45

 45: İKİZ GÜNAHLAR


𓅪



DEMRE EROĞLU



Biz ufak insanlardık. Telef edilmesi kolay olanlardık.

Başkaları elinde tuttuğu gücü üzerimizde bileyebilsin diye, azalanlardık.

Benden geriye kalan bir şeyler hâlâ vardı. Her gün aynı sabaha, aynı otel koridorlarına uyanan masum, öldürülmesi kolay kızdan geriye hâlâ bir şeyler kalmıştı. 

İçimde ona dair bir iz hâlâ vardı; ama azala azala vardı.

Tuhaf olanıysa, artık şahsiyetimden uzaklaşmak beni ürkütmüyordu. Aksine, kendimden bu kadar uzaklaşmışken yapabileceklerim beni heyecanlandırıyordu.

Yavaşça ellerimi zeminden ayırarak doğruldum, oturur pozisyona geldim. Çağlayan bir şelale gibi akan zaman artık durulmuştu; sanki içine sığdırdığı bütün ânlar yavaşlamıştı. Avuçlarıma dolan kandan gözlerimi ayırarak, korkusuzca etrafımızdaki tüm kargaşayı sahiplenen babama ve evli olduğum adama baktım.

Görmeyi hiç beklemediğim bir dayanışmaydı bu.

Babamın hiddetle yakasına asılarak Merih’i geriye iteklediğini, elinde tuttuğu usturayı hışımla kaparak üstündeki kanı yere silkelediğini gördüm. Fakat bu güçlü silkeleme bile, kendini kaybetmiş olan Merih’i sakinleştirememişti.

Yanıma birilerinin vardığını, tanıdık kokuların soluklarıma karıştığını sezdim. Ama gözlerimi karşımdaki iki adamdan ayıramıyordum. Görüşüm bulanıklaşıyor, tüm renkler birbiriyle harmanlanıyordu. Bütün aşina sesler o kadar karışmıştı ki artık hepsi yabancı bir gürültüydü.

İçinde bulunduğum âna tutunmak hiç olmadığı kadar güçtü. 

“Demre bir cevap ver, nolursun!”

“Çabuk ambulans çağırın!”

“Çok kanıyor Meral abla çok kanıyor, ne yapacağız?”

“İyiyim ben, bir şeyim yok! Merih’i dur…” Yanıma çökmüş olan tanıdık simaya baktım fakat kim olduğunu çıkaramadım. Tam bu esnada birisi başıma kumaş parçası bastırmıştı. “Merih’i durdurun.”

“Yeter!” Tam bu esnada elindeki bastonu yere çarpan adam, hışımla arbedenin ortasına daldı; yerde kanlar içinde oturan oğluna hiç bakmadan, esip geçmişti. 

Henüz kimse ne olduğunu anlamadan iki eliyle Merih’in yakasına yapıştı. Elinde tuttuğu baston, tüm gürültüyü bastıracak seste yere düşmüştü.

Babam yerdeki bastona bakarken, yavaşça bir adım geriledi ve önünde kopmakta olan ufak kıyametin en ilgili seyircisi gibi, sessizce seyretmeye başladı. Bir yandan da cebinden çıkardığı mendille usul usul ellerindeki kanı temizliyordu.

“Seni bu yüzden mi himayeme aldım ben? Bir gün ellerinde oğlumun kanını görmek için mi yanıma alıp büyüttüm seni? Söyle!” Hırsla yakalarını sarsınca, Merih’in saçları alnına çarptı. Nefes nefeseydi; kor gibi yanan gözleri, önündeki yaşlı adamdan başkasını görmüyordu. “Kızıma layık gördüm lan ben seni! Ailemin içine aldım, saydım, adam yerine koydum sırf dostumun hatrına. Bunun için mi, söyle lan, bunun için mi?”

Hırıltılı nefesler, yerde acı içinde kıvranan Oğuz’daki inlemeler ve hâlâ duvarın dibine sinmiş Beren’deki kesik kesik ağlayışlar dışında hiçbir ses yoktu.

Merih sertçe yakasındaki yaşlı eli tutunca tok, nahoş bir gürültü yükseldi. “Sen sadece soyadım için aldın beni yanına, kendini kandırma. Bu konağa yeni bir aile ferdi sokacak son kişi bile değilsin sen. Beni yanına almayı kabul ettin,” Öfkeyle üzerine eğilmişti; artık neredeyse fısıldıyordu. “Çünkü dostum dediğin adamın zaaflarını öğrenebilmenin tek yolu bendim. Gençken yaptığım hatalara göz yummanın, beni en yakınına çekmenin nedeni sadece buydu. Herkesi tek hatasında silen sen, beni hep affettin. Kendini kandırma.”

Tan’ın yakasını tutan elleri gevşedi ama sonra birden eskisinden de sıkılaştı. Merih’in suratına doğru nefretle haykırdı. “Sana kendi öz babandan daha çok babalık yaptım lan ben! Amcandan daha çok kolladım seni!”

“Sen bunların hiçbirisini benim için yapmadın.” Merih kinayeli kinayeli güldü. “Kendi öz oğluna babalık yapmayan adam, elin oğluna mı yapacak? Sadece kendi çıkarlarını kolladın sen.”

Tan hiddetle elini kaldıracağı esnada, babam öne çıkarak sımsıkı omzunu kavradı. “Ağır ol yoldaşım. Ne olursa olsun, elini kaldırdığın kişi benim damadım. Ne yapacaksan, yapmadan önce iki kere düşüneceksin.”

Tan ellerini gevşeterek Merih’i bıraktı ama hançer gibi sapladığı gözlerini hâlâ üstünden çekememişti. Öfkeden titreyen dudaklarından, zehirli kelimeler saçılıyordu. “Güvenimi verdim sana. Bu kız benim karım dediğin gün seni postalamam gerekirdi. Hata bende. Bu zamana kadar…” Sustu. Kısa bir an tereddüt etti; sanki duyacaklarından korkuyordu. “Kimin silahısın sen?” 

Merih elindeki silahı beline geri sıkıştırırken, başını eğerek keyifsizce güldü. İçten içe bir şeyi inkar eder gibi, yavaşça başını iki yana sallıyordu. “Bayılıyorsunuz şu soruya. O kadar korkuyorsunuz ki namlunun size dönmesinden, size ait olduğumu duymak için kıvranıyorsunuz.” Küstah bir tavırla doğrularak, karşısındaki adama baktı. “Ama şunu anlasanız iyi olur, ben artık sadece karımın silahıyım. O kime doğrultursa, sadece ona patlarım.”

Tam bu esnada gözleri beni buldu; içleri resmen mahşer yeri gibiydi. 

O kadar kenetlenmişti ki suratıma, sanki artık etrafındaki kimseyi göremiyordu. Adamın yanından geçerek, hızlıca yanıma yürüdü. “Sikeceğim şimdi sizin üstünlük kavganızı, hiçbir şey karımdan önemli değil.”

Tan, gitmesine engel olmak için manevra yapacak oldu; ama babam araya girerek tutmasına mâni oldu. Eliyle beni gösteriyordu. “Size bu bedenden bir damla bile kan aksın, tüm şehre kan yağdırırım demiştim. Sen bugüne kadar yapacağını yaptın kızıma Tan efendi,” Parmağını artık suratına doğrultmuştu. “Bedelini sadece oğlunla ödeyeceğini sanıyorsan, şimdiden kendine kaçacak delik aramaya başlasan iyi olur. Kızımın damarlarına verdiğin o zehrin her bir damlasını fitil fitil burnundan getireceğim senin.” Tiksintiyle geriye çekildi. “Bu da benim yeminimdir.”

Yıkılmaz bir dağ gibi yanıma gelerek tek dizinin üstüne çöken Merih, yaklaştıkça bütün gücünü kaybetmiş gibi göründü. Titreyen elleriyle narin bir yavaşlıkta yüzümü kavrarken, sanki nefes dahi alamıyordu.

“Çok…” Derin bir nefes verdi, duygularını dizginlemeye çalıştığı belliydi. “Çok kanıyor.” 

“İyiyim ben, gerçekten bir şeyim yok.” Hiçbir şey demeden çabucak yüzümü bıraktı, üzerime eğilerek belimi kavradı. Kolları bacaklarımın altından geçtikten saniyeler sonra ayaklarım yerden kesildi. Tıpkı bir kuş tüyü gibi havalandım.

Hiç beklemeden dönerek, kapıya yürümeye başladı. Kızlar da telaşla peşimize takıldı; ama yalnızca birkaç adım uzaklaşabilmiştik.

“Eğer şimdi bu konaktan çıkıp gidersen,” Tan Şahoğlu’nun gür sesi tüm koridoru inletti. Bütün gözler ona döndü. “Bir daha asla buraya adım atamazsın, Merih Karahan. Asla!”

Şaşkınlık içinde Merih’e baktım; ama onun gözleri yalnızca patronundaydı. Bu kadar ağır bir buyruğu ezip geçmesini bekleyemezdim. Buraya bir daha adım atamamak onun için büyük bir tehditti. 

Şahoğlu ailesiyle olan bütün ilişiğini sonlandırması demekti.

Yıllarca verdiği emeği telef etmekti. Tıpkı benim gibi, onun da bir amaç uğruna burada olduğunu biliyordum ve benim başlattığım bir savaşın bedelini bu şekilde ödemesini istemiyordum.

Kimsenin duyamayacağı kısıklıkta fısıldadım. “Yapma Merih, indir beni.”

Sözlerime öfkelendiğini hissettim ama yine de onunla göz teması kuramadım. Beni duymuş olmasına rağmen, hiçbir tepki vermemişti. Yalnızca Tan Şahoğlu’na bakıyordu. Hiddeti, alnındaki ufak damarda atıyordu; gözleri kopkoyuydu. Çenesi bile kaskatı kesilmişti.

Ne düşünüyordu? Neden bırakmıyordu beni?

Babamın, kıyıya vuran hırçın bir dalga gibi üzerimize geldiğini gördüm. Merih’in emrinde olduğu adamı ezip çiğnemeyeceğine öylesine emindi ki, beni ondan almaya gelmişti. 

Tam karşımızda durarak kollarını bana doğru uzattı. “Ben ilgilenirim.”

Ama Merih ona kısa, soğuk bir bakış dokundurmaktan başka hiçbir karşılık vermemişti. Gözleri tekrar patronunu bulurken, beni daha çok kendisine bastırdı. Kasları o kadar sertti ki, resmen bırakmamaya ant içmiş gibiydi.

“Karımı bu hâlde çıkarıyorum ya şu konaktan,” dedi birden, derinlerden kopup gelen sesiyle. “Değil ben, sen bile geri adım atamayacaksın şuraya. Son kez bak evine, başının üstüne yıkacağım çünkü.”

Tam anlamıyla beynimden vurulmuştum.

Babam bastıramadığı bir şaşkınlıkla, havada asılı kalan kollarını geri indirdi. Tıpkı diğer herkes gibi, onun da böyle bir meydan okuyuş duymayı beklemediği barizdi. Merih aldırışsızca arkasını dönerek, tekrar yürümeye başladı.

Tan’ın bile nevri dönmüştü; ama yine de susacak değildi. “Sen kimin oğlu olduğunu unutuyorsun herhalde, çocuk. Akıllanmadın mı? Tekrar mı solduracaksın elindeki nilüferi? Beni kışkırtmak istemezsin.”

Nilüfer mi? Hem kimin oğluydu ki?

Babamın sessiz serzenişini yalnızca ben duydum. “Bir bu eksikti…”

Merih’in adımları duracak kadar yavaşladı birden; ama bu sefer arkasına dönüp de bakmadı. Elleri o kadar sıkılaşmıştı ki, parmakları resmen tenime saplanmıştı.

Gözlerine korkunç bir bakış hükmetmişti.

Merih’i yeterince kışkırtamayan Tan, bu sefer de peşimizden gelen babama saldırmaya başladı. “Aziz’in kızına yaptığını benim oğluma da yapacak kadar yürek yedin demek. Sanıyor musun ki bize attığın bu yağlı urganlar yanına kâr kalacak? İkimizi de karşına alarak çok büyük aptallık ettin. Artık bu masada sana yer yok, duydun mu beni?” Bağrışları o kadar histerik bir hâl almıştı ki, Merih beni ondan uzaklaştırdığı için şükrettim. “Bir daha asla buraya adım atamayacaksın! Değil ailemle, hizmetçilerimle bile bir daha asla muhattap olamayacaksın!”

Babam ardına bile bakmadan peşimizden gelirken alaylı alaylı küfür etmekten başka bir şey yapmamıştı. Bu tehditlerin ona dokunmadığı belliydi; aldırış bile etmemişti. Ama ben onun aksine korkuya kapılmıştım. Bir yandan suratıma akan kanı silmeye çalışırken, bir yandan da tir tir titreyen kızlara bakmaya çalışıyordum. 

Bir daha onları göremeyecek miydim? 

Kapıya vardığımız esnada, birden tüm bu hengamenin üstüne kapaklanan beklenmedik bir başkaldırış yaşandı.

“Yeter!” Meral abla, ellerine bulaşmış olan kanı üstüne silerken, hiddetle birkaç adım öne çıktı. 

Gözü dönmüştü; dudaklarından taşan kelimeler o kadar hükmediciydi ki, hem babamı hem de Merih’i duraklatabilmişti. “Artık senin bizim üstümüzde söz hakkın yok.” Öfkeyle silkeleyerek ellerini birbirine çarptı. “Bitti, yeter! Ben yokum artık. Defolup gidiyoruz bu konaktan. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Bir daha asla kızlarıma dokunmana izin vermeyeceğim, asla! Bu zamana kadar sustum, sineye çektim. Kaç kızımı toprağa verdim ama artık yeter!”

Meral abla darmadağın olmuş, etrafa saçılmış kızlara doğru esti hışımla. Tüm konakta ağır bir durgunluk yaşanıyordu. Tek ses, hâlâ odanın içinden sızmayı sürdüren Beren’in kesik iniltileriydi. Emre, ruhsuz bir beden gibi duvar kenarına yığılmıştı; karnından sızan kan, zeminde süzülerek servet değerindeki halıya bulaşmıştı.

“Kendinize gelin, toparlanın çabuk!” Meral ablanın kızlara savurduğu emir anında hepsini silkeledi; suratlarındaki afallamayla, birbirlerine sokuldular. “Defolup gidiyoruz bu konaktan!”

Resmen ağzım açık kalmıştı.

“Meral saçmalama!” Tan öfke ve hayretle bağırarak birkaç adım öne çıktı fakat durmak zorunda kalmıştı; kadın öylesine bir hiddetle ona dönmüştü ki, fazladan bir adım atma şansı yoktu.

“Sakın bana hiçbir yere gidemezsin martavalını okuma!” Meral abla, yaşananların şokuyla tökezleyen kızları tek tek kapıya doğru iteklerken gözlerini adama kenetlemişti. “Senelerce senin kahrını çektim. Oradan oraya savruldum. Meral şuraya, Meral buraya sözlerini duya duya ömrümü çürüttüm.” Sesi titredi; ama yine de çenesini dikleştirdi. “Sana hem bir ömür, hem de bir evlat verdim ben. Sadakatimi verdim. Ama karşılığında saygını bile alamadım. En büyük hatam, şunu daha önce yapmamış olmam.” Yanımıza gelerek sırtını kendi çocuğunun babasına döndü. Sesi o kadar ağırdı ki sanki nefes alamıyordu. “Bitti, benden bu kadar.”

Birdenbire gür bir yakarış koptu konakta. “Meral gitme! Gidemezsin!” 

Gerçekten de terk edildiğini anlayan ve hiçbir şekilde onu durduramayacağını fark eden adam, itibarına uzanan bütün kayışları elinden bırakmıştı. Sanki artık bambaşka bir adamdı. “Gidemezsin. Meral, sakin sakin konuşalım. Halledelim. Gidemezsin. Beni bırakamazsın.” Derin, hırıltılı bir nefes soludu. Suratında çaresizlikten başka hiçbir duygu yoktu. “Sen benim Meral’imsin. Sana verdiğim isim gibisin. Ormanımdaki en kıymetli, en zarif geyiğimsin. Sensiz eksik kalır bu konak. Ben sensiz yaşayamam, Meral. Gidemezsin.”

İnsanı hırpalayan bir sessizlik yaşandı. Bütün zihinler o kadar dumura uğramıştı ki dakikalar önce kopan kıyametin varlığı sanki tüm hafızalardan silinmişti.

Meral abla duyduklarından sonra duraksamış, derin bir nefesle çenesini doğrultarak, arkasını dönmüştü. “Sırf bensiz yaşayamıyorsun diye beni her gün öldürüyorsun.” Ellerini önünde kavuşturarak, son defa hizmetli duruşunu yaptı. “Her şey için teşekkür ederim Tan Bey, bu sözlerimi istifa dilekçem yerine sayın lütfen. Hadi kızlarım, gidiyoruz. Demre’yi hastaneye götürelim hemen.”

Artık kelimelerin kifayetini yitirdiği bir ândı; kimse daha fazla konuşmaya yeltenmedi.

Merih benimle birlikte hızlıca konağı terk etti. Babam hiç tereddütsüz arkamızdan gelirken, Meral ablanın öncülük ettiği kızlar da beraberinde peşimizden sürüklendi. Buraya kadardı; gerçekten de konaktan ayrılmıştık.

İnanılır gibi değildi. 

Bahçeye çıktığımız esnada, ansızın çalıların arasından beliren ufak tefek bir silüet koşar adımlarla üzerimize yürümeye başladı.

Göz kapaklarıma akan kandan ötürü çehresini seçememiştim; fakat telaşlı sesini duyunca Kubi olduğunu hemen anlamıştım. “Demre’ye ne oldu? Demre’ye kim yaptı bunu? Demre kanıyor, Kubi bunun hesabını soracak…” Merih’in adımlarına ayak uydurmaya çalışarak koluma tutunduğunu hissettim. Mırıldanmayı andıran sesi, kulağıma sürtündü. “Demre, uyanık ol.”

Uyanık ol.

İçimde tuhaf bir his oynaştı.

Ancak herkeste öyle bir telaş hakimdi ki, kimse Kubi’nin kısık sayıklamalarını duyamamıştı; zaten bir süre sonra ben de unutmuştum. Zihnime uğrayan her düşünce, oraya tutunmadan savrulup gidiyordu.

Merih beni çabucak babamın arabasına götürerek, nazikçe arka koltuğa bıraktığında başımın artık taşıyamayacağım kadar ağırlaştığını hissettim. Fakat yine de herkes sağ salim konaktan dışarıya çıkabildiği için hem bedenen hem de ruhen hafiflemiştim.

Başımda parçaladığım bir sürahinin bu kadar büyük değişimler doğuracağı aklımın ucundan dahi geçmemişti. Zira bu, hepimizin Şahoğlu Konağı’na son kez adım atışı olmuştu.

 𓄅


Zihnim, bir köşeye yığılmış, hareket etmekten aciz yaşlı bir insan gibiydi. Hiçbir düşünceyi taşıyacak mecali yoktu sanki. Tonlarca ağırlıktaki göz kapaklarımı kaldırmaya çabalarken, kasvetli bir rüyadan henüz yeni kurtulmuştum. Uyanmıştım fakat hâlâ şuursuzdum.

Neredeyim?

Ansızın bulunduğum odada bir başkasının varlığını sezince zihnimdeki buğu dağıldı. Tüm bedenimle ürperdim. Odada birisi vardı ama ben bir türlü gözlerimi açıp da kim olduğuna bakamıyordum. Tedirginliğin ve çaresizliğin yüküyle, yattığım yerde hiç kımıldayamadan çırpındım.

Zemine dokunan yumuşak adımlarını duydum.

Yatağımın kıyısına ılık bir meltem esti. Birisi elime tutundu; nazik fısıltısı tenime sürtündü. “Teşekkürler, Demre.”

Ürpererek gözlerimi araladığımda, tüm dünya bulanıklaştı; uzun saçlı, gözlüklü bir kadın silüetinin son anda köşeyi döndüğünü ve alelacele odadan ayrıldığını yakalayabildim.

“Sen kimsin?” diye sormak çok istedim ama kelimeleri taşıyacak gücü sesimde bulamadım. Rüya mı görüyordum? Başucuma bir şey bırakılmış olduğunu fark ettim fakat karanlıkta ne olduğunu seçemedim.

Kadının sesi yeniden kulaklarımda çınlayınca irkilerek yeniden uyandım. Ne zaman geri uyumuştum? Telaşla etrafa bakındım ama yalnızdım. Tepemde öten monitörün tekdüze sesi, kalbimin hâlâ attığının bir kanıtıydı. 

Sade bir hastane odasındaydım; ince perdelerin ardındaki camda kadife bir karanlık oynaşıyordu. Gecenin geç bir saatiydi. Birbirine karışan derin nefes sesleri vardı odada. 

Başımı yan çevirince kızların üçlü koltukta birbirlerine yaslanarak uyuduğunu gördüm; ama karanlıktan ötürü kimin kim olduğunu anlayamadım.

Gelen kadın kimdi? Yoksa gerçekten de rüya mıydı?

Başucuma bir şey bıraktığını anımsayınca başımı çabucak öteki tarafa çevirdim. Çok hızlı hareket etmiştim. Alnımda bir sızı hissettim; neredeyse inleyecektim. Damarlarımda akan ilacın beni tekrar uyuklattığını sezince, telaşla komodine yaklaştım.

Rüya görmemiştim. Gerçekten de bir kadın gelmiş, başucuma bir şey bırakmıştı.

Binbir güçlükle yattığım yerden uzanarak elime aldığımda, bunun ezilmiş bir çiçek olduğunu gördüm. Merakla yüzüme yaklaştırınca sapına bağlanmış olan ufak kağıt burnumun ucuna çarptı. 

İnci gibi bir el yazısıyla, kısa bir not iliştirilmişti kağıda.

Çiçeklerin en güzel koktuğu an, ezildikleri andır. Ama zaten bir çiçeğin intikamı da ezildiği topuğa kokusunu bırakmasıdır. Bu çiçek senin için değil. Ezildikleri yerden yeniden çiçek açamayan kadınlar için. Ama sen hep ezildiğin yerden, yeniden, sevgili Demre.

Üstünde ismimi görmesem yanlış geldiğine inanacağım kağıdı, defalarca kez baştan sona okudum. Belki de gerçekten rüya görüyordum. Elimi daha fazla havada tutacak gücü bulamayarak yatağa bıraktım, mahmur gözlerle karanlık tavanı izlemeye başladım. Ama bu yalnızca birkaç saniye sürdü. Kanıma karışan ilaç, tekrar ruhumu bedenimden söküp koparmıştı.

Çiçek elimden kopup düştü ve ortalıktan kaybolduğu gibi, hafızamdan da kayboldu. Bir daha hiç hatırlayamamak üzere, varlığını tamamen unuttum.

Gözlerimi tekrar açtığımda bir hemşirenin yanımda bir şeylerle uğraştığını gördüm. Kendimi tuhaf hissettim. Kolumdaki seruma birtakım sıvı enjekte ettiğini fark edince de panikledim. Ama kolumu kaldırıp da engel olamadım. Korkuyla etrafımdaki beyaz odaya bakarak, mırıldandım; bizden başka kimse yoktu. “Merih nerede?”

Kadının maskenin altındaki boğuk sesini duydum. “Merih kim? Şu anda burada öyle birisi yok.”

Nefeslerimin kesildiğini hissetim. Yine aynı şeyi yaşıyordum. Korkuyla, yattığım yerden kalkmak istedim ancak yapamadım. Nasıl buraya geri gelebilmiştim? Yoksa yine mahzene mi kapatılmıştım? Hayır, imkansızdı bu. Babam böyle bir şeye asla izin vermezdi. Merih ne olursa olsun beni kurtarırdı.

Kurtarır mıydı?

“Buradayım güzelim, kendine gel, sakinleş.” Kollarımı tuttuğunda çırpındığımı fark ettim, hemen durdum. Verdiği tepkiye kendim bile afallamıştım. “Hiçbir yere gitmedim, asla bırakmam seni. Hepimiz buradayız, baban da burada. Meral de kızlar da. Hiçbirimiz bırakmadık seni.”

Sıçrayarak gözlerimi açınca karşımda onu buldum. Ne zamandır uyuyordum? Monitörden yükselen tutarsız kalp atışlarımı duydum. Belli ki bilinçsizce sayıklıyordum. 

Karanlığın içindeydi, yatağımın hemen kıyısına oturmuştu. Tüm odaya sinen tanıdık kokusu, şefkatli bakışları ve sarsılmaz duruşu; her şeyiyle, kendisine sığınmamı bekleyen bir kurtarıcı gibiydi. 

Gözlerimiz birbirine değince, beni ikna edebilmek için tekrar kelimelerin üstüne bastı. “Hiçbir yere gitmedim, asla bırakmam seni.”

Birden panikle yattığım yerden kalkarak boynuna atıldım, kollarımdaki bütün gücü kullanarak sarıldım. Sanki kendi bedenimin içinde değildim. Kulaklarım uğulduyor, soluklarım tıkanıyordu. “Çıkar beni buradan Merih lütfen. İlaç veriyorlar bana yine. Dilan denen o hemşireyi gördüm, yine bana ilaç veriyordu.”

Sarılışıma hiç tereddüt etmeden karşılık vermişti; ama sözlerimi duyunca, kollarındaki güç anında gevşedi. 

Geriye çekilerek beni kendisinden uzaklaştırırken, suratında sadece şaşkınlık zuhur etmişti. “Demre, bana bak, gözlerimin içine bak güzelim,” Çaresizce eğdiğim yüzümü iki eliyle tutarak nazikçe kaldırdı. “Burada güvendesin, ben yanındayken hiç kimse sana dokunamaz. Dilan denen kadın öldü, unuttun mu? Astım krizi geçirerek öldü. Kimse sana ilaç veremez artık.” Sözleri korkunç bir şekilde ağırlaştı. “Şu dakikadan sonra sana dokunanı zaten hiç düşünmem, ben öldürürüm.”

Ama ant içerek söylediği bu teselli çok boğuktu; sanki sadece zihnimin katmanlarca gerisine ulaşabiliyordu. Bana ne vermişlerdi böyle? Birden kolumdaki serum kablosu ilişti gözüme. Şuursuzca elim oraya uzandı, sökmeye yeltendi. “Hayır, beni yine uyuşturuyorlar!”

Henüz söküp atamadan Merih hızla elimi yakaladı; ne yaptığımın farkında olmadan, kurtulmaya çalışarak çırpındım. Gitmeliydim burdan. Ancak o kadar güçlüydü ki ona karşı koymamın imkanı yoktu. Yatak, ufak boğuşmamızın altında gürültüyle sarsılmaya başladı.

“Yavrum dursana!” Kalçamın üstünde kaykılarak geriye kaçıldığımda, benimle daha fazla mücadele edemeyeceğini anladı. Hızla ayağa kalktı, dizlerinin üstünde yatağa geri çıktı. “Demre yeter, kendine zarar vereceksin şimdi!”

“Çıkar beni buradan lütfen, uyuşturuyorlar beni!” Dağ gibi üzerime eğildiğini görünce, yataktan çıkmaya kalkıştım.

Aniden arkamdan yakalayarak, tek bir çekişle beni kendisine yasladı. Sırtım, kaya kadar sertleşmiş göğsüne tosladı; iri kolları tıpkı bir pranga gibi tüm bedenime dolanarak, beni kendisine hapsetti. Hâlâ dizlerinin üstündeydi; beni bacaklarının arasına almış, neredeyse kucağına oturtmuştu. 

Üstelik kollarımın üzerinden sarıldığı için, ufak bir hareketi bile bana imkansız kılmıştı. Bacaklarım dışında hiçbir uzvumu kımıldatamıyordum.

Başını omzumun üzerinden eğerek, kulağıma sokulunca sıcak nefesi tenimi ürpertti. Yumuşacık sesiyle, ruhuma doğru fısıldadı. “Sakinleş, güvendesin. Korkma, etrafına bak hadi.” Başını başıma yaslayarak, karşımızda yükselen duvarı gösterdi. “Duvardaki desenleri görüyor musun? Beyaz değil, renkli desenleri var. Senin için özel olarak seçtim. Burası mahzen değil. Güvendesin, Demre. Artık kimse sana dokunamayacak.”

O bu telkinleri kulağıma fısıldadıkça, gözlerimdeki sanrılar kalktı. Sözleri, zihnimi bulanık suları defetmişti sanki. O kadar hafiflemiştim ki, kendimi her nedense daha da bitkin hissettim. Halsizleşerek başımı geriye attım, göğsüne yaslandım. 

Sonra birden damarlarımda akan kanda bir eksiklik sezdim. 

“Yoksa morfin mi verdiler bana?” İçimi bir heyecan yaktı. Tekrar canlandım. “Lütfen söyle, biraz daha versinler, birazcık daha lütfen…”

Kollarının arasında kımıldanmaya başlayınca, daha sıkı sarıldı. Acı çeken bendim ama sanki can çekişen oydu. “Demre, yapma…”

Sesindeki kararlılığı duyunca hiç olmadığım kadar umarsız hissettim. 

Yardım etmeyecekti.

Gözlerime nüfuz eden yaşlar, bütün dünyamı kararttı. Kendimi tutamadım; artık resmen sayıklıyordum. “Lütfen söyle doktorlara Merih, birazcık versinler en azından. Başka hiçbir şey istemiyorum. Başka hiçbir şey düşünemiyorum, düşünemem. Acı çekiyorum, lütfen söyle versinler!”

“Ağlıyor musun sen?” İç çekişlerimi duyunca aniden kollarını çözdü; zaten artık çırpınacak takatim de kalmamıştı. Başım zonkluyor, her geçen saniye boğazım biraz daha kuruyordu. 

Sırtımı ondan ayırarak, yüzümü döndüm.

Doktorları ikna edebilecek tek kişinin o olduğunu biliyordum; bu yüzden bütün gururumu ezip çiğneyerek, yalvarmaya başladım. Haftalar geçmişti; artık tahammülümün sınırındaydım. Kanıma bu uyuşukluk yeniden karıştıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmak olanaksızdı.

Sadece birazcık istiyordum.

Sanki dudaklarımdan taşan kelimelerin sahibi ben değildim. “Lütfen Merih, git doktorlarla konuş. En azından birazcık versinler, yoksa kafayı yiyeceğim. Anlamıyor musun beni? Yoksunluk çekiyorum. Artık istesem de aklımı başka şeye veremem, başka bir şey düşünemem.”

Yüzümü avuçlarının arasına alarak gözlerimin içine baktı. Sanki bendeki acı ona da aksetmişti; çaresiz gözüküyordu. “Demre, güzel karım, böyle bir şeyi asla yapmayacağımı sen de biliyorsun. Sana böyle bir kötülük asla yapmam. Bunca zaman direndin, şimdi mi pes edeceksin? Başka şeyler konuşalım, unutalım hadi bu meseleyi. Lütfen, yalvarıyorum sana.”

Gerçekten de yalvarırcasına bakıyordu. 

Panikleyerek başımı iki yana salladım; gözlerimden akan sıcacık yaşlar ellerine bulaşıyordu. Artık ben de dizlerimin üstüne oturmuştum; sanki bu ikna etmemi sağlayacakmış gibi, ona daha yakından bakmaya çalışıyordum. “Hayır, lütfen yardım et bana Merih. Başka bir şey düşünemiyorum ki. Aklımda sadece bu var…”

Önüme düşen saçları nazikçe çekerek, yatıştırıcı bir şeyler mırıldadı ama kelimelerin anlamlarını bulamadım. Sanki kendimden koparılmış gibiydim. 

Çatılan kaşlarını, kararlılığıyla gölgelenen gözlerini dahi fark edememiştim. “O zaman izin ver bana, aklını dağıtayım.”

Başımı eğerek, iç çekişlerimin arasından, “Nasıl?” diye fısıldadım. 

Yüzümü tutan elleri başımı tekrar geriye atınca, gözlerimiz birbirine dokundu. Ama bu o kadar kısa bir bakışmaydı ki, içlerindeki şefkate şaşıramamıştım bile.

Ansızın dudaklarımın üstüne kapanan dudakları, bana bütün dertlerimi unutturdu. Sanki tüm telaşlarım dindi, yaşananların yükü üstümden kalktı. Ruhum sızlanarak hafifledi.

Yine rüya mı görüyordum?

Aralanan dudakları, sıcak nefesiyle tenimi alazlarken aynı anda soluklarımı da benden çaldı. Karnıma yumruk yemiş gibi hissettim; içimdeki duygular o kadar yoğundu ki bir raddede resmen bana saldırıyordu.

Zaman zaman ağırlaşıp hafifleyen dudaklarımdaki nazik baskıdan güç alarak, kollarımı yavaşça boynuna doladım ve tüm yükümü ona verdim. Sanki bu çekingen teslimiyet onu harekete geçirmişti; kısa bir anlığına dudaklarımızı ayırdı. Sonra birden belimi kavradı ve bedenimin yükünü ruhumdan alarak beni zahmetsizce kaldırdı.

Saniyeler içinde başım yastığa devrildi; kendimi boylu boyunca yatakta uzanırken buldum.

Bu ani pozisyon değişikliği nevrimi döndürdü; ne yapacağımı şaşırdım. Tepemde yükselen heybetli bedene bakakaldım. Neden aramızda mesafe vardı? Hâlâ omuzlarına tutunduğumu fark edince ufak bir güç uygulayarak, kendime çektim. Anında üzerime eğilerek, büyük bir arzuyla tekrar dudaklarıma uzandı. Kalbim heyecandan kasıldı; monitörden tuhaf bir ses yükseldi.

Ama henüz dudaklarıma dokunamadan birdenbire duraksadı; kolumdaki serum kablosu iri gövdesine dolanmıştı. Daha fazla sokulmasına mani oluyordu. Öylesine kapılmıştım ki ona iğnenin kolumdan çıkmak üzere olduğunu, gerisinde ufak bir sızı bıraktığını bile sezmemiştim.

Sabırsızca gölgesini üstümden geri alarak kabloyu çekiştirdi; içinden çıkabilmek için canımı yakmadan gevşetmeye çalışıyordu. “Siktir.”

Dudaklarından taşan sövgü, çaresiz uğraşlarıyla birleşince birden beni güldürdü. Kabloyu ondan kurtarmak için ben de çekiştirdim. “Merih, bu bana da dolanmış sanırım…”

“Hay sikeyim…” Belimden tutarak nazikçe çekti, benimle birlikte kendisini de doğrulttu. “Gel bakayım sen şöyle.” Tekrar dizlerinin üstünde durarak, beni geniş göğsüne yasladı. 

Sonra serumlu kolumu tutarak başının üstünden geçirmeye, dolanan düğümü geri çözmeye uğraştı.

Üşüyerek göğsüne yaslandım; o agresifçe kabloyla boğuşurken, ben gülerek onu seyrediyordum. Sanki gerçekten de bedenimden dışarıya çıkmış, kısa bir süreliğine de olsa bütün dertlerden arınmıştım.

Kendi kendine söylenerek cebelleşirken, birden gözleri bende takılı kaldı; kaşlarını hafifçe çatıp gevşetti. “Gülüyor musun sen?”

İnkar etmeyerek kıkırdadım. “Bu kadar sinirlenerek uğraşman çok komik.”

“Harbi ya, neden uğraşıyorsam?” Omzundan arkaya uzanan kabloyu fırlatarak kolunu belime sardı, beni sıcaklığına daha çok hapsetti. Diğer eli enseme uzanırken, usulca üzerime eğilmişti. Fısıltısı, aramızdaki ufacık mesafenin köprüsü gibiydi. “Dolanalım boşver.”

Dudaklarımız birbirine sürtündüğü an, kalbimin ritmi yeniden tepetaklak oldu. Ben henüz varlığını solumaya alışamamışken, dudaklarımın her milimine ufak ama ruhumu kıvrandıracak şefkatte dokunuşlar bırakmaya başladı. Her öpüşüyle birlikte içimden bir duygu silsilesi akıp gitti; ağlayacağımı zannettim, korktum.

Parmaklarımı usulca saçlarına daldırınca, ufak darbelerine son vererek ansızın büyük bir arzuyla dudaklarıma kapandı. Dişlerimin arasından hınzırca tüm benliğime saldıran dili, bana anında her şeyi unutturdu. Bayılacağımı zannettim. O kadar ani bir istilaydı ki bu, sesim bile çıkamamıştı. Usulca kıyıya vuran bir dalga gibi, dudaklarımızı hiç ayırmadan üzerime eğildi; kendisiyle birlikte beni de arkaya yatırdığını, başım yastığa düştüğünde fark edebildim. Bacaklarımı uysal bir dokunuşla ayırarak ağırlığıyla üzerime kapanınca baştan aşağı titredim; bacaklarım çoktan benden bağımsız hareketlenmiş, beline dolanmıştı. 

Hiçbir olguyu fark edemiyordum; sanki zaman ve mekan kavramlarından noksan edilmiştim. Ceza mıydı bu, yoksa bir ödül müydü, karar veremiyordum. Çünkü bana yaşattığı her ânı yakalayabilmek ve hiçbir zaman unutmamak üzere hafızama kazıyabilmek istiyordum.

Birden dudaklarımdan ayrılıp ufak dokunuşlarla çeneme doğru indiğinde, sonunda soluklanabilecek bir an bulabildim. Neredeyse şükredecektim çünkü her an heyecandan bayılmak üzereydim.

Boynuma doğru kayan dudakların tenimde bıraktığı yumuşak izler, hafifçe batan sakalların tatlı tahrişleriyle baskılanıyordu. Üstümdeki önlüğü kavrayan sıcak parmakları, acelesizce yakamı çekiştirdi. İnce kumaş omzumdan aşağıya kaymış, gerdanlığımın büyük bir kısmını açığa çıkarmıştı. 

Göğsümden çıkan ince kablolar, yatağın hemen yanında duran monitöre doğru uzanıyordu.

İçimde hiçbir şey yok muydu?

Bir an nevrim döndü ve hastanede olduğumu hatırlayamadım. Gerçekten de içimde sütyen yoktu. Biraz daha üstümdeki hasta önlüğünü aşağıya çekiştirse, göğsüm her an açığa çıkacaktı; fakat yapmamıştı.  

Karanlığın içinden gözlerime tutunan gözleri içimdeki bütün utanç duygusunu sanki benden söküp aldı. Üstümdeki önlüğü biraz daha çekiştirmesini isterken buldum kendimi. Ama böyle bir şey yapmadı. Bir süre dokunmaya kıyamadığı kıymetli bir şeye bakar gibi, hayranlıkla beni süzdü.

Nasıl bu kadar yakışıklı olabilirdi? 

Tıpkı onun bana yaptığı gibi, ben de onu inceledim. Yaşadığımız onca şeye rağmen nasıl hâlâ birbirimize çekilebiliyorduk? İçimdeki hisleri artık görmezden gelebilmem mümkün değildi. Ne yaparsa yapsın, sanki ona karşı her seferinde yenilecek gibiydim. Bulanık, kör gözünü çevreleyen gür kirpiklerinde; üstünden geçip giden ince, beyaz yarada gezindim yavaşça. Sonra birden vücudunda da aynı izlerden olduğunu anımsadım. Ne kadar acı çektiğini düşününce, istemsizce içim burkuldu.

Keşke acısını azaltabilseydim.

Aniden kesik bir soluk içine çekti. Onun da zihnini kurcalayan bir şeyler vardı, belliydi.

“Seni bu hâle sokan, canını yakan herkese tek tek bedelini ödeteceğim.” Kederli ama hiddetli bir bakışı vardı. Havaya kalkan eli, başımdaki sargıya uzandı, incitmekten ürkerek okşadı. “Ne Emre’nin, ne de Oğuz’un sana bunu yapacak cesareti yoktu. O iki it her şeyi yapar ama bunu asla yapmazdı.” Birden baştan aşağı kasıldım. Hiç kırpılmadan suratıma kenetlediği gözleri, benden bir yanıt almayı beklemiyordu; çünkü gerçekleri zaten görebiliyordu. Her ne yakaladıysa bakışlarımda, tekrar şefkatle başımı okşadı. “Sana kızgın değilim diyemem. Ama seni böyle bir şey yapacak hâle getirdikleri için onlara daha çok kızgınım. Seni de bu kire buladıkları için, hepsine kin doluyum.” Kısa bir anlığına gözlerini yumdu, içindeki yangınları söndürmeye çalıştığı belliydi. “Seni o hâlde kan revan içinde görünce bütün cemiyeti yakıp yıkmak istedim, Demre. Her şeyi siktir edip, bitirmek istedim. Hoş, yaptım da.

Tan’la yaşadıkları tartışmayı anımsadım. “Bir daha konağa gitmeyecek misin gerçekten?”

“Gitmeyeceğim.” dedi, sesini bileyen bir kızgınlıkla. “O evle işim bitti artık.”

Hem sevinmiştim bunu duyduğuma, hem de hüzünlenmiştim. Konaktan kurtulduğu için mutluydum ama bunca zamandır verdiği emeklerin, sırf benim yüzümden heba olması keyfimi kaçırmamış da değildi. Bencil olmak istiyordum ama olamıyordum.

“Şimdi sana bir defa soracağım, sen de bana dürüstçe yanıtlayacaksın.” Bakışlarıyla resmen gözlerimin içine nüfuz ediyordu. “Neye engel olmak için böyle bir şey yaptın? Belli ki kendini kurtarmaya çalışıyordun ama neyden kurtarmaya çalışıyordun?”

Kamerayı şöminenin içine fırlatışım belirdi gözlerimin önünde. Babamla birlikte konağa gitmemin tek sebebi olan o fotoğrafları düşündüm. Eğer yedekleri yoksa, artık yok olmuşlardı; bu yüzden ondan gizlemek için bir neden de kalmamıştı.

“Kendimi kurtarmaya çalışmıyordum,” O kadar kısık çıkmıştı ki sesim, beni duymayacağından korktum. “Seni kurtarıyordum.”

Kaşlarını çatarak hafifçe yüzünü buruşturdu. Duymayı beklemediği bir itiraftı bu, afallamasından belliydi. “Beni neyden kurtarıyordun?”

Konuşmadan önce yutkundum. “Emre peşine birisini takıp gizli gizli fotoğraflarını çekmiş, son yaşananlardan sonra kendisini affettirmek için de bu fotoğrafları babasına verecekmiş. Ama ben kamerayı ateşe atarak yaktım.”

Tepkisi beklediğimden de şaşırtıcı olmuştu; çünkü suratında yalnızca hayal kırıklığı belirmişti.

“Nasıl…” Yatağa tutunarak bütün ağırlığını üstümden çekti, geri dizlerinin üstünde doğruldu. Gözlerinin içi boşalmıştı sanki; artık fersiz bakıyordu. “Nasıl yani? Anlamadım. Peşime birisini takmışlar, öyle mi?” Belli belirsiz başını iki yana salladı, sessizce bir şeyleri inkar etti. Müthiş bir acı zuhur etmişti gözlerinde. “Fotoğraflarda kim vardı?”

Kısa bir an duraksadım, haftalar önce sergi günü tesadüfen gördüğüm o kareleri anımsamaya çalıştım. “Birkaç kişi daha vardı yanında ama sadece…”

Sertçe cümlemi keserek beni afallattı. “Neredeydik?”

Bir süre düşündüm. “Sanırım bir ara sokak…”

“Sanma, hatırla.” Tekrar sözümü kesince gerildim. Meselenin ne kadar ciddi olduğunu yeni idrak ediyordum. “Nasıl bir ara sokaktı? Ne yapıyorduk?”

O kadar dikte edici soruyordu ki sorularını, istemsizce stres olmaya başlamıştım; zihnimdeki düşünceler panikledi, hızlandı. “Karanlık, dar bir sokaktı. İzmir’in tekinsiz mahallelerinden birisi gibiydi sanki.”

Ne yapıyorduk?”

Çabucak ekledim. “Eski bir apartmandan çıkıyordunuz.”

Kısa bir an sessizliğe takılı kaldı.

Sonra kelimeleri çiğneyerek konuştu. “Sadece benim suratım mı gözüküyordu?”

“Evet,” diye fısıldadım, ne düşündüğünü anlamaya çalışarak. Ama imkansızdı bu; anlayabildiğim tek şey, hayal kırıklığıydı. Birden kendimi hiç olmadığım kadar kötü hissettim; sımsıkı ona sarılmak, teselli etmek istedim. “Ne demek oluyor bu peki? Emre neden sadece senin yüzünü ifşalamış?”

“Emre değil.”

Şaşırdım. “Nasıl yani? Onun kamerasındaydı ama fotoğraflar.”

Hafifçe geriye çekildi, başını arkaya attı. Gözleriyle düşünceli düşünceli karanlık tavanı tararken, dilini yanağının içinde gezdiriyordu. Açığa çıkardığı boynunda, adem elması belirginleşmişti. Resmen bütün keyfi kaçmıştı; artık bakışlarında bir şeyler sönüktü.

Sessizliğinde boğulurken, “Merih?” diyerek üsteledim. Sanki ben konuşmasam, kendi zihninin içinde kaybolup gidecekti.

 Gözleri hızla aşağıya kayarak suratıma saplandı. Sorduğum soruyu hatırlamaya çalıştığı, dalgın bir duraksama yaşamıştı. “Emre çekmiş olamaz fotoğrafları. Yerimizi bulması imkansız. Başkası…” Yutkundu, gözlerini kaçırmıştı. “Başkası vermiş fotoğrafları eline.”

“Kim?”

“Sadece benim yüzüm gözüküyorsa,” Tekrar gözlerimiz birbirine değdi; içlerinde kesif bir acı vardı. “Avlanan benimdir.”

Bu sefer çekinerek sordum. “Seni avlayan kim peki?”

Sanki kelimeler binbir güçlükle taşıyordu dudaklarından. “Yüzü gözükmeyenlerden biri.”

Ağır bir suskunluk oldu. Yüzü gözükmeyenler kimdi? Zihnimde adeta bir hengame kopuyordu. Gecenin bir vakti çıktıkları ev neresiydi? Ne işler çeviriyordu bu adam? Kimlerle çalışıyordu? Tüm bu yanıtsız sorular, artık bana kendimi çaresiz hissettiriyordu. 

Sanki zihnimde gezinen endişeleri sezmişti; belli belirsiz gülümsedi.

Suratındaki kasvet, bu ufak tebessümle dağıldı. Tekrar üzerime eğilerek çeneme ufak bir öpücük bırakınca tüm kaygılarım tarumar oldu; dikkatim büsbütün dağıldı. Ne düşündüğümü unuttum. O an onu kimliği belirsiz bir adam değil, yalnızca kocam olarak görmek istedim. Kollarımda tekrar mecal bulabilince yavaşça boynuna doladım, kendime çektim.

Bu şevkli hareket onu güldürdü; usulca boynuma sokulan dudaklarındaki bu neşeli ses, içimi gıdıklamıştı. Ufacık bir öpücük kondurdu tenime. Ama sonra birden geri yukarı tırmanarak, birkaç santim uzaklaştı ve dosdoğru gözlerimin içine baktı. Artık ciddiydi.

“Söz ver bana, Demre,” Fısıltısı bütün odayı dolduracak kadar güçlüydü. “Ne olursa olsun, hangi sebepten olursa olsun, bir daha asla ama asla kendine zarar verecek bir şey yapmayacaksın. Hele ki beni korumak için.” Karşı çıkmaya yeltendim ama hafifçe dudaklarını bana yaklaştırarak bütün lafları bana yutturdu. “Bana hiçbir şey olmaz. Kimse bana bir şey yapamaz, sen merak etme. Şimdi söz ver bana, bir daha asla böyle bir şey yapmayacaksın. Sadece böyle affedebilirim seni, Demre.”

Bir süre gözlerinden başka hiçbir yere bakmadım. Kimse bana bir şey yapamaz derken sesinin büründüğü ton, ürpertici bir dürüstlük barındırıyordu. Bu sözü ondan duymak, sanki kısacık bir an bana elinde tuttuğu gücü göstermesi gibiydi.

“Tamam.” Uzatmanın bir manası yoktu çünkü kendi kendime zarar verdiğimi inkar etmenin de bir anlamı kalmamıştı. “Söz veriyorum.” 

Rahatlar gibi yavaşça nefesini koyverdi; omuzlarındaki genişlik hafifçe çökmüştü. Gözleri tekrar dudaklarıma kaydığında bakışları tamamen suret değiştirdi; sanki artık kopkoyu bir arzunun kölesiydi. Cesurca uzanarak, dudaklarındaki şefkati usulca dudaklarımın kıyısına terk etti. Sakalları tenime sürtündü, içimden ılık bir rüzgar esip geçti. Ufak dokunuşlarla gerisinde karıncalanma bırakarak çıplak boynuma, ardından da köprücük kemiğime doğru indi. Yumuşak dudakları göğsümün kıyısına varınca nefeslerim yeniden kesildi; aniden nabzım hızlandı. Parmakları önlüğün ucunu tekrar kavramıştı, her an aşağıya sıyırmaya hazırdı.

Yatağın başucundaki monitörden bütün odayı inleten bip sesleri yükselmeye başladı. 

Başta ikimiz de bu gürültüyü fark edememiştik; ama bir andan sonra o kadar huzursuz edici bir hâl almaya başlamıştı ki ne zaman yumduğumu hatırlamadığım gözlerimi aralamak zorunda kalmıştım.

Merih de duraksamış, dudaklarını tenimden ayırmıştı. Arkasındaki karanlığı sırtlayarak doğrulurken, çapkın çapkın sırıtıyordu. “Nabzınla ele vereceksin bizi karıcığım, biraz sakinleşmeye mi çalışsan acaba?”

Utandığımı hissettim. “Elimde olan bir şey değil…”

Odadaki ses o kadar artmıştı ki artık sadece rahatsız ediciydi. Merih gülerek dizlerinin üstünde doğruldu, bedenine dolanmış olan kabloyu çabucak başının üstünden sıyırarak çıkardı.

Kalkmaya yeltendiğini fark edince hayal kırıklığıyla mırıldandım. “Nereye gidiyorsun?”

“Duymuyor musun karıcığım?” Yataktan kalkarak yanıma geldi, eliyle yaslandı. Kısa bir anlığına göğsüme kadar açılmış olan önlüğe baktı; yavaşça ucunu tutup geri yukarı çekti ve örttü. Ardından üzerime eğilerek ben henüz ne olduğunu anlayamadan, dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Nabzım biraz daha hızlandı; monitördeki vuruşlar gitgide arsızlaşmıştı. Merih muzipçe gülümseyerek, geriye çekildi. “Birileri geliyor.”

Tam bu esnada sözünü tasdikler gibi, odanın kapısı açıldı. Merih telaşsızca geriye çekildi, benden uzaklaştı. İçeriye giren hemşire önce ona, ardından bana baktı; ne olduğunu anlayamamıştı. Peşinden odaya dalan siyahlar içindeki iki adamın da suratında aynı afallama mevcuttu. 

Demek babam kapıma birilerini dikmişti.

Herkesin duraksadığı, zamanın ağırlaştığı bir an oldu.

“Ben biraz hava alayım, sen de sakinleş karıcığım.” diyen Merih, koltuktan kaptığı ceketiyle bana yandan bir bakış atarak göz kırptı. Ardından tasasız adımlarla odadan ayrıldı ve beni utanç içinde boğulurken, adamların imalı suskunluğuyla baş başa bıraktı.

*

Asfalt yol altımızdan akıp gidiyor, araba rüzgara meydan okurcasına son sürat ilerliyordu. İçerde ılık bir esinti raks ediyordu. Radyo, insanı rahatsız etmeyen cızırtılı bir müzik salıyordu etrafa.

Sessizce karşımda oturan, babamın sağ kolu Ufak Ömer’le göz göze gelince kendimi bir şeyler söyleme mecburiyetinde hissettim. Zaten hastaneden yalnız ayrılışımın hüsranını sessiz kaldıkça daha fazla yaşıyordum. Bu yüzden konuşmayı seçtim.

“Babam nerede?”

Sesimdeki suçlayıcı tınıyı yakalamıştı ama beni teselli etmek gibi bir derdi yoktu. “Evinizde sizi karşılamayı bekliyor.”

İstemsizce huysuzlandım. “Orası benim evim değil.”

Ama benimle polemiğe girmedi. Yalnızca sözleriniz benim için bir emirdir der gibi gözlerini yumarak başıyla yavaşça onayladı.

Derin bir nefes aldım. Dün gece beni ortalıkta bıraktığından beri Merih’e karşı hâlâ ince bir sinir güdüyordum içimde. “Kocam nerede peki? Hastaneden çıkarken neden kimse yanımda değil?”

“Orasını bilemiyorum, efendim. Ama arkadaşlarınız ve babanız sizi evinizde bekliyor, bunu biliyorum.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Arkadaşlarım?”

Ama yanıtlamaya fırsat bulamadı çünkü araba yumuşak bir manevrayla dönerek, durmuştu. Ömer benden önce kalkarak dışarıya çıktı, ardından destek olmak için elini bana doğru uzattı.

Anında içeriye doluşarak bacaklarıma dolanan soğuk havayla titredim, yerimden kalkarak arabadan indim. Şu ufacık hareketlenmede bile kendimi bitkin hissetmiştim. Birazcık daha morfin verselerdi, ne olurdu sanki? Elimle başımdaki sargıyı ovuştururken, devasa bir gölge gibi önümde yükselen eve baktım. Dengemi sağlayabilmek için arabaya tutunmuştum.

Fark ettiğim ilk tuhaflık, etrafta volta atan onlarca adam olmuştu; tıpkı etten bir sur gibi bahçenin çevresini kuşatmışlardı. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışmadım çünkü bu, ben bilinçsizce hastane odasında yatarken cemiyette kopan fırtınaların bariz bir kanıtı gibiydi.

Neler olmuştu ben iyileşmeye çalışırken?

Sanki yıllar olmuştu buraya gelmeyeli; içimde tuhaf bir aşinalık hissi kımıldandı. Ama insanı okşayan bir kımıltı değildi bu; aksine derinlerdeki bir şeylerin içimde can çekişmesini andırıyordu.

“Demre!”

“Demo gelmiş, bakın!”

“Sonunda ama!”

Tüm bahçeyi inleterek ayyuka çıkan bağırtılar duydum, irkildim. Arabanın kıyısından geçerek kapıya döndüğümde, büyük bir heyecan tufanıyla bana doğru koşuşturan kızları görmüştüm.

Arkalarından gelen Meral ablanın telaşlı telaşlı çemkirdiğini duydum. “Yavaş olun bakayım, utandırmayın beni. Misafiriz burada!”

Sinem yanıma varan ilk kişi olmuştu. Tam sarılacakken kendisini son anda durdurmuş, onun yerine şefkatle koluma tutunmuştu. “Demre nasılsın, iyi misin?”

Fakat sorusuna yanıt veremedim. Onun hemen arkasından üzerime esen Aylin boynuma atılarak aramıza girmişti. “Demre, sonunda gelebildin! O kadar endişelendik ki sana bir şey oldu diye.”

“Üstüne yüklenmesene be kızın,” Sinem onu tutarak çekiştirdi.

Haksız da sayılmazdı çünkü kendiminki dışında başka bir bedeni taşıyamayacak kadar güçsüzdüm; birkaç adım sendelemiştim. Yanımıza gelen Ece de ona katılarak, üzerime yüklenen Aylin’i özlemiyle birlikte geri çekebilmişti. “Kaçıl şuraya kızı devireceksin şimdi!”

“Sorun değil, iyiyim,” dedim gülümseyerek. Onları burada bulmanın şaşkınlığını henüz üstümden atamamıştım; ândan kopuk bir şekilde, afal afal bakıyordum suratlarına. “Özlemişim sizi.”

Ece hafifçe omzuma vurdu. “Biz de seni özledik, Demo. Evlendin resmen bizi unuttun. Konağa da hiç adım atmaz oldun.”

Aylin gülerek sözünü kesti. “Hoş, artık biz de adım atamayacağız.”

Tüm suratlara gölgeler devrildi. Şaşırarak, “Anlamadım, nasıl yani?” diye sordum. Ama hemen arkadan bize katılan Sude, bütün dikkatimi dağıttı, fazla üsteleyemedim.

Kısa bir suskunluk oldu; ne diyeceğini bilemiyormuş gibi kımıldandı. 

“İyi olduğuna çok sevindim, Demre.” Ellerini önünde kenetledi, geri çözdü, sonra tekrar kenetledi. Ardından çekingen bir tavırla gülümsedi. “Seni tekrar sağlıklı görmek çok güzel. Evine hoş geldin.”

Meral abla önümdeki yığını yararak karşımda belirince, beni de yanıtlama derdinden kurtardı. Çünkü az daha dilimin ucuna kadar tırmanan iğneleyici sözleri savurmak üzereydim. Bir zamanlar babasının yanında durmayı tercih ederek bana ihanet eden kız, şimdi benim yanımda durarak, babamın evine mi gelmişti?

“Demre, güzel kızım,” Meral abla kollarını şefkatle iki yana açarak beni sıcaklığıyla kuşattı. Eliyle saçlarımı okşayınca gözlerimi yumdum; içimde, yangından farksız bir hasret harlanmıştı. “Sana o kadar güzel yemekler yaptırdık ki, yarına kalmaz turp gibi olursun valla. Hadi gel,” Kolunu omzuma dolayarak beni eve yönlendirdi. “Üşümeden içeriye girelim.”

“Siz ne zamandır buradasınız?” diye sordum, merakla. Birlikte eve yürürken, diğer çalışanların da kapının önüne yığıldığını görmüştüm. 

Tam bu esnada baştan aşağıya siyahlara bürünmüş bir hâlde babam kapıda belirdi; arkasından kara bir gölge gibi yükselen Merih’le göz göze gelince, kalbim tekledi. Adımlarım yavaşladı. Beni fark etmeden birkaç saniye önce, koyu bir sohbetin içinde oldukları belliydi; anında susmuşlardı.

“Açın yolu.” Babam, ellerini iki yana ayırarak davetkâr bir edayla gülümsedi. Sesindeki gürlük, tüm çalışanları kendisine ram edecek kadar güçlüydü. “Evin sahibi geldi.”

Herkes birkaç adım geriye çekilince, önüme uzun bir yol serildi. Meral abla da kızlarla birlikte kaçılmaya yeltenmişti ama ben hızlıca elini tutunca durmak zorunda kaldı. Gülümseyerek, yanımda yürümeye başladı.

Ne kendimi evin sahibi gibi hissediyordum; ne de önüne yol serilmesi gereken önemli birisi gibi. Hayatım bambaşka bir şekle bürünmüş olabilirdi ama ben etrafımda birçok hizmetçinin pervane edildiği bir yaşama ait hissedemezdim kendimi.

Babamın birkaç adım ötesinde durduğumda, Meral abla bu sefer itirazsızca kenara çekilmişti. Artık o da kızlarla birlikte eşikte bekliyordu.

“Hoş geldin, kızım.” Babam gülümseyerek, iki yanına ayırdığı kollarını biraz daha kaldırdı.

Hemen yanında dimdik duran Merih babama bakarak, bariz bir kinayeyle güldü. “Ben de açayım kollarımı bakalım ilk hangimize gelecek, deneyelim mi sevgili kayınpederim?”

Babam ona gözünün ucuyla yandan, sert bir bakış dokundurdu. Merih’in kollarını iki yana açtığını görünce, burnundan nefes koyarak güldü. “Kaybedeceğin savaşlara girme istersen, sevgili damadım.”

Yorgun argın güldüm. Aralarından geçerek havada bekleyen kollarını hafifçe iteklemiştim. “İkinize de gelmezdim.”

Ayakkabılarımı çıkararak içeriye girerken Merih’in arkamdan güldüğünü duydum. “İşte benim karım, nasıl da dikbaşlı.”

Babam da çalımlı bir tavırla güldü. “Kime çekmiş, tam babasının kızı.”

Sırtımın onlara dönük olmasını fırsat bilerek gülümsedim. Tam salona doğru dönmüş gidecekken, aralık duran mutfak kapısına gözüm takıldı. Dudaklarımdaki gülümseme soldu. Üstünde kirli beyaz önlük olan, yaşlı bir adam tezgahta soğan doğruyordu.

Arkamdaki konuşmalara sağırlaşarak istemsizce ona doğru çekilirken, ayaklarım boşluğa adım atıyormuş gibi tekinsiz hissettim. Yoğun bir şaşkınlık ve afallamayla, aralık kapıda duraksadım.

Babamın geçen haftalarda bana, bu evde tanıdığın birisi var ama şu anda izinde diye bahsettiği kişi belli ki oydu.

Elim titreyerek ileri uzanınca kapı ufak bir gıcırtıyla geriye kaydı. Yaşlı adamın gözleri omzunun üstünden beni buldu; usta elleri, kim olduğumu anlayana kadar soğanları doğramayı bırakmamıştı. Sonra gülümseyerek bana doğru döndü.

Gözlerime yaşlar doluşunca yutkundum, birkaç adımla mutfağın içine girdim.

Duygulandığımı anlamıştı ama yine de gülerek önündeki soğanları gösterdi. “Kaç yaşına geldin, hâlâ bu kokuya alışamadın mı?”

İçimde yoğun bir ağlama isteği kabardı. Ama gözlerimi silerken, ben de güldüm. Yıllar önce ona sorduğum soru, yeniden dudaklarımdan dökülüverdi. “Bu kokuya insan nasıl alışır ki, Osman amca?”

Kendimi tutamayarak üç büyük adımda yanına vardım ve babacan bir tavırla ayırdığı kollarının arasına girdim. Geriye çekilirken, burnumu çekerek göz yaşlarımı siliyordum.

“Yıllardır hiç değişmemişsin Demre kızım, yine başını derde sokmuşsun bakıyorum da.” Keyifsizce güldüm.

Cemre’nin anısını yaşatan, onu tanıyan ve benim hatırladığım şekilde hatırlayan birisiyle yıllar sonra yeniden karşılaşmak, içime tarif edilemez bir acı nüksettirmişti. Sanki babamın evinde değil de, yıllar önce büyüdüğüm o otelin mutfağındaydım yine.

Onu en son kardeşimin cenazesinde görmüştüm; o zamandan beri iyice yaşlanmış, biraz da kilo vermişti. Ama gülümseyişi hâlâ tıpatıp aynıydı. “Senin burada ne işin var, Osman amca?”

Şaşkınlığıma karşılık güldü. “Uzun zamandır burada çalışıyorum ben. Eskiden amcanın arkadaşı olduğum gibi, babanın da arkadaşıyım. Otel kapatıldıktan yıllar sonra buraya geldim.”

Gözlerimi silerek burnumu çektim. Biraz gücenmiştim. “Babamın yaşadığını başından beri biliyordun yani, öyle mi?”

Gözleri tedirginlikle arkada bir yere kayınca omzumun üstünden kapıya baktım. Babam eşikte duruyordu; ellerini cebine sokmuştu, yıllarca bizi yokluğunda sınayan kendisi değilmiş gibi duruşu da çalımlıydı. Elini kaldırarak kenara çekildi. “Demre hadi, gel. Osman yemeklerle ilgilensin, bol bol hasret giderirsiniz zaten. Bizim konuşmamız gereken daha mühim meseleler var.”

Arkada endişeyle dikilen kızları ve onlara kol kanat germiş olan Meral ablayı görünce sözünü dinleyerek, sessizce mutfaktan ayrıldım. Gerçekten de konuşulması gereken çok daha önemli mevzular vardı. Yarım kalan sitemimi, ortalık biraz daha yatıştıktan sonra sürdürecektim.

Koşar adımlarla yanıma gelerek koluma giren Sinem’le, peşimden sürüklediğim sessiz gürültüyü de alarak salona girdim. Her şey birkaç gün önce bıraktığım gibiydi, yokluğum hiçbir şeyi değiştirmemişti.

Farklı hissettiren tek şey, arkamdan gelen yüzlerdi.

“Meral abla, ne oldu?” Yorulduğumu hissederek Sinem’in yardımıyla en yakın koltuğun ucuna sindim. Tek tek kızların suratındaki huzursuzluğa bakıyordum. “Neden buradasınız? Artık konağa geri dönmeyecek misiniz gerçekten?”

Meral ablayla babam arasında kısa ama ketum bir bakışma yaşandı. Yanıma gelerek oturunca, tüm bedenimle ona döndüm. “Konağa bir daha geri dönmeyeceğiz, Demre’ciğim. Artık o evle ve insanlarla işimiz tamamen bitti.”

“İyi de Tan Bey buna nasıl müsaade etti?” Duyduklarım karşısında şaşkına dönmüştüm; konağı terk edeceğini söylemiş olması, bunu gerçekten yapabileceği anlamına gelmiyordu çünkü.

Meral abla yoğun bir hürmetle babama baktı. “Orası da Bülent Bey sayesinde oldu. Yoksa Tan’ın böyle bir şeye asla müsaade etmeyeceğini hepimiz biliyoruz.” Sesi ağırlaştı, kısıldı. “Yıllarca beni bu yöntemle konağa hapsedebildi zaten.”

Kızlarda ufak bir kımıldanma oldu; hepsi hüzünlü hüzünlü Meral ablaya bakıyordu. Yaşananların sebep olduğu ağır tahribatı suratlarında görmek mümkündü.

“Zaten bizden sonra konaktaki bütün çalışanları işten çıkardı,” Şaşırarak, bunu söyleyen Aylin’e döndüm. “Hatta Kubi’yi bile. Kimse kalmadı içerde.”

İçgüdüsel olarak Merih’e baktım çünkü endişelenmiştim ama o benden tarafa bakmıyordu. “Kubi’yi bile mi? Nereye gitti peki şu anda?”

Ama Ece ondan önce yanıtlamıştı. “Bir akrabasının yanına gitmiş.”

“Akrabası mı?” Kendi kendime yanıtsız bir soru mırıldandım. 

“Her neyse,” Babam karşımızdaki tekli koltuğa yavaşça kurulurken, araya girerek tüm gözleri üstüne çekti. Merih duvar kenarına çekilmiş, konsola yaslanmıştı. Ketum bir suskunluğu vardı. “Yaşananlardan sonra ortalık iyice karıştı tahmin edersiniz ki. Oğuz’un yaralanması, Emre Şahoğlu’nun ölümü…”

Hayretle doğruldum. “Ne?”

“Evet,” dedi Sinem hemen, yalnızca benim anlayabileceğim bir sevinçle. Kamera kayıtlarını bulduğumuz günden beri, onun da duymayı arzuladığı son buymuş gibiydi. “Emre Şahoğlu öldü.” 

“Peki kim…” Önce ne diyeceğimi bilemedim, sonra arkada suskunca dikilen Merih’e ve tahtta oturur gibi koltuğa yayılan babama baktım. “Kim yaptı bunu?”

Kulaklarımda patlayan silahın sesi yankılanmış, gözlerimin önünde ikisinin de odaya daldığı an zuhur etmişti. Babamın elindeki kanı silkelediğini anımsayınca, tüylerim ürperdi. Şimdi o kanlı ellere, masumiyetten tertemiz bir eldiven geçirmiş gibiydi; sakince koltuğun kenarlarında ritim tutuyorlardı.

İkisi de bu soruma sessiz kaldı bir süre. Sonra babam derin bir nefes alarak, bu sessizliği örseledi. “Unutalım bu mevzuyu. Sen güvendesin, gerisi önemli değil.”

Ama aklıma gelen başka bir düşünceyle, farkında olmadan sözünü kestim. “Beren nasıl, nerede? O gün o da benimle birlikte içerdeydi.”

Emre’nin kardeşini hoyratça itekleyerek, yaralanmasına sebep olduğu anlar yeniden zihnimde dirilmişti. Sanki birden değil de pare pare yerine oturuyordu odada yaşanılanlar. Cam kırıklarının üstünde titreyerek kriz geçiren Beren’i hatırlamak, içimi burkmuştu.

“Beren gayet iyi, merak etme. Tan onun başına bir şey gelmesine asla müsaade etmez.” Babam oturduğu yerden kalkarken endişemi gidermeye çalıştı. Merih’in yaslandığı konsola giderek kendisine içecek bir şeyler doldurmaya koyulmuştu. 

Aralarında geçen kısa ama imalı bakışmayı fark etmemek olanaksızdı.

Yine ne rüzgarlar esiyordu bu ikisinin arasında?

Belli ki Merih’in sırf benim için Tan Şahoğlu’na resti çekmesi ve konağı terk edecek kadar ileriye gitmesi, babamı hoşnut etmişti. Damadına karşı tavırlarındaki değişimi fark edememek için budala olmak gerekirdi.

“Asıl mesele, oğlunun ölümünden sonra Tan’ın nasıl olduğu,” Tuhaf, kırmızı bir içecekle doldurduğu bardaktan ufak bir yudum alacak kadar sustu. Sonra etrafındaki suratlara döndü. “Reyhan şerbeti, isterseniz buyrun, enfestir.” Ama kimse yerinden kımıldamadı; bir şeyler yiyip içecek iştahta olan salondaki tek kişi kendisiydi. Çabucak konuya geri döndü. “Bütün çalışanlarını kovdu, kendisini konağa kapattı. Ne sesi ne de soluğu çıkıyor. Kafasında binbir türlü şeytanlıklar döndüğüne eminim ama kestiremiyorum da,” İçgüdüsel olarak Merih’e baktı tekrar. “Daha önce hiç bu kadar fevri davrandığı olmamıştı.”

Merih vakur bir tavırla omuz silkti. “Konağın akıbetini Beren’den öğrenebilirim istersen.”

Babam dalgın dalgın başını salladı; bu fikirden hoşnut olmuştu. “Tan’ın ne haltlar karıştırdığını Beren’den öğrendik hadi,” Tıpkı Merih gibi sırtını dönerek konsola yaslandı. “Aziz’in neler kurcaladığını nasıl öğreneceğiz? Aramızdaki şahsi meseleler cemiyetin bütün dinamiğini altüst ediyor. Husumetler işleri aksatıyor.”

Babamın kartlarını bu kadar açık oynuyor oluşu beni hayrete düşürmüştü. Çünkü günler önce, Merih’in Aziz Hürkan’a çalıştığı gerçeğini boşanmam için suratıma çarpan da yine kendisiydi. Ama şimdi kurnaz bir alayla, onu yemliyordu.

Merih hiçbir karşılık vermedi; ama dudaklarında kinayeli bir gülümseme belirmişti. Meseledeki gerginliğe rağmen, babamın kışkırtmaları onu keyiflendirmişti.

Babam içeceğinden büyük bir yudum alarak konsoldan uzaklaştı. Tek elini cebine sokmuş, dalgınlaşmıştı. “İşin garip yanı, bu aralar Aziz’i de anlayamıyorum. Hareketleri çok dengesiz.”

Merih’in ilgisini çekmişti bu, kaşlarını çatarken ciddiyetle sordu. “Nasıl yani?”

Babam yavaşça koltuğa geri oturdu, dirseklerini dizlerine yasladı. Düşünceli düşünceli mırıldanırken, bardağı da hafifçe sallıyordu. “Şu sıralar hareketleri çok tutarsız, geçen gün fark ettim. Kızının ölümünü başta sakin karşıladı, sonra çok saldırganlaştı. Bir gün çok makul konuşurken, ertesi gün agresif konuşuyor. Öfkeden, iki gün önce söylediklerini hatırlamıyor,” Omzunun kıyısından Merih’e baktı. “Ne çeşit bir madde kullanıyor bu? Bu histerik hareketlerin başka açıklaması olamaz.”

Merih’i de dalgınlaştırmıştı bu sözler; ancak yine de sessiz kalmayı tercih etmişti.

Babam ondan bir yanıt alamayacağını anlayarak arkasına yaslandı. Artık tek muhattabı benmişim gibi; dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu. “Kısaca, ortalık karışık. Cemiyette daha önce hiç yaşanmamış çatlaklar oluştu, artık giden hepimizden gidiyor. Biri devrilince, diğerini de deviriyor. Böyle bir öfke harbinde kimin ne kadar vahşileşeceğini bilemezsin.”

Cevabından ürkerek, sordum. “Ne yapacaksın peki?”

Babam bardağının dibinde kalanları tek dikişte içti. “Seni bir süreliğine buralardan uzaklaştıracağım. Ama benden istediğin şekilde arkadaşlarınla değil, dikkat çeker bu. Tek başına, adamlarımın korumasında gideceksin. Bu fikri sana birkaç gün önce de sunmuştum zaten.”

Bir cesaret, sözünü kestim. “İstemiyorum.”

Babam şaşırarak duraksadı. Kuyuyu andıran gözlerinden, sanki yabancı bir adam geçip gitti. “Senin isteklerinin böyle bir kriz anında pek önemi yok maalesef.”

Sinirli sinirli güldüm. “Zorla mı götüreceksin beni?”

O da gülümsedi. “Can güvenliğin için ne gerekiyorsa yaparım.”

Derin bir sessizlik zuhur etti. Yanımda oturan Meral abla, huzursuzca kımıldandı; bir şey söyleyecek gibi oldu. Sanki pervasızlığımı susturmaya yeltenecekti de, şu kısacık anda kimin kızı olduğumu tekrar idrak etmişti.

Bu şekilde atışarak babamı yenemeyeceğimin farkındaydım; bu yüzden daha duygusal bir yerden ona sokulmaya çalıştım. Tüm sevdiklerimi arkamda bırakarak uzaklara sürünmemek için, her yolu deneyebilirdim. Kime ne olduğunu bilmeden buralardan gitmek, bana kafayı yedirtirdi, kendimi biliyordum. 

“Lütfen bunu sakin bir kafayla tekrar düşün baba, gitmek istemiyorum…”

Söze girmeye yeltendi. “Yeterince düşündüm…”

“Senden ayrılmak istemiyorum.” Kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz umduğumdan daha sarsıcı bir etki yarattı. Babamın suratında çıplak bir hayret belirdi. “Cemre’yle beni korumak için de senelerce kendinden uzaklaştırdın ama sonucunda bir kızını kaybettin. Aynı hatayı bende de mi yapacaksın?” Sanki boğazım düğümlendi. “Kimsenin yanında seninle olduğum kadar güvende olamam.”

Yavaşça ellerini cebine sokan Merih’le göz göze geldim birden; çenesini hafifçe eğerek demek öyle dercesine kaşlarını havaya kaldırdığını görünce, içten içe telaşlandım. Ama yine de odağımın dağılmasına izin veremezdim; bunu ona daha sonra açıklardım.

Tekrar babama döndüm. “Lütfen bir daha düşün bunu, hemen karar verme. Emin ol, bu evde daha güvendeyim.”

Gözlerini kaçırarak yutkundu, elindeki bardağı iştahı kaçmışçasına kenara bırakmıştı. 

Tam bu esnada, Meral abla geçmişin aramızdaki sancılarını bir nebze de olsa dindirebilmek için ayaklandı ve konuyu değiştirdi. “Biz artık gitsek iyi olur…”

“Ne?” Konuştuğumuz meseleyi unutarak ona döndüm. “Anlamadım, nereye gidiyorsunuz?”

Kızlar da onunla birlikte ayaklanınca, ben de panikle peşlerinden ayaklandım. Meral abla anlayışla gülümseyerek sırtımı sıvazladı. “Henüz temelli kalacak yer bulamadık, bir süreliğine ufak bir pansiyona yerleşeceğiz…”

“Ne? Hayır.” Sertçe sözünü kestim; bu ihtimal bile korkuya bürünmeme neden olmuştu. “Çok tehlikeli bu. Tan sizi rahat bırakır mı sanıyorsunuz? Kaldığınız yeri öğrenmesi ve size musallat olması çocuk oyuncağı.” Meral abla itiraz edecek oldu ama ben çoktan babama dönmüştüm. “Güvenli bir yer bulana kadar bizimle birlikte kalsınlar. Bir sürü boş odası var bu evin. Olmaz mı?”

Meral abla şaşkınlık ve sunduğum teklifin mahcubiyeti içinde, kekeledi. “Demre’ciğim, olur mu hiç öyle şey? Bülent Bey bize yeterince yardımcı oldu zaten. Buraya da taburcu olduğundan seni ziyaret etmek için gelmiştik. Yine geliriz…”

“Olmaz, hayır,” Kolumu tutarak beni susturmaya çalışınca geriye çekildim. “Tan Şahoğlu gibi tehlikeli bir adam peşinizdeyken sizi öylece pansiyonlara bırakamam. Lütfen sen karışma, Meral abla.” Tekrar konuşacakken elimi kaldırarak onu susturunca, kızların üstünden gururla karışık bir şok dalgası geçti. Babama döndüm tekrar. “Yukardaki boş odalarda misafir edebiliriz bence onları.”

Babam yavaşça ayağa kalkarken, ellerini çaresizmiş gibi iki yana açtı. Gülümseyerek Meral ablaya bakıyordu. “Emir büyük yerden geldi, Meral. Yılların tanıdıklığı var aramızda, böyle şeylerin lafı olmaz. Sizi seve seve evimizde misafir ederiz.”

Tonlarca yükten azalır gibi hafifledim. Büyük bir sevinçle kızlara döndüm. Ama hepsi, son sözün çıkacağı kişiye, Meral ablaya odaklanmışlardı.

 “Tamam, pekâlâ,” Ağzından çıkan kelimelerin büyük bir sevinç tufanına sebep olacağını sezerek, hızlıca ekledi. “Ama sadece geçici bir süreliğine, güvenli bir yer bulana kadar teklifinizi kabul etmekten mutluluk duyuyorum, Bülent Bey. Yaptıklarınız için minnettarız.”

Babam yalnızca tevazu içinde gülümsemişti.

Aydınlanan suratlarıyla bana doğru yanaşan kızlara döndüm, gülümsedim. Tıpkı onlar gibi, ben de mutluluktan yerime sığamaz olmuştum. Evlendiğimden beri belki de en çok hasretini çektiğim şeye sonunda kavuşmuştum. Kısa bir süreliğine de olsa yine eskisi gibi aynı çatı altında kalabilecek ve sabahlara kadar sohbet edebilecektik.

“Hadi gelin, istediğiniz odalarda kalabilirsiniz!” Koluma giren Aylin’le birlikte kızları da peşime takarak kapıya doğru koşturdum; sanki yeniden hayat dolmuştum. Başımdaki sızı bile artık yok gibiydi. Salonu bizden yükselen neşeli kıkırtılar doldurmuştu.

Belki de bu yüzden, babamın bana seslendiğini zor duyabildim. “Demre?”

Kapıya varmışken duraksadım, arkama baktım. Babam bir şeyler söylemek üzere dudaklarını araladı fakat hemen sonra benimle birlikte bekleyen kızlara bakarak, geri kapattı. Ardından anlayışla gülümsedi. “Önemli değil, daha sonra konuşuruz. Sen misafirlerinle ilgilen.”

“Tamam.” Ne söyleyeceğini merak etsem de üstelemedim; muhtemelen o gün konakta neler yaşandığını öğrenmek isteyecekti. Yoksa Merih kendi başımda sürahi kırdığım gerçeğini babama söylemiş miydi? Kısa bir anlığına Merih’le karmakarışık bir bakışma yaşadıktan sonra, aynı heyecanımı kuşanarak kızlarla birlikte salonu terk ettim.

“Ne biçim ev burası böyle? Gözüm gönlüm açıldı. Konağın kasvetine bin basar valla.” Ece, merdivenleri çıktığımız esnada söylemişti bunu; yıllar sonra ilk defa nefes alabiliyormuş gibi, ferah ferah soluklanıyordu.

Arkamdan gelen Aylin kıkırdayarak, “Demre turnayı gözünden vurmuşsun.” dedi.

Sinem’in, “Ben ömür boyu burada çalışabilirim valla.” dediğini duyunca yüzümü ekşittim. 

“Düşüncesi bile tuhaf, sizi kendime hizmet mi ettireceğim?” Hızlıca başımı iki yana sallayarak hoşnutsuzluğumu belli ettim. Bu esnada da yukarıya çıkmış, kızlara öncülük ederek rastgele büyük bir odanın kapısını aralamıştım. Sonunda şu ruhsuz odalarda tanıdık birilerinin kalacak olması, içimi kıpır kıpır yapmaya bile yetmişti.

“Size hizmet ederiz tabii ki, Demre Hanım.” Ece abartılı bir boyundurluğa girerek arkamdan geldi, aniden koluma girdi. Beni odanın içerisine sürükleyerek iki yataktan en yakındakine doğru götürdü; sanki buraya ilk defa giren kendisi değildi.

Aylin de çoktan ona ayak uydurarak, rolünü üstlenmişti. Ece beni yatağa itekleyerek oturturken, zıplayarak arkama geçmiş ve omuzlarıma masaj yapmaya başlamıştı. “Rahatınıza bakın, Demre Hanım, gevşeyin.”

Sinem gülerek, zarafetle ellerini önünde kavuşturdu; mum misali önümde dikilmişti. “Bir arzunuz var mıdır, Demre Hanım?”

Ece önümde diz çökerek ellerimi tutmuş, bileklerimi ovalamaya başlamıştı. “Hanımım, bir emriniz var mıdır?”

Gülerek elimi çekiştirdim. “Hanımım ne be?”

Var gücüyle omuzlarıma masaj yapmayı sürdüren Aylin, omzumun kıyısından eğilerek suratıma bakmaya çalışıyordu. “Sultanım mı diyelim istersiniz?”

“Siz bana hizmet etseydiniz fena kök söktürürdüm size.” Gülerek yatakta geriye kaykıldım, hepsinden uzaklaştım. Sude’nin de biraz ötede dikildiğini, çekingen gülümsemesiyle bizi izlediğini görmüştüm.

Her ne kadar onu hâlâ tam affedememiş olsam da, uzakta kaldığını görmek beni huzursuz ediyordu.

“Sen onu bunu bırak da,” Ece dizlerinin üstünden kalkarak yatağa zıpladı. “Evlilik hayatı nasıl gidiyor, dökül bakayım yeni gelin. Ne zamandır görüşemiyoruz!” Kısa bir an duraksadı, kurnazca gülümsedi. “En son sen korktuğun için haşna fişne yapamıyordunuz, birbirinize zaman tanımıştınız falan falan, ne oldu o iş bakayım?”

Aylin araya girerek onu tersledi. “Ece sen de yani! Milattan önceydi o, kız evleneli ne kadar oldu sonuçta.”

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Binbir güçlükle gülerek, “Evet, aynen,” diyebildim. Yalan söylemekten başka çarem yoktu. “Milattan önceydi o, köprünün altından çok sular aktı geçti.”

Ece işveli bir edayla koluma vurdu. “Bak sen Demo’ya! Köprünüzde her şey yolunda mı bari?”

Hemen başımı salladım. Zihnime dün hastane yatağında yaşadıklarımız gelmiş, beni içten içe heyecanlandırmıştı. “Evet, her şey yolunda.”

İmalı bir gülüşme kasıp kavurdu odanın içini. Sesimizin dışarıya taşmasından korkarak kızları uyarmaya hazırlanıyordum ki, ansızın kapı tıklatıldı. İrkilerek hepsini susturdum.

“Demre bir saniye bakar mısın, karıcığım?”

 “Merih?” Şaşırarak ayaklandım ama Aylin’in gülerek arkamdan iteklemesiyle kapıya umduğumdan daha hızlı vardım; hatta neredeyse tosladım.

Öfkeyle ona bakarak, kapıyı araladım. Merih gerçekten de eşiğe yaslanmış, ellerini cebine sokmuş bir hâlde kapının önünde bekliyordu. Beni görünce gözlerinin içi aydınlandı ve bütün kasvetli düşüncelerimi dağıttı. Tatlı bir tebessüm belirmişti dudaklarında. 

Tam öpmelik.

İç sesimi duymazdan geldim. “Bir şey mi oldu?”

“Halletmem gereken ufak bir işim var,” dediği an, kaşlarım çatıldı. “Birkaç saatliğine dışarda olacağım.”

İçimde tuhaf bir kızgınlık kabardı. “Bu saatte?”

Hızlıca kaşlarını çatıp gevşetti; kafası karışmıştı. Bileğindeki saate kısa bir bakış atarken, “Saat daha yedi güzelim.” diye mırıldandı.

Ona sinirlendiğim şeyin aslında saat olmadığını, hastaneden taburcu olurken bile yanımda bulunmayacak kadar mühim işlerle uğraştığını ve her an ortalıktan kaybolacak kadar sırlarla bezeli bir adama dönüştüğünü söylemek istedim. Artık tahammülümü zorluyordu bu durum.

Ama söyleyemedim; çünkü sırtımı verdiğim odada, sessizliğin varlığını sezmiştim. Kızların merakla bize kulak kabarttığı şüphesizdi.

Bu yüzden dakikalar önce ağzımdan çıkan her şeyin yolunda olduğu söylemimi onlara kanıtlama mecburiyetinde hissettim. 

Yavaş ama derin bir soluk aldım, sakinleştim. “Haklısın kocacığım,” Merih’in kaşları tekinsiz bir hızla çatıldı, kusursuz gözleri defalarca kez suratımı turladı; bir tersliğin olduğunu anlaması yalnızca saniyelerini çalmıştı ondan. “Saat daha geç gibi geldi bir an, hastaneden çıktığımdan beri kafam pek yerinde değil de.”

Gülümseyerek başımdaki sargıyı gösterince, o da oraya baktı. Aniden anlayışa bürünen bu tutumumu garipsemişti; öyle ki kızlara kaçamak bir bakış bile atmıştı. Belki de amacımı anlamıştı. Fakat yine de bozuntuya vermemişti.

“Kendini fazla yorma,” Tekrar odaya baktı; ama bu sefer suratında muzip bir sırıtış vardı. “Bana bakın çirkinler, fazla yormayın karımı yoksa bozuşuruz ona göre.” 

Kızlardan şamata dolu sözler yükselirken, Merih onları duymazdan gelerek bana doğru sokuldu. Çenemin altına sürtünen eli, ufak bir güçle başımı geriye attı. Soluklarım tıkandı; kalbim defalarca kez tekledi. Dudaklarını bütün nazikliğiyle önce sargının üstüne, ardından alnımın ortasına bastırdı. “Ben gelene kadar güzelce dinlen,” Hafifçe geriye kaçıldı, arsız bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktı ve yalnızca benim duyabileceğim kısıklıkta mırıldandı. “Gece geldiğimde nabzını tekrar ölçelim, dün yarım kaldı.”

Bir şey söylememi beklemeden çapkın çapkın gülümseyerek geriye çekildi ve koridor boyunca yürümeye başladı. Üzerine ışık devrilen bir gölge misali gözden kaybolması, sadece saniyeler sürmüştü.

Bir süre öylece dikilerek boş koridoru seyrettim ve şaha kalkan hislerimi dizginleme mücadelesi verdim sessizce. Kızların arkamdan bana laf attığını, gülüştüğünü duyabiliyordum ancak içimdeki kargaşadan kopamıyordum.

Artık daha fazla dayanamayacaktım. Tüm bu gizemli kayboluşlardan, sessizliğe hapsedilen sırlardan bıkmıştım. 

Bir lahzada kararımı vererek, hışımla arkamı döndüm. Yatağın üstüne tünemiş, birbirleriyle şakalaşan kızlara baktım teker teker. Hangisine güvenebilirdim? Beni cinayet olarak görülebilecek bir ölümün içinden sıyırıp kurtaran; istismara uğramış onlarca kadının intikamını benimle birlikte alacak kadar korkusuz olan kıza baktım. 

Sorgusuzca güvenebileceğim tek kişi oydu. 

“Sinem?” Bir an için gürültülü gürültülü bir şeyler anlatan Aylin’i dinlerken, bir an sonra bana kulak kesildi. “Bir gelir misin?”

Yataktan kalkarak yanıma geldi; diğerleri onun yokluğunu fark edemeyecek kadar koyu bir sohbetin içinde kaybolmuştu. Odadan çıkarken elini tutarak onu da peşimden sürükledim. 

Kapıyı usulca örttüğüm an, bana dönerek fısıldadı. “Ne oldu? Nereye gidiyoruz?”

“Çok acil yardımına ihtiyacım var, Sinem.” Duyulma korkusuyla, kapının önünden uzaklaştırdım onu. “Hiç sorgulamadan, bana yardım eder misin?”

“Ederim tabii,” dedi çabucak. Artık o da fısıldıyordu. “Başımız yine belaya girecek anladığım kadarıyla.”

Gergin gergin güldüm. Kolunu tutarak merdivenlere inmeye başlamıştım. “Başımızın belaya girmediği bir gün mü var?”

Aşağıya indiğimizde etrafta kimseyi görmeyince bir nebze de olsa rahatladım. Salonun aralık duran kapısından dışarıya boğuk konuşmalar sızıyor, bu da Meral ablanın hâlâ içerde olduğunu gösteriyordu.

Merih ortalıklarda gözükmüyordu; belli ki evden çıkmıştı.

Peşimden sürüklediğim Sinem’le dış kapıya doğru koşturdum, telaşla araladım ve etrafa fırlattığım kaçamak bakışlarla, akşamın serinliğine atıldım. Hızlı hareket etmek zorundaydık; üstümüze ceket giyecek lüksümüz dahi yoktu.

Bahçeye çıktığımız an, duvar kenarlarında gezinen adamların da menziline girmiştik. Ne yapacağız şimdi? Her şey yolundaymış gibi davranarak, yavaşça birkaç basamaklık merdiveni inmeye koyuldum. Tam bu esnada siyah bir arabanın bahçeyi aşarak demir kapıya yaklaştığını görmüştüm. 

Merih olmalıydı bu.

“Hanımlar?” Elinde tüten sigarasıyla köşeden beliren Ufak Ömer, içime sığmakta zorlanan bir sevinçle dolmama neden oldu. Tamam, seni kullanabilirim. Kim olduğumu fark edince, çabucak duruşunu düzeltmişti. “Demre Hanım, bir isteğiniz mi…”

“Evet, evet bir isteğim var,” Laflarını ağzına tıkarak, rüzgar gibi yanına esince birden neye uğradığını şaşırdı. Kaşlarını çatmıştı; bir bana, bir Sinem’e bakıyordu. “Çabuk arabayı getirin, bir yere gitmemiz lazım.”

Afallayarak, kekeler gibi konuştu. “Ama Demre Hanım, babanız buna müsaade…”

Sertçe sözünü kestim; Merih’in usulca açılan demir kapıyı beklediğini görmüş, daha da paniklemiştim. “Babamın bundan asla haberi olmayacak yoksa bozuşuruz, Ömer abi. Acele et hadi, çabuk arabayı getir.”

“Efendim, böyle bir şey yapamam…”

“Rica etmiyorum, emrediyorum.” Ağzımdan çıkan sözleri kendime hiç yakıştıramamıştım; ama mecburdum. “Yaptıklarımı sorgulamak sana düşmez. Şimdi lütfen, hemen arabayı hazırlatıp buraya getir Ömer abi.”

Sertçe yutkundu, babamın birdenbire belirip kendisini bu durumdan kurtarmasını umar gibi, eve kaçamak bakışlar fırlattı. Ama en nihayetinde dediklerimi yapmaktan başka çare bulamadı ve aceleyle elini kaldırarak bahçenin öteki ucunda park hâlinde bekleyen arabalara doğru kısa bir hareket yaptı.

Bu sözsüz emri gören adamlardan birisi çabucak sürücü koltuğuna geçerek, göz kamaştıran beyaz farlarla yolumuzu aydınlattı. Saniyeler içerisinde önümüze yanaşmış, emirlere hazır bir hâlde beklemeye koyulmuştu.

Alelacele arkaya binerken Sinem’i de peşimden sürükledim. Tam bu esnada ön kapının da açıldığını ve Ömer abinin de arabaya atladığını görerek, afalladım.

Zira bunu beklemiyordum.

Kemerini takarken omzunun kıyısından bana ihtiyatlı bir bakış atmaktan çekinmedi. “Sizi yalnız gönderirsem babanıza hesap veremem maalesef.”

Ama onunla tartışacak tek bir saniyem bile yoktu.

“Tamam tamam, her neyse,” Telaşla öne kaykılarak şoförün kolunu dürttüm. Merih bahçeden çıkalı henüz birkaç dakika olmuştu; hızlı davranırsak, ormanlık yoldan ayrılamadan ona yetişebilirdik. “Çabuk sür, lütfen. Merih’in arabasını takip et, az önce çıktı bahçeden yetişmemiz lazım.”

Ömer abi şaşırarak, tekrar bana döndü. Artık sesine kuşkular devrilmişti. “Merih mi? Niçin kocanızı takip ediyoruz?”

Sinem huzursuzca kımıldandı; onun da çok şaşırdığı belliydi ama adamlara hiçbir şey sezdirmemek için tepkisiz kalmıştı. Nitekim müsait bir anda beni sıkıştıracağı da belliydi. 

Hâlâ benden bir yanıt duymayı bekleyen Ömer abiyi, “Önemli bir mesele.” diyerek, üstünkörü geçiştirdim.

Araba karanlık silüetleri andıran ağaçların arasından son sürat geçerken, toprak yol arkamızdan havalanarak iz bırakıyordu. Durmadan acele etmesi için dürtüklediğim şoför, bizi o kadar hızlı peşinden götürmüştü ki Merih’in arabasını otobana henüz yeni çıkarken yakalayabilmiştik.

Telaşla adamın koluna asılarak, “Yavaşla şimdi, aramıza biraz mesafe sok ki takip edildiğini anlamasın.” diye fısıldadım. Sanki yüksek sesle konuşsam, ön arabadan Merih bizi duyabilecekmiş gibi yersiz bir korkuya kapılmıştım. “Lütfen bizi fark etmesine izin verme. Merih çok uyanıktır, hemen anlar.”

Adam dediğimi yaparak aramıza kontrollü bir mesafe soktu; ne fazla uzaklaşmasına müsaade ediyordu ne de varlığımızı gözüne sokacak kadar dibine yaklaşıyordu. Sanki gizli saklı birilerini takip etmek, ustalıkla yaptığı bir şeydi.

İnsanın üstüne yıllar gibi çöken dakikaların sonunda, şehrin merkezinden ayrılarak tekinsiz sokaklarına girmiştik. Merih arabayı ansızın sağa çekerek, girişinde iki güvenliğin dikildiği gösterişli bir mekanın önünde duraksayınca, biz de duraksadık. Çabucak uzak bir kıyıya çekilerek beklemeye koyulduk.

Gece kulübüne girmeyecek herhalde?

Mekanın tabelasından yansıyan neon ışıklar, neredeyse sokağın bütün karanlığını savuşturuyordu. Arabadan inerek etrafına dahi bakmadan saniyeler içerisinde mekana giren Merih, kanın beynime sıçramasına neden oldu. Üstelik bize varlığını sorgulatacak kadar hızlı hareket etmişti. Bir an varken, bir an sonraysa yoktu.

 “Şimdi ne yapacağız?” Bunu soran Sinem’di. Yanlış kelimeler seçtiğini, Ömer abinin yadırgama dolu gözleri üzerimize kenetledikten sonra anca anlayabilmişti.

“Siz de ne yapacağınızı bilmiyorsunuz belli ki, bodoslama dalmışsınız olaya.” Bütün huzurumu kaçırmıştı bu hakikatı duymak; azar kisvesinde oluşu da keza tat kaçırıcıydı. “İki kadın niçin geldiniz buraya gerçekten? Hiç akıl alır gibi değil, bu mekana yalnız başınıza girmenize asla ama asla müsaade edemem efendim, üzgünüm. Bülent Bey beni lime lime eder!”

Boğucu bir sessizlik oldu. 

Ömer’in gözlerindeki kararlığa tanık olduğum her an, karamsarlığa saplanıyordum. Nasıl ikna edecektim onu? Hem Merih’in böyle bir yerde ne işi vardı? Kafayı yemek üzereydim. Buraya kadar gelebilmişken de geri dönemezdim. Fakat arabadan inmeme izin vermeyecekleri de şüphesizdi.

Ömer abi sabırla komut bekleyen şoföre dönerek, “Sür sen sür, geri eve sür…” demeye yeltenince, hiç düşünmeden panikle ileri atıldım. Dudaklarımdan fırlayan yalan beni bile dehşete düşürdü.

“Kocam beni aldatıyor!”

“Ne!” Sinem’in çığırışı bütün arabayı inletirken, Ömer abi irileşmiş gözlerle suratıma bakakaldı.

“Yani sanırım beni aldatıyor!” Yalanı nasıl yontacağımı şaşırarak kekeledim; ancak neyse ki bu aldatılan kadın perişanlığımı süslememe yardımcı oldu sadece. “Babama bahsetmememin sebebini şimdi anladın mı, Ömer abi? Henüz ben bile emin değilken babamın kulağına giderse bu, kocamı diri diri gömer. Önce ben emin olmak istiyorum, lütfen köstek olma bana.” Ağlacakmış gibi, sesimi titrettim. “Zaten çok zor günler geçiriyorum, lütfen, sadece on dakika içeride ne yaptığına bakıp geleceğim.”

Upuzun bir sessizlik oldu; hiç son bulmayacakmış gibiydi. Ama kimse ne diyeceğini bilemiyordu.

Ömer kederli ama sinirli bir tavırla sakalını sıvazladı. “Salak adam! Madem aldatacaksın, burayı mı seçiyorsun?”

Kaşlarımı çattım. “Nesi var ki buranın?”

Ağzının kenarıyla, hoşnutsuzca mırıldandı. “Aziz Hürkan’ın işlettiği gazino burası, o yüzden öyle dedim. Düşmanının ininde de aldatmazsın.”

Sanki tokat yemiştim suratıma; resmen dumura uğramıştım. İnanamıyordum. Ansızın bedenimdeki bütün donukluk çözüldü ve Sinem’i de kolundan tutarak apar topar dışarıya çıkmaya hazırlandım. “Yalnızca on beş dakika verin bana, hem içeriye tek başıma da girmiyorum.” Ömer abinin bana engel olmak için telaşla bir şeyler söylediğini duydum ancak çoktan bacaklarımı arabadan dışarıya sarkıtmıştım. “On beş dakika sonra burada olacağım, söz veriyorum.”

Kapıyı çarparak kapattım, şaşkınlıktan dili tutulan Sinem’le birlikte kaldırım boyunca koşar adımlarla yürümeye başladım.

“Sadece on beş dakika!” Ömer abinin camı açarak arkamızdan ikaz edişini duymazdan geldim. Çünkü kapıya yaklaştıkça daha büyük bir sorunla yüzleşiyordum. Buraya isteyen herkes girebiliyor muydu? Kapının önünde dikilen iki izbandut adam, hiç de bizi itirazsız sokacakmış gibi gözükmüyordu.

Nitekim öyle de olmuştu; tam önlerinde durduğumuzda, ikisi de fersizce bizi inceliyordu. Haksız da sayılmazlardı çünkü üstümüzdeki gündelik kıyafetler, eğlenmek için gazinoya gelen birilerinin giyeceği türden şeyler hiç değildi. “Randevunuz var mıydı?”

Bu soruya ne yanıt verirsem vereyim, bana yararı olmayacağını biliyordum. Bu yüzden saniyeler içerisinde aldığım kararla, oldukça riskli bir kumar oynamaya karar verdim. “Aziz Hürkan’la görüşmeye geldim, kendisine iletirseniz sevinirim. Mühim bir mesele derseniz kendisi anlayacaktır.”

Sinem’in huzursuzca kımıldayarak bana baktığını gördüm; dehşete düştüğünü sezmek çok da zor değildi.

Adamın kaşları şaşkınlık içinde havalandı; böyle bir şey duymayı beklemediği barizdi. “Kimsiniz?”

“Beren Şahoğlu,” Sinem kendi nefesinde boğularak aniden öksürmeye başlayınca adamların odağı dağıldı. Onu duymazdan gelerek, sözümü devam ettirdim. Olabildiğince tok ve kendimden emin konuşmaya çalışıyordum. “Acele ederseniz sevinirim, arkadaşım biraz rahatsız fark ettiyseniz. Daha fazla üşütmesini istemem.”

Adamlardan biri kulağına dokunarak eliyle ağzının üstünü örttü ve içerden taşan boğuk müziğin kolayca yutabildiği bir sesle birtakım şeyler söyledi. Ardından her ne duyduysa kaşları yavaşça çatıldı, koyu gözleri ikimiz arasında gidip geldi.

Bu kadar çabuk anlamış olabilirler miydi?

Umutsuzca geriye bir adım attığım esnada elini ağzının üstünden çekerek, davetkâr bir şekilde içeriyi gösterdi. “Aziz Bey sizi bekliyor, buyurun size eşlik edeyim.”

Şaşkınlıktan donakalmıştım; öyle ki önden içeriye giren adamın peşine düşebilmek için Sinem’in hoyratça beni iteklemesi gerekmişti. Uyguladığı güçten bile, söylediğim tehlikeli yalanın kızgınlığını sezmek mümkündü.

Aptalca bir hareketti, farkındaydım fakat başka çarem de yoktu.

Ama ikimizin de bunun üzerine konuşacak vakti olmamıştı. Çoktan adamın peşine düşmüş, duvarları kırmızı kadifeden, dar bir koridora girmiştik. Aramızda kısa, gergin bir bakışma yaşanırken yerlere sürtünen kalın kırmızı bir perdenin içinden geçmiş; devasa büyüklükte bir gazinoya adım atmış ve adeta insanın başını döndüren bir cümbüşün ortasına düşmüştük.

Dört taraftan üzerimize çullanan müzik, iki adım ötemizde kahkahalarla gülen kadınların sesini bile duymamıza mani olacak denli sağırlaştırmıştı bizi. Tepemizdeki ışıklar yanıp sönüyor, aniden gözlerimize hücum ederek birkaç saniyeliğine insanı kör ediyordu. Gazinonun ortasında ihtişamlı bir sahne vardı; elindeki mikrofona doğru şakıyan kırmızılar içindeki bir kadın, kadehlerin birbirine daha coşkulu tokuşturulmasını sağlayacak kadar insanları eğlendiriyordu.

“Bu taraftan,” Nevrimiz dönmüş bir hâlde Sinem’le elele tutuşarak, salonun sağ köşesinde bulunan uzun, kırmızı perdelere doğru yanaştık. Perdelerden birini tutarak kenara ayıran adam, direkt bana dönmüştü. “Yukardaki koltuklarda oturup bekleyin, Aziz Bey görüşmesi bitince sizinle ilgilenecek.”

Sinem’in elini bırakmadan bizim için ayırdığı perdeye doğru yürüyünce birdenbire bizi durdurdu. “Yalnızca sizinle görüşecek, bu kısıma davetliler dışında kimse giremez Beren Hanım.” Perdeyi biraz kapatır gibi oldu. “Bunu biliyor olmanız gerekir.”

“Biliyorum tabii ki.” Adamın gözlerindeki bakışı görünce telaşlanarak Sinem’den uzaklaştım; bunu yapmak biraz zahmetli olmuştu çünkü Sinem elimi bırakmak istememişti. Böyle bir mekanda tek başına takılmak zorunda kaldığını anlamak, şüphesiz onu ürkütmüştü.

Üzgünüm Sinem, burdan sonra tekiz.

Gözlerine bakmaktan kaçınarak, tek solukta perdenin arasından öteki tarafa geçtim ve kendimi dar, loş bir merdivenin kıyısında buldum. Perdenin arkamdan geri kapandığını hissedince yavaş yavaş basamakları tırmanmaya koyuldum. Müzik artık biraz daha az rahatsız ediciydi. 

Kalbim o kadar hızlanmıştı ki nefes alabilmek artık bir eziyetten farksızdı.

Üst kata çıktığımda buranın aslında bir teras olduğunu, tırabzanların önündeki perdeler çekilip örtülmüş olsa da aşağıdaki eğlencenin rahatlıkla izlenebileceğini fark etmiştim. Duvarla sonlanan dar bir koridorun başındaydım. Sağ tarafta yan yana sıralanmış bölmeler vardı; tek biri hariç, hepsinin perdeleri kenara sıyrılmıştı.

Etrafımı kolaçan ederek, tedirgin adımlarla perdesi kapalı bölmeye doğru yürüdüm. Bir yandan da merakla, açık olanların içlerini süzüyordum; oldukça şatafatlı ufak odalardan oluşuyordu her biri. Belli ki yalnızca özel müşterilere ayrılmıştı.

Koridorun sonuna doğru perdesi örtülü olan başka bölmelerin de olduğunu fark edince duracak kadar yavaşladım. Neredelerdi? Nasıl bulacaktım? Sıkıntılı bir nefes vererek, buz kesmiş ellerle en yakınımdaki bölmeye sokuldum. Müzikten ötürü duyabileceğim kadar yakınlaşarak kulak kabarttım.

Hiçbir ses yoktu.

Geriye çekilerek biraz ötedeki bir başka bölmeye doğru süzüldüm. Kulağımı kalın perdenin kıyısına yaklaştırarak, hiç kımıldamadan bir şeyler duymaya çalıştım. İçten içe o kadar panik hâlindeydim ki durmadan doğruluyor, etrafımı kolaçan ediyordum.

İçerden kısık bir şarkı yükseliyordu. Yabancı bir adamla kadının neşeli ama edepsiz konuşmalarını algıladığım an, neye uğradığımı şaşırarak geriye kaçıldım. Yüzümü buruşturarak en sondaki bölmeye doğru uzaklaştım.

Burası son örtülü bölmeydi. 

Yaklaştıkça birtakım konuşmalar geldiğini duydum. Nabzım hızlandı. Ayaklarım birbirine dolanacak gibi oldu ama neyse ki ufak bir sendelemeden öteye varamadı. Perdenin dibine sokularak, konuşulanları duyabilmek için üstün bir çaba sarf ettim. Gazinodaki gürültü öylesine yüksekti ki bu ufak bölmeleri yalnızca kalın perdeler koruyor olsa bile, içerdeki ses şaşırtıcı bir şekilde muhafaza edilebiliyordu.

“Verecek hiçbir cevabın yok buna, değil mi?” Aziz’in hırslı sesini duyunca nefeslerim kesildi; dışardaki bütün şamataya zihnimi kapattım. Yalnızca konuşmalarına odaklandım.

Merih’in sesi hiç beklemediğim kadar hınç doluydu. “Vereceğim hiçbir cevap seni memnun etmeyecek.”

“Dene. Belki memnun olurum.” Müzikten ötürü birkaç kelimeyi kaçırınca perdeye daha da sokuldum. Ama sonra birdenbire Aziz’in hiddetli bağırışıyla irkildim. “Seni Mirza’nın yerine koydum lan ben, öz oğlumun yerine koydum. Seni ben var ettim! Şimdi karşıma çıkmış nasıl bütün emeklerimi hiçe sayabilirsin piç seni?”

“Siktir et şimdi Tan’ı bırakmamı, ömrümün sonuna kadar onun yanında mı çürüyecektim?” Aziz’e karşı takındığı üslup beni hayrete düşürmüştü. “Sen asıl Bülent’i düşün, adam sende bir tuhaflıklar sezmiş. Yeni bir madde mi alıyor bu diyor bana. Ne oluyor sana? Ne bu hâller?”

“Sessiz konuş lan, birisi duyacak.”

Merih öfkeyle tersledi onu. “Kim duyacak bizi burda anasını satayım?”

“Beren gelmiş gazinoya, az önceki telefon oydu.”

“Niye gelmiş?” Merih’in sesindeki kuşku, beni gerdi.

“Ne bileyim be niye gelmiş? Beren’in saçmalıklarını düşünecek hâlde miyim şimdi ben?”

Konunun aynı yere gelmesiyle Merih tekrar alevlendi. “Ne bu sendeki hâller? Söyle, neyin sancısı bu? Koskoca Aziz Hürkan’ın düştüğü şu hâle bak.”

“Lan ben kızımın cinayetini daha hazmedememişim, acısını bile doğru düzgün yaşayamamışım, siz bana kalkmış ne bu hâller diye mi soruyorsunuz şerefsizler?”

“Şimdi mi kastı lan kızının acısı? Öldürüldüğünde gayet de sakindin anasını satayım. Resmen kızının beynini dağıttılar gözlerinin önünde, sen sadece böyle bir şeye gerek yoktu dedin lan!”

“Gerizekalı!” Korkunç bir bağırış koptu; o kadar hiddetliydi ki, kulağa çok marazi geliyordu. “Gerizekalı seni! Ben miydim sanıyorsun? Biricik kızımın kafasına sıkacaklar gözlerimin önünde, ben sakin mi karşılayacağım? Gerizekalı çocuk!” Etin ete çarpma sesi duyuldu birden; belli ki bir yerlerine vuruyordu. “Ulan herkesi geçtim ama sen nasıl onu tanıyamazsın? Gerizekalı!

Kıyameti andıran bir sessizlik koptu.

“Ne diyorsun lan sen? Ne diyorsun? Sakın bana…” Tuhaf bir gürültü koptu; kısa boğuşma sesleri yükseldi. “Sikerim senin belanı. Anlaşmamız böyle değildi. Söz vermiştin bana. Asla dışarı çıkmayacak demiştin. Söz vermiştin!” O kadar korkunç bir ton bürümüştü ki Merih’in sesini, kulaklarıma çok yabancıydı. “Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle? Yemin ederim gebertirim seni. Tillahını da getirseler elimden alamazlar. Bütün soyunu sopunu kuruturum senin.”

Aziz gür bir kahkaha patlattı birden. “Sen de benim soyumdansın, farkındasın değil mi? Hadsiz piç seni. Benim sayemde buralardasın, seni ben kurtardım. Ben! Şahoğlu ailesinin dibine benim sayemde yanaşabildin. Yıllarca benim sayemde cemiyetin içinde var olabildin. Benim sayemde o siktiğimin operasyonunu yürütebildin polislerle. Ben yol gösterdim sana. Bensiz bir hiçtin.” Hastalıklı sayılabilecek bir keyifte kıkırdadı. “Sen amcansız koca bir hiçtin, Merih Hürkan. Geldiğin yeri ne çabuk unuttun?”

Merih Hürkan.

Sanki zemin ayaklarımın altında sarsıldı. Düşeceğimi zannettim.

Bedenime çöken şok öylesine ağırdı ki daha fazla ayakta duracak takati kendimde bulamadım, yavaşça yere, dizlerimin üstüne çöktüm. Yanlış duymuş olmalıydım. Yanlış duymuştum. Böyle bir şeyin olması imkansızdı.

Artık o kadar yüksek sesle tartışıyorlardı ki, perdeye sokulmama gerek bile kalmamıştı. Bütün hakikatler, duymak istemesem bile önüme seriliyordu. Sanki bana eziyet ediyordu.

“Bana yalvardın, amca bizi kurtar babamdan dedin. Asıl sen bana yemin ettin lan! Annemi kurtar, ne istersen yaparımölene kadar senin silahın olurum dedin. İt gibi önümde diz çöktün, kan revan içinde bana yalvardın. Artık yağmurlu havada su bile yok sana, anladın mı beni?”

Fakat Merih’in takıldığı yer bambaşkaydı; sesinden tuhaf bir korku bile seziliyordu. “Asla dışarı çıkmayacağına yemin etmiştin! Hiç çıkmıyor demiştin. Yıllarca yalan mı söyledin lan sen bana?”

“Yalan değildi, hiçbir zaman çıkmadı! Ta ki senin evlendiğini öğrenene kadar. Baloya katılmayı, sizi görmeyi kafasına koymuştu. Durduramadım. Anlamıyor musun? Onun dışarda gezinmesi en çok bana zarar veriyor. Benimle alay ediyor, cemiyetteki bütün itibarımı yerle bir ediyor!”

“Bir dakika lan, bir dakika,” Merih’in şuursuzca attığı adımların sesi duyuldu; sanki artık ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyordu. “Evlendiğimi öğrenene kadar mı? Ulan nereden öğrenmiş bu adam benim evlendiğimi? Yemin ederim amcam demem vururum bak şimdi seni.”

“Ben niye söyleyeyim lan?” Gürültülü bir şangırtı yükseldi. “Senin evlendiğini duyan adamı içerde tutabilir miydim? Bile isteye niye kendi topuğuma sıkayım ben? Mirza’yla evlendirmeye çalıştığımı öğrenmiş, sonra zaten işkillenmiş. Bülent’in kayıp kızı olduğunu çözmesi de çok uzun sürmemiş. Ama bunların hiçbirini bana sezdirmedi. O salak kuşları bile evine benden habersiz göndermiş! Oğlumun da aklıyla oynamış kalleş herif.”

Mirza’nın iki papağanla evimize girerek beni karşılayışını anımsayınca tepeden tırnağa ürperdim. Kuşların söyledikleri sanki yine kulaklarımda çınladı ve ruhumu boğazladı.

Kimdi kuşları evime gönderen? Nereden biliyordu kardeşimin başına gelenleri? Neyle karşı karşıyaydım ben?

Merih’in hiddetli sesini duyunca zihnimden koparıldım. “Babamın neler yapabileceğini sen bile tahmin edemezsin. Bana bak, Demre’nin saçının tek bir teline zarar gelsin, yemin olsun, dünyayı hepinize dar ederim.”

Aziz yorgun bir edayla güldü. “Onun derdi sadece karınla mı sanıyorsun? Asıl sen babanı benden daha iyi tanıyamazsın, oğlum.” Ruhumu dağlayan bir suskunluk oldu. “Babanın eli birisine uzandı mı etrafındaki herkesi devirir. Ne çabuk unuttun Nilüfer’i?”

Daha fazla dinleyemedim çünkü karşı bölmedeki perde aralanmış, körkütük sarhoş çift dışarıya taşmıştı. Yerde ne yaptığımı anlamaya çalışarak bir süre bana bakındılar ama hemen sonra gülüşerek uzaklaşmaya başladılar. 

Binbir güçlükle oturduğum yerden kalktım; bütün vücudum uyuşmuştu. Merih’le Aziz’in hâlâ içerde atıştıklarını duyabiliyordum fakat artık hiçbir şey algılayamıyordum. Sanki müzik bütün beynimi tesiri altına almış, tüm işlevini yitirmesine neden olmuştu.

Ne yapacaktım şimdi?

Babamın yanına gitmeliydim. Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu ona da söylemeliydim. Böyle bir durumda koşulsuz şartsız güvenebileceğim, beni koruyacağına inanabileceğim tek kişi belki de oydu.

Babam ne olursa olsun bizi korurdu; fakat önce benim onu korumam gerekiyordu.

Birden koşmaya başladım. Kasırga gibi eserek sarhoş çiftin yanından geçtim, sendelemelerine sebep olsam da durmadım. Merdivenleri atlaya atlaya indim ve yalnızca saniyeler içerisinde perdenin arkasından geri dışarıya fırladım. 

Duvar kenarına sinmiş beni bekleyen Sinem, birden büyük bir heyecan ve rahatlamayla yanıma koştu. “Sonunda gelebildin, çok endişelendim! Neler oldu yukarda?”

“Anlatacağım ama şimdi olmaz, Sinem.” Elinden tutarak onu susturdum, alelacele salondan dışarıya sürükledim. Merih’e veya bir başkasına yakalanarak öğrendiklerimi babama anlatamamaktan öylesine korkuyordum ki, attığım her adımda resmen tökezliyordum.

Neler döndüğünü anlayamıyordum ama içimden bir ses bana gerçekten de en güvenli yerin babamın evi olduğunu söylüyordu. 

Sessizce peşimden gelen Sinem’le birlikte kendimi gazinodan dışarıya atınca içimde sıkışan nefesi sonunda verebildim. Hâlâ bizi aynı yerde bekleyen arabaya doğru koşar adımlarla yürüdük. Ömer abinin beni görünce aydınlanan suratı, ne kadar ferahladığının bir özeti gibiydi. 

Arabaya bindiğimizde arkasını dönerek, “Ne oldu? Ne yaptınız?” demeye yeltendi ama titrediğimi fark edince sustu. Kaşlarını çatarken çok endişeli gözüküyordu. “İyi misiniz Demre Hanım? Ne oldu içerde?”

“Hemen eve gidelim, hemen.” Sorularını duymazdan geldim. “Babamla konuşmam gereken bir mesele var. Çabuk olun lütfen, hemen eve gidelim. Şimdi bir şey sormayın bana.”

Belki de uyulması en zor emir buydu; ama kimse içerde ne olduğunu sorgulamamıştı. Keza eve varana kadar da tek kelime edilmemişti.

Araba tanıdık toprak yollardan geçerek demir kapıdan bahçeye girince gerginlikten oturduğum yere sığamaz oldum. Nasıl anlatacaktım tüm bunları babama? Nereden başlayacaktım? Merih Hürkan’dan mı? Peki ama zaten biliyor olabilir miydi tüm bunları?

Zihnimde savrulup duran sarsıcı düşüncelerle, araba evin önüne yanaştığı gibi kendimi dışarıya attım. Sinem telaşla arkamdan koşturarak bana yetişmeye çalıştı; bir yandan da korkuyla çemkiriyordu. “Demre, neler oluyor? Neden böyle davranıyorsun? Bir şeyler söyle, çıldıracağım şimdi.”

Eve henüz girmişken eşikte duraksadım ve ona dönerek sımsıkı sarıldım. “Benimle geldiğin için teşekkür ederim, Sinem. Her şeyi anlatacağım merak etme.” Geriye kaçılırken içini rahatlatabilmek umuduyla gülümsedim; ama çok zordu bunu yapabilmek. “Önce babamla görüşmem lazım. Sen beni yukarda bekle, geleceğim.”

Tam bu esnada mutfaktan çıkan Meral abla, bizi görünce şaşırarak duraksadı. Üstümüzde ceket bile olmadığı için, neyse ki dışardan geldiğimizi anlamamıştı. “Ne oldu? Ne bu suratlarınız böyle?”

Çabucak ona döndüm. “Babam nerede, Meral abla?”

“Salonda ama,” Hiç düşünmeden oraya yöneldiğimi görünce kısık bir sesle beni durdurmaya çalıştı. “Ama dur, sonra görüşürsün, şimdi oturuyorlar…”

“Oturuyorlar mı? Kimle?” Ancak ben sözlerini algılayana kadar çoktan kapıya asılmış, açmıştım bile.

“Demre, kızım,” Babamın sesini duyunca Meral abladan gözlerimi ayırarak, uyuşuk bir zihinle içeriye girdim. Tekli koltukta oturan babam, elini bana doğru kaldırarak davetkâr bir edayla yanına çağırdı. “Gel kızım, beklenmedik bir misafirimiz var bu gece.”

Konsolun önünde, sırtı bana dönük bir şekilde kendisine içecek koyan adam keyifli bir kıkırtı eşliğinde bardağını salladı. Tanıdık birisine benziyordu. Kim olduğunu anlamak için uğraşırken, dalgın dalgın babamın yanına sokuldum.

“Hoş geldin, Demre Karahan.” Adam elindeki içecekten büyük bir yudum alarak başını arkaya attı, yutkundu. Enfes bir lezzet tatmış biri gibi, gürültüyle nefesini üfledi. Karahan soyadına tuhaf bir vurgu yapmıştı.

Ama daha da tuhafı sesinin tıpatıp birisine benziyor oluşuydu. 

Kendi kendine güldü yine, başını iki yana salladı. “Hayat ne gülünç. Dejavu oldum bak şimdi. Seni oğlum Mirza’yla evlendirip gelinim yapabilmek için o kadar uğraştım,” Birden, ağır bir yük edasıyla, yüzünü bize dönünce dehşet içinde geriye sendeledim. “Ama ne hikmetse, sanki yine de gelinim olmuşsun gibi hissediyorum. Ne gülünç hisler bunlar, öyle değil mi?”

Aziz Hürkan, elindeki içecekten büyük bir yudum alırken, gülümseyerek bana bakıyordu.






Hehehe :’) Hiçbiriniz anlamadı değil mi Aziz Hürkan’ın ikiziii olabileceğiniiiii hehehe!!! Bipolar Merih’in cemiyetteki yeri nasıl bu kadar sağlammış sonunda öğrenmiş olduuk. Baloda birisi Demre'ye 'Uyanık ol' demişti acaba biliyor muydu Aziz'in gerçek olmadığını? Kafamda deli sorulara hdjhfdj Peki kim söyledi Merih'in evlendiğini ikinci sürüm Aziz Hürkan’ımıza fhdjhfjd Aslında biraz düşününce cevabı belli sankiii :’) Neyse Emre Şahoğlu öldü gitti, kurtulduk. Darısı Oğuz’un da başına diyelimm.

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-