44
Selamm canlarım ciğerlerimm. Wattpad kapandığı için VPN ile bu bölümü yüklüyorum maalesef ki, bu yüzden zorlandım biraz yüklemekte uğraştırdı beni.. Ama siz bunu okuyorsanız halletmişim demektirrr. 🥹 O kadaar özlemişim kiii Azalanlar'ı yayınlamayıııı. Kalbim küt küt atıyor şu anda, şakasız. Bu bölüm biraz geçmişin kapılarını aralıyoruz. Tüm bu kargaşa ve düzmece nasıl ve kim tarafından başlatılmış, ilk domino taşı nerede devrilmiş bir görelim bakalım. Son virajı dönüyoruz, sıkı tutunun. Biraz savrulacağız. :)
Desteğiniz için minnettarım, sizi çok seviyorum. İyi ki varsınız.
44: ŞEYTANIN ADALETİ
SELÇUK KALENDER
Adalet, şeytanın yasalarıyla sağlandığında intikam olurdu.
Benim adaletimde kusurlara yer yoktu. Bir kusur olacaksa bile, bu benim iznimle olmak zorundaydı.
Elimdeki sigarayı henüz bitmemişken yanından geçtiğim sehpanın üstündeki küllüğe fırlattım. Odanın içinde bir karartı gibi süzülerek masaya yaklaştım. Ağır ağır masaya yaslandım, bir süre sigaranın yanarak küçülüşünü seyrettim.
Bir an etrafa saçtığı külleri izlerken, bir an sonra karşımdaki duvarda asılı duran fotoğrafları inceliyordum. Yavaşça kollarımı göğsümde doladım, çenemi hafifçe kaldırdım.
Göğsümde şahlanan gururun kayışlarına asıldım ama dizginlemedim; bu duyguyu dibine kadar yaşamak istedim. Örümcek ağı gibi birbirine dolanmış tanıdık yüzlerin üstünde gözlerimi gezdirdim.
Bu duvar benim geçmişimdi, yaşadığım ândı, geleceğimdi.
Bütün cemiyetin tohumlarını atan, en tepeye yan yana sıralanmış üç soyisme baktım. Eroğlu, Hürkan, Şahoğlu. Her şeyi başlatan üç yakın dostun zamanın örselediği, siyah beyaz vesikalıklarını inceledim. İstemsizce babamın gözlerinde fazla kaybolmuştum.
Ansızın Bülent'in sesi zihnimdeki anıların arasından sıyrılarak kulaklarımda çınladı ve beni sarstı.
"Sence de çok ilginç değil mi, abi? İçimizden en çok babama benzeyen her zaman sendin."
Hoşuma gitmemişti bu hakikatin yeniden zihnimde dirilmesi. Sırf ilgimi başka taraflara çekebilmek için başımı hafifçe yana yatırarak, dallanarak budaklanan bir ağaç gibi aşağılara uzanan Şahoğlu soyunu inceledim. Fersiz bakışlara sahip genç bir kadınla göz göze geldim.
Zeren Şahoğlu.
Hastalığıyla savaşmaktan hastalanan kadın.
Belki de en büyük kozlarımızdan biriydi. İçinde taşıdığı üç kadının da Merih'e karşı duyduğu güven, cemiyetin en büyük çatlaklarından biri olmuştu; bize doğru akan neredeyse bütün sırlar bu çatlağın sızıntısıydı. Zira hasta olmasına rağmen, Tan Şahoğlu'nun en büyük zaafı küçük kızıydı.
Yıllarca içindeki diğer kadınları öldürmeye çalışmış, en kurnaz olan Beren'i yaşatmak için çırpınıp durmuştu.
Tıpkı bir köprü gibi fotoğrafların üstüne iğnelenmiş kırmızı ipi takip ederek aşağılara indim. Büyük bir çarpının altında kalmış olan tanıdık çehrede duraksadım.
Bülent'in seneler önce kardeşimizin otelinde sakladığı, belki de bütün her şeyin rengini değiştiren o adama baktım. Eğer o gece Cemre öldürülmüş olmasaydı, Bülent bugünkü gaddar adama dönüşemeyecekti. Bu tatsız ihtimalle gerilerek tekrar küllükteki sigaraya uzandım, soluksuz kalmış gibi hızlıca nefes çektim. Bir yandan da adamın altına uzanan kırmızı ipi takip ettim. Tanıdık bir sima, tanıdık bir isim. Soyunu sürdürebilecek tek kişi. Ama artık yaşayan bir ölü.
Hicran Yağız.
Elendi, karala.
Tekrar yukarı tırmanarak bu sefer de adamın yanına uzanan ipi takip ettim. Tanıdık bir sima, tanıdık bir isim.
Mustafa Yağız.
Elendi, karala.
Ne büyük talihsizlikti; Demre'nin onca yer arasından resmen bu kitabevinde çalışmış olması. Kaderin her şeyi kusursuzca kontrol etme çabama indirdiği bir balyozdan farksızdı. Sanki sen misin son sözü söyleyeceğini sanan deme biçimiydi.
Sinirli sinirli güldüm, başımı salladım. Nereden bilebilirdim ki Mustafa'nın ölümünden sonra, kitabevinin önünde laf atmaya çalıştıkları o kızın yeğenim çıkacağını? Bülent'e sövdüm sessizce. Her daim bir şeyler gizliyordu benden.
Tekrar Mustafa'dan geriye kalan duvardaki fotoğrafa baktım. Son konuşmamızı hatırlayınca huzursuzca kımıldandım. Unutmanın pek mümkün olmadığı bir ândı. Sokaklarda soğuk rüzgarların gürültüsü hakimdi.
8 Ay Önce
Sokaklarda soğuk rüzgarların gürültüsü hakimdi. Ama karanlıkta kalmış olan Yoldaşlık Kitabevi'nin içi, ölüm kadar sessizdi.
"Sikeyim böyle işi!" Dakikalar önce aynısını söylediğinden habersizce, durduğu yerde öfkeyle kımıldanan Merih'e baktım.
Elini saçına daldırışını, sakallarını sıvazlayışını izledim. O kadar bozgun hâldeydi ki, oradaki varlığımı unutmuş; başı eğik sessizce kenarda dikilen Mustafa'ya doğru yürümüştü. "Abi eğmesene başını! Bana bak bana, yüzüme bak," İyice yanına sokularak eğildi, gözleriyle gözlerinin içine tutundu. "Böyle bitmemeli. Ben sana yardım ederim, götürürüm seni, yok ederim kimse izini bulamaz..."
Gözlerimi yumarak yüzümü ekşittim. "Merih..."
Ama kendimi ona duyuramamıştım; çaresizlik kokan bir sesle, karşısındaki adamı ikna etmeye çalışıyordu. "Hemen bu gece bir bot ayarlarız, Yunanistan'a götürürüz seni. Kaybolursun, bir daha hiç kimse senden haber alamaz."
"Yapamam oğlum, yapamam." Mustafa neredeyse ağlayacakmış gibi ona baktı. "Anlamıyor musun? Geriye kalan tek ailem, ablam burada. Ailesi burada. Ben kaçarsam, onların elinde ölmezsem ailemi rahat bırakırlar mı sanıyorsun?" Hazin bir şekilde başını iki yana salladı. "Yapamam bunu. Böyle olmak zorunda."
"Siktir!" Merih üst üste ağır küfürler savurarak geriye kaçıldı. Tek eliyle dayanak ararcasına kitaplığa yaslanmış, karanlık köşeye gözlerini dikmişti. Kendisiyle verdiği sessiz çatışmanın gürültüsü, bize kadar geliyordu.
"Siz olmasaydınız asla bu kadar ilerleyemezdim. Siz söylemeseydiniz, sıradaki olduğumu asla öğrenemezdim." Mustafa'yla göz göze geldim. Bakışlarındaki minnet bana kendimi berbat hissettirdi. "Gözüm arkada kalmayacak-"
Merih ona sırtını dönerek hiddetle elini savurdu. "Ya abi yapma Allah'ını seversen ya!"
Ama Mustafa sözüne ne olursa olsun devam edecekti; ısrarla sesini yükselterek, titrek kelimelerle konuşmayı sürdürdü. "Ben ikisini de korumayı beceremedim. Bir sene oldu, koskoca bir sene oldu Hicran öleli. Gözüm arkada kalmayacak çünkü biliyorum, elbet kardeşimin ve yeğenimin intikamını alacaksınız."
Vedaların doğurduğu ağır bir burukluk oldu kitabevinde.
Merih tek kelime bile etmeden, sırtı dönük bir hâlde biraz ötede dikiliyordu. Tek eliyle kitaplığa yaslanmıştı, başı hafifçe geriye yatmıştı; görmeyen gözlerle etrafı süzüyordu.
Mustafa yorgun bir nefes koyverdi. "Yanımda işe giren şu kız," dediği an Merih onu dinlediğini belli edercesine başını yan çevirdi. Kaşları çatılmıştı. "Dün dükkana gelip kıza gözdağı vermişsin. Fazla üstüne gitmeseydin keşke. Mazlum bir kız, o kadar da korkutmaya gerek yoktu."
Merih omzunun kıyısından ona buz gibi bir bakış attı. "Hem de öyle bir gerek var ki korkutmaya!" Birden ona dönerek, heybetli bir dağ gibi üstüne yürüdü. "Korksun ulan, korksun! Nereden çıktı geldi bu kız onu da anlamadım. Nerede gördüyse şu siktiğimin yüzüğünü, gitmiş bir de Tan'a sormuş. Bu manyak insanlara bulaşıp canından olmaktansa, korksun." Mustafa bana kaygılı, kısa bir bakış dokundurdu. Merih hâlâ hiddetini kusuyordu. "Korksun ki cemiyetten uzak dursun!"
"Geyik resimleri çizmiş falan dedin," diye mırıldandı, Mustafa. "Emin misin yüzüğü araştırdığından? Cemiyetle hiçbir alakası yok ki bu kızın, kesin başka bir yüzükle karıştırmıştır."
"Ne bileyim anasını satayım," Merih dertli dertli nefesini bıraktı. "Bir de öldü diye inandırmak için onun tiyatrosunu düzmekle uğraşacaktık."
Mustafa telaşla sözünü kesti. "Siz yine de kızı kaçırıp götürseniz mi buralardan? Ben öl..." Merih'in alevli gözleri kendisine saplanınca sözünü devam ettiremedi. "Yani bu gece olacaklardan sonra, başının derde girmesini istemiyorum. Benim merhum yeğen Hicran'a benzetiyorum nedense o kızı. İstemsizce merhamet ediyorum."
Merih yüzünü ekşitti. "Ya sen iki gündür tanıdığın kızı düşünmek yerine kendine kafa yorsana abi. Yemin ederim aklımı kaçıracağım şimdi ben! Bu gece senin için gelecekler diyoruz, emir çıktı diyoruz. Sanki Tan bilmiyor muydu Hicran'ın kimin kızı olduğunu? Bile bile inine soktu kızı." Ellerini saçlarına daldırarak gergin gergin karıştırdı. "Her şey çok iyi ilerliyordu. Hiçbir açık vermemiştik. Nasıl patlamış olabilirsin Mustafa abi, nasıl? Aklım almıyor lan benim!"
Merih haklıydı, hiçbir açık vermemiştik. Mustafa'nın muhbir olduğunu anlamaları, keza içerden sızıntı yaptığını yakalamaları da olanaksızdı.
Fakat ben ifşalamadığım müddetçe.
Kitapçılar her zaman öncelikli hedefimizdi. Tan Şahoğlu'nun Merih'e bu kadar güvenerek yakınına alması, bütün operasyonun kilit noktasını oluşturmuştu. En önemli adamımın sadık olanların arasında yerini alabilmesi için, bazı kişilerin telef edilmesi gerekiyordu. Tan Şahoğlu'nun muhbirleri enselediğine inanması ve kendisini yıkılmaz bir kalenin içinde güvende hissetmesi şarttı.
Yalnızca bu şekilde o kale içerden fethedilebilirdi.
Derin bir nefes aldım ve vakur bir tavırla araya girdim. "Sakin ol aslanım. Adam da çalışanının akıbetini düşünüyor en nihayetinde."
Merih bana keskin bir bakış bahşedip, Mustafa'ya döndü; artık biraz daha makuldü. Gönülsüzce, "Tamam anasını satayım, için rahat edecekse alıp kaçırayım kızı. Uzak bir yerlere bırakırım, zaten o geri dönene kadar her şey olup biter." dedi.
"Nasıl kaçıracaksın? Canı yanmasın."
"Niye kızın canını yakayım abi?" İnce bir gücenmeyle bakıyordu artık ona. "O günde aynısını düşünmüştüm. Halatla bağlayıp arabanın bagajına atacaktım. Ufak tefek zayıf bir şey zaten, kolayca sığar."
Mustafa sakallarını sıvazlarken, kararından döner gibi geriledi. "Çok korkar, oluruna bırakalım. Bu şekilde kalsın. Zaten herkes intihar ettiğimi zannedecek, o da öyle zanneder."
Ağır bir sessizlik oldu. Kendi cinayetine hazırlanan adamın, ağzından çıkan her söz de intihar kokuyordu.
Mustafa sözüne devam etti; Merih'in kederli suratına bakıyordu. "Oğuz'a mı verdi yine görevi?"
Merih yüzüne bakmadan sadece başını salladı.
"Sen de olacak mısın?"
Yanıtlamadan önce yutkunmuştu. "Hayır, ben sadece belgeleri alıp çıkacağım."
Mühim bir detayı hatırlatmak için durgun bir sesle araya girdim. Biraz da konunun dağılmasını istemiştim. "Ne yapıp edip Oğuz'un görüntüsünü sokağın ucundaki kameraya vermen lazım ama. Elimizde kanıt olması önemli."
"Silecek misiniz sonra görüntüleri?"
"Hayır," dedim, soruyu soran Mustafa'ya bakarak. Korkusunu bastırmak için kafasını başka şeylerle meşgul etmeye çalıştığı belliydi. "Her an çekim yapan kamerada eksik görüntü olması daha çok dikkat çeker. O şekilde kalacak, zaten dükkandan çıktıkları bu açıdan gözükmüyor."
Kısa bir duraksama yaşandı.
Mustafa birden buruk bir sesle güldü. Gözlerini dalgın dalgın yere dikmişti. "Hayat ne tuhaf. Seneler önce kardeşimi öldürmeye gelen Oğuz, bu sefer benim için gelecek."
"Sikeyim ben böyle işi." Merih hiddetle arkasını döndü. Daha fazla tahammül edemiyormuş gibi hışımla karanlığın içinde yürümeye başladı. Mermi gibi ağzından savrulan küfürler, kitabevinin her tarafına saplanıyordu.
Kapıya vardığında sertçe açtı; ama çıkmadı. Tepesinde sallanan ufak çanın gürültüsü tüm uğursuzluğuyla içeriyi doldurmuştu. Birden eldivenli eliyle uzandı, tahammülsüzce zili yerinden söküp yere fırlattı.
Ardından dışarıya çıkarak, geceye karıştı.
𓅪
Gözlerim önümdeki duvarda kaydı, Bülent'in hemen altında duran fotoğrafta duraksadı. Demre Eroğlu. Hayatımıza girdiğinden beri her şeyi alabora eden kız. Çeşme'deki evlerinin bahçesinde çiçeklerle ilgilenirken habersizce çekilmiş bir kareydi bu. Sırtımı yasladığım masanın üstündeki dosyada farklı zamanlarda çekilmiş onlarcası vardı; ama her nedense bu açıdan Bülent'i daha çok anımsatıyordu.
Şahoğlu'nun intihar olarak gözükmesi için verdiği bütün çabaları yerle yeksan eden öfkeli sesi ve Yoldaşlık Kitabevi'ni ablukaya almış olan polislere diklenişi, zihnimde canlandı ansızın.
8 Ay Önce
"Bir dakika durun Memur Bey, lütfen. İntihar değil bu, Mustafa abi intihar etmedi, öldürüldü!"
Duyduğum bu boğuk sözler dikkatimi dağıldı. Kitabevinin içinden dışarıya, vitrinde toplaşmış olan kalabalığın arasındaki genç kıza baktım. Uzun, koyu saçların beyaz tenini baskıladığı, zayıf biriydi. Adalet yakaran sesi, neredeyse bütün sokağı inletiyordu. Henüz yeni dışarıya çıkmış olan Muzo'nun yolunu kesmişti.
"Kim şu kız?" diye sordum, huysuz bir tavırla. Sabahtan beri uğraşmadığımız adam kalmamıştı; artık tahammülümün sınırındaydım.
Akın bakışlarımı takip ederek, dışarıya baktı.
Kasanın hemen önündeydik, olay yeri incelemeyi anbean takip ediyorduk. Ancak içeride gergin bir hava hakimdi; cinayet masa kendi kulvarlarına müdahale ettiğimizi düşündüğünden bize karşı epey agresifti.
Akın'ın, "Burada çalışan kız sanırım," dediğini duyunca, dün gece konuşulanlar kafama dank etti. Mustafa'nın bahsettiği kız demek buydu.
Muzo'nun çaresizce onu yatıştırışını dinledim. "Üzüntünüzü anlıyorum ama içerdeki her delil bunu gösteriyor. Yine de kesin bir sonuca varabilmek için otopsiyi beklememiz gerek."
Tam bu esnada genç kızın sözleri kulağıma çalındı. "Bakın, içeriye başkasının girdiği çok belli. Kapının üstündeki çan kırılmış. Mustafa abi böyle bir şey yapmaz, kendi kendine de kopacak bir şey değil ki bu. Başka biri yapmış, eminim. Birisi koparıp yere atmış."
Kaşlarım çatıldı. Merih'in dün gece zili koparışı zihnimin zeminine döküldü. Huzursuzca kımıldandım; gözlerimi kızın solgun suratına çivilemiştim. İçimde tuhaf bir dalgalanma oldu; sanki yıllar önce tesadüfen denk geldiğim birisine bakıyormuş gibi hissettim.
Böyle bir detayı yakalamış olması zekiceydi.
Henüz Akın'a dönüp kızı kovalamasını söyleyemeden, birden kitaplıkların arasından büyük çerçeve gözlüklü, genç bir kadın beliriverdi. İşine o kadar odaklanmıştı ki, bu durum anında beni gerdi; beklenmedik bir iz fark edip pürüz çıkarmasından çekinmiştim.
Dişlerinin arasına tükenmez kalem kıstırmıştı, pür dikkat etrafı tarıyordu. Parmaklarını uzun, siyah saçlarına geçirerek çevik bir manevrayla etrafında döndürdü, ardından dişlerinin arasındaki kalemi alarak tıpkı bir bıçak gibi topuzuna sapladı.
Tam bu esnada gözüne yerdeki çan ilişti. İçimden küfrettim.
"Amirim," Kadın tek dizinin üstüne çökerek zile bakarken, kitabevinin arkalarındaki amirine sesleniyordu. Hareketleri gergindi, üstelik kekeliyordu. "Burada bir, bir şey buldum."
Akın'ın huzursuzca yaslandığı yerden doğrulduğunu fark ettim. Ellerimi cebime sokarak yavaşça birkaç adım öne çıktım. Kaşlarımı çatmış, yere çökmüş bekleyen kadına bakıyordum.
"Ne var, ayağına çağırıyorsun beni?" Cinayet büro amiri kitaplıkların arasından çıkarken kıza doğru çemkiriyordu. Aniden gözleri beni bulunca çatık kaşları gevşedi.
Kız çabucak ayağa dikildi, burnunun üstünden kayan gözlüğünü hızlıca yukarı itekledi. "Amirim, kitaplığın altında kopmuş bir zil var. Bence önemli..."
Çabucak araya girdim. "Amirim, yetmedi mi burada oyalanmanız? Koskoca ekiple şu kadarcık alana hakim olmakta zorlanıyor gibisin?" Kışkırtıcı bir tavırla başımı yana yatırarak gözlerine baktım. "Hala asayişin içinden geçen şu seri katili yakalayamamış olmanız da cabası. Burada vakit kaybetmeyin derim."
Kız oradaki yabancı varlığımızı yeni fark etmişti, şaşırarak bize döndü. Büyük gözlüklerinin ardında griye çalan mavi gözleri vardı; kıvrak zekasını saklayamayacak kadar parlaktı.
Önce bana, sonra dağ gibi yanımda dikilen Akın'a baktı.
Biçimli kaşları çatıldı; kısık bir sesle mırıldandı. "Kalabalık yapanlarla hakim olmak iyice zorlaşıyor tabii."
Aniden amirinin omzuna patlatmasıyla hafifçe irkildi. Bu güçlü darbeye rağmen, zayıf bedeni şaşırtıcı şekilde hiç sarsılmamıştı. "Siz onun kusuruna bakmayın, Müdürüm. Ekibim işini eksiksiz yapabilmek için var gücüyle çabalıyor."
Ellerimi cebimden çıkarmadan yanlarına doğru yürüdüm. Kızın sözleri beni gülümsetmişti. Cesur veya aptal insanlar beni her zaman güldürürdü; henüz bu kızın hangisi olduğuna karar verememiştim."Senin işin kalabalıkların içinde de işine hakim olmaktan geçiyor, komiser hanım."
Kadın ellerine arkasında birleştirirken, hafifçe gülümsedi. Hafifçe eğik tuttuğu bakışlarında toy bir ifade oynaşıyordu. "Kusuruma bakmayın efendim, cinayet mahalline Emniyet Müdürü'nün intikal etmesi pek alışılmış bir durum olmadığından, şaşırdım sadece."
Söyledikleri tadımı kaçırmıştı ama kinayelerle gülümsedim. "Buranın bir cinayet mahalli olduğuna seni bu kadar inandıran nedir? Merak ettim doğrusu."
Amiri huzursuzca kımıldanınca, kız ona kaçamak bir bakış attı.
Ama yine de üstüne gidiyor olmam ne tereddüt ettirmişti onu, ne de cesaretini kırmıştı. Hala ısrarla karşımda durabiliyor ve kariyeri ellerimin arasında değilmişçesine, konuşabiliyordu. Çekingendi ama nasıl oluyorsa korkusuzdu. "Cinayet masasında çalışıyor olmamdır belki de."
Cesur değildi, aptaldı.
"Kalıbına sığamayanların vereceği türden bir yanıt. Çalışmaya devam komiser hanım, belki bir gün bir yerlere varabilirsin." Dudaklarımı büzdüm; küçümseyici olduğunu bildiğim bir şekilde ilgimi ondan ayırarak, amirine döndüm.
Ama ben konuşmanın sonlandığını açıkça belli etmeme rağmen, kız incinen onurunun sızısını yaşamaya devam ediyordu. Sesindeki denge biraz bozulmuştu; artık daha saygılı ama işin tuhafı, daha da korkusuzdu. "Öyleyse yanıtımı değiştireyim. Tam amirime önemli bir kanıttan bahsedecekken sizin araya girmiş olmanızdır beni emin konuşturan belki de, Müdürüm."
Amiri şoke olarak ona döndü; ağzı açık kalmıştı ancak bir karşılık verememişti.
Çünkü başından beri tek kelime etmemiş olan yanımdaki Akın tehdit kokan bir ikazla araya girmişti. "Yavaş, komiser. Fazla uçma."
Kızın mavi gözleri Akın'a kaydı; biçimli kaşları tekrar çatılmıştı. Ama bu baskın olduğu kadar uysal olan ikaz onu susturmuş gibiydi, karşılık vermemişti. Zaten verecek vakti de olmamıştı.
Amiri öfkeyle elinde kıvırdığı dosyayı koluna vurunca kız abartılı bir şekilde irkildi. "Mahalle karıları gibi gevezelik yapma, işinin başına geç!"
Böylece zilin üstüne toplanamayan tüm ilgi de dağılıp gitmişti. Birkaç dakika sonra tekrar kasaya yaslanmış, etrafı kolaçan etmeye dönmüştük. Koridorun ucunda gözden kaybolan kıza bakarken bıkkın bir nefes koyverdim. "Kim bu karı?"
Akın da gözlerini kıza dikmişti; her zamanki gibi suskun ve gergindi. "İlk defa gördüm, yeni terfi olmuş belli. Postalayalım mı?"
"Kalsın şimdilik, hemen şutlamak şüphe çeker." Dışardan gelen sesler dikkatimi dağıttı birden. Hâlâ genç kızın inatla polislere bunun bir cinayet olduğunu anlattığını görünce, sinirlerim tepeme çıktı.
Bütün manyak karılar bizi bulmuştu bugün.
"Söyle kovalasınlar şunu. Sesi çok çıkıyor, zorla öldürtecek kendisini." Önüme dönerek, yerdeki kopuk zile baktım. "Bir de elalemin çocukları için adalet aramayalım."
𓅪
Birden duvarın en alt köşesine indi bakışlarım. Sigaradan bir nefes daha çektim içime. Daha önce araştırmalıydım onu. İncir ağacının altında Merih'le birbirlerine gülümseyerek baktıkları fotoğrafla bakıştım bir süre.
Bu denli önemli birisi olabileceğini hiç düşünmemiş, bu yüzden de detaylı araştırmamıştım. Hata etmiştim. Merih'in onunla evlenmesi, adeta Bülent'in hedefi hâline gelmesine neden olmuştu.
Ama sorun şuydu ki, Bülent tuttuğunu koparan bir adamdı. Merih'in binbir çabayla örtbas edilen geçmişini, yalnızca bir hafta içinde etrafa saçabilirdi.
Akıl hastanesine asla gitmemeliydi. Babasını asla öğrenmemeliydi.
Sigarayı elimden bırakarak başımı geriye attım. O kadar derin bir nefes vermiştim ki, bir şeylerden azaldığımı hissetmiştim.
Birkaç Hafta Önce
Gözlerimi tavana dikerek sertçe nefesimi üfledim. Geri başımı eğdiğimde, Merih'in suratıma diktiği huysuz bakışlarıyla çarpışmıştım. "Dinleyecek misin beni?"
Cevap olarak oturduğu sandalyede kalçasını öne kaydırarak iyice yayıldı, sırtını arkaya yasladı. Sandalyenin koluna yasladığı tek eliyle, usul usul çenesindeki kirli sakalıyla oynuyordu. Serseri gibi yayvan bir şekilde oturmuş, bacaklarını da ayırmıştı. Uzun boyuyla, önündeki bütün boşluğu doldurmuştu.
"Dik dik bakma suratıma, hıyar herif." Sertçe önüme uzattığı ayağına vurarak, ağzımın kıyısıyla söylendim. "İlaçları ne yaptın?"
Ukala bir tavırla güldü. "Senden habersizce evleniyorum diye beni yine ilaca mı başlatacaksın? Ne bu, cezan mı?"
"Hastalığının nüksetmesinden korkuyorum."
"Nüksetmeyecek." dedi, kestirip atarak. Ama bu ihtimalle bile tadı kaçmıştı. "Kapat şu konuyu."
Vuracakmış gibi elimi kaldırdım ama kendime hakim olarak geri indirdim. İlaçları reddetmesi sinirimi bozuyordu. Yoksa şüphelenmiş miydi? Ama şüphelense bile anlaması imkansızdı; çünkü gerçeğiyle birebir aynılardı.
Duvarın kenarına sinmiş, sessizce bizi dinleyen Akın'la göz göze geldim bir anlığına. Onun şüphelendiği kesindi. Ama beni direkt yaftalamaktan da çekindiği belliydi.
"Konumuza dönelim." Derin bir nefes alarak, arkamdaki duvarı gösterdim. Masanın ucuna oturmuş, ellerimi birbirine kenetlemiştim. "Malum bir anda başımıza bu evliliği çıkardığın için, olacakları öngörmekte fayda var. Tan Şahoğlu sizi çalgı çengilerle uğurlamayacak düğüne, burada bir anlaşalım."
"Biliyorum."
"Ama bilmiyormuş gibi davranacaksın." Hoyratça sözünü kestim. "Düğüne giderken arabayı Çınar kullanacak, içerde sizden başka kimse olmayacak. Peşinize birisini takacaktır muhtemelen."
Elindeki kalemi çevirerek pür dikkat bizi dinleyen Çınar aldığı emirle başını salladı.
"Kaza falan geçirirseniz," İkisine de gözlerimi gezdirdim. Pınar oturduğu ücra köşede huzursuzca kımıldandı; bu ihtimal hoşuna gitmemişti. Ama yine de kızacağımı bildiğinden sözümü kesmiyordu. "Normal insanlar gibi panikleyin, sövün, öfkelenin. Operasyondaymış gibi artist artist takılmak, her saldırıya dünden hazır falan davranmak yok, ona göre. Burada önemli olan Demre'nin başına bir şey gelmemesi..."
Merih alayla güldü. "Sen ne zamandır karımı bu kadar önemser oldun, Müdürüm?"
Yeğenim olduğunu öğrendiğimden beri anasını satayım.
Akın zihnimde yankılanan bağırışı işitmiş gibi, belli belirsiz gülümsedi. Bu ağır sırrı bilen odadaki tek kişi olmanın ketumluğuna bürünmüştü.
Çınar karım sözüne gülerken, Pınar kısık bir sesle küfretti. "Karım mı? Daha evlenmediniz bile."
"Başlayacağım karına şimdi!" Öfkeyle elimi savuşturarak öteberide oturan Pınar'ı susturdum; çünkü ağzını açmış, söylenmeye hazırlandığını görmüştüm. Tekrar Merih'e baktım sinirle. "Bunun gerçek bir evlilik olmadığını biliyorsun, değil mi? Evinizin her yerine dinleyici koydurdum. Dokunmayacaksın o kıza, sana dokunmasına da izin vermeyeceksin. O kızla evli falan değilsin oğlum sen, kafana kazı bunu. Sakın seviyorum deme bana, çarparım ağzının ortasına iki tane. Kulağım hep sizde. O kız bir işler çevirirse, önce benim haberim olacak."
Bülent'in nelere sebep olabileceğini o kadar kestiremiyordum ki, nasıl önlem alacağımı şaşırmıştım. Merih benim en büyük kozumdu. Onun zarar görmesi, bütün operasyonun çökmesine neden olurdu.
Kimseyi sevemezdi, hele ki bu kişi kardeşimin kızı ve benim de yeğenimse, asla sevemezdi. Bedelleri bu kadar ağır bir aşka kurban gidemezdi. Müsaade etmezdim.
Merih alaycı ama kızgın bir şekilde güldü. Duydukları tadını iyice kaçırmıştı. "Bu kadar önemseyecek ne var? Normal bir temizlikçiyle evleniyoruz şurada, padişah kızıyla değil."
Hiddetle Merih'e bakarak, zehir saçan bir yılan gibi tısladım. "Senin de önemsemen gereken hususlar var sanki ha, ne dersin? Öz baban gibi mesela? Geçmişte çok nilüferler soldu, hatırlarsan."
Suratındaki tüm duygular yerle yeksan oldu.
Söylediklerim, sanki derinlerinde yatan canavarı dürtmüştü. Elini yavaşça indirdi; gözlerinde korkunç bir ifade belirmişti. Tıpkı babası gibi bakıyordu; babası gibi soluyordu artık.
Bel altı saldırmıştım; farkındaydım.
Fakat şu anda asıl mesele babası değildi. Kardeşimdi. Bunu ona söyleyemeyeceğim için, babasını kalkan olarak kullanmak zorundaydım. Ancak bir yandan da gördüklerimden hoşnuttum; ilaçları çoktan bırakmış olmasına rağmen, babasının kalıntılarını gözlerinde hâlâ bulabilmiş olmak, doğrusu beni keyiflendirmişti.
Bana bu deli kan lazımdı. Bu bakış lazımdı.
Gitgide ağırlaşarak sırtımıza binen sessizliği, uysal bir sesle dağıttım. Artık daha anlayışlı konuşuyordum. "Şu balo mevzusuna gelecek olursak. Çok da sakin geçeceğini düşünmüyorum. Peşinize birilerini takabilirler."
Kaşları çatıldı. "Kim takacak? Aziz mi?"
"Aziz seninle bağını zedeleyecek bir şey yapmaz, sen de biliyorsun." dedim anlamlı anlamlı bakarak. "Ama diğerlerinden her şey beklenir."
Ancak ısrarla eşelemeye devam etti. "Diğerleri kim? Tan mı?"
Benim manyak, küçük kardeşim.
"Olabilir, herkesten her şeyi bekleyeceksin." dedim, geçiştirerek. Bülent'in baloya gelmesinden korkuyordum; çünkü henüz Aziz'in ne işler çevirdiğini çözememiştim.
Demre'yle aynı havayı soluması, bize iliklerimize kadar kıyameti yaşatırdı. Bu zamana değin hiç ailem hakkında detaylı bilgi vermemiştim onlara. Fakat balo gecesi aniden kardeşimin çıkagelmesi ihtimalini de gözardı edemezdim.
Oturduğum yerden kalkıp duvara yaklaşırken, zihnimde ne diyeceğimi elekten geçiriyordum. Elimi ceketimin iç cebine soktum ve günlerdir orada beklettiğim fotoğrafı tuttum. Senelerce ertelediğim o ânı sonunda yaşıyordum.
Kardeşimin fotoğrafını çıkararak, hızlıca duvara yapıştırdım.
Bütün gözler, loş ışığın altında kurnazca gülümseyen Bülent Eroğlu'nun üstünde toplandı. Akın'ın sessiz bir şaşkınlıkla durduğu yerde kımıldandığını fark ettim; böyle bir hamleyi hiç beklemediği belliydi.
"Bülent Eroğlu." Sözüme devam etmeden önce yutkundum. Bu ekibi her zaman kendi soyumdan uzak tutmuş, operasyon boyunca Eroğlu soyadını hep belirsizlikte bırakmıştım. Ama artık Bülent'in ortaya çıkması an meselesiyken, tehlikeyi onlara tanıştırmamak büyük bir hata olurdu. "Henüz emin değilim ama baloya onun da katılacağından şüpheleniyorum."
"Daha önceki cemiyet kutlamalarına hiç katılmadı ama," dedi Pınar, düşünceli düşünceli. Merakla duvardaki adamı inceliyordu. "Buna niye durduk yere katılsın ki?"
Dürüstçe yanıtladım. "Bilmiyorum ama Aziz'in bir şeyler kurcaladığından şüpheleniyorum."
"O değil de," Çınar kaşlarını çatarak öne çıktı. Dalgın dalgın parmağını duvardaki adama dikmişti. "Demre'nin soyadı da Eroğlu değil mi? İlginç bir tesadüf. Sakın uzaktan akrabası falan çıkmasın bu adam."
Tüylerimin ürperdiğini hissettim. "Saçma sapan detaylarla konuyu dağıtma! Eroğlu soyadındaki her insan Bülent'in akrabası mı olacak? Her sakallı deden mi senin lan?"
Çınar yediği azarla elini indirdi. "Sesli düşünüyordum, Müdürüm."
"Sessiz düşün, Çınar." Gergin gergin tek elimle duvara yaslanıp, ona ters bir bakış attım. "Eroğlu soyundan geriye kalan son kişi Bülent. Kardeşleri öldü, erkek yeğeni de yoktu. Kızı da öldü." Bir an panikledim; ama sonra Tan ve Aziz dışında kimsenin oteli işleten kişinin kardeşimiz olduğunu bilmediğini hatırlayınca tekrar rahatladım. "Zaten bir daha da hiç aile kurmadı. Yani akrabası falan yok bu adamın." Israrla altını çizdikten sonra, konuya geri döndüm. "Eğer ortaya çıkarsa başımızı biraz ağrıtabilir." Merih'e baktım göz ucuyla. "Özellikle de sana dadanabilir."
"Niye?" diye sordu, tasasız bir tavırla.
Kızıyla evlendiğin için, hıyar herif. Bula bula Eroğlu buldun.
Rahatlığı beni sinirlendirmişti ama yine de duygularıma hakim oldum. "Aziz'den dolayı. Sağı solu belli olmaz bu adamın. Çok tehlikeli birisi."
"Aziz'le ilişkimi bulması için araştırması gerekiyor," Bacağını kaldırarak, ayağını dizinin üstüne koydu. Oturduğu yere iyice yayıldı. Başını yana yatırarak bana kurnaz bir bakış dokundurdu. "Durduk yere niye araştırsın ki beni? Açık açık konuş, Müdürüm. Bizim aramıza sır hiç yakışmıyor."
Gergin gergin dilimi yanağımın içinde gezdirirken, bir süre konuşmadım. "Sır falan yok ortada zibidi herif. Kimin oğlu olduğunu unutuyorsun yine. Sırf bu bile sana dadanması için yeterli. Cemiyetteki herkesin birbiri arkasından kuyu kazdığını gayet iyi biliyorsun."
"Her neyse, tamam." dedi ellerini iki yana açarak. Bir şeyler sakladığımı sezmiş olmasına rağmen üstelememişti. "Nasıl bir adam bu Bülent Eroğlu? Küçükken birkaç sefer ismini duydum sadece, o kadar."
"Tehlikeli." İçimde sıkışmış olan nefesi sertçe üfledim. "Çok tehlikeli."
"Ona şüphe yok," dedi Çınar alayla. Cebinden çıkardığı naneli sakızdan ağzına bir tane atmakla meşguldü. "Cemiyetin lideri olmak için manyaklık şart."
"Hayır." Bastıra bastıra ekledim. "Bu adam Aziz ve Tan gibi manyak değil, öyle saçma sapan geyik kuş fantezileri de yok. Sorun da bu zaten. Aklı gayet başında."
Merih'in gözlerinden haylaz bir bakış geçti. "Yakından tanıyorsun herhalde sen bu adamı, Müdürüm?"
Omurgam boyunca bir gerginlik akıp gitti. Akın'la göz göze geldim kısa bir anlığına. Tekrar Merih'e baktığımda pataklamamak için kendimi çok zor tutmuştum.
Şu çocuğun zekasını sikeceğim bir gün.
Üzerine daha fazla konuşmaması için öfkeyle tersledim. "Tanıyacağım tabii operasyon yürütüyoruz burada, oyun oynamıyoruz piç herif." Yalnızca gülümsedi. Cebimden çıkardığım sigarayı yakarken, konuya geri döndüm. "Dediğim gibi, belki de aralarından en tehlikelisi bu adam. Ailesine de çok bağlı."
Çınar sözümü kesti. "Ailesi yok demiştin, Müdürüm."
Elimdeki çakmağı öfkeyle suratına fırlatınca havada yakaladı. "Mağarada mı yaşıyor lan bu adam? Ailesi gibi gördüğü insanlardan bahsediyorum. Sen ben gibi yani, hay anasını satayım ya!"
Merih rahat rahat saçını düzeltirken, bana yandan bir bakış dokundurdu. "Müdürüm sen bugün biraz fazla gerginsin sanki."
"Gerginim tabii, boka battık gidiyoruz!" Öfkeyle elimi savurdum. "Şu saçma evlilik mevzusunu çıkardın başımıza, bir de yetmezmiş gibi Aziz'e gözdağı verdin. Tan'ı bile karşına aldın. Ulan ben gergin olmayayım da kim olsun?"
"Aziz'le aram bozulmaz, bir şekilde hallederim."
"Ulan bu adam sana neden benim yanımda duruyorsun diye sormadı mı gazinodayken? Telefonu yanında taşıyıp taşımadığını bile kontrol etti." Elimdeki sigaradan taşan duman hınçlı hareketlerimle savruluyordu. "Ne olursa olsun, her an senden şüphelenmeye hazır. Kendi evladına bile güvenmez böyleleri. Aptal aptal hamleler yapmayacaksın yani."
"Sen onu merak etme," dedi elini yatıştırır gibi kaldırarak. "Bülent'e geri dön sen. Asıl bilmediğin şeyden korkmak gerek. Bu adam hakkında hiçbir halt bilmiyoruz."
Konunun tekrar ona dönmesine memnun olmuştum. "Bülent eğer ki sana sataşırsa, yapman gerekeni söylüyorum." Sigarayı tutan elimi suratına doğrultarak, gözlerinin içine baktım. "Gürültülü ol. Ne bileyim, arabasına falan sık. Toy davran ve en önemlisi, adamlarının seni dövmesine izin ver."
Merih derin bir nefes alarak sıkkın sıkkın üfledi. "Anlaşıldı, pataklanacağız yine yani."
"Ciddiyim, Merih." dediğimde, gözlerine bir kararlılık çöktü. "Bu adamı kolay lokma olduğuna inandırman en önemlisi. Sesi çok çıkanın zararı az olur. Özgüven gürültülü olmaz. Sana anlam yüklemelerine izin verme." Geriye çekilerek, sigarayı dudaklarımla buluşturdum. "Toy bir adam ol, gürültü çıkar, zararsız gözük."
Gözleri fersizleşti, tuhaf ama karanlık bir bakış geçti.
Dudaklarından bir mırıltı döküldü birden. "Orası kolay. Yıllardır yaptığımız şey."
Bir anlığına, ama sadece bir anlığına, garip bir duygu sezdim.
Tıpkı benim ondan sakladığım gibi, onun da benden bir şeyler sakladığı kuşkusuna kapıldım. Yavaşça kollarımı önümde kavuştururken, hiç kırpılmaksızın cesurca suratıma kenetlediği gözlerine baktım ve içlerindeki gölgede saklanan adamı görmeye çalıştım.
"Benim olduğunu biliyorum ama sen yine de söyle." Dudaklarımdan şuursuz bir soru döküldü birden. "Kimin silahısın?"
Amcasının ona sorduğu bu hükmedici soruyu yıllar sonra ansızın benden duymak, gülümsetmişti onu.
"Üzgünüm, müdürüm." Gözlerinde meşum bir neşe oynaştı, gülümsemesi usulca genişledi. "Ama ben artık sadece karımın silahıyım. Şu saatten sonra ne teklerim, ne de beklerim. O kime doğrultursa, ona patlarım."
𓅪
Merih'in kulaklarımda çınlayan sesini dinlerken, masanın çekmecesini açarak siyah bir dosya çıkardım. Usulca duvara sokuldum. Tavandan sarkan cılız huzmenin güçlükle aydınlatabildiği, üstüne kırmızı çarpı atılmış olan ufak oğlan çocuğunun resmine baktım.
Fotoğraf çekildiği esnada henüz çok taze olan gözündeki derin yaraya, sol gözündeki mavi körlüğe baktım. Bu içler acısı hâline rağmen gülümseyebilen dudaklarına baktım.
Korsan.
Onu ilk gördüğüm ân birden gözlerimin önüne zuhur etti. Kulaklarımın kıyısına toy duygularının gürleştirdiği sesi sürtünmüştü. Karakol koridorlarında kendisini zapt etmeye çalışan polislere büyüklenişi, tüm hiddetiyle bağırışı hâlâ taptaze zihnimde tütüyordu. "Merih'im lan ben. Başkası değilim. Sadece Merih Karahan'ım!"
Fakat değildi.
Onu ilk tanıdığımda, sadece Merih Karahan değildi.
10 Yıl Önce
"Söyle bakalım başkomiser, bulabildin mi aradığın kriterlerdeki şu çocukları?"
Sesindeki ince küçümseme gururumu zedeledi. Ama yine de duymazdan geldim ve gülümseyebildim.
Ahşap komodinin üstündeki bibloyla oynarken, ona kısa bir bakış attım. "Yok amirim, henüz tam bulamadım. Ama elimde mühim bir koz var. Uzun araştırmalar sonucu yetimhanede kalan ikiz kardeşler buldum, babaları öldürülmeden önce cemiyet mensubuymuş. Ama yetimhanenin kuralları biraz katı, henüz yaklaşabilmiş değilim bu ikizlere."
"Kimi kimsesi olmaması iyi tabii." dedi, anlamlı anlamlı sırıtarak. Oturduğu masadan kalkarak önüne geçti, sırtını yaslayarak kollarını önünde kavuşturdu. "Becerebilecek misin? Büyük hedeflerin var, bu dosyayı kapmak için Müdür'ü ikna etmen epey zor."
"Bir haftada iki çocuğun cinayeti örtbas edildi. Artık bu cemiyetin durdurulması şart. Siz arkamda durduğunuz sürece," dedim, elimdeki bibloyu yavaşça yerine bırakırken. Gözlerimi üstünden ayırmamıştım. "Becerebilirim, amirim."
Ama ola ki arkamda durmazsan, seni koltuğundan etmesini de bilirim.
Gözlerim bir anlığına arkadaki boş koltuğa kaydı. Oraya benim oturmam şart. Rütbem küçüktü; ama hırsım büyüktü. Böylesine büyük hedefleri gerçekleştirmek için bu mevki yeterli değildi. Nitekim kendimi o koltukta hayal etmesi de zor değildi.
Tam bu esnada koridordan gelen boğuk bağırışmalar dikkatimi dağıttı.
"Merih'im lan ben, başkası değilim! Sadece Merih'im!"
Amir yüzünü ekşiterek kapıyı gösterdi. Geri masasına yönelmişti. "Allah aşkına şuraya bir el at. Yine hangi serseri yaygara koparıyorsa bırak nezarethaneye iki gün yatsın."
Yanından ayrılarak koridora çıktım.
"Hop, hop!" Üç polisin resmen duvara yapıştırdığı, yüzü kan revan içindeki genç çocuğu görünce aceleyle üzerlerine estim. "Ne oluyor lan ne oluyor? Kendinize gelin!"
Karakolun içinde ufak bir telaş rüzgarı vuku bulmuştu. Öfkeyle aralarına dalarak sertçe itekledim. Sendeleyerek geriye çekilen adamlar, benimle göz göze geldikleri gibi duruldular. Hepsinin suratında yaralar vardı; kimisinin kaşı patlamıştı, kimisinin de dudağı.
El kadar oğlandan dayak mı yedi lan bunlar?
Birden arkamdan kısık bir küfrün yükseldiğini duydum. "Siktiğimin polisleri, ne boka yararsınız siz? Sen de bas kenara dayı."
Çocuğun toy bir öfkeyle üstlerine atılacağını sezince hızla arkamı dönerek yakasını kavradım ve geri duvara toslamasına neden oldum. Bir anlık kızgınlıkla elimin ayarını kaçırmıştım. Çocuktan acı kokan, kesik bir nefes taştı.
Gözlerimiz kesiştiği ân istemsizce ürperdim; yüzümü ekşitmemek için kendimi çok zor tutmuştum. Yakasındaki parmaklarım gevşedi.
Çocuk berbat bir hâldeydi. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.
Suratında korkunç bir yarık açılmıştı; üstelik henüz taze dikiş atıldığı belliydi. Alnından inerek sol gözünün üstünden geçiyor, neredeyse çenesine kadar da uzanıyordu.
Sağlam gözü sıcak kahve tonundaydı. Ama yaranın altında ezilen sol gözü, yeni doğmuş bebeğinki gibi bulanık renkte bir maviydi. Dibi gözükmeyen, kirli bir denizi andırıyordu.
Kör mü olmuştu?
Ama yeterince anlaşılır değildi. Çünkü dikişleri patladığı için suratının sol yanı kopkoyu kana bulanmıştı. Çenesinde birikiyor, üstüne ve keza benim de elime damlıyordu. Bu hâldeyken siması bile belirsizdi.
Birisi bu çocuğu dövmemişti; resmen işkence etmişti.
"Kim yaptı bunu sana?" Kendime çekiştirerek sırtını zorla duvardan ayırdım; yaptığım her harekette güç uygulatacak şekilde zora sürüyordu beni.
Yakasını sıyırmaya çalıştım çünkü sırtında da aynı yaranın izini görmüş, daha detaylı bakmak istemiştim.
Ama dokunmama müsaade etmeyerek büyük bir öfkeyle silkelendi, koluma vurarak beni kendisinden uzaklaştırdı. Tok bir gürültü yükseldi. Hiç beklemediğim kuvvette bir güç çıkmıştı elinden. "Bir daha bana dokunmaya kalkışırsan kırar götüne monte ederim o eli."
"Sakin." Birkaç adım sendeleyerek aramıza soluklanabileceği bir mesafe soktum. Kendisini güvende hissedebilmesi için ellerimi hafifçe havaya kaldırmıştım. "Sakin ol aslanım."
"Ağzını topla lan orospu evladı!" Arkada dikilen polislerden biri hışımla öne çıktı. Hızla elimi kaldırarak onu durdurdum. Suratlarında hâlâ kendisinden yaşça küçük bir oğlandan dayak yemiş olmanın kırık gururu vardı. Her an çiğ çiğ yemeye hazır bakıyorlardı çocuğa.
Tam, "Çekilin gidin şuradan!" demeye hazırlanıyordum ki koridorun ucundan gür bir kükreme yükseldi.
"Lan puşt sen kimsin anamıza küfrediyorsun?"
Arkamı dönünce uzun boylu, yapılı bir çocukla göz göze geldim. Diğerinden birkaç yaş daha büyük olduğu belliydi; sesi birkaç yıllık ergenliğinin kalınlığını taşıyordu. Onun da suratı kanlıydı, yaralanmıştı. Fakat arkadaşı kadar içler acısı hâlde değildi; yalnızca birkaç ufak sıyrıktan ibaretti.
Birden koşar adımlarla polislerin üzerine esince gerginlik resmen ayyuka çıktı. Saniyeler içinde alevli bir arbede patlak buldu; küfürler resmen havayı yardı.
"Akın!" Arkamdaki çocuk, arkadaşına yardıma koşunca hangi birine yetişeceğimi şaşırdım. Ben daha zapt edemeden, kendisine küfreden polisin suratına bütün gücüyle yumruğunu geçirince adam adeta şuurunu kaybederek yere serildi.
"Ulan!" İleriye atılarak iki polisin üstüne çıkmış aralıksız yumruklayan çocukların ensesine asıldım, çekiştirdim ancak yerinden kaldıramadım. Dört bir yanımızdan etrafımızı kuşatan polisler, tıpkı benim gibi kavgayı ayırmaya çalışıyordu.
Amirin telaşla odasından çıktığını gördüm. Polislerden birinin belindeki silaha meylettiğini fark edince elimi kaldırarak bağırdım. "Sakın!" Çocukları yüzüstü yere uyandırarak üstlerine çıkan polislere döndüm hızlıca. Öfkeden gözlerim kararmıştı. "Çabuk götürün atın şunları nezarethaneye! Bu ne rezillik lan? On herif iki çocuğu zapt edemediniz mi?"
Sürüklenerek merdivenlere götürülen kan revan içindeki çocukların aşağıya inişini seyrettim. Ellerimi belime koyup soluklandım bir süre. Söylene söylene odasına geri dönmek için hareketlenen adama doğru elimi kaldırdım. "Sorun yok amirim, sorun yok."
Ardından yüzümü ekşiterek, kendisine gelen yerdeki polise baktım. "Ne söylediniz de kudurdu bu çocuklar böyle?"
"Bela bunlar başkomiserim, bela." dedi içlerinden biri. "Mahallede terör estiriyorlar, herkes şikayetçi bunlardan. Hele şu yüzü kesik olan velet, tam bir psikopat."
Yarı baygın hâlde kesik kesik inleyerek konuşmayı bölen polise baktım, agresifçe elimi savurdum. "Tamam anladık, yeter. Alın götürün şunu da nereye götürüyorsanız orada sızlansın!"
𓅪
Elimdeki dosyayı sertçe masaya atarak açtım. Gözlerimi duvardaki fotoğraflardan çekip, iki elle masaya yaslandım. Merih'in yıllar önce temizlediğim eski sabıka kaydına baktım. Serseri. Dosyayı sertçe çevirince yırtılmış, eski bir gazete kupürü belirdi önümde. 8 Ekim 2013. Kaşlarımdaki çatıklık birden gevşedi.
Yaşananlardan sonra medyaya yansıyan tek haber bu olmuştu; çünkü anında yayın yasağı getirilmiş ve bu utanç verici trajedinin üstü hızlıca örtülmüştü. Büyük harflerle atılmış başlığı defalarca kez, şuursuzca okudum.
İzmir'de acımasız katliam! Büyük malikanede iki çocuk cesedi bulundu, cani baba akıl hastanesine sevk edildi.
Hâlâ dudaklarımda duran sigaranın ucunda biriken külden ufak bir parça şeffaf dosyanın üstüne devrildi. Usul usul dağılarak küçük bir yanık oluşturdu ama ben fark edemedim. Tekrar zihnimin ötelerine sürüklenmiştim.
10 Yıl Önce
"Başkomiserim, buldum!"
Kaan'ın sımsıkı elinde tuttuğu dosyayla köşeyi döndüğünü görünce duraksadım, yanımdaki komiserin koluna hafifçe vurarak sohbetimizi sonlandırdım. Onun bıraktığı boşluğu saniyeler içinde Kaan doldurdu. Tüm koridor boyunca koşmuş gibi soluksuzdu; suratı yoğun bir heyecanla aydınlanmıştı.
"İstersen anons ettir bir de ne bulduğunu, tüm karakol öğrensin." Sesimdeki kızgınlığı duyunca ellerini önünde birleştirerek, mahcubiyet içinde hafifçe eğildi. Çenemle odayı göstererek önden girdim. "Geç."
Hevesli ve akıllı bir gençti bu; ekibime girebilmek için de uğraşıp duruyordu, fark etmemek olanaksızdı. Aradığım maya onda yoktu; fakat bu maşa olamayacağı anlamına da gelmiyordu.
Henüz ben bile, bu dava uğruna etrafıma topladığım insanların yıllar içinde nasıl örseleneceğini bilmiyordum.
Bundan tam altı sene sonra, bir gece ansızın onu Merih Karahan'ın ve Demre Eroğlu'nun peşinden lunaparka gönderecek ve sırf köşeye sıkıştığında Merih'in vereceği tepkileri sınayabilmek için, hırçın bir yırtıcı gibi kışkırttığım Kaan'ı üstüne salacaktım.
Öyle ki yıllar geçtikçe, bana kendi ahlaki değerlerimi sorgulatacak hamleler yapacaktım. Fakat henüz farkında değildim. Şeytanın adaleti sağlayabilmek için ne kadar ileriye gidebileceğini, ben bile bilmiyordum.
"Şu geçen hafta karakolda kavga çıkaran çocuklarla ilgili," Heyecandan titreyen ellerle düşürmemek için çabaladığı dosyanın ilk sayfasını açtı. "Gerçekten de mahallenin eşkıyasıymış ikisi de. Akın Koç denen arkadaşıyla bütün mahalleyi mesken tutmuşlar. İşin tuhafı, ikisi de polis olmak istiyormuş." Küçümsemeyle güldü birden. "Hayal güçlerine bak şunların, vatanı böyle soytarılara mı emanet edeceğiz?"
Son sözlerini duyamayacak kadar dalgınlaşmıştım. "Polis mi olmak istiyorlarmış?"
"Evet, başkomiserim." Tekrar alayla güldü. "Bunların ait olduğu yer emniyet değil, tek hücreli cezaevi."
Demek polis olmak istiyorsun? Adaleti şeytanın eline verirsek, işimiz bitmiştir.
"Mahallede kimse sesini çıkaramıyormuş bunlara korktuğu için."
Sıradan iki serserinin sicilini dinlediğimi zannederek tüm ilgimi yitirmişken, söylediği son cümle bana kaşlarımı çattırdı. "Niye korkuyorlarmış?"
Sabırsızca parmağını kağıda vurdu; gözlerini belertmişti. "Duyduklarınıza inanamayacaksınız başkomiserim! Çünkü çocuğun gerçek soyadı Karahan değil, birkaç ay önce on sekizine basar basmaz değiştirmiş!"
Yavaşça masama giderek ucuna oturdum. Tıpkı benim gibi. Merih denen çocuğa karşı istemsiz bir yakınlık duydum birden. "Eee?"
"Çok zor öğrendim bu bilgileri. Babası bir hafta önce akıl hastanesine kapatılmış," dediğinde ilgimi tamamen kendisine topladı. Benzerlik bana kaşlarımı çattırmıştı ama hiç ihtimal vermediğimden, üzerine fazla düşünmedim. "Adamın çoklu kişilik bozukluğu varmış ama bu hastalık genetik falan olabiliyormuş herhalde. Çünkü şu gözü kör çocukta da aynı hastalıktan varmış. O yüzden manyakmış."
Cebimden çıkardığım sigarayı dudağıma bırakmış, çakmağı ucuna yaklaştırmıştım. "Yani? Bunun nesinden bu kadar korkuyorlarmış, doğru düzgün anlatsana şunu!"
"Soyadından ötürü başkomiserim! Çok tuhaf olaylar döndürmüşler, yemin ederim inanamayacaksınız olanlara."
Dudaklarından dökülen soyadı duyunca çakmak elimden düştü.
İşte, diye fısıldadım kendi zaferime. İşte, buldum. Ömrüm boyunca elimde tutacağım silahı sonunda buldum.
Kamaşmış gözlerle önümdeki yaralı çocuğun fotoğrafına baktım. Artık benim silahımsın. Ben kime doğrultursam, ona patlayacaksın.
𓅪
"Babam neden seni cemiyetin başına geçiremediği için bu kadar öfkeliydi, hiç düşündün mü abi?"
Kulağımın kıyısında fısıldayan Bülent'in sesini duymazdan geldim. Dosyayı çevirerek, yıllar önce çıkarılmış olan sahte sağlık raporuna baktım.
Şeytanın adaleti tam olarak bu kararda saklanmıştı.
Sigarayı keyifsizce dudaklarımdan alarak kenardaki küllüğe fırlattım. Vicdanıma yamaladığım en affedilmez günah belki de buydu. Bazı hatalar bağışlanmaya sahip olmazdı, bu da o tür bir hataydı.
"Çünkü ben sonradan babama benzedim; ama sen doğuştan ona benziyordun."
10 Yıl Önce
"Ee, sonuç?" Hızlıca kapıyı örtüp karşısındaki deri koltuğa geçtim. Hiç oturasım yoktu ama ayakta dikilmenin fazla baskınlık sezdireceğini düşündüğümden, binbir güçlükle kendimi bırakabilmiştim. Heyecandan yerimde duramıyordum. "Nesi varmış çocuğun, bir haftada her şeyi ötmüştür herhalde sana?"
Kullandığım tabir hoşuna gitmemişti ama hafifçe kaşını çatmaktan öte bir tepki vermedi. "Hiçbir şey öttüğü falan yok çocuğun." dediğinde, bu sefer kaşlarını çatan bendim. "Çok zeki, aklı başında, söylediğinin aksine oturmasını kalkmasını da bilen bir çocuk."
Sabırsızca elimi salladım. "Eee, yani gerçekten de babası gibi hasta mıymış?"
"Bu kadar kısa bir sürede böyle ciddi bir teşhis koymak zor..."
Sertçe sözünü kestim. "Bir haftadır konuşuyorsunuz be adam! Psikiyatrist değil misin sen? Nasıl teşhis koyamadın bir haftada?"
"Beş gün," dedi üstüne basa basa. Biraz alınmış ve gücenmişti ama benim bu hoyrat çıkışlarıma alışık olduğundan çabuk toparlandı. "Beş gündür konuşuyoruz sadece. Bunu duymak hiç hoşuna gitmeyecek ama çocuk taş kadar sağlam, Selçuk. Babasının manipülasyonlarına yenilmemiş. Sadece biraz kafası karışık, o da çok normal."
Gerçekten de hoşuma gitmemişti bu, keyifsizce başımı salladım. Ne demek taş kadar sağlamdı? Görmeyen gözlerle pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Bana babasına benzeyen bir oğlan lazımdı.
"Yaşadığı onca travmatik deneyime rağmen, psikolojisini de sağlıklı tutabilmiş. Çok mantıklı konuşuyor." dediğini duyunca dilimi yanağımın içinde gezdirdim. Parmaklarımla koltuğun kenarına ritim tutmaya başlamıştım. "Çok sarsılmış orası ayrı, kilo vermiş, sağlıksız kalmış. Ama sevdikleri için ayakta kalmaya ant içmiş gibi bir hâli var. Gerçekten de takdir edilesi bir olgunluğa sahip aslında."
Sessizce dışarıyı izlemeye devam ettim.
"Dürüst olacağım, başta çocukta sosyopat kişilik bozukluğu olduğundan şüphelendim," Başımı hiç kımıldatmadan, gözlerimi ona kaydırdım. Kaşlarımı çatmıştım. "Ama öyle değil. Çocukta ahlaki kriterler var, duygusal taklit becerileri gelişmiş, evet ama yine de vicdanlı. Ayrıca insan ilişkileri de kuvvetli, sevdiklerine karşı çok korumacı." Bir an duraksadı, gözlerimin içine baktı. "Bu da babasından kaynaklanıyor zaten."
Başımıza ne geldiyse babalardan geldi zaten.
Benden bir karşılık bulamayınca, konuşmasına devam etti. "Dediğim gibi, iyileşmeye çok açık bir çocuk. İlaçlarını aksatmadan kullanırsa sapsağlam olur."
Zihnimin başka köşelerine sürüklendim. "Babası bütün suçları oğluna mı atıyormuş?"
"Evet," Masasının üstündeki defterleri düzenlemeye koyuldu. "En büyük oğlunu kafasında çok farklı konumlandırmış. Kendi gençliğine benzetiyor belki, bilmiyorum. Ama istediği şekile yontmak için her türlü caniliğe başvurmuş adam."
"Amcası olmasaydı," Dalgın daldın mırıldandım. "Akıl hastanesine kapanan çocuk olurdu yani."
Derin bir nefes aldı. "Öyle. Ama dediğim gibi, çocuk iyileşmeye hazır. Tedaviye hemen başlayabiliriz."
"Başlamayacağız."
Şaşırarak duraksadı, kaşlarını kaldırmıştı. "Anlamadım?"
"Tedaviye falan başlamayacaksın." Sırtımı koltuktan ayırarak öne kaykıldım, kollarımı dizlerime yasladım. Bu kısacık sürede odaya hükmeden sessizlik, her saniyesiyle gerginlik doluydu. "Babası çocuğu hasta olduğuna inandırmış, doğru mu anladım bu kısmı?"
Gözlerinden bir panik geçip gitti. "Evet ama..."
Kendi kendime mırıldanarak sözünü kestim. "Demek o yüzden karakolda sadece Merih'im ben diye bağırıyordu."
Hiçbir yorumda bulunmadı. Artık kendisini daha yaşlı gösteren yoğun bir huzursuzlukla bakıyordu suratıma.
"Hiç şaşırmadım," Geri arkama yaslandım, buruk bir şekilde gülümsediğimin farkında bile değildim. "Cemiyetin babaları, en büyük oğullarını kendi tahtlarına oturtabilmek için her yolu kendilerine mubah görebiliyorlar. Hiç ama hiç şaşırmadım." Derin bir nefes aldım. "Bunun aklını karıştıracak, hasta edecek bir ilaç var mı elinde? Çocuğun gerçekten de hasta olduğuna inanması lazım ki gözünü karartabilelim."
İnsana vicdanını sorgulatan bir suskunluk başkaldırdı.
Arkasına yaslanarak gözlerini kısmıştı; suratıma kınayan bir ifadeyle bakıyordu. "Aklından her ne geçiyorsa, vazgeç Selçuk. Hiçbir suçu olmayan bir çocuğu sırf hırsın uğruna harcayacaksın, deli edeceksin. Saldırganlaşması için eğittiğin köpek falan mı bu? İnsandan bahsediyoruz, üstelik de genç bir çocuktan."
Kendimi tutamayarak sinirli sinirli güldüm ama çok kısa sürmüştü bu; tekrar ciddileşerek öne kaykıldım. Öfke kokan bir fısıltıyla, gözlerinin içine bakarak konuştum. "Bu çocuk içeriye sızmam için en büyük anahtar, anlıyor musun beni? Kırk yıl beklesem önüme gelmeyecek altın değerinde bir fırsat bu!" Sözlerimi vurgulamak ister gibi, yavaşça önümdeki sehpaya vurdum. "Ulan ben yıllarca yırtınsam bile hiçbir adamımı cemiyet liderinin yanına sokamam, manyak bir sadakatleri var. Kimseyi aralarına sokmuyorlar ama bu çocuk..." Heyecandan bir an konuşamadım. "Bu çocuk istese hemen yarın bile içlerine girebilir lan. Hiç şüphe de çekmez! Şimdi anlıyor musun neden altın değerinde olduğunu?"
Hiçbir karşılık vermedi; yalnızca huzursuzca kımıldandı.
Parmağımı yavaşça kaldırarak suratına doğrulttum. "Sen de öylesin. Senin de önemli bir rolün var."
Kaşlarını çatarak öne kaykıldı, ellerini masanın üstünde kenetledi. "Neymiş benim rolüm?"
"Sen de konağa gireceksin." Derin bir nefes alarak elimi indirdim. Artık daha tutarlı konuşuyordum. "Beren adında hasta bir kızı var, manipülasyona çok açık. İkinci kozum, işte bu kız. Doktoru sen olacaksın, zihnini ve fikirlerini yöneteceksin. Şahoğlu ailesinin sızıntısı yapacağız bu kızı."
Gergin bir nefes aldı ama yine de sözlerime karşı çıkmadı.
"Kaleyi içerden fethetmemiz lazım." Ayağa kalkarak karşısında dikildim. "Şimdi, beni şu Merih denen oğlanla bir görüştür bakalım."
Gönülsüzce ayağa kalkıp kapıya yürürken, "Sen bu çocuğun sana güveneceğine, adamın olacağına nasıl bu kadar eminsin?" diye mırıldandı.
Birlikte koridora çıkarak sonuna doğru yürüdük, aralık bir kapının önünde durduk. İki eliyle pencerenin pervazına yaslanmış, çatık kaşlarla dışarıyı izleyen yüzü sargılı çocuğu görünce, büyük bir keyifle gülümsedim.
"Eminim," dedim içeriye girmeden saniyeler önce. "Eminim çünkü karşımda gençliğimi görüyorum ve kendime nasıl davranmam gerektiğini çok iyi biliyorum."
Yıllarca sürecek olan şeytanın adaleti, ben içeriye adım attığım an, başlamıştı.
𓄅
AAAAĞĞĞ NELER OLUYOORRR 🥲🥲🥲 Uzun bir aradan sonra şu bölüm sonu haykırışımı yazmayı bile özlemişimmm 🥹 Sürprizlerle dolu bir bölümdü diyebilir miyiz? Bu bölümde eski Demo'yu tekrar görmüş oldukk ama yeni bir karakter görünüp çıktı kitaptan fark ettiniz mi bilmiyoruumm 🤭 Neyse ben geri döndüğümüüz için çokk mutluyumm fena bölümler bekliyor bizi, şimdiden hazırlanınnn hele helee bir sonraki bölümde çok güzel bir sahne vaarr 🥹🖤🪄✨🗝️🫶🏻
Azalmadan, çoğalarak 🖤 Valla özlemişim he şunu yazmayı..
Yorumlar
Yorum Gönder