları birikmişti. Yuttuğu izmarit sanki boğazına yapışmıştı, nefessizce öksürüyordu. "Sahipsiz mi sandın lan sen burayı?"


Tekrar vuracakken Akın araya girdi. Sahi, onun burada ne işi vardı? Eli yeniden Merih'in omzunu bulmuştu. "Yeterli."


"Nasıl yeterli abi?" Merih soluk soluğa geriye çekildi, omzunun kıyısından Akın'a asi bir bakış attı. Tek eliyle Mirza'nın yakasını tutmuş, ağırlığını ona vererek yaslanmıştı. Tam anlamıyla duvara çivilemişti onu. "Kuşları görmedin mi?"


Neredeyse fısıldayarak söylemişti bunu; kaşlarım çatıldı.


"Yetmez ulan yetmez buna!" Çınar dinmeyen bir öfkeyle Mirza'nın koluna yapışarak amansızca silkeledi.


Mirza resmen tükürürcesine suratlarına böğürdü. "Doya doya kullanın o ellerinizi, bugün onlarla geçirdiğiniz son gün olacak!"


"Yok, yetmez anasını satayım, yetmez," Merih öfkeyle sırtını duvara çarpınca inleyerek sustu. "Bunu amuda kaldırıp bağırta çağırta andımızı tersten okutacaksın. Anca o zaman yeter."


"Evet lan!" Çınar birden galeyana gelerek hevesle eğildi. "Kaldır lan şunu, amuda kaldır. Bağırta çağırta tersten okutacağım andımızı."


Adamı adeta bir çuval gibi zahmetsizce havaya kaldırdıkları esnada Akın tekrar araya girdi. Fakat ne kadar çekiştirse de Merih'i durduramamıştı. "Bir kere de bokunu çıkarmayın lan!"


Saniyeler içinde baş aşağı dönen Mirza feleği şaşarak etrafa bakındı. Sadece ceketinin ucundan tutan Merih'in tek eli sayesinde havada asılı durabiliyordu. Korkunç bir güçtü. Vücudundaki tüm kan yüzüne hücum etmişti, kıpkırmızıydı. 


Panikle yere tutunarak, böğürmeye başladı. "İndir lan beni yere puşt herif! İndir lan!"


"Tamam." Merih ürkütücü bir hınçla silkeleyerek bırakınca, Mirza büyük bir gümbürtüyle kafasının üstüne devrildi. İki büklüm bir hâlde toparlandı, oturarak sırtını duvara yasladı. Tüm gururu tarumar edilmişti; katliam yapmaya hazırlanan birisinin deliliği çökmüştü yeşil gözlerine.


Susmayacaktı.


"Neler anlattı bize kuşlar keşke bir duysaydın, hele seninki yaşasaydı daha şarkı da söyleyecekti." Hırıltılı nefeslerle güldü. Başını duvara yaslamıştı. Canının yandığı kesik nefeslerinden belliydi; ama hâlâ karşısındakileri kışkırtabilecek inadı vardı. Rahatsız edici bir neşeyle şarkı söylemeye başladı birden. "Zaaflarına bir gece, hatalarına bir Nilüfer, sevgisizliğine bir kalp verdim diyecekti daha zavallı. Ama sadece söyle babana dursun lütfen diye sayıkladı durdu."


Öyle bir durgunluk yaşandı ki, tüm odaya nüfuz eden devasa bir kütleden farksızdı.


Mirza'nın nilüfer kelimesine yaptığı vurgu, tüm eve yayılacak kadar da güçlüydü. Ama bu şarkı sözleriyle neyi kastettiğini anlamayan tek kişi bendim belli ki; çünkü şiddetli bir tufan patlak bulmuştu odanın içinde.


Merih tüm gücüyle göğsüne tekmeyi geçirince Mirza ızdırap içinde küfrederek zemine yığıldı; terli alnını yere yaslamış, gözlerini sımsıkı yummuştu. Ama bu yine de Merih'i yatıştıramamıştı. Bambaşka bir hiddetin pençesindeydi; resmen gözleri kararmıştı. Ansızın belindeki silahı çıkardığını görünce dehşet içinde ileriye atıldım.


Fakat henüz iki adım bile atamamıştım.


Akın tek hamlede elini bükerek aşağıya indirmiş, henüz tetiği bile çekilemeyen silahı kaparak hızlıca yere fırlatmıştı. Yerde kayarak ayaklarımın dibinde duran tabanca, bir anlığına ilgimi üstünde tutabildi. İnsanı irkilten bir gümbürtü duyunca başımı geri kaldırdım.


Akın, binbir güçlükle zapt ettiği Merih'i muazzam bir hâkimiyetle duvara çarpmıştı. Göğsündeki bütün havanın boşaldığını, koyu saçlarının alnına devrildiğini gördüm. Sanki evin tüm duvarları bu kaya kadar sert bedenle sarsılmıştı; her an üstümüze yıkılacakmış yanılgısına kapılmak çok kolaydı.


Ama gözleri...


Gözleri resmen zihnimdeki bütün düşünceleri defetmişti. Akın'a kenetlenmiş olan iki tezat renk, tıpatıp aynı duygularla koyulaşmıştı. O kadar kararlı bir bakıştı ki bu, kendini neye ikna ettiğini öğrenmekten bile korktum.


"Kendine gel lan, sen Merih Karahan'sın. Başkası değil!" Akın'ın gürleyişi beni durduğum yerde sıçrattı, karşımdaki iki adamın uzlaşma çabasından ürkerek, geriledim. "Duydun mu lan beni? Sen Merih'sin, sadece Merih. Baban gibi acımasız biri değilsin sen."


Ama sözleri onu daha da çileden çıkarmıştı; resmen yatıştırması güç bir yırtıcı gibi ellerinin altında çırpınıyor, öfkeyle burnundan soluyordu. Sıkılı dişlerinden korkunç bir hüküm döküldü. "Silahımı ver."


Akın'ın bu buyruğa girmeyeceğini bilmeme rağmen panikledim. Elini kana bulayamazdı; asla izin vermezdim. Çabucak ayaklarımın ucundaki silahı kaparak arkama sakladım. Ellerimin arasındaki ağırlık ruhumu sendeletse de dimdik ayakta durabildim.


Ama neyse ki kimsenin beni fark ettiği yoktu.


Akın boğuşmayı bırakması için sertçe duvara çarptı sırtını, yüzüne sokularak sakin bir hiddette mırıldandı. "Bak bana, bak! Şimdi ben yerden bir taş alsam," Bir lahza sustu; yakasındaki yumruklarını gevşeterek geri sıktı. Tıpkı Merih gibi, Çınar'ın da gözleri nemlenmişti; sanki ikisi de cümlenin devamında ne geleceğini zaten biliyordu. "Bu taşla kendi başımı yarsam, benim canım yanar..."


"Ama benim başım kanar." Merih sözünü kesmiş, sonunu getirmişti.


Akın hafifçe geriye çekildi, yavaşça başını salladı. "Benim canım yanar ama senin başın kanar. İşte sen böyle bir adamsın, Merih Karahan." Sıktığı yumruğunu üst üste göğsüne vurdu. "Sakın nasıl bir adam olduğunu unutma, unutturmalarına da göz yumma."


Tam anlamıyla şok olmuştum. 


Akın'la arasında hiç umulmadık bir yakınlığın olması, kırk yıl düşünsem yine de aklımın ucundan dahi geçemezdi. Konağa baskına geldiklerinde ve yine kazadan sonra bizi hastanede ziyaret ettiklerinde değil kısacık bir konuşma, tanıdıklık sezdiren bir bakışma bile geçmemişti aralarında.


Ama şimdi, şaşırtıcı bir biçimde sözleriyle onu sakinleştirebilmişti. 


Merih başını geriye atarak, gölgeli gözlerini adama dikti. Göğsü yavaşça sönmüş, inmişti. Akın sonunda hâkimiyeti sağladığına emin olarak ellerini gevşetti, yakasını bırakabildi.


Ben de rahatladım, derin bir nefes vererek ellerimi gevşettim. Arkamda sakladığım silah, kalçama sürttü.


Bu ufak kımıldanma Merih'in dikkatini dağıttı; gözleri birden beni buldu. Sanki oradaki varlığımı yeni anımsamış gibi şaşkın göründü. Akın nereye baktığını anlayınca önünden çekildi; gözlerimiz birbirine değdiğinde, o da afallamıştı.


"Demre?" Merih'in ismimi derin bir uykudan uyandırırcasına narin söylemesi, anında yatıştırmıştı beni. 


Hızlıca sırtını duvardan ayırarak yanıma doğru geldi. Ama hâlâ gözle görülebilecek kadar belirgin olan gerginliği, çatık kaşları ve emin adımlarla üzerime gelen iri cüssesi beni endişelendirmişti. Silahı elimden almasından, yine bir taşkınlık yapmasından korktum. Hızlıca arkama geri götürdüm. 


Gözleri arkama saklanan ellerime inerken adımları duracak kadar yavaşladı ama durmadı. Kaşları gevşedi, telaşı dindi. Yumuşak bir esinti gibi yanıma sokulduğunda tek eli belime, diğeri de yanağımın üstüne kapandı. İstemsizce ürperdim. Elini usulca sırtıma doğru kaydırarak ufak bir güçle beni kendisine çekti.


"Silah için gelmiyordum, senin için geliyordum." Gözlerindeki dağınıklığa uzun süre bakmama müsaade etmemişti; üzerime eğilerek boynuma doğru sokuldu. Diğer eli enseme doğru kaymış, saçlarımı okşayarak üstüne kapanmıştı. "Silah sende kalsın. Sana kendimden daha çok güveniyorum."


İçime bir sıcaklık yayıldı.


Ellerim içgüdüsel olarak çözüldü, boynuna dolandı. Sımsıkı tuttuğum silahın yükü sırtına binmişti. Boyu o kadar uzundu ki eğilmiş olmasına rağmen üstümüzdeki iki çift gözü göremiyordum. Belki de bu yüzden odada yalnız olduğumuz yanılgısına kapılabildim.


Dudaklarını omzuma bastırarak geriye çekilince üstümdeki sıcaklığı biraz da olsa kalktı ve beni içten içe huysuzlaştırdı. Öptüğü yerde ufak bir yangın vuku bulmuştu. Ama o aramıza mesafe sokarak gözlerini üstümde gezdirmekle meşguldü. "İyi misin sen? Bir yerine bir şey olmadı, değil mi? Dokundu mu bu piç sana?"


"Hayır, dokunmadı." dedim çabucak. "Zaten hemen seni aradım."


Kaşları tekrar çatıldı. "Ne konuştu seninle peki? Dinledim ama sesler boğuk geldiği için hiçbir şey anlayamadım."


"Kuşları getirmiş, onlarla ilgili konuştu sadece." Gözlerinin içine bakarken bir an duraksadım. Mirza'nın bahsettiği hastalığı tabii ki ona sormayacaktım; ama o kadar merakla dolmuştum ki resmen dilimin ucuna kadar varmıştı. "Başka bir şey söylemedi."


Endişeleri dinmiş değildi; ama yine de gülümsedi. "Tamam, biz şunu halledelim," Başıyla yerde kıvranan Mirza'yı gösterdi. Tekrar bana dönerek iki eliyle hafifçe yüzümü tuttu. "Sen burada otur, endişelenecek bir şey kalmadı. Bir daha asla böyle bir rezillik yaşamayacaksın, söz veriyorum sana."


Gözlerinin içine bakarak başımı salladım; verdiği söz her nasılsa beni hafifletmişti. Elimdeki silahı kenara koyarak yavaşça koltuğa oturdum. Merih yanımdan uzaklaşırken, diğer ikisi çoktan Mirza'yı yattığı yerden kaldırmış çıkışa sürüklemişti.


Oturduğum yerden bir süre kapının önündeki atışmaları dinledim. Gözüme tekrar silah ilişti. Hiçbir zaman hayatımdan eksilmeyecek bir musallata dönmüştü resmen. Nilüfer kimdi hem? Şarkıda özellikle oraya vurgu yapmıştı; kasten kışkırtmaya çalıştığı belliydi. Hatalarına bir nilüfer, sevgisizliğine bir kalp verdim. Neyi ima ediyordu bu?


Hangi yarayı deşmeye çalışıyorsa başardığı belliydi; çünkü o bu sözleri sarf ettikten sonra odada bariz bir öfke harbi yaşanmıştı.


Birden boş bulunarak kapıda beliren Akın, zihnimi susturdu. Kısa bir anlığına gözlerimiz kesişti; ama o çabucak kaçırarak tekrar dış kapıya doğru uzaklaşmıştı. 


Hızlıca yerimden kalktım, peşine düştüm ve onu tam evden ayrılırken yakaladım. "Siz başkomisersiniz, değil mi? Doğru hatırlıyorum?"


Tutuk bir sessizlik oldu. Eşikte onu uğurlayan Çınar ile Merih de bana dönmüştü. Hepsinin gözü üstümdeydi artık.


"Doğru hatırlıyorsunuz," Akın hafifçe gülümseyerek basamakları indi; bir an önce buradan uzaklaşma gayesindeydi. "Gençlerin ifadesini alıyordum geçen haftalarda yaşadığınız araba kazası için, soruşturma devam ediyor. O esnada haneye tecavüz olduğunu duyunca," Merih'le aralarında anlık bir bakışma yaşandı. "Asayişi sağlamak adına ben de geldim. Artık sorun hallolduğuna göre, işimin başına döneyim. İyi günler herkese."


Üçü de bu bahaneye inanmadığımın farkındaydı; ancak hiçbiri bozuntuya vermemişti. Merih'e söyledikleri, tesadüfen hayatına giren yabancı bir polisten duyulabilecek türden laflar değildi. Aralarında derin bir bağ vardı, kuşkusuz.


Akın hiçbir yanıt beklemeden büyük ve seri adımlarla bahçeden çıktı. Bir an önce buradan uzaklaşmaya çalışır gibi telaşlıydı. Keza Mirza'dan da hiçbir iz kalmamıştı etrafta; sokak sessiz ve az önce yaşananları insana unutturacak kadar da sakindi.


Merih kapıyı örtüp bana döndüğünde gözüne vestiyerdeki kafes ilişti. Huzursuzlandı, duruşu ve bakışları değişti. Kafesin dibindeki telef olmuş kuşa bakarken, "Başka ne söyledi bu?" diye sordu.


Ben de kuşa baktım. Ürpermemek için kendimi zor tutmuştum. Bağırışları zihnimde yankılanırken, "Hatırlamıyorum, o esnada çok panikledim." diyerek, geçiştirdim.


Kısmen doğruydu da. Aziz'in, Merih için eğittiği papağanın söylediği her kelime birebir aklıma kazınmıştı; fakat benim için eğittiği kuşun söyledikleri kesik kesikti. Emin olduğum tek şey, Cemre'nin ölmeden önceki çığlıklarını taklit etmeye çalışmış olmasıydı. Ama bu kadar detaylı bilmesi de imkansızdı. Peki ama nasıl öğrenmişti? Nasıl mümkün olabilirdi bu? Mirza'nın kurnaz sesi zihnimde yankılandı birden.


Oğuz'a sorarsın eğer çok merak edersen.


Kan donduran bir şeytanlıktı bu. 


"Bizim ufak bir görüşme yapmamız gerekiyor," dediğini duyunca Merih'in, düşüncelerim tekrar dağıldı. Gözlerimi kafesten ayırarak ona baktım. Hâlâ gergin ve sinirliydi. "Hemen geleceğiz."


İkisi birlikte yanımdan geçerek koridorun diğer ucuna yürüdü. Nereye gittiklerini anlamak için beklemeye koyuldum. Yoksa onu odasına mı sokacaktı? Birbirine çarpan anahtar sesleri duydum. Yanılmak istemiştim ama gerçekten de Çınar'la birlikte kilidini açtığı odasına girmişti.


Ne saklıyordu orada? Beni bir kere bile içeriye sokmamıştı ama Çınar eve adım attığı ilk günden bile girebilmişti. Bana bu kadar mı güvenmiyordu? Aynı anda hem kırgınlıkla, hem kızgınlıkla, hem de ince bir kıskançlıkla bezendim.


Sonra birdenbire beklenmedik bir cesaretle doldum.


Koşarak koridoru aştım, henüz Merih kapısını kapatamadan büzüşerek küçük aralıktan içeriye daldım. Rüzgarım bile henüz suratına çarpamamıştı. Öyle ki neye uğradığını şaşırdı; o kadar hızlanmış ve ufalmıştım ki kaşla göz arası içeriye neyin girdiğini dahi algılayamamıştı.


Her tarafı görebilmenin heyecanıyla gözlerimi her tarafa dokundurdum. Ama oda karanlık denecek kadar loştu; çünkü bütün kalın perdeler sonuna kadar çekilmişti. İçerisi buram buram Merih kokuyordu; içime çektiğim her soluk, nabzımı hızlandırmaya bile yetmişti.


Ama yatak yoktu. Odada resmen yatak yoktu.


Sadece büyük bir koltuk konulmuştu ve tam karşısındaki duvara bakıyordu. Karanlıktan ötürü hiçbir şey görünmüyordu ama duvarın üstü bir sürü notlarla doldurulmuştu.


Ancak sadece on saniye içerisinde görebildiklerim bunlardan ibaretti çünkü daha fazla etrafı irdeleyecek lüksüm yoktu.


Odanın ortasında dikilen Çınar'a koşarken, olabildiğince doğal çıkması için uğraştığım bir sesle, "Çınar nasılsın ya? Ne zamandır görüşemiyoruz, çok merak ettim seni." dedim. Bir yandan da kıyıdaki çalışma masasına kaçamak bakışlar atıyordum.


Üstündeki dosyalarda ne vardı acaba?


Çınar bir şey söylemeden önce afallayarak bana, sonra arkadaşına bakındı. Gözlerindeki bakış bana kendimi tekinsiz hissettirdi. Merih kızgındı. Ama arkama dönüp de nabzını ölçmeye çekinmiştim.


"İyiyim iyiyim, merak etme." Gülümseyerek ensesindeki saçlarını kaşıdı. Arkamda ne gördüğünden habersizdim ama ihtiyatlı bir şekilde, hafifçe geriye çekilmişti.


Tam bu esnada sırtıma uğursuz bir esinti çarptı; eli belimi bulduğunda kalbim yerinden çıkabilmek için kıvranmaya başladı. Öne doğru kayarak karnımın üstüne gelen eli, gücünü hissettirecek şekilde beni geriye doğru çekti. "Yolunu şaşırdın herhalde karıcığım. Gel hadi, ben seni yola getireyim."


Sesindeki meşumluk beni ürküttü. Nazik ve yumuşaktı ama duyulmasından çekinmediği sert ikazlar da saklıydı. Bir daha asla aynı tedbirsizliği yapmayacağını anlamıştım. Bu odaya ilk ve son girişimdi. Birden bunu fark etmek daha da cesaretlenmeme neden oldu. 


Hazır girebilmişken, olabildiğince içerde kalacaktım.


"Yok kocacığım, yolumu falan şaşırmadım." dedim masum vurgularla; ama hâlâ dönüp de ona bakmaya yeltenmemiştim. Çünkü gözlerini görürsem bütün cesaretimi yitirebilirdim. Tekrar Çınar'a laf atarak ilgiyi dağıtmaya çalıştım. "Kazadan sonra hiç görmedim seni, ne kadar zaman oldu. Bacağını yaralamıştın. Merak ettim valla, hem Sinem de seni sorup duruyordu."


Çınar kendisini hedef tahtası hâline getirmemin gerginliğini yaşarken, birden gevşedi. Bastıramadığı bir merakla, bana doğru ufak bir adım attı. "Sinem beni mi sorup duruyordu?"


Merih'in karnımdaki elinde bariz bir güç artışı oldu; sırtıma sürtünen göğsü resmen duvardan farksızdı. Çınar'ı oltaya getirmiş olmamın siniri, aldığı nefeslerde bile vardı. Her an beni sürükleyip odadan kovamaya hazırdı.


"Evet evet," Hevesle konuşmayı sürdürmek için çırpındım. "Sinem seni çok merak etti. Yaralandığın için çok endişeliydi."


Çınar kaşlarını çatarak dalgın dalgın mırıldandı. "Geçen gün ilk kez konağa gittim, Sinem'le de karşılaştık ama hiç beni merak etmiş gibi durmuyordu."


Ne diyeceğimi şaşırdım; resmen kekeledim. "Öyle mi? Yok ya, sen anlamamışsındır. Sinem biraz çekingendir. Erkekler anlamıyor böyle sinyalleri, hiç şaşırmadım ondan."


"He sen bayağı hâkimsin yani erkeklere sinyal göndermeye?" Merih'in tepemden yükselen agresif sesini duyunca büsbütün panikledim.


Saçma sapan bir yere kaymıştı konuşma.


"Daha neler, ben gözlemliciyim sadece." Gülerek gerginliği dağıtmaya çalıştım; neredeyse soğuk terler dökecektim. Gözlerini yük gibi üstümde hissetmeme rağmen hâlâ arkama hiç dönüp de bakmamıştım.


Bu zamana kadar hiç yakalayamadığı sinyaller Çınar'ın dikkatini darmadağın etmişti resmen; konuştuğumuz hiçbir şeyi duymuyordu artık.


Merih'in beni geriye götürmeye hazırlandığını sezince birden ileriye atılarak elinden sıyrıldım. Karnımda tutuşunun izi kalmıştı sanki; sıcaklığı hâlâ tenimdeydi. "Aa, burada yatak yok!" 


İlk defa fark ediyormuş gibi davranarak çabucak deri koltuğa oturdum, hafifçe zıpladım. Her an yakalanma korkusuyla hızlı hızlı hareket ediyordum. 


Dosdoğru karşı duvardaki notları incelemeye başlayınca, Merih saniyeler içinde uzanıp ip gibi bir şeyi aşağıya çekti; bunu yaparken gözlerini üstümden bir an bile ayırmamıştı. 


Aniden sinevizyon perdesini andıran beyaz, kalın bir şey tavandan düşerek tüm duvarı ve üstündeki notları örttü. Çıkardığı gürültü beni irkiltmişti.


"Yine de iyi çabaladın yenge." Çınar'ın kenardan sırıtarak söylediğini duymazdan geldim. Sadece kısa, ters bir bakış fırlatmıştım.


"Sen her gece bu koltukta mı uyuyordun? Nasıl sığıyorsun ya buraya? Upuzun bir şeysin sen, sığmazsın." Merih'in tek kelime etmeden, devasa bir dağ gibi üzerime geldiğini görünce telaşla konuşmaya devam ettim. "Kirlidir şimdi bu oda, bir ara ben temizleyeyim istersen." Hâlâ konuşmuyordu; neredeyse yanımdaydı artık. Sırf bir şeyler yapmış olmak için eğilip çabucak parmağımı yere sürttüm. "Tozlanmıştır her yer."


Hiç tozlanmamıştı; aksine her yer tertemizdi. Zaten içerde ferah bir koku da raks ediyordu. Belli ki düzenli olarak kendisi temizliyordu.


"Şu masanı da düzenlerim istersen." Yanıma varmasına bir adım kala ayağa fırladım. Bu sefer de masadaki dosyalara yönelmiştim. Sunduğum teklif çok gülünçtü çünkü masadaki her şey çok nizamiydi, hiçbir dağınıklık yoktu. 


Tam bu esnada masanın ucunda duran ufak çerçeveyi fark ettim; ama içindeki silüetlerin kime ait olduğunu seçemedim.


Bir adım daha yaklaşabilsem...


Ama ayağım havada asılı kaldı, zeminle bile buluşamadı. Merih beni ürküten bir çeviklikle belimden yakalayarak yere çivilemişti. Saniyeler içinde kolunu bacaklarımın altından geçirmiş, hızlı bir manevrayla kucağına almıştı.


Aniden ayaklarımın yerden kesilmesiyle şaşırarak boynuna tutundum. 


Dertli dertli nefesini verirken, gözlerini gözlerime dikti. "Konaktaki odama da böyle fare gibi girer etrafı kurcalardın zaten sen." Kapıya doğru yürüyerek hızlıca hole çıktı; Çınar çoktan kapıyı arkamızdan örtmüştü. "Ben karımı bilmiyor muyum? Boşuna kilit vurmadık biz o odaya."


"Ya of Merih!" Beni salona götürürken huysuzlanarak ayaklarımı salladım, havaya tekmeler attım. Bomboş bir şekilde o odadan çıkmış olmak sinirlerimi bozmuştu. "Ne gizliyorsun benden bu kadar? Ne yapacağım sanki, bana hiç mi güvenmiyorsun? Ama sen bekle, öğreneceğim ben her şeyi. Yakandayım artık."


Babamdan önce öğrenemezsem her şey çok kötü olurdu.


Henüz salona yeni girmişken, duraksadı. Dudaklarını birbirine bastırarak güldü. "Bu yakamda olmadığın hâlin miydi?"


Öfkeyle homurdandım. "Evet, ne yaptım sanki!"


"Bu kadar mı çok girmek istiyorsun odama?"


Bir karış ötemde gülümseyen suratına ters ters baktım. Ama nasıl bu kadar yakışıklı olabilirdi? Bir anlığına dudakları dikkatimi dağıtınca gaflette bulundum. Nereye baktığımı görünce gülümsemesi iyice yayıldı. Nabzımın hızlandığını hissettim; çabucak geri gözlerine yükseldim.


Hiç beklenmedik, yoğun bir bakışma yaşandı aramızda.


Sonra birden, üstüne hiç düşünülmemiş bir cümle taştı dudaklarımdan. "Odanda yatak yok."


"Koltuk da kâfi." Gözlerinden edepsiz bir bakış geçti. "Yatak aratmam sana merak etme."


Yaptığı ima karnıma yakıcı bir his saplarken, hafifçe omzuna vurdum. "Ne sapık adamsın. Onu mu diyorum ben? Şaşırdım sadece yatak olmamasına."


Kaşlarını çatarak yüzünü ekşitti. Koltuğa doğru yaklaşarak beni yavaşça üstüne bırakmıştı. Tek dizinin üstüne çökerek benimle aynı hizaya geldi; bacaklarımı kendi bacaklarının arasına hapsetmişti. "Ayıp olmuyor mu biraz? Karımın sapığıyım ben sadece."


Kollarımı kendime sararak arkama yaslandım, bir yandan da sessizce homurdanıyordum. "Sıkıyorsa başkasının ol zaten."


Elleriyle iki yanımdan bacaklarımı tutarak birden beni kendisine doğru sürükledi. Sırtım koltuktan ayrıldı, ona doğru kayarak omuzlarına tutundum. Gülümseyerek başını geriye attı, gözlerini kısmıştı. "Bana bak, sen gün geçtikçe kıskanç bir şeye mi dönüşeceksin yoksa?"


Ufak bir fiske attım yanağına. "Sen çok mu farklısın sanki? Sinyal diye kudurdun az önce."


"Ha doğru, şu mesele," dedi aydınlanmış gibi suratı gevşerken. Artık gülümsemiyordu. Bacaklarımdaki elleri bile sıkılaşmıştı. "Madem bu kadar iyi anlıyordun erkeklerin sinyallerini, benimkileri anlaman niye bu kadar uzun sürdü?"


Bir an ne diyeceğimi bilemedim; gülmemek için kendimi tuttum. Gerçekten de samimi bir yanıt duymayı bekliyordu benden. Ellerimi omzundan çekerek kucağımda kenetledim. "Seninle çok farklı bir ilişkimiz vardı çünkü."


Hafifçe tek kaşını kaldırdı. "Farklı?"


"İkimiz de birbirimize güvenmiyorduk." dedim, kısa bir süre düşündükten sonra. Konağa ilk adım attığım günlere gitmiş, Merih'in bana yaşattığı; kimi zaman da benim ona yaşattığım zorlukları anımsamıştım. "Ama daha çok da senin yüzündendi bu. Bir gün kendine çekip, diğer gün itiyordun beni."


"Fena mı işte?" Ukala bir tavırla sırıttı. "Biraz feleğin şaştı, kendine geldin."


Bacağımdaki elini itekledim. "Ben de senin feleğini şaşırtayım da gör sen."


Elini geri bacağıma koyarak arsızca biraz daha yukarıya kaydırdı; artık kalçamdaydı. Dirseklerini koltuğa yaslamış, iyice yüzüme doğru sokulmuştu. "Sen benim feleğimi her gün şaşırtıyorsun zaten. Çok orantısız bir intikam oluyor ama bu." Gözlerimin içine bakarak belli belirsiz gülümsedi. "Şu güven sorununu da hallettik mi seninle, işte o zaman düzlüğe çıkacağız yavrum."


Kalbimin teklediğini duydum. Keşke hep böyle seslense bana. Soluklanmaya çalışırken, "Bana kim olduğunu anlatırsan hallolur anca o güven sorunu." diye fısıldadım. 


Ansızın onlarca soru, şüphe ve merak ablukaya aldı sanki zihnimi; ama hiçbirini dile getiremedim.


Baban nasıl bir adam? Nilüfer kim? Yoksa eskiden ona mı aşıktın? Hâlâ aklına geliyor mu? Baban ona bir şey mi yaptı? Gerçekten de hastalığın var mı? Yoksa sırf beni kuşkularda boğmak için Mirza'nın söylediği bir yalan mı bu? Akın'la aranda nasıl bir ilişki var?


"Zamanı var, acelesi yok." dedi, çizgiyi çeken bir kesinlikte ama aynı zamanda teselli eden bir yumuşaklıkta. O kadar yakınımdaydı ki kaslı karnı dizlerime sürtünüyordu. Sonra birden konuyu bambaşka tarafa sürükleyerek beni şaşırttı. "Neden tatile peşimizden bir ton insan sürükledin? Şöyle hatunla baş başa bir tatil yapacaktık işte. Babanı bile binbir güçlükle ikna etmiştim."


Zihnimdeki tüm sorular dağılıverdi. Kaşlarımı çatarak, yüzünü daha iyi görebilmek için hafifçe geriye çekildim. "Babamı sen mi ikna ettin?"


"Fikir ondan çıktı aslında ama ikna etmek gerekti," dedi dalgınlaşarak; aralarında geçen tatsız çekişmeleri anımsamıştı sanki. "Hâlâ sana zarar vereceğimi düşünüyor. Güvenini kazanamadık henüz kayınpederin." Bir an gözlerinden kinaye geçti. "Gerçi kızının da kazanamadık henüz ama hadi neyse. Baba kız saldırın üstüme."


Kendimi tutamayarak güldüm. Suratında o kadar gülünç bir sitem vardı ki hayıflanan ufak bir oğlan çocuğuna benziyordu. "Mecburdum diğerlerini de çağırmaya."


Kaşlarını çattı. "Niye mecbur olacakmışsın?"


Çünkü senin ifşalarını kameradan alabilmek için o konağa babamla birlikte girmek zorundaydım ve o an için aklıma başka bir bahane de gelemedi.


"Kızlarla hayalimiz vardı, birlikte tatile çıkma hayali," Tam olarak yalan da sayılmazdı bu, gerçekten de sık sık böyle şeylerin hayalini kurardık. Ama ben yine de yakalanma korkusundan ötürü gözlerine bakmaktan kaçındım. "Beren'i hesaba hiç katmamıştım gerçi, nereden bileyim gelmek isteyeceğini? Bana da sürpriz oldu."


Geriye çekilerek dirseklerini koltuktan ayırdı, sisli gözlerle etrafı taradı; aramıza soktuğu mesafe beni sönük hissettirmişti. Düşünceli ve derin bir sesle, "Beren'den zarar gelmez." dedi.


"Ondan gelmeyecekse kimden gelecek ki?"


Gözleri tekrar bende sabitlendi. Birden elini kaldırarak nazikçe yanağımı okşarken, "Kimseden gelmeyecek." dedi. Kararlılıkla dolmuştu yine. "Kimsenin sana zarar vermesine izin vermeyeceğim, merak etme. Ben yanındayken hiç kimse sana elini süremez."


Nilüfer'e de aynısını söylemiş miydi acaba?


Canımı sıkmıştı bu düşünce. Neredeyse dilimin ucuna kadar varan soruyu yine binbir güçlükle yutabilmiştim. Ama içten içe kararımı da vermiştim; gerçeği ondan değil, ablasından öğrenecektim.


Zihnimdeki kargaşadan habersizce, elini çekerek ayağa kalktı. "Çınar'ın yanına gideyim, sen de burada uslu uslu otur. Baban birazdan burada olur zaten, ona da haber verdim." 


Telaşlanarak, "Bir taşkınlık yapmasın?" diye sordum. Yaşananları elbet babama anlatacaktım zaten ama her şey bu kadar tazeyken ona hâkim olamamaktan ürküyordum.


"Yapacaksa bile sadece sen yatıştırabilirsin onu," dedi kapıya doğru uzaklaşarak. Gözden kaybolmadan saniyeler önce kurnaz bir şekilde sırıttı. "Bir an önce bana güvenmesini sağlamak için böyle bir anda onunla ittifak olmak zorundaydım, yapacak bir şey yok."


Sırf babamla ilişkisini düzeltmek için kendi çıkarını gözetmesi beni güldürdü. "Gerçekten çok işgüzar bir adamsın Merih."


Yalnızca gülerek yanıt vermişti. Birkaç saniye sonra odasına girdiğini duydum, nefesimi üfleyerek arkama yaslandım. Hâlâ kafesindeki papağanın ufak kımıldanma seslerini duyabiliyordum. Neyse ki artık hiç sesi çıkmıyordu, bağırışları da tamamen dinmişti.


Bir süre öylece oturarak, soluklandım. 


Acaba gidip kapılarını dinlemeli miydim? Ama kendime yakalanmamanın güvenini de veremiyordum; şayet yakalanırsam, kendimi aptal gibi hissederdim. Üstelik bu kadar bariz bir şekilde de eşelememem gerekiyordu. Bu yüzden vazgeçip, Merih'in sözünü dinleyerek uslu uslu oturmaya karar verdim.


Sırf kendi kıçımı kurtarmak için Sinem'inkini yakmıştım.


Hiç beklemeden Çınar'a onu ifşaladığımı hatırlayınca keyiflenmiştim. Duyduğunda bana çok kızacak, diye düşündüm hafiften tırsarak. Ama fena da olmadı, birisinin bunlara dışardan müdahale etmesi şarttı. Belki de aralarındaki tek engel Sude'ydi; çünkü hâlâ Çınar'a karşı hisler beslediğine şüphem yoktu.


Birden kapı yumruklanınca oturduğum yerde sıçradım. Babamın boğuk sesini duyunca koşarak kapıya gittim ve hiç oyalanmadan açtım. Bu esnada Merih'in de odadan geri çıktığını görmüştüm.


"Demre?" Babam telaşla basamakları çıkarak içeri daldı. 


Bahçedeki bir düzine adamı görünce neredeyse nutkum tutulacaktı. Mahalle sakinlerinin bu manzarayla karşılaşmamasını umdum sessizce. Kollarıma tutunan ellerle ürperdim, ilgim tekrar babama kaydı. "İyi misin? Bir şey olmadı değil mi sana?"


"İyiyim hiç bir şeyim yok, merak etme," dedim çabucak. Geride durarak duvara yaslanmış olan Merih'le göz göze gelmiştim. Tekrar dipsiz bir kuyuyu andıran gözlere döndüm. "Merih o kadar hızlı geldi ki en fazla on beş dakika konuşma fırsatı buldu Mirza."


Babam saldırgan bir öfkeyle Merih'e döndü. "Nerede o puşt?"


Hızlıca araya girdim. "Haddini bildirdiler baba, merak etme. Bir daha böyle bir şeye kalkışacağından şüpheliyim."


"Bildirdiler derken?" diye sordu babam, kaşlarını çatmıştı. Gözleriyle bir tehlike yakalamak amacıyla etrafı tarıyordu. "Başka kim vardı?"


"Çınar'la..."


Merih birden sözümü böldü. "Çınar'la ben sadece."


Tekrar gözlerimiz kesişti; o kadar tasasız ve doğal bir tavırla söylemişti ki bu yalanı, hayran kalmamak işten bile değildi. Ben de bozuntuya vermeyerek, "Sadece ikisi vardı." diye onayladım.


Ama bu iyiliğimin bedelini ondan söke söke alacaktım.


Babam, insanın ruhunu eşeleyen bir bakışla gözlerini ikimizin üstünde gezdirdi. Sonra derin bir nefes vererek, çenesini dikleştirdi. Elini buyurgan bir tavırla kaldırmış, "Nerede bu Çınar denen delikanlı? Kendisine bir teşekkürü borç bilirim." demişti.


Kendisinden bahsedildiğini duyan Çınar birden odadan çıkageldi. Merih'in huzursuzlaştığını, kendi odasına doğru kaçamak bir bakış attığını gördüm. İlk defa, zihninden ne geçtiğini duyabilmiştim. İstemsizce ben de gerildim.


Babamın o odayı görmesi büyük bir felaket olurdu.


Çınar hürmetten düşen omuzlarıyla babama yaklaştı, tokalaşmak için elini uzattı. Ela gözlerinde anlayamadığım bir bakış vardı. Ama tıpkı Merih gibi, o da tepeden tırnağa kasılmıştı.


"Ezilip büzülme karşımda oğlan, doğrul." Babam iki elinin arasına hapsettiği eli sıkarken, derinlerden yükselen bir sesle mırıldandı. "Madem kızımı korudun, artık ahbabım sayılırsın. Ben ahbabım dediğim adamı önümde küçültmem."


Çınar dediğini yaparak doğruldu ama mahcup olmuştu. "Estağfurullah, Bülent Bey."


Babam elini hafifçe sallayarak, gölgeli bir sesle, "Bize ahbap olmak işte bu kadar kolay," dedi. Sesi içtendi ama yadsınamaz bir tehdit de mevcuttu. "Ahbabımızın devletiyiz," Merih'e kaydı birden karanlık gözleri. "Hasmımızın belasıyız."


Merih hafifçe gülümseyerek başını eğdi.


Ortamın kızışmasını hiç istemediğimden, çabucak araya girdim. Babamın yine dilinin kemiği yoktu anlaşılan; Merih'i iğnelemekten geri durmayacaktı. "Baba hadi gidelim biz. Onların bazı işleri var."


Araya girmem hoşuna gitmedi. Bana omzunun kıyısından sorgulayan bir bakış dokundurdu. Yaptığım her şeyden kuşkulanıyordu; davranışlarımın altındaki asıl amaçları hemen sezebiliyordu resmen.


"Daha fazla bu evde durmak istemiyorum şu anda," diyerek açıkladım, onu tatmin edemediğim için. "Kendimi güvende hissetmiyorum, eve gidelim."


Son sözüm suratındaki tüm sorguyu darmadağın etti. Çınar'ın elini bırakarak bütün bedeniyle bana döndü. Artık ilgisi tamamen bana kaymıştı. "Ben yanındayken etrafındakiler güvende hissetmeyecek, sen değil. Ama gidelim, hadi evimize gidelim."


Bu sözün onun için ne kadar hassas duygular barındırdığını o an fark edebilmiştim. Evimize gidelim cümlesini kurarken bile sesi titremişti. Heyecanı ve sevinci her kelimesinde duyulabiliyordu.


Elini sırtıma koyarak kapıya döndüğümüz sırada vestiyerdeki kuşlar gözüne takıldı. Aniden zemine çakılı kaldı; eli yavaşça belime doğru kaymıştı. Eşikte bekleyen Ufak Ömer'e doğru başıyla keskin bir manevra yaptı. "Alın atın şunları da nereye atıyorsanız."


Ömer abi anında harekete geçti. İçeriye girdiği esnada telaşla onu durdurdum. "Hayır, bırakın kalsınlar. Hayvanın hiçbir suçu yok, zaten diğeri çoktan öldü."


Babam şaşırarak bana baktı. "Emin misin?"


"Eminim," dedim hemen. "Bırakın kalsın, güzel kuş."


Cemre hakkında söyledikleri kafamı çok kurcalamıştı. Panik hâlinde yeterince algılayamamıştım ama Merih'le ilgili bir şeyler de duyduğuma emindim. Böyle bir şey yapmak hiç istemesem de gerekirse tekrar konuşmasını sağlayacaktım.


"Peki madem, kalsın şimdilik." Babam bu isteğimi garipsemiş olsa da fazla üstelememişti. Evden çıkarken, ben de peşine takıldım; basamakların başında duraksayıp Merih'e baktım.


"Akşam konakta görüşürüz." dediğini duyunca gülümsedim. İkisine de veda ederek bahçeye çıktığımda, temiz hava sanki bütün ciğerlerimi arındırdı. 


Aniden incir ağacından yükselen birkaç kuş, birbirine karışan kanat sesleriyle beni irkiltti. Başımı geriye attım, tepemizdeki uçuşlarına baktım. Aziz'in sesi rüzgarın uğultularına karışarak kulaklarımda çınlayınca ürpermiştim.


"Ama sen yine de bırak kuşu, düşsün; belki bir gün kanadı olduğunu hatırlar."


Önüme dönerek babamın arkasından yürüdüm. Dalgınlaşmıştım. Gölge gibi peşimizden gelen adamlarla birlikte siyah minibüse doğru ilerledim. Tam babamın arkasından girecekken, sokağın ötesinde dikilen iki karartı gözüme ilişti.


Şaşırarak duraksadım, elim havada asılı kaldı. 


Merih'in annesiyle ablasından başkası değildi bunlar; bir düzine siyahlı adamın arasında dikilen bana bariz bir hayret ve düş kırıklığıyla bakakalmışlardı. Selin abla, destek olmak için kolunu annesine dolamıştı. Neler olduğunu anlamaya çalışırcasına, öylece bizi seyrediyorlardı.


"Ne oldu?" Babamın sesini duyunca kendime geldim. Kapının ucundan dışarıya başını uzattığında, sokağın ötesindeki iki kadını gördü. Ama tam bu esnada ikisi de arkasını dönmüş, telaşla yürümeye başlamışlardı. "Kim onlar?" 


"Hiç kimse, önemli değil." Çabucak önüme döndüm, arabadan içeriye girdim. Benimle birlikte babam da koltuklara geri döndü. Ne olursa olsun ikisinin de adını babamın yanında anmayacaktım; zaten benim hakkımda yeterince kötü bir izlenime kapıldıkları aşikardı.


"Gidelim hadi." Karşısına oturarak rahatça yerleştim.


Ömerler de yanımıza binince babam kapıyı kapattırdı; artık içerde dördümüzden başka kimse yoktu. Diğer adamların da arabalara doluşmasını izledim pencerenin kıyısından. Çoktan yola çıkmıştık.


"Şimdi," Babam öne doğru kaykılarak dirseklerini dizine yasladı; dosdoğru suratıma çivilediği gözleri, beni kasan bir ciddiyete bürümüştü. "Dört gündür senin gelip kendi rızanla bana her şeyi anlatmanı bekledim. Sabrettim. Üstüne varmak istemedim, rahat hissetmen için çabaladım ama artık burama kadar geldi, Demre." 


Eliyle tahammülsüzce alnını gösterdi. Ağzından çıkan her kelime, içindeki ateşe attığı bir odun gibiydi. Gitgide harlanıyordu. "Akbabalar tepemize üşüştü ama ben ne taraftan saldıracaklarını kestiremiyorum çünkü neler yaşandığını bile bilmiyorum. Şimdi bana baştan sona her şeyi anlatacaksın. Sen o sikt..." Son anda yuttu küfürlerini. "Sen o konağa nasıl girdin? Nasıl tanıştın Tan'la? Aklım almıyor kızım. Nasıl oldu tüm bunlar?"


Konuşmadan önce yutkundum. Evine geldiğim gibi beni sıkıştırıp sorgulamadığı için minnet duymuştum içten içe; fakat artık ben de yaşananları içimde tutacak gücü bulamıyordum. Çünkü artık anlamıştım. Sırtımı babama yaslamadan bu insanların arasında dik kalamazdım. Tek başıma elbet bükülürdüm, devrilecek kadar da eğilirdim.


Merih gaddar bir adam değildi, kötülükleri bizi dik tutabilmek için yetersizdi; çünkü kendince muhafaza ettiği bir adalet çizgisi vardı. Fakat bu insanlar adaletten yoksundu. Merih, kötü adamların arasındaki tek ehvenişerdi belki de.


Derin bir soluk çektim içime. "Her şey amcamın otelindeki cinayete tanık olmamdan sonra başladı." 


Fakat bana en kötüsü lazımdı; ki o da şu anda tam karşımdaydı. Babam dediğim adamdı.


Bu yüzden ona yaşanan her şeyi eksiksizce anlatmaya başladım. Ufak tefek sorularla bölmek dışında, gözünü bile kırpmadan pür dikkat dinledi beni. Ama zaten bir yere kadar hepsi hazmedilebilir olaylardı. Mahzende hapsedildiğim günlere gelince bir süre soluklandım; üstünden zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ o günleri rahatça anamıyordum.


Sessizliğim sanki hiddetini bilemişti. Gözlerinde yine, İlayda'nın alnına silahı dayamadan önceki insafsızlık vardı. "Sakın bana seni denek olarak kullandığını söyleme."


Bir süre daha sustum; kıvrak zekası beni şaşırtmıştı. Ama ağzımdan çıkan her sözle birlikte daha da korkunç bir kararlığa büründüğünden, artık defalarca kez düşünerek konuşacaktım. "Evet, öyle yaptı."


Birden yumruk yaptığı elini cama geçirince içerdeki herkesi irkiltti. Ağzından ağır bir sövgü taştı. Sertçe sakallarını sıvazladı.


Başından beri sakince beni dinleyen adam, şimdi oturduğu yere sığamaz olmuştu. Gömleğinin yakasını çekiştiriyor, durmadan yumruklarını sıkıp gevşetiyor ve sağa sola bakınıyordu; farkında olmadan da adamlarını ateş saçan gözlerin hedefi olmaktan korkutuyordu.


"Seni denek..." Sözünü tamamlayamadı, birden gülmeye başladı. Biçimli dişleri gözükmüş, sahte bile olsa suratı bu neşeyle daha da gençleşmişti. 


Öne kaykılarak tek dirseğini dizine koydu, eğik bir hâlde eliyle ağzını örttü. Dudaklarını saklayınca aslında bunun gerçek bir gülümseme olmadığı da açığa çıkmıştı; çünkü gözlerinde ufacık bir yaşam belirtisi dahi yoktu. Tamamen ölgün ve fersizdi.


"Beni bu yüzden uzun zamandır konakta ağırlamıyordu." diye mırıldandı, boğuk bir sesle. Körleşen gözleri, pencerenin dışındaydı. "Vay orospu çocuğu vay..."


Biraz yatıştırabilmek için ilgisini dağıtmaya çalıştım; çünkü Ömerler de tıpkı benim gibi bu gazaba kurban gitmenin korkusunu yaşamaya başlamıştı. "Ama neyse ki Merih ve Meral abla beni kurtardı."


Gerçekten de ilgisini dağıtmıştı bu; gözleri bana kaydı. "Meral mi?"


Her nedense, ismini telaffuz edişinden ötürü onu yakından tanıdığını hissettim.


"Evet." Kesintisiz bakışları, dilime hiç yalan bulaşmamasına rağmen bana kendimi sorgulatıyordu. "İlk başta bana biraz mesafeliydi ama sonradan çok anaç davranmaya başladı. Mizacı sertmiş sadece. Tan'ın kuyusunu kazdığımı bilmesine rağmen benim yanımda oldu, çok koruyup kolladı. Hatta benimle birlikte diz çöktü."


"Demek seninle birlikte diz çöktü..." Dirseğini çekerek, doğruldu. Ellerini önünde kavuşturdu. "Öyleyse ne dizlerine yer değecek Meral'in bundan sonra, ne de ayağına bir taş çarpacak."


Gözleri adamlarına dokununca, ikisi de bu emire sessizce başını eğdi. Bu kadar çabuk buyruğuna girmeleri beni bir kez daha şaşırtmıştı.


"Uraz denen şu çocuk," Onun ismini babamın ağzından duymak, içime bir keder saldı. "Seni korumak için çok uğraşmış belli ki. Öldüğünü kendi gözlerinle gördün mü?"


Hiç beklenmedik bir soruydu bu, beni şaşırtmıştı. "Yani ablasıyla konuştum aşağıdan çıkar çıkmaz, çoktan cenazesini yapmışlardı."


Gür sesiyle sözümü kesti. "Cesedi gördün mü?"


Başımı iki yana salladım yalnızca. Neyi ima ettiğini sorgulayamamıştım bile. "Dediğim gibi, dördünü de gözlerimin önünde boğdular. Bilinçlerini kaybettiklerini gördüm."


"Tan kolay kolay kimseyi öldürmez, ciddi bir yamuk yapmadığı müddetçe." Sesindeki kesinlik resmen tokat gibi suratıma inmişti. Tek bir kelime bile etmekten acizdim o an. "Kendisine denek fareleri bulmuşken kolay kolay hiçbirini telef etmez."


Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Uraz'ın ve kızların bunca zamandır yaşıyor olma ihtimali resmen etrafımdaki tüm olguları tarumar etmişti. Oturuyor olmasaydım, yere devrileceğime emindim.


Sayıklayan sesimi duydum. "Ama nasıl... Uraz'ın ablası cesedi kıyıya vurdu demişti. Yani zaten yaşıyor olsalar bile," Kendi sesimden bu ihtimali duymak bile gözlerimi doldurmaya yetti. "Bunca zamandır damardan madde alıyorlar demektir. Ölmekten beter olmuşlardır!"


"Uraz hakkında bir şey söyleyemem," dedi derin düşüncelere dalarken. "Dışardan birisini kaybetmek daha zor. Yakınları kayıp ihbarı yapar, başını ağrıtır. Uraz'ı gerçekten de ortadan kaldırmış olabilir, bilemiyorum. Ama kızları öldürdüğünü hiç zannetmiyorum. Elinin altında hazır denek."


Düş kırıklığıyla doldum. Şu dayanaksız ihtimalle bile Uraz'ın yaşadığına kendimi inandırmıştım. 


Fakat yine de bu umuda tutunacaktım; kesin bir şekilde yaşamadığına emin olana kadar da vazgeçmeyecektim. Bu adamlardan her türlü hinlik ve dalavere beklerdim.


Babam tekdüze bir sesle açıklamaya devam etti. "Ayrıca dediğin doğru, üzerinde hangi nazar boncuğu denediğini bilmiyorum. Yani gerçekten de arkadaşlarını ölmekten beter etmiş olabilir."


Şaşırmıştım. "Hangi nazar boncuğu derken? Daha kaç çeşidi var bu iğrenç şeyin?"


Babam keyifsizce güldü; ama çok kısa sürmüştü bu. "Tan'ın babası zamanın en ünlü kimyagerlerinden birisiydi. Bilim camiasında önemli bir yeri var. Oğlunu da kendi yolundan yürüttü, bildiği her şeyi ona öğretti çünkü büyük bir gayesi vardı." Bahsettiği mazinin karanlığı gözlerinde de devşirmişti. "Tan Şahoğlu da bir kimyager yani. Nazar boncuğunun birçok formu var, sürekli gelişim hâlinde. Yeni üretilen formlarının devamlı canlılar üstünde test edilmesi gerekiyor ki milyonlar satabilsin."


"Canlılar derken, hayvanlarda da mı test ediyorlar?"


"İlk hâli geyikler üstünde, son hâli insanlar üstünde." dedi hoş bir masal anlatırcasına, rahat bir şekilde. Benim sorduğum her soruda sesim titrerken onunki hiç sarsılmıyordu. "Evindeki hizmetkârların onun gözünde denek olarak kullandığı geyiklerden hiçbir farkı yok. Babası da böyleydi. Bütün çalışanları uyuştururdu."


Elimi kaldırarak sözünü böldüm; kaşlarımı çatmış, yüzümü buruşturmuştum. "Nasıl yani? Evdeki bütün çalışanları denek olarak mı kullanıyor?"


"Eskiden böyleydi. Ama sonra Meral işlerin başına geçince Tan'la bir anlaşma yaptı ve kızlara dokunmaması için geçmişten gelen bu düzeni değiştirdi."


Tan'ın önünde diz çöktüğümüz an Meral ablanın söyledikleri zihnimde yankılandı. Bana bir söz verdin ama tutmadın. İnanılır gibi değildi. Bahsettiği söz buydu; kızlara dokunmaması için belki de binbir güçlükle uzlaşmıştı onunla. Fakat Tan bu anlaşmayı bozmuştu.


Ama Meral abla kızların hâlâ yaşıyor olabileceğini nasıl bilmezdi? Beni kurtardıysa, onları da kurtarabilirdi elbet. Niçin yapmamıştı?


Üstüme sis misali karamsarlık çöktü, arkama yaslandım. "Kızların yaşadığını zannetmiyorum. Yoksa ne yapıp eder Meral abla onları da kurtarırdı, bana yaptığı gibi."


Babam kestirip atarcasına konuştu. "Diğer katlardaysa kurtaramaz."


"Diğer katlar derken?" Neredeyse çığıracaktım şoktan.


Babamın yanında oturan Koca Ömer'in kaşlarını çattığını gördüm; bana bunu da mı bilmiyorsun dercesine bakıyordu. Ufak Ömer'se kadırım kenarında oturmuş mahalle gıybetlerini dinleyen birisinden farksızdı, ilgiyle babama kulak kesilmişti.


"Mahzen dediğin yer tek katlı değil, Demre," dediğini duyunca aynı afallamayla babama döndüm. "Toplamda üç katı var, ikinci ve üçüncü kata sayılı kişiler girebiliyor."


Gözlerim irileşti birden. "Üç mü?"


Babam şaşkınlığımı izlerken, anlayışla başını salladı. "Senin üstünde nazar boncuğunun basit bir formunu denedi muhtemelen. Çünkü öldürmek değil, sersemletmek istiyordu." Bir süre susarak, öfkesini sineye çekti. "Ama asıl denekleri ikinci katta tutuyor çünkü oraya tek bir giriş var, evin içinden yalnızca ilk kata inebilirsin. Tan müşterilerini bile ilk katta ağırlar zaten. Meral'in aşağılara hiç inmediğine eminim." Resmen canımı yakan bir umut yeşermişti içimde. "Konağı elli sene önce babası inşa etmişti o dağa, yasadışı deneyler yaptığı için de gizlilik onun için çok mühimdi. Laboratuvarları herkesten saklıyordu."


Tüm bu düzenin nesiller boyunca süregelmesi, hazmı çok zor bir gerçekti. Sanki kafama balyozla vurarak, bana cemiyetin ne kadar köklü olduğunu yeniden idrak ettirmişti.


"Sen hiç indin mi peki diğer katlara?" diye sordum, çekinerek.


Kolunu kenara yasladı, baş parmağını yavaşça alt dudağında kaydırırken dalgın dalgın mırıldandı. "Laboratuvarların olduğu ikinci kata indim ama en alt kata ne beni ne de Aziz'i hiçbir zaman indirmedi. Ne var orada bilmiyoruz, merak da etmedik zaten." Gözlerimin içine baktı. "Üçümüzün arasında sözsüz bir anlaşma varsa, o da kimsenin evini fazla sorulamayacaksın. Birbirinin leşine batmak istemiyor çünkü kimse."


Hiç olmadığım kadar huzursuzlandım; dar bir yere oturmuş gibi rahatsız hissederek kımıldandım. Ama sormazsam içimde tümör misali büyürdü, biliyordum. Bu yüzden şüpheyle, "Senin evinin altında ne var peki?" dedim.


Ömerler gülünce kaşlarımı çattım, ikisine de asi asi baktım.


Babamı da tebessüm ettirmişti bu soru. "Benim evimin altında denek odaları ya da devasa insan kafesleri yok, merak etme."


Ama hiçbir şey yok da dememişti; bu beni iyice kuşkulandırmış olsa da daha fazla sorgulamamayı seçtim. Bu meseleyi daha sonra düşünecektim. Dağılmış bir hâlde konuyu değiştirdim. "İnsan kafesleri de Hürkanların evinde sanırım," Bir umut, güldüm. "Ama kuş kafeleri demek istedin herhalde, zaten kuşlara ilgisi var belli ki."


Ömerler'in kendi arasında kasvetli kasvetli bakışmaları gözümden kaçmamıştı. Babamın hiç istifi bozulmamıştı. "Hayır, insan kafesleri demek istedim."


Gözlerimi kırpıştırdım. "Şaka mı bu?" Hiçbiri tepki vermeyince kinayelerle güldüm. "Tan Şahoğlu insanları geyik olarak görür üstlerinde deneyler yapar, Aziz Hürkan insanları kuş olarak görür kafeslere tıkar. Kafayı sıyırmış bu adamlar."


Babam sırtını koltuktan ayırarak öne kaykıldı, bana doğru sokuldu. "Folie à deux." Dudaklarında anlamlı bir gülümseme belirdi. "Duymuş muydun hiç? Etrafında çok var bunlardan."


Başımı iki yana salladım.


"İki kişilik delilik." Parmaklarını birbirine kenetledi. "Birlikte aynı sanrıyı paylaşmak, kısaca sanrıdaş olmak. Tan ve Aziz'in durumu bu. Küçüklüklerinden beri birbirlerinin deliliklerine eşlik ediyorlar, yadırgamıyorlar. Nefret ve güven üzerine ördükleri, ihtiyaç ilkesine dayanan bir dostluk bu. Sadece var ettiklerini yok etmek üzerine kurulu."


Huzursuzluğum gitgide katlanarak büyüyor, artık içime sığmakta zorlanıyordu.


"Peki sen?" Resmen fısıldamıştım; ama beni duyduğuna emindim. "Sen de eşlik ediyor musun onlara?"


Neşesiz bir gürültüyle güldü. "Mecburen ayak uyduruyorum diyelim." Dudaklarındaki tüm neşe kalıntısı yok oldu, nefretle büküldü uçları. "Ama tabii bu kızımın denek olarak kullanılmasından önceydi."


Sessizce arkama yaslandığımda, o da duyduklarının ağırlığı altında suskunlaşmıştı. Daha önce hiç rastlamadığım bir ilkellik vardı tüm çehresinde. Her an acımasız bir katliamı kendisine mubah görebilirmiş gibiydi.


Sanki içindeki bütün vicdan mahkemelerini yıkmıştı şu araba yolculuğumuz süresince.


Bense kendi içimde bir kararın eşiğindeydim. Uzun bir sessizliğin sonunda, gözlerinin içine bakarak sadece şunu sordum. "Benim için ne kadar ileri gidebilirsin?"


Beklemediği bir soruydu ancak hiç tereddüt etmemişti. Sesinde, yaşadığı hazin duyguların yükü kalmıştı. "Kendi kardeşimi öldürecek kadar."


"Ne?" Sırtımı koltuktan ayırarak dehşet içinde suratına bakakaldım; duymayı beklediğim yanıt asla bu değildi. Resmen dumura uğramıştım. "Amcamdan mı bahsediyorsun şu anda? Anlayamadım. Onu... Onu öldürmedin herhalde?"


"Hak etmişti." dedi, kanımı donduran bir aldırışsızlıkla.


Benim için kardeşini öldürmüştü. 


Neredeyse panikten titreyecek hâldeydim ama babam sarsılmayacak kadar hareketsizdi. "Bana senelerce yalan söylemiş sizin hakkınızda. Eğitiminiz için, beslenmeniz için, hatta kalacağınız odanın tadilatı için bile gönderdiğim yüklü meblağları hep kendi haznesine geçirmiş. Ben seni okuyor, istediği gibi gezebiliyor zannediyordum. Cemre'nin istediği her kıyafeti alabildiğini, istediği her şeyi yiyebildiğini sanıyordum. Meğer beni aptal bellemiş, sizi de oteline köle."


O kadar büyük bir hayal kırıklığıyla dolmuştum ki resmen sesim içime kaçmıştı. Elimden koparılıp alınan onca imkanı düşündüm. "Benim okuduğumu mu söylemişti sana?"


Yalnızca başını salladı; onun da bu düzmeceyi hatırladıkça sinirlerinin bozulduğu belliydi. 


Ağzının ucuyla homurdandı. "Kardeşimdir dedim, güvendim. Ellere emanet etmeyeyim dedim ama büyük hata ettim."


"Amcamla sık sık konuşuyor muydun ki?"


"Sizden haber almak için, evet ama yalan sıkıyormuş tabii pezevenk. Durmadan da Cemre'nin şuna ihtiyacı var, Demre'ye bundan lazım diyerek benden yüklü paralar koparıyordu." Sesinde hâlâ bir kindarlık vardı; sanki eline yine silah verseler, yine öz kardeşini katledebilirdi. Öldürmüş olmasına rağmen içini soğutamamıştı.


"Tamam," dedim, duyduğum sarsıcı hakikati sineye çekerek. Amcam yasını tutacağım son kişiydi şu anda. Bu trajedinin beni üzen tek yanı, babamın kardeş kanıyla elini kirletmiş olmasıydı. "Geçmişi geçmişte bırakalım, olan oldu. Artık iki amcam da öldü yani?"


Yalnızca başını sallayarak onayladı. 


Ölü birisine olan diri hıncını sezerek, yatıştırmaya çalıştım. "Önemli olan bugün benim için ne yapacağın, geçmişte yaptıkların ya da yapamadıkların değil."


Bir an bile duraksamadı. "Her şeyi yaparım senin için, Demre. Bana bırak bu davayı de, bırakırım." Sözlerindeki yemin tüylerimi ürpertti. "Hepsinin başını ez de, ezip geçerim. Tek bir baş bırakmam. Kimsenin gözünün yaşına da bakmam."


Yavaşça arkama geri yaslandım. Gücümü tekrar topladığımı hissedince, "Bırakma bu davayı." diyebildim sadece. "Kardeşimin kanını yerde bırakma, baba."


Hiçbir şey diyemedi; sanki onun da boğazı düğümlenmişti. Gözlerinde o kadar yoğun bir acı zuhur etmişti ki, bu duygu bana da aksetmişti.


"Yardım et bana." dedim, tek nefeste. "Sırtımı sana yaslamaya hazırım ben. Tutabilecek misin, yoksa devrilecek misin?"


"Babalar sadece bir kere devrilir, güzel kızım." dedi, buruk bir imayla. "Ben o hakkımı çoktan kullandım. Senin yükün beni sadece hafifletir."


Ömerlerin huzursuzca kımıldandığını gördüm; tek bir ses bile çıkarmıyorlar, konuşmaya hiç müdahale etmiyorlardı. İkisi de bu kadar yürek yemiş değildi.


Babam ağır ağır doğruldu, ihtiraslı gözleri bir an olsun üstümden ayrılmıyordu. Dudaklarından yalnızca tek bir cümle taştı; ama binlerce sayfalık kutsal bir kitaba bile bedeldi. 


"Bana kimden başlayacağımı söyle."


𓄅



Konağa ilk defa babamla birlikte giriyor olmak bana kendimi çok tuhaf hissettirmişti. Sanki burada yaşadığım hiçbir anı bana ait değildi de bir başkasınındı; kim olduğunu unuttuğum genç bir temizlikçinindi.


Babamla arabadaki uzun konuşmamızın üstünden saatler geçmişti fakat şu anda bahçeden içeriye girerken bile konağı ateşlere verebilecekmiş gibi yürüyordu. Her ne kadar onu hiçbir şey yaşanmamış gibi davranması konusunda ikna etmiş olsam da, bakışları hiç güven vermiyordu.


Peşimizden gelen bir düzine adamla arabadan inerek konağın kapısına doğru yürürken, eşikte beliren Merih'le göz göze geldim. Anında içimdeki tüm endişeler dağıldı, ruhum bir nebze de olsa hafifledi.


Acaba mahzenin üç katlı olduğunu biliyor muydu? 


Yine yanıtsız sorular üşüşmüştü zihnime. Dalgın dalgın gözlerimi ayırdım ondan. Kızları görebilmenin heyecanıyla etrafı kolaçan ettim. Mutfağın bahçe kapısına bile bakınmış ama kimseyi bulamamıştım. Omzumun kıyısından arkayı taradım; müştemilatın orası da oldukça sakindi.


Kubi nerelerdeydi acaba? 


Belki de yine bahçenin bir köşesine çiçekler ekmekle, dokunduğu yerleri güzelleştirmekle meşguldü. İçimde bir özlem kabardı; muhakkak onu da ziyaret etmeliydim.


Yeri çiğneyen bastonun sesini duyunca zihnim yeniden dağıldı. Eşikte dikilen Tan Şahoğlu'yla göz göze geldiğim an tüylerim dikeldi ama yine de gülümseyebildim.


"Kadim dostum!" Birkaç adım önümden yürüyen babam, ellerini iki yana açarak neşeli bir edayla gürledi. Hakiki duygularını bu kadar kurnazca maskeleyebilmesi, beni hayrete düşürmüştü.


Tan karşılaştığı bu içten selamlamayla anında gevşedi; durduk yere yeni kavuştuğu kızıyla konağına ziyarete gelen arkadaşı, belli ki onu diken üstünde hissettirmişti. 


Şimdi geniş bir ağızla sırıtıyordu. "Kadim dostum Bülent, sefa getirdin konağıma," Gri gözleri arkamızdan gelen kalabalığa dokundu. "Ve bir düzine de adam."


Kinayeli gülüşü sinirlerimi yıprattı. Onlar birbirlerini selamlarken, Merih serin gölgesiyle usulca yanıma sokuldu. Kolunu arkamdan dolayarak belimi kavradı. Dudaklarını saçlarımın arasına bastırdığında, bu beklenmedik temasla titredim. Sıcaklığı kafes gibi etrafımı kuşatmış, tüm bedenimi gevşetmişti. Farkında olmadan geniş göğsüne doğru sokuldum.


Ama o hafifçe geriye çekildi ve birden fısıldadı. "Kendini göreceklerine hazırla, sakinliğini koru."


Anında huzurum sarsıldı; kaşlarımı çatarak başımı geriye attım, gözlerine baktım. Kötü bir şey olmuştu. Bakışlarından, duruşundan bile belliydi.


"Demre kızım," Tan'ın bana seslendiğini duyunca ona döndüm. Eliyle davetkâr bir şekilde içeriyi gösteriyordu. Dudaklarında küstah bir tebessüm vardı. "İkinci evine hoş geldin, özlemişsindir."


Babamın girmek için beni beklediğini görünce, gönülsüzce Merih'in gölgesinden sıyrılarak içeriye yürüdüm. Tan'a yandan bir bakış atarak iğneleyici bir içtenlikle gülümsedim. "Özledim tabii, özlemez miyim hiç? Aşağıdaki yataklarınız çok rahattı valla."


Tan'ın suratı düşerken, babamın gerginliğini resmen ensemde hissettim. 


Birden arkadan yükselen kıkırtıyla dikkatim dağıldı. Karşı duvara yaslanmış bizi seyreden Beren gözüme ilişmişti. Bakışlarında zorlama bir keyif, dudaklarındaysa iğreti bir tebessüm vardı.


Kötü bir şeyler olduğunun o da farkındaydı.


Tam bu esnada çalışma odasından çıkan Emre Şahoğlu, tek kolunun altına kıstırdığı değnekle bize doğru yaklaştı. Suratını görmek tüylerimi ürpertmişti. Sol şakağında geçmekte olan silik bir morluk vardı; dudağının kenarındaki yarık gerisinde iz bırakarak iyileşmişti. Yürüyüşündeki hafif aksaklık dışında sapasağlam gözüküyordu.


Hatta gereğinden fazla da keyifliydi.


Babama doğru yürürken, eğilerek eline uzandı. "Ver öpeyim, Bülent amca."


Babam tutmasına mani olarak elini göğsüne yasladı, hafifçe vurdu. "Lüzumu yok oğlan."


Emre ısrar etmeyerek geriye çekildi; hürmet gösterisi son bulmuş gibiydi. Kısa bir anlığına bana diktiği koyu gözlerinde çıplak bir küçümseme şahlandı. 


Bir zamanlar temizlikçisi olduğum evde böyle karşılanmamı hor gördüğü belliydi. Burnundan üflediği kısa nefesle birlikte alayla güldü; ama bunu benden başka kimse fark etmemişti.


Gözlerimi devirerek başımı çevirdiğim an, mutfaktan çıkan kızları gördüm. Anında kaşlarımdaki çatıklık gevşedi. Elim ayağım boşaldı birden; yanlarına gidecekken arkamda duran Merih'in beni tutmasıyla duraksadım. Gidemedim.


Aylin, Ece, Sinem ve Sude yaklaştı önce; başları eğik bir şekilde tek sıra hâlinde kenara dizildiler. En arkalarından gelen Meral abla da yanlarına geçerek, ellerini zarafetle önünde kavuşturdu. Hiçbiri benimle göz teması kurmamıştı.


Suratları resmen yara bere içindeydi. 


Hepsinin yüzünde morluklar ve çürükler vardı; kimisinin de dudağı veyahut kaşı patlamıştı. Henüz kabuk bile bağlamamıştı. Önlerinde kavuşturdukları elleri titriyordu; belki en dirayetlisi Meral ablanınkiydi fakat onunki bile arada sırada sarsılıyordu.


Hepsi o kadar ruhsuz ve mutsuzdu ki onları bu hâlde görmek katlanılmaz bir acı yaşattı bana.


Gözlerim doldu, bütün bedenim cayı cayır yandı. Ellerimin zangırdadığını hissedince birbirine kenetledim. Avazım çıktığı kadar bağırmak istemiştim. Kendimi susturmak için dudağımı dişledim. Kim yaptı bunu diye haykırmak, aynı acıyı ona da yaşatmak istedim. 


"Demre?" Babamın sesini duyunca yavaşça ona döndüm. Gözlerimde her ne gördüyse, duruşu değişiverdi birden. Arkamdaki kadınlara kaydı bakışları; böylece çektiğim sessiz sancının nedenini de anlamış oldu.


Usulca yanıma gelirken Merih'e kasvetli bir bakış attı. Tıpkı onun gibi, anlayışlı bir yumuşaklıkla koluma tutunmuştu. "Salona geçelim hadi."


Birkaç adım attıktan sonra hâlâ duvar kenarında bekleyen Beren'le göz göze geldim, duraksadım. Hiçbir çalkantı yaşamıyormuş gibi gülümseyerek, önümdeki adamlara hitaben konuştum. "Siz önden buyurun, benim bir lavaboya gitmem gerekiyor."


Merih hemen, "Ben seni bekleyeyim." diyecek oldu ama henüz sözünü tamamlayamadan Tan keskin bir hançer gibi araya girdi. "Merih, şu dosyaları salondan kaldır bir an önce." Sonra birden arkada bekleyen kızlara doğru elini savurdu. "Siz de işinizin başına geçin hemen, dikilmeyin öyle zebellah gibi."


Kızlar anında hareketlendi, mutfağa doğru kaçıştı. 


Sinem bir anlığına başını kaldırınca gözlerimiz kesişti; korkusu içimde ağlama isteği kabartmıştı. Meral abla elini onun sırtına koyunca hızlıca önüne geri dönmek zorunda kaldı. Birlikte usulca uzaklaştılar.


Merih de ağır adımlarla yanımdan giderken epey endişeliydi. Ama verilen emiri duymazdan da gelemezdi.


Babam kaşlarını kaldırarak bana imalı bir bakış bahşettikten sonra salona doğru yürüdü. Diğer herkes de onunla birlikte yanımdan uzaklaşmıştı.


Sonunda yalnız kalınca hâlâ gülümseyebilen Beren'e döndüm. Sımsıkı kapanan mutfak kapısına kısa bir bakış atmış, ona doğru sokulmuştum. Başlarına daha fazla dert açmak istemediğimden, şu anda kızların yanına gitmeyecektim. Aramızda bir adım kala durdum. "Kim yaptı kızlara bunu?"


Neşeyle kıkırdadı. "Tahmin et bakalım, tutturacak mısın?"


Birden kan beynime sıçradı. Öfkeyle yakasına asılarak arkasındaki duvara çarptım. Tepemizdeki tablo uğursuz uğursuz sallandı. "Gülünecek şey var, gülünmeyecek şey var gerizekalı!" 


Sırtına saplanan ani acıyla yüzünü ekşitti; neye uğradığını şaşırmıştı ama yine de sırıtabiliyordu. "Ne bu celal böyle? Daha tatile gideceğiz seninle cimcime."


Umursamazlığı beni çıldırtacaktı neredeyse. "Ne biçim bir kadınsın be sen? Hemcinslerine şiddet uyguluyorlar burada, sense pişkin pişkin alay edebiliyorsun."


Kederli bir ton karıştı gülüşlerine. "Hemcinsim mi?" derken sesinde bariz bir hayret vardı. "Bu evde insan olarak görüldüğüne şükredeceksin, ne hemcinsi be?" Sertçe silkelenerek beni itti; artık o da kızgındı. "Beni pamuklara sardılar sanki! Ben ne dayaklar yiyerek büyüdüm bu evde, kimsenin de çıtı çıkmadı. Herkes yuttu, sustu. Hem sen ne çabuk unuttun burada yediğin ayazları dişi kurt?"


Elimi alnıma dayayarak gözlerimi yumdum, sakinleşmek için uğraştım. Tekrar ona bakarak, "Kusura bakma bir anda patladım işte, sinirlerim bozuldu." dedim. Hıncımı ondan çıkarmak anlamsızdı; onun da bu evde eziyet gördüğü yadsınamaz bir gerçekti çünkü. "Kızları öyle görünce..."


Sözümü kesti. "Abim yaptı."


"Ne?" Elimi alnımdan çektim, yavaşça ona döndüm. İnanamamıştım. "Ne demek abim yaptı? Baban nasıl böyle bir şeye göz yumabildi ya? Meral ablaya bile vurmuş şerefsiz herif!"


"Zaten ona vuruyordu." dedi keyifsizce, çekiştirdiğim için bozulan yakasını düzeltiyordu. "Meral şu video kayıtlarındaki kurbanlardan birinin Dilara olduğunu öğrenmiş. Doğal olarak çıldırdı tabii. Abime saldırdı resmen." Eliyle kendi sol şakağını gösterdi. "Şurasındaki çürüğü görmedin mi? Meral'in eseri işte o."


"Az bile yapmış!" Ama Meral abla çok daha kötü hırpalanmıştı, belliydi. "Allah'ım kafayı yiyeceğim şimdi," Derin derin nefes alarak kendimi yenmeye çalıştım. Sakin kalmak zorundaydım. Birden asıl amacımı hatırlayarak hışımla Beren'e sokuldum. "Bana yardım edeceksin."


Şaşırarak kaşlarını çattı; gözleriyle hızlıca etrafı kolaçan etmişti. "Ne yardımı kız, cimcime?"


Sesimi olabildiğince alçalttım. "Abinin siyah bir kamerası var bu evin bir yerlerinde, onu bulmam lazım."


 "Ah, o mu?" Neyden bahsettiğimi bu kadar çabuk anlaması beni ferahlatmıştı. "Günlerdir dilinden düşürmediği şu kamera! Evet, biliyorum. Babama ahkam kesip duruyor, sana bomba gibi bir haber vereceğim beni affetmekten başka çaren kalmayacak diye. Kim bilir yine neler kurcalıyor it herif." 


Neredeyse korkudan bayılacaktım. Resmen fısıldayarak bağırdım. "Merih'in ifşasından bahsediyor! Nerede o kamera? Hadi," Kolunu tutarak itekledim. "Beni kameraya götür çabuk!"


"Ne?" Resmen çığırmıştı. Etini kıstırarak susmasını söyledim. Acıyla inledi ama fısıldayarak konuşmaya devam etti. "Merih'in ifşası mı? Ne ifşası olacakmış be onun?"


"Şu anda konuşarak vakit kaybedemeyiz Beren," Suratına doğru öfkeyle çemkirdim; bir yandan da kolunu dürtükleyip duruyordum. "Nerede şu aptal kamera? Söylesene hadi!"


"Tamam be gel, çalışma odasındaydı en son." Fırtına misali o tarafa doğru esince, kuru yaprak gibi peşimden sürüklendi. Sessizce kıkırdadığını duydum birden. "Kız yoksa kocanın pornosu falan mı var içinde? Öyleyse eğer, izleyelim de gözümüz gönlümüz şenlensin."


Kapıyı açarken o kadar saldırgan bir bakış fırlattım ki anında teslim olarak ellerini iki yana açtı. "Salak salak konuşma, elimden bir kaza çıkacak bak şimdi!"


"Ayol tamam!" Arkamdan içeriye girince hızlıca kapıyı geri örttüm. 


Bir süre öylece durarak etrafta göz gezdirdim; usul usul çıtırdayan şöminedeki ateşi seyrettim. Bu odayı hiçbir zaman sevememiştim. Beren'in de aynı hislerle boğuştuğunu anlamak pek de zor değildi; tavırları değişmişti, keza artık hiç gülmüyordu.


Terapilerini burada aldığını tamamen unutmuştum; bu odada benden daha tatsız deneyimler biriktirmiş olması çok olağandı.


Ansızın masanın üstündeki kamera gözüme ilişince heyecanlanarak ileriye atıldım. "Neden böyle ortalıkta bırakmış bunu?"


"Ortalık değil burası," dedi renksiz bir sesle. "Hastaneden döndüğünden beri hep burada takılıyor çünkü merdiven inip çıkamıyor. Zaten ne hikmetse, sen gittiğinden beri konakta iş çeviren kimse de kalmadı."


Çabucak kamerayı elime alarak kurcalamaya koyuldum. "O zaman şunu halledeyim de hemen çıkalım buradan, her an gelebilir o sapık abin."


Yalnızca ufak bir mırıltıyla onaylamakla yetinmişti. Kollarını kendisine sarmış, dar adımlarla odanın içinde yürümeye başlamıştı. Şöminenin tam önüne geldiğinde, duraksadı. "Direkt ateşe at, yansın."


Başımı kaldırıp ona baktım. Çelimsiz alevlerden yükselen yalımlar suratının bir kısmını kızıla bürümüştü. Cazip bir fikirdi; ama çok bariz bir saldırı olurdu. Yalnızca hafıza kartının yanması yeterliydi.


Söylenerek, yavaş adımlarla ona doğru yürüdüm. Bir yandan da kamerayı elimde evirip çeviriyordum. "Nereden çıkıyor bu salak kart? Hiç anlamıyorum ben bu kameraları."


Ansızın bulunduğumuz odaya doğru yaklaşan adım sesleri ikimizi de durdurdu. Kısa bir an gözlerimiz birbirine kenetlendi. Birisinin kapı kolunu tuttuğunu duyunca panikleyerek kamerayı ateşin üstüne fırlattım.


Küller havalandı, etrafa saçıldı.


Sırtımı dönerek şöminenin önünü kapatınca Beren de aynısını yaptı; omuzlarımız birbirine yaslanmıştı. Kollarını önünde kavuşturduğu esnada, birdenbire aralanan kapıda Emre Şahoğlu'nun suratı belirdi.


Ansızın eşikte duraksadı, koyu kaşları çatıldı. Gözleri anında masanın üstündeki boşluğa çevrildi, kamerayı yerinde bulamayınca bir hışım içeriye daldı. Ansızın peşinden odaya giren Oğuz beni dumura uğrattı. Karşımda onu bulmak, beklediğim son şey bile değildi.


Nereden çıkmıştı şimdi bu herif?


Emre değneğine rağmen şaşırtıcı bir hızla masaya vardı. Bize karşı bir ithamda bulunmadan önce, kameranın yokluğundan emin olmaya çalışıyor gibiydi. Ama yine de ağzından ufak tefek küfürler taşmaya başlamıştı bile.


Burnuma ağır bir yanık kokusu gelince huzursuzca kımıldandım. Oğuz'un kurnaz gözleri, anında arkamızdaki şömineye buldu. Yoklayarak bize doğru yaklaşınca, kollarımı göğsümde kavuşturdum.


Duraksadı.


Duruşumu değiştirmem üzerine gözleri bana kaydı; yavaşça süzerken bariz bir aşağılamayla dolmuştu. Kısa bir bakışmanın sonunda, "Rütbe atlamışsın." dedi.


Keyifli keyifli güldüm. "Sen de düşmüş gibi gözüküyorsun."


Dudağını tiksindirici bir şekilde kıvırdı. "İstediğin kadar rütbe atla, yüz metre öteden geliyor sendeki varoş kokusu."


Suratına çarpmamak için elimi yumruk yaptım.


"Seninle sidik yarıştıracak kadar hayatsız olduğumu mu zannediyorsun, Oğuz?" Bıkkın bir edayla gülerek gözlerimi devirdim. "Sen benim kulvarım bile değilsin. Sinek vızıltısından hiçbir farkı yok sözlerinin."


"Ne güzel dedin kız öyle, çalayım bak ben bu lafı, arada kullanırım." Beren gülümseyerek bana göz kırptı, ardından saçını savurarak Oğuz'a döndü. Gevşekçe tuttuğu elini havaya kaldırmış, işaret parmağını suratına doğrultmuştu. "Ama o değil de, ben şeyi merak ettim bak şimdi." Merakla mavi gözlerini kıstı. "Sen haddini tam olarak nerede unuttun, Oğuz'cuk? Hani bilelim yani. Kapının önünde falan mı düşürdün acaba?"


Oğuz'un kaşları gevşedi, yavaşça bir adım geriledi. Emrinde olduğu bir kişinin önünde yaptığı saygısızlığı yeni idrak edebilmiş gibiydi. Ellerini önünde kavuşturarak, önümüzden çekildi.


Böylece öfkeyle bize doğru gelen Emre'nin de yolunu açmış oldu. Artık tüm odayı ateşe atılan plastiğin geniz yakan kokusu sarmıştı. Adeta burnundan soluyarak aramıza daldı, bizi kenara itekledi. "Çekilin be şuradan!"


Odunların üstünde erimiş olan kamerayı görünce birden gözleri irileşti. Kolunun altındaki değnekle, öylece donakalmıştı. Oğuz'un dudaklarından kısık bir sövgü savruldu; belli ki o da Merih'in kuyusunu kazabilmek için uğraşanlardan biriydi.


Hazin bir sessizlik oldu. 


"Lan!" Emre resmen zangır zangır titreyerek bize döndü. Kolundaki değnek her an düşecekmiş gibi sarsılmaya başlamıştı. "Lan siz ne yaptınız? Ben şimdi sizi gebertmez miyim orospular sizi! Ne yaptınız lan siz?"


Beren elini ona doğru kaldırarak, dilini üç kez damağına vurdu. "Hiç yakışmıyor sana öfkelenmek, abiciğim. Böyle ecüş bücüş değişik bir böceğe benziyorsun, insanın ezip öldüresi geliyor vallahi."


Kendimi tutamayarak güldüm. İyice sinirlerim bozulmuştu. Arkada duran Oğuz'un yüzünü buruşturarak bize baktığını gördüm. Bir an önce buradan çıkmamız gerekiyordu; işler gitgide kızışıyordu.


Emre birdenbire elindeki değneği fırlatarak üzerimize esti. Anında kardeşinin yakasına asılarak, acımasızca sarstı. "Bana baksana sen, ben bilmiyor muyum sanki senin amacını? Yoluma taş koymaya çalışıyorsun sırf babamla aramı düzeltmeyeyim diye. Senin gibi bir manyağa mı hürmet gösterecek sanıyorsun?" Gözlerini korkunç bir hiddetle belertmişti; adeta burnundan soluyordu. "Tekrar nasıl seni tımarhaneye kapattıracağını düşünüyor adam. Sendeki üç deliyi toplasak bir ben edemezsin, o da gayet farkında!"


Beren sinirli sinirli güldü. "Sana çok mu hürmet gösteriyor sanıyorsun? Ne kadar rezil bir adam olduğunu çok güzel kanıtladın sen." Silkelenerek ellerinden kurtulmaya çalıştı ama başaramadı. "Boşuna çırpınıyorsun ahraz herif. Şu saatten sonra cemiyetin gölgesine bile adım atamazsın artık. Senin devrin bitti oğlum, bitti! Kenara çekil, uslu uslu izle."


"Senin devrin mi başladı yani, Zeren Beren Ceren Şahoğlu?" Emre korkunç bir çeviklikle yakasını bırakarak tek eliyle çenesine yapıştı. Tüm gücüyle sıkarak, çıkmakta olan bütün lafları ağzına geri tıkmıştı. Beren hızla tırnaklarını etine sapladı ama yine de tutuşundan kurtulamadı. "Sen sergi günü kendini millete maymun ettikten sonra bitmiştin zaten. Annemle babam bile bir kaza sonucu ölmeni bekliyor be!" 


Tüm gücüyle arkaya doğru savurunca Beren masaya çarparak üstündeki bardaklarla birlikte yere kapaklandı. Büyük bir şangırtı koptu; masadaki şarap şişeleri gürültüyle zangırdadı. Korkuyla geriye kaçıldım. Beren'in çelimsiz bedeni, cam kırıklarının üstünde öylece serili kalmıştı. Kolları saniyeler içerisinde kırmızıya bulanmıştı.


Birilerinin bu gürültüyü işitip yanımıza gelmesini umut ettim; fakat konaktaki duvarların hiç ses geçirmediğini çok iyi biliyordum. Anca kilerde saklanan birisi odada kopan kıyameti duyabilirdi ama şu anda bu da epey imkansızdı.


Beren henüz başını kaldırıp da kendisine gelememişken, Emre amansızca çiğnemeye hazırlanarak üzerine yürüdü. "Git kafana falan sık bir kenarda, öldür kendini. Ailemizi de bu utançtan kurtar. Senin gibi bir sürtüğün cemiyete en büyük faydan bu olur."


"Yeter!" Öfkeyle üzerine yürüyerek henüz kardeşine varamadan tüm gücümle ittirdim. "Kes sesini haysiyetsiz herif! Asıl gebermesi gereken sensin."


Arkaya tökezleyerek düşmekten son anda kurtuldu. Şaşkınlık içinde doğruldu, kendisine meydan okuma cüretini gösterebilen kişiye baktı. Böyle bir saldırı beklemediği her hâlinden belliydi.


Arkada dikilen Oğuz bile tutukluk yaşamış; ama çabuk çözülmüştü. Kin dolu bir hırsla üzerime yürüyünce, hiddetle elimi kaldırdım. "Hele bir sür bana o pis ellerini, dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm sana. Senin karşında eski Demre yok artık!"


Henüz iki adım atabilmişken duraksadı; gerçekten de kimin kızı olduğumu anımsamıştı sanki. Babamla aramızda yalnızca birkaç duvar olduğunu fark etmek, ikisini de kuşkuya düşürmüştü.


"Bana bak, dünkü bok seni," Emre sakat ayağını yerde sürüyerek, yanıma sokuldu. Tam karşımda durduğunda çenemi dikleştirdim, dosdoğru gözlerinin içine baktım. "Birkaç hafta önce bastığım yeri siliyordun sen, şimdi büyüdün de bir halt mı oldun?"


"Bunu babama sor istersen, o cevaplasın." dedim alayla gülerek. Hâlâ yerde doğrulmaya çalışan Beren'in kısık inlemeleri ve sayıklamaları dikkatimi dağıtmış, iyice öfkemi harlamıştı.


"Bilerek yaptın, değil mi? Sen de bu işin içindesin," Çenesiyle ateşin içinde kavrulan kamerayı gösterdi. Alnında ufak ter damlaları birikmişti; bakışlarında delilikten başka hiçbir şey yoktu. "O casus kocanla işbirliği yapıyorsun, değil mi? Kendinizi iki kuruşa satmışsınız polislere, ömrümüzü verdiğimiz cemiyeti yıkmaya çalışıyorsunuz kahpeler sizi!


Yüzümü buruşturdum, afallamıştım. "Polis mi?"


Çıldırmış gibi kıkırdadı. Üzerime yürüyünce tiksintiyle geriledim, kalçam masaya çarptı. "Babacığın biliyor mu peki bu sırrını? Duysa hâlâ evladı olarak görür mü seni zannediyorsun, sünepe? Ömrünü verdi o bu cemiyete, bu kadar kolay vazgeçer mi sanıyorsun lan?"


Öfkeyle göğsüne vurarak üstüme gelmesini engellemeye çalıştım. Kokusu, bakışları, sırıtışı; bütün varlığıyla midemi bulandırmaya yetmişti. "Hırstan kafayı yemiş kendi babanla karıştırdın herhalde. En azından babam bana kuduz köpek eğitir gibi değil, evladı gibi davranıyor."


Başını geri atarak kahkahalarla gülmeye başladı. O kadar uzun sürmüştü ki bu neşe şöleni, çok rahatsız edici olmaya başlamıştı.


Derin bir hiddette boğulurken, kendimden hiç beklemediğim bir durgunlukta mırıldandım. Öyle ki sesim bana bile yabancı gelmişti. "Yemin ederim ki o kadınlara yaptığın her şeyin bedelini tek tek ödeyeceksin, Emre. Sevdiklerime dokunmayacaktın." Gülüşleri gitgide azalarak durdu, nefes nefese bana baktı. Konunun birden işlediği günahlara kayması onu şaşırtmıştı. "Bir komadan başka bir komaya sokacağım seni. Zorla sömürdüğün, aşağıladığın, hayatlarını elinden çaldığın o kadınlar var ya, hepsinin acısını çıkaracağım senden."


Oğuz sıkılı dişlerinin arasından tısladı. "Düzgün konuş kadın."


Emre hafifçe geriye kaçıldı; saldırganca homurdanmaya başlamıştı. "Nereden çıktı şimdi bu manyak karı? Ne yaşadılarsa hakettiler, hepsi birer fahişeydi. Hem sana mı kaldı benim cezamı kesmek?"


Hızla arkamdaki masaya uzanarak elime büyük bir sürahi aldım. Emre yırtıcı gibi atılarak kolumu yakalamaya kalkıştı; ama sertçe sakat bacağına tekme vurmamla birlikte, acıyla yakararak öne büküldü. Oğuz küfrederek yanımıza koştu.


Ama ben çoktan arkaya çekilmiş, kapıya doğru uzaklaşmıştım. Bir anlığına yerde sürünerek ücra bir köşeye sığınan Beren'i gördüm. Hezeyan içinde ağlayarak sayıklıyordu. Ama artık Beren değildi çünkü onun yerine Ceren gelmişti; ürkek bakışlarından, yaprak gibi titreyen güçsüz bedenine kadar kim olduğu aşikardı.


Emre kurşun gibi peş peşe savurduğu sövgülerle geri doğruldu; kendisini tutan adamı agresifçe iteklemişti. Gururu zedelenmişti, belliydi. Nefes nefese başını geriye attı. 


Elimdeki sürahiye bakarak çarpık bir şekilde sırıttı. "Yoksa onunla mı vuracaksın bana?"


Tatlı tatlı gülümsedim. "Hayır, sen bana vuracaksın."


Dudaklarındaki sırıtış hızla yok oldu. "Ne?"


Oğuz panikle bir adım öne çıktı, elini havaya kaldırdı; çok daha hızlı idrak etmişti ne yapmakta olduğumu. "Demre bak, sakın!"


Emre ayağını sürüyerek temkinli birkaç adım attı. Öfkesini yansıtamayacak kadar sersemlemişti. "Ne zırvalıyorsun lan sen manyak karı? Bırak şunu elinden!"


Sürahiyi evirip çevirerek doğru noktayı aradım, ardından gözlerinin içine baka baka iki elimle havaya kaldırdım. Yalnızca bu hareketimle bile suratlarındaki tüm kan çekilmişti sanki; korkudan başka hiçbir duygu kalıntısı yoktu artık ikisinin de gözlerinde.


Emre alnındaki terleri hoyratça silerken, tükürükler saçarak mırıldandı. "Psikopatsın lan sen, psikopat!"


"Psikopatlık senin sıfatın." Gülerek başımı iki yana salladım. "Benimki şahsiyet meselesi. Ne yapacaksın? Babama çekmişim."


Daha fazla konuşma gereği duymadım.


Sımsıkı tuttuğum cam sürahiyi tüm gücümle başıma çarptım; kulaklarımı tıkayan bir gümbürtü koptu. Binlerce parçaya ayrılan cam, tıpkı sağanak bir yağmur misali üzerime döküldü. Zemin ayaklarımın altından kaydı, etrafımdaki bütün renkler solarak birbiriyle harmanlandı.


Gözlerime kara perdeler devrildi; amacımı gerçekleştiremeden bayılmaktan korktum. 


Kör gözlerle koşarak kendimi koridora fırlattım, ağlayarak çığlık atmaya başladım. Bacaklarım birbirine dolandı, boşluğa doğru tökezledim. Gerçek anlamda sersemlemiştim; şuurumu yitirmem an meselesiydi. Saçlarımın arasından kendisine yol çizerek alnıma devrilen sıcak kan, çağlayan bir şelale gibi göz kapaklarıma akmaya başlamıştı. 


Dokunduğum her yere bulaştı, keskin kokusuyla sindi; adeta zemine, üstüme ve bütün suratıma bocalanmıştı.


Ansızın bütün kapıların açıldığını, herkesin yanıma koşuşturduğunu gördüm. Korkuyla ağlayarak, kör gözlerle sayıklamaya başladım. "Biri durdursun şunları yalvarırım, öldürecekler şimdi beni! Babam nerede? Hiçbir şey göremiyorum. Merih neredesin? Yardım edin lütfen, öldürecekler beni! Baba!"


Daha fazla ayakta kalamadım; dizlerimin üstüne yıkıldım. Kanlı ellerimle zemine tutunarak, gözlerimi açık tutabilmek için büyük bir mücadele verdim. Ama çok zordu. Etrafımda büyük bir hengamenin patlak bulduğunu, birilerinin avazı çıktığı kadar haykırdığını duydum.


Dört el silah sesi patladı ansızın; atılan çığlıklar ruhumu ürküttü. Hızla yere kapaklandım; ellerim, önümdeki kan birikintine daldı. Benim zaferim buradaydı; zifiri bir karanlığın içinde, dizlerimin üstüne çöktüğüm yerdeydi. Akıttığım her kan, zaferime damlayan bir süstü.


Ama en zifiri karanlık bile, en çelimsiz aydınlıkta dağılırdı.


Şimdi soluk soluğa yerde otururken, hayatımda ikinci kez, en zifiri karanlığı bile dağıtabilen aydınlıklardan nefret edebildim.


Bırakın beni, demek istedim, beni sadece aydınlıkta sevebilenlere. Bu sefer en zifiri karanlık ben olayım. Bir kere de ben bu aydınlığı söndüreyim.


Binbir güçlükle başımı kaldırdım, elinde tuttuğu kanlı usturayı sertçe yere silkeleyen babama baktım. Neredeyse gülümseyecektim.


Ama siz dua edin, gözüm alışmasın karanlığa. Oluk oluk suratıma akan kanı elimin tersiyle sildim, sertçe yere silkeledim. Çünkü gözüm bir kere alışırsa bu karanlığa, bütün aydınlığı söndürürüm.


𓅪




ALLASAHHHHH 🔪🔪🔪 Neler oluyooo imdaaat biiir sürü yeni ipuçlarıyla dolu bi bölümdüü 🔥 Konakta biraz katliam yaşandı galiba. Ortalık kan gölü 🩸 Demre'nin başında sürahi parçalaması yeni bi karakter kilidini açtı arkdşlr hsjdkdhsb 🥲 Merih hastalığı peki, düşünelim tartışalım......neler oluor..... 🥺


Bu arada belirli bir bölüm günümüz vardı biliyorsunuz ki, onu kaldırmaya karar verdim. 10 günde bir gelecek artık bölümler, haberiniz olsun. Bu aralar kitaba kısa bir ara vermeyi de düşünüyorum ama hâlâ düşünme aşamasındayım. Açıklama yaparım zaten karar verdiğimde. 🥺 Yorumlarınız benim için çok kıymetli, buraya kadar gelebildiysem sadece onlar sayesinde oldu. Hayalet okurlar da muhakkak var, biliyorum ve hepinize çok teşekkür ediyorum okuduğunuz için ama bana ufacık da olsa varlığınızı hissettirirseniz, gerçekten çok mutlu olurum. Bu kurguya çok emek ve mesai sarf ediyorum, doyumsuz veya şımarık gibi gözükmek de istemiyorum ama biraz yoruldum. Şimdi konuşsam çok uzatırım darlamayayım o yüzden susup gidiyorum. 🥲 Sizi çokk seviyorummm her şey için çok teşekkür ederimm bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakınn öbtüm 🫂🤍🫧✨🥹



Bana ulaşmak istersen diye: 

@azalanlarofficial 

@monafesa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-