47
47: YANIMDAKİ YANGIN
Bir Hafta Önce
İhtiraslı gözleri bir an olsun üstümden ayrılmıyordu. Arabanın içinde meşum bir sessizlik vardı. Sonra dudaklarından yalnızca tek bir söz taştı; ama binlerce sayfalık kutsal bir kitaba bile bedeldi.
“Bana kimden başlayacağımı söyle.”
Bir an duraksadım; ama bu tereddüt ettiğimden ötürü değildi. Aksine, sesinin bana sunduğu vaatlerdendi. Gözlerinin içine bakarak, “Emre Şahoğlu.” dedim.
Şaşırmıştı; belki de duymayı beklediği son isim bile değildi. Kaşlarını çatarak, hafifçe geriye çekildi. “Emre mi? Neden?”
Gizlemek için uğraşmadım; ona sayısız kadının kayıt altına alındığı rahatsız edici kasetlerden bahsettim. Sebebini açıklamadan birisini benim için ortadan kaldırmasını isteyemezdim, farkındaydım. Keza konağa gitmek istememin tek nedeni de bu değildi, kamerayı imha etmekti fakat bu detayı babamın bilmesine de gerek yoktu.
Derin bir nefes alarak, arkasına yaslanacak gibi oldu. “Tamam, ben hallederim.”
“Hayır,” Henüz rahatça arkasına yaslanamadan duraksadı; reddetmeme şaşırmıştı. “Durduk yere dostunun oğlunu ortadan kaldıramazsın. Geçerli bir sebebinin olması gerek.”
Belli belirsiz gülümsedi. “Mesela?”
Bir süredir zihnimde şekillenen planı tekrar evirip çevirdim. Babamın gözlerinden başka hiçbir yere bakmıyordum. “Mesela bana zarar verirse ne yaparsın?”
Hiç tereddüt etmedi. “Öldürürüm.”
Yanıtı tüylerimi ürpertmişti ama yine de içimde bir tatminlik hissettim. “Tamam o zaman.”
Fakat hoşuna gitmemişti bu ihtimal. Öne kaykılarak bana yaklaştı, korkusuzca gözlerimin içine nüfuz etti. “Sana zarar vermesine yol açacak bir duruma boyun mu eğeceğim yani?” Tahammülsüzce elini savurdu, hışımla arkasına yaslandı. “Bırak Allah aşkına, basıp geçerim. Uzatmaya ne gerek var?”
Bu sefer ben öne kaykıldım, ona yaklaştım. “Emre Şahoğlu bana zarar verir mi sence, baba?”
Kolunu kenara yaslayarak, parmağını dalgın dalgın alt dudağında gezdirdi. Gözlerinde eşeleyen bir bakış vardı artık. Ne düşündüğümü anlamaya çalıştığı belliydi. Sonunda boğuk bir sesle, “Hayır, sana asla alenen zarar vermez, o kadar aptal değil.” diyerek, kabullendi.
“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Ama verecek, senin eline de geçerli bir neden tutuşturmuş olacak.”
Yüzünü ekşitti. “Nasıl?”
“Orasını ben hallederim,” Kollarımı dizlerime yaslayarak parmaklarımı birbirine kenetledim. “Kapalı bir kapının ardında olmamız yeterli, gerisi kolay.”
Dudağının üstünde gezinen parmağı duraksadı. Ne yapacağımı anlayınca, gözlerinden delici bir bakış geçti. Yavaşça doğruldu, tıpkı benim gibi öne kaykıldı. Yüzünü benim hizama getirerek, bakışlarımızı birbirine kenetledi.
“Kuzguna yavrusu anka gözükürmüş, eyvallah da,” Gülümsedi. “Sen harbiden anka olmuşsun, kızım.”
Keyifsizce gülümsedim. “Başka çarem mi vardı sanki?”
Bir süre sessizliğe sığındı.
“Ama şu konuda seninle anlaşalım.” dediğinde, merakla kaşlarımı çattım. “İsmini verdiğin herkesi ortadan kaldırırım, listen istediğin kadar uzun olsun, hiç sorun değil. Ama benim listemde sadece tek bir kişi var, bunu da bil.” İşaret parmağını havaya kaldırarak, hafifçe salladı. “Kocanın bize dokunan bir hatası olursa şayet, beni durdurmaya çalışmayacaksın. Faturasını kendim keseceğim. Anlaştık mı bu konuda?”
Kalbimin kasıldığını hissettim. Gözlerinde öylesine bir kararlılık vardı ki, zaten istesem de böyle bir durumda onu durduramayacağımı anlamıştım. Korkuyla yutkundum ve sadece böyle bir şeyin asla yaşanmaması için dua edebildim.
“Tamam,” dedim, yalan olduğunu bile bile. “Anlaştık.”
𓄅
İnsan bilmediklerinden korkardı. Karanlığın kendisinden değil, karanlıkta göremediklerinden korkardı. Ya da ben öyle zannetmiştim. Hayatımda ilk defa, korkunun nasıl bir duygu olduğunu iliklerime kadar hissetmiştim.
Çünkü artık anlamıştım; karanlığa rağmen görebildiklerin değil, aydınlığa rağmen göremediklerindi asıl korkulması gereken.
Karşımdaki adam aydınlıkların ortasında, alenen karşımızdaydı; fakat her nasılsa, kimse tarafından görülmüyordu. Asıl tehlike gözümüzün önünde gizlenebilendeydi.
Karşımdaki adam Merih’in öz babasıydı.
Karşımdaki adam, Aziz Hürkan’ın ikiziydi.
Dakikalardır babamla aralarında dönen iş muhabbetlerine bir türlü odaklanamıyor, kusursuz bir şekilde kardeşi gibi davranabilen karşımdaki adamın nasıl bu kadar iyi rol yapabildiğini çözümlemeye çalışıyordum.
Karşımdaki adam benim kayınpederim miydi?
Ansızın babamın, “Sana göstereyim.” dediği kulağıma çalındı; koluna oturduğum tekli koltuktan kalkmaya yeltendiğini sezince, birden hislerimi dizginleyemedim. İçgüdüsel olarak, panikle elini yakaladım.
Bu onun elini ilk tutuşumdu.
Babam bu beklenmedik temasla şaşırarak irkilirken, odanın diğer ucunda duvardaki tabloları inceleyen Aziz, aramızda yaşananları farkına varmamıştı. Ama ben yine de görmesinden çekinerek, telaşlandım. Çabucak babamın elini geri bırakırken, gülümsedim.
Sakinleş, Demre.
Babam aklı karışmış bir hâlde koltuktan kalktı ama artık hareketleri biraz daha tutuk ve yavaştı. Tuttuğum elini ovuşturuyor, beni bile şaşırtacak kadar içten olan dokunuşumu hazmetmeye çalışıyordu. Kapıya doğru dalgın dalgın yürürken, az önce bahsettiği şeyleri yeniden ağzında geveliyordu. “Gidip getireyim, sana göstereyim.”
Bizi salonda yalnız bırakarak yanımızdan ayrıldı. Konuştukları meseleye öylesine kulak asmamıştım ki, ne getirmeye gittiğini bile anlamamıştım.
Sessizce oturduğum koltuğun kıyısında huzursuzca kımıldandım ve hâlâ sırtı bana dönük şekilde duvardaki manzara tablosunu seyreden yabancı adama baktım. Salondaki sessizlik saniyeler içinde öylesine somutlaşmıştı ki, babamın aralık bıraktığı kapıdan yanımıza süzülen bir varlık gibiydi.
Yavaşça ayağa kalkarken, gözlerimi üstünden ayırmıyordum. Belli ki ben konuşmadığım müddetçe onun konuşmaya pek niyeti yoktu. Bu yüzden olabildiğince dingin bir tavırla söze girerek, nabzını ölçmeye karar verdim. “İki gün önce konuştuğumuz mesele hakkında bir karara varabildiniz mi bari, Aziz Bey?”
Artık suratını büyük ölçüde görebilecek bir açıdaydım. İstifini bile bozmamasına rağmen, gözlerinin tablodan ayrılarak boş duvarda oyalandığını gördüm. Hiç belli etmese de afallamıştı; hissedebiliyordum. Keza buna nasıl bir yanıt vereceğini bulmaya çalışıyordu.
Gafil avlamıştım.
Fakat karşımdaki adam ne kadar ürkütücü bir zekaya sahip olduğunu sergiler gibi, soğukkanlı bir edayla bana yandan bir bakış dokundurdu. Nasıl karşımdaki adam Merih'in babası olabilirdi? İmkansızdı bu. Elindeki bardağı gülümseyerek bana kaldırdı. “Her şeyin yeri ve zamanı vardır, küçük hanım. Baban her an şu kapıdan içeriye girebilecekken,” Sözünü tasdikler gibi, aralık kapıyı gösterdi bu sefer de. “Bu meseleyi konuşmak fazla acemice olur.”
Şaşırmış gibi davrandım. “Siz hangi meseleden bahsediyorsunuz, anlayamadım? Neden konuşamayalım ki?”
Bir anlığına duraksadı; gözlerinden telaşlı bir insanı andıran tuhaf, ürkütücü bir bakış geçip gitti. Tadı kaçmıştı. Elindeki bardağı dudaklarına götürürken, sessiz kalmayı tercih etti. Ama yeşil gözleri suratımda takılı kalmıştı.
Büyük bir yudum içecek kadar süre sessiz kalmayı sürdürdü. Sonra birdenbire, “Akıllı mı sanıyorsun kendini?” diye sorarak beni dumura uğrattı.
Bu kadar çabuk saldırganlaşmış olması beni ürkütse de, sakin kalmaya gayret ettim. Yavaşça koltuğun arkasından dolanarak karşısına geçerken, kafam karışıklığı yaşıyormuş gibi hafifçe alnıma vurdum. “Bir dakika ya, benim aklım gitti. Bir haftadır hastanede yatıyorum ben. İki gün önce falan sizinle görüşmedik ki!” Yersiz bir neşeyle güldüm. “Siz de hiç söylemiyorsunuz. Yoksa sizin de mi kafanız gitti? Yaşlılıktan bunadınız herhalde.”
Dudaklarında çarpık, buz gibi bir tebessüm belirdi. Gözlerinde çok ezici bir bakış vardı. Kendisini tuzağa düşürmüş olmam, sinirlerini bozmuştu, bardağı sıkan parmaklarından dahi belliydi.
Dudaklarımdaki gülümseme usulca solarken, fersizce gözlerinin içine baktım. İkimizin de ilgiyle birbirimizi incelediği, boğucu bir suskunluk oldu.
Merih’i kör eden adam bu muydu yani?
İçimde ürkütücü bir nefret dirildi; kendimi çok ilkel duygularla kuşanırken buldum ansızın. Bir insan kendi evladına bunu nasıl yapabilirdi? Bu denli tasasızca dışarda dolanabiliyor olması bile korkutucuydu. Tutuklanması, bir yerlere kapatılması gerekiyordu bu adamın; ama işte, buradaydı. Evimizin içinde, aramızdaydı.
Garezi olan kimse gibi güldü. “Evinize gelen misafirlere böyle mi davranıyorsun?”
Omuz silktim. “Yabancılara karşı diyelim.”
“Ben yabancı değilim…”
Bütün tahammülümü yitirdim. “Aziz değilsin sen, kes şunu artık.”
İçeceği dudaklarına götürecekken eli havada asılı kaldı. Dudaklarında minik bir tebessüm zuhur etti önce; sonra yavaşça genişledi, genişledi ve dişleri açığa çıktı. Birden gülmeye başladı. O kadar keyif doluydu ki bu ses; zevkten dört köşe olmuş birisine ait olabilirdi ancak. Başını geriye yatırarak kahkaha atarken, bütün odayı marazi neşesiyle inletmekten çekinmedi.
Tüylerim ürpermişti.
Soluk soluğa bana bakarak, gözündeki yaşı elinin tersiyle sildi. Birdenbire sakinleşmiş, garip bir hızda ciddileşmişti. “Gözlerindeki şu bakışa da bak sen.” Bana doğru birkaç adım atarak, fısıldadı. “Merih’in sende ne bulduğunu işte şimdi anlayabiliyorum.”
İsmini onun ağzından duymak bile sinirlerimi yıpratmaya yetti. “Merih’ten uzak dur.”
Suratını yoğun bir şaşkınlık sarmaladı, yeniden gülmeye başladı. “Nedenmiş?”
“Ailene neler yaptığını biliyorum.” Tiksintiyle yüzümü buruşturdum. “Korkunç birisin sen. Merih’ten uzak dur.”
Elindeki bardağı kenara bırakırken, “Ne yapmışım?” diyerek eşeledi. Artık gülmüyordu; hatta biraz da meraklanmıştı.
Bir süre sessizliğe sığındım. Bu kadar soğukkanlılıkla sorgulaması, ilginçti. Keza içime bir kuşku tohumu ekmişti.
Sırf tepkisini alenen görebilmek için yeşil gözlerine bakarak, “Oğlunu öldürdün.” diye fısıldadım. Sanki bu caniliği yüksek sesle dile getirsem, vicdanımı daha çok rahatsız edecekti. Sesim ancak bu kadar çıkabilmişti.
Tekrar güldü ama bu seferki farklıydı; biraz kırgın ve şaşkındı. “Böyle mi anlattı sana? Furkan’ı benim öldürdüğümü mü söyledi?”
Sorusu beni afallatmıştı; işlediği cinayetin arkasında duracak kadar korkusuz bir adamdı çünkü bu. Durduk yere inkara sığınması, ondan hiç beklemediğim bir hamleydi.
Çenesini sıktığını, alnında bir damarın attığını gördüm. Onunla birlikte ben de iftiraya maruz kalmışçasına gerilmiştim. “Bak sen şu işe, ben içerdeyken neler olmuş… Kendisinin öldürdüğünü söyleyemeyecek kadar korkak bir adama mı dönüştü yani benim oğlan?”
Yanlış duyduğumu zannettim. “Ne?”
Ama daha fazla konuşamadık; çünkü babam elinde tuttuğu mavi kapaklı dosyayla içeriye girmişti. Konuşulanlardan bihaber, dalgınlıkla Merih’in babasına doğru yürürken bana kısa bir bakış attı. Anında bir sorunun olduğunu fark etti; adımları yavaşlayacak gibi oldu ama belli belirsiz bir tökezlemeden öteye gidemedi.
Hiç bozuntuya vermeden, adamın yanına vardı ve elindeki dosyayı göstererek muhabbeti kaldığı yerden devam ettirdi.
Tam bu esnada kapının çaldığını duydum; dikkatim dağıldı. Merih’in tanıdık sesi koridoru aşarak odaya sızınca, birden kaskatı kesildim. Buraya gelmemesi lazımdı. Oğlunun sesini tanıyan adamın bakışlarında anında bir şeyler değişti. Babamı dinliyormuş gibi yapmasına rağmen bütün algıları bir kapı ötemizdeki oğluna kenetlenmişti, belliydi.
Asla karşılaşmamaları lazım.
Çabucak hareketlendim. “Ben sizi yalnız bırakayım, hem kocam geldi gidip onu karşılayayım.”
Kapıya doğru aceleyle yürümeye başladığımda, Aziz’in seslenmesiyle duraksamak zorunda kaldım. Belli ki odayı kasıp kavura telaşımdan, amacımı anlamıştı. “Kocanı da çağır, birlikte oturalım…”
“Olmaz.” Hızla dönerek, sözünü kestim. “Belki daha müsait bir zamanda, Aziz Bey.”
Gözlerinde şimşekler çaktı; ama yalnızca gülümsedi.
Başka söz etmeden kendimi koridora attım. Tam bu esnada Merih’i merakla salona doğru gelirken yakalamıştım. Onu kapıda karşılayan Meral ablaya gülümseyerek birtakım şeyler söylüyordu. Panikle salonun kapısını örtüp, üzerine doğru koştum; sadece saniyeler içinde yanına varmış, hevesle boynuna atlamıştım. “Hoş geldin, biraz daha geç gelseydin fırçayı yiyecektin kocacığım.”
Neye uğradığını şaşıran Merih, aniden üstüne binen ağırlıkla sarsıldı. Ama çabuk kabullenmişti bu ağırlığı; hızlıca belime sarılarak beni sıcak göğsüne çekti. Üzerime eğilerek yüzünü boynuma gömdüğü esnada, kapının önünde dikilen Ömer abinin yargılayıcı suratıyla karşılaştım. Merih’in boynuma sürtünen sıcak dudaklarının heyecanını bile yaşamaya fırsat bulamamıştım.
Ömer abinin öfkeyle tutuşmuş olan gözleri, beni aldattığına inandığı kocama kenetlenmişti. Kaşları öylesine çatıktı ki neredeyse birbirine değecekti.
“Kim var salonda?” Merih geriye çekilerek doğruldu, boğuk konuşmaların duyulduğu salon kapısına bakındı. Kalbim resmen dışarıya çıkmak için göğüs kafesimi yumruklamaya başladı.
Hâlâ ötede bekleyen Meral abla benden önce davranarak söze girmeye kalkıştı. “Ah, o mu? Az…”
Boğazımdan tiz bir çığlık kopuverdi; panikle yeri gösterdim. “Fare!”
Birden telaş rüzgarları esip kavruldu, bütün konuşmayı savurup dağıttı. Koridorda bir kargaşa patlak verdi. Meral abla korkuyla duvar kenarına atılırken, “Ne faresi ayol?” diye çığırdı.
Ömer abi zıplayarak kendisini açık kapıdan dışarıya fırlatırken, “Farenin ne işi var be burada?” diye söylenmeye başladı.
Merih’se yerinden hiç kımıldamamıştı; yalnızca merakla fareyi görebilmek için etrafına bakınıyordu. İnsan kaçmaya falan çalışır. Hışımla elini yakalayarak merdivenlere doğru koşturmaya, onu da peşimden sürüklemeye koyuldum.
Bir yandan da ağlamaklı bir sesle hayıflanıyordum. “Ay gördüğüme eminim, fareydi o! Kocamandı hem de. Bayılacağım şimdi.” Binbir zorlukla Merih’in ağır bedenini peşimden çekiştirirken, merdiveni çıkmaya koyuldum. “Ben daha fazla burada duramam, bulup atın o fareyi dışarıya Ömer abi.”
Henüz merdivenlerin yarısına varabilmişken, gürültüye çekilen babamın salon kapısını açtığını duydum. Merih basamakların ortasında durarak, merakla o tarafa dönünce elim ayağım birbirine dolandı.
Hiç düşünmeden aramızdaki iki basamak farkı kapattım, kollarımı boynuna dolayarak ağırlığımı tekrar ona verdim. Ansızın ağzımdan fırlayan, “Aşkım, hadi gelsene.” sözü beni bile hayrete düşürdü.
Ama etkisi, beklediğimden de sarsıcı olmuştu.
Merih şok olarak bana döndü; resmen merdivenin ortasında donakalmıştı. Öylesine sersemlemişti ki bir süre hiçbir karşılık verememişti. Kendisine sarılışıma, işveli bir edayla yanına sokuluşuma bakarken afal afal gözlerini kırptı; kolları usulca hareketlenmiş, yeniden belime dolanmıştı. Uzun sessizliğinin sonundaysa yalnızca, “Aşkım mı?” diyebildi.
Sanki doğru duyup duymadığına emin olmaya çalışıyordu.
Kollarımı çözerek, bir basamak geri tırmanmak istedim; başta beni bırakmasa da zar zor uzaklaşabilmiştim. Tekrar elini tutmuş, kendime doğru çekiştirmeye başlamıştım. Bir yandan da tatlı tatlı gülümsüyordum. “Hadi gel.”
Bu sefer itirazsızca peşime düştü; hatta hızlanmış, arkamızda bıraktığımız kargaşayı bile unutmuştu. Artık tüm algıları benim üstümdeydi. Yavaşça avucumun içine kayarak parmaklarıma kenetlenen elinden bile, yoğun hevesi seziliyordu.
Harika, şimdi bu algıları nasıl üstümden geri atacağım ben?
Sonunda üst kata vardığımızda derin bir nefes verdim. En azından salondan uzaklaştırabildiğime şükrediyordum. Babasıyla böyle bir anda karşılaşması felakete sebep olabilirdi; nitekim hâlâ üstünde Aziz’le konuşmasından kalan gerginliğin kırıntıları vardı.
Henüz odaya doğru birkaç adım atabilmişken, karşı odanın kapısı savrularak açıldı ve Sinem’in endişeli yüzü belirdi. Aralık bıraktığı kapıdan kızların neşeli gülüşmeleri sızıyordu. Önce bana takılan gözleri arkamdan sürüklediğim Merih’e kayınca, birdenbire buz kesti.
Beni aldattığını zannediyor.
Merih gülerek sessizliği bozdu. “O bakış ne öyle kız?”
Gerildiğimi hissettim; Sinem’in bir patavatsızlık yapmasından ürkmüştüm. Ancak tam bu esnada aşağıdan birtakım sesler yükselince tüm ilgim dağıldı. Babam Aziz sandığı adamı uğurluyordu. Kısa gülüşmelerin ardından dış kapının kapanma sesini duyunca, omuzlarımdan binlerce yük ağırlık kalktı sanki.
Sinem’in tepkili bir sesle, “Demre’yi alabilir miyiz? Ne zamandır görüşmüyoruz onunla.” dediğini işitince, tekrar ilgim onlara kaydı.
Hâlâ elimi tutan Merih’in hoşnutsuzca yerinde kımıldandığını, beni belli belirsiz kendisine doğru çekiştirdiğini sezdim. “Ben de ne zamandır görüşmüyorum karımla, yeni hastaneden çıktı.”
Kendimi tutamayarak şaşkın şaşkın güldüm.
Sinem kollarını göğsünde kavuştururken, kaşlarını havaya kaldırdı. “Madem böyle bir şikayetin var, akşamları dışarıya çıkmazsın, karınla vakit geçirirsin.” Birden uzanıp kolumdan yakalayarak beni yanına çekti. “Şimdi izninle, bu gece kendisini biz alıyoruz.”
Ama Merih elimi bırakmamakta ısrarcıydı. Huysuz bir tavırla beni geri kendisine çekmeye çalıştı. “Karımı geceleri kimseyle paylaşamam, hiç kusura bakmayın.”
Geceleri- ne?
Sinem de kolumu tutarak beni durdurmaya yeltenince, oradan oraya savrulmanın siniriyle güldüm. “Saçmalamayın ya, ikiniz de durun.” Merih’e dönerek, gönlünü almaya çalıştım. “Gerçekten bugün kızların evdeki ilk geceleri, onlarla kalsam iyi olur. Hem uzun zamandır da görüşemiyoruz.”
Birden hevesi kursağında kalmış gibi gözüktü; yüzü düşmüştü. Resmen bütün bedeniyle hoşnutsuzluğunu sezdiriyordu ama yine de aksi bir şey söylememişti. “Peki madem, sen nasıl istersen.” Ellerini cebine sokarak geriledi, odaya doğru uzaklaştı. Keyfi kaçmıştı ama yine de belli etmemeye çalışıyordu. “Gelmek istersen, ben odadayım.”
Ardından başka bir şey söylemeyerek, odaya girdi ve gözden kayboldu. İçimde bir üzüntü filizlendi; büyüyerek dallandı, budaklandı ve bana kendimi daha kötü hissettirdi.
Gerçekten de kardeşini öldüren o olabilir miydi?
“Ne oldu şu gazinoda, anlatacak mısın artık? Apar topar çıktık eve geldik.” Sinem’in kolumu çekiştirmesiyle zihnimden sıyrıldım, ona döndüm. Koridorda sadece biz kalmıştık artık ama yine de fısıldayarak konuşuyorduk.
“Babamla konuşmak için alelacele geldim ama,” İstemsizce dalgınlaşmıştım; daha çok kendi kendime mırıldanıyordum. “Belki de şimdilik konuşmamam daha iyi olmuştur. İlk önce benim öğrenmem gerek her şeyi.” Karar vermek zorundaydım. “Ve ben kimden öğreneceğimi biliyorum.”
Babamın bir hafta önce bana arabada söyledikleri aklıma gelmiş, geri çekilmeme neden olmuştu. Merih’le alakalı gerçekleri ona anlatmak için bu kadar acele etmem mantıklı değildi belki de. Bu yalnızca ona zarar verirdi.
Söylediklerimden hiçbir şey anlayamayan Sinem, sabırsızca üsteledi. Artık biraz da sinirliydi. “Ne mırıldanıyorsun sen öyle? Meraktan öleceğim şimdi. Kötü bir şey olmadı, değil mi?”
Gözlerimiz birbirine değdi. Birden her şeyi ona anlatma dürtüsüyle doldum. İçimde birikenler artık o kadar ağır geliyordu ki ruhuma, birisinin varlığıyla bu yükten arınabilmek istedim. Ama yapamadım.
Beni anlamasını umarak, sadece buruk bir şekilde gülümseyebildim. “Hiçbir şey bilmemen senin için daha iyi, güven bana. Kötü bir şey olmadı, sadece şaşırdığım bir şey öğrendim. O kadar. Ama iyiyim, merak etme.”
Önce karşı çıkacak gibi oldu; ama sonra sustu, sessizliğime saygı duymaya karar verdi. Ağırbaşlılıkla gülümserken, kolumu sıvazlıyordu. “Sen iyi olduğun sürece sorun yok. Ne zaman yardıma ihtiyacın olursa, ben burdayım. Biliyorsun, değil mi?”
“Biliyorum.” Elini tutarak, güç bulmaya çalışırcasına sıktım. Artık hiçbir şeyden, hiç kimseden emin olamadığım bir yere varmıştım ve ne yaparsam yapayım buradan bir adım öteye varamıyordum. Sanki çıkmaz bir sokakta mahsur kalmıştım. “Biliyorum.”
𓄅
Tanıdık sokağın kıyısından dönerek yol kenarındaki büyük çam ağacının gölgesinde duran taksiden indiğimde, gerginlikten sersemlemiş gibiydim. Resmen iki adım ötemi göremeyecek bir hâldeydim.
Bir süre benden başka kimsenin olmadığı sokakta dikilerek, önümdeki apartmana baktım. Aylar önce bir defa, Merih’le birlikte gelmiştim bu eve. Ancak şimdi tek başımaydım ve nasıl karşılanacağımı hiç kestiremiyordum.
Ayaklarım ne kadar geri geri gitse de apartmanın girişine doğru sokuldum. Henüz zile basmak için uzanmışken, birden demir kapının açılmasıyla irkildim. Belli ki beni camdan görmüşlerdi; belki de zaten geleceğimi söylediğimden beri yolumu gözlüyorlardı.
Sabahın erken bir saatinde Selin ablayı arayarak görüşmek istediğimi söylediğimde, açıkça şaşırdığını dile getirmişti. Ama yine de beni geri çevirmemiş, istediğim her an gelebileceğimi belirtmişti.
Ve gelmiştim, buradayım.
Merdiveni çıkarak aralık kapının önüne vardığımda, Selin ablanın gülümseyen suratıyla karşılanmak bir nebze de olsa beni rahatlatmıştı. Hızlıca kapıyı sonuna kadar açıp, davetkâr bir edayla elini kaldırdı. “Hoş geldin, Demre. Çok mutlu ettin bizi, buyur gel.”
Gülümseyerek içeriye girdiğimde ceketimi benden alma nezaketini gösterdi. Sarılarak selamlaştığımız sırada koridorun ucuna bakarak, “Annen yok mu?” diye sordum.
“Pazara gitmişti, birazdan gelir.” Salonu göstererek, önden yürümeye başladı. “Gel, biz oturalım.” Omzunun üstünden bana baktı. “Birden sabah arayınca şaşırdım. Kötü bir şey olmadı, değil mi?”
Salona girerek koltuğun ucuna iliştim; en sonki ziyaretimden bu yana hiçbir şey değişmemişti. Televizyonun yanındaki çerçeveler gözüme ilişince ansızın ne konuştuğumuzu unuttum. Sorusunun havada asılı kaldığını bile fark edememiştim.
O zamanda görmüştüm bu fotoğrafları; fakat hiç yakından, dikkatli incelememiştim. Küçük bir oğlan çocuğunun olduğunu görebiliyordum ama bu mesafeden simasını tam olarak seçemiyordum.
Sessizce fotoğrafları incelediğimi fark eden Selin abla, tekrar ilgimi kendi üstüne çekmeye çalıştı. “Ne konuşmak istiyordun benimle? Telefonda önemli bir mesele olduğunu söylemiştin.”
“Ah, evet,” Ona doğru dönerek, zihnimi derleyip toparlamaya çalıştım. Zira seçeceğim her kelime çok mühimdi. “Ben aslında,” Bir anlık duraksadım, kendimi nasıl ifade edeceğimi düşündüm. “Furkan hakkında bir şeyler soracaktım, eğer seni rahatsız etmezse. Onun için gelmiştim.”
Şaşırmıştı, kaşları müthiş bir hızla çatıldı. “Furkan mı? Ne soracaksın ki onun hakkında?”
Bu meselenin onu ne denli huzursuz ettiği apaçıktı. Oturuşu, duruşu ve keza bakışı bile değişmişti. Ancak yine de sesi ılımlı ve cesaret vericiydi.
Belki de bu yüzden, tek nefeste sorabilmeme vesile olabilmişti. “Nasıl vefat ettiğinden bahsetmiştin bana o zaman buraya geldiğimizde ama ben tam olarak hatırlayamıyorum detayları,” Gözlerindeki bakış beni kısa bir an susturdu. “Furkan madde bağımlılığından mı vefat etmişti?”
Yadırgamıştı bu merakımı, belliydi. “Neden hatırlamak istiyorsun ki bu detayları?”
Durduk yere evine gelerek kardeşinin trajik ölümünü sorgulamam, hoşuna gitmemişti. Haksız da sayılmazdı. Aynısını birisi bana yapmış olsaydı, ben de aynı hırçınlığı hissederdim. Fakat mecburdum sormaya; veyahut patavatsızca eşelemeleye. “Merih’e soramayacağım sorular bunlar, o yüzden senden öğrenmeye geldim…”
Merakla sözümü kesti. “İyi ama neden öğrenmek istiyorsun?”
“Merih’i daha iyi tanımak için.” dedim, hiç düşünmeden. Yanıtım onu bir nebze tatmin etmiş gibi göründü. “Furkan’ı babanın öldürdüğünü söylemiştin sanki, doğru mu bu?”
Konuşmadan önce yutkundu. “Evet, öyle oldu.”
Yumuşak bir sesle, mırıldandım. “Ama madde bağımlılığındansa eğer, neden baban öldürmüş olsun?”
Kısa bir süreliğine gözlerini yumdu. “İhmalkârlığından çünkü.”
Kendimi kısır bir döngünün içinde savruluyormuş gibi hissettim birden. “Furkan gerçekten madde bağımlılığından mı öldü?”
Afallamıştı; duraksayarak, gözlerini kırpıştırdı. “Neden ısrarla aynı soruyu sorup duruyorsun, anlayamıyorum…”
Kendimi tutamadım. “Çünkü yalan söylüyorsun.”
Birden odadaki bütün atmosfer tepetaklak oldu.
Hayrete kapılarak geriye kaçıldı. “Anlayamadım?”
Bu şekilde saldırmam pek hoş olmamıştı; fakat artık yapacağımı da yapmıştım çoktan. Söz ağzımdan çıkmıştı bir kere. “Lütfen Selin abla, gerçeği öğrenmek zorundayım. Artık işin içinden çıkamıyorum, lütfen bana yardımcı ol.” Çaresizce koltuğun ucuna kaykıldım. “Kardeşin gerçekten madde bağımlısı mıydı? Başka birisi tarafından öldürülmedi yani, öyle mi?”
“Sen ne…” Şok olmuş bir hâlde ayağa fırladı, zihni bulamaç olmuş gibi öylece karşımda dikildi. Gözleri hem korkuyla hem de panikle harmanlanıyordu. “Başka kim öldürecekmiş? Ne saçmaladığının farkında mısın sen?”
Ben de ayağa kalktım, karşısına geçtim. “Merih’i bir türlü affedememenizin sebebi bu olabilir mi? Ya da artık ailenizden biri gibi görmemenizin? Furkan’ı o…”
“Yeter!” Resmen bütün odayı inletmişti bağırışı. Gözleri kapkaraydı; neredeyse bütün vücudu titriyordu. “Yeter, sus. Annem gelmeden git buradan. Bu meselenin konuşulduğunu duyarsa fenalaşır, sus o yüzden.”
“Anlamıyorsun, Merih’i koruyabilmem için bunları bilmem gerekiyor ve senden başka kimseden de öğrenemem…”
“Hayır,” Aniden kapıya doğru fırtına gibi esince, umarsızca peşine düştüm. Bu şekilde ellerim boş gidemezdim. “Ne kadar didindik durduk cemiyetten, o leş adamlardan adımızı sanımızı ayırabilmek için senin haberin var mı? Yıllarımızı verdik, ailemizi feda ettik.” Gözü dönmüştü resmen, hiddetten sesi titriyordu. “Bu evde bu konuların konuşulmasına asla müsaade etmem. Köprünün altından çok su aktı, bitti gitti her şey. Aradığın cevaplar bende değil. Bizi rahatsız etme lütfen, Demre.”
Haşin bir tavırla açtığı kapıya bakarak, çıkmamak için direttim. “Neden kimse hiçbir şey anlatmıyor? Gerçeği başka kimden öğreneceğim ben? Babandan mı?”
“Demre! O adamı bu evin içinde anma artık.” Hiddetle kolumdan yakalayarak beni yaka paça dışarıya itekledi. Askılıktan ceketimi kapmış, nobranca elime tutuşturmuştu.
Kapıyı kapatmaya kalkışınca telaşla atıldım, durdurmaya çalıştım. “Nilüfer kim peki? Ondan bahset öyleyse…”
Dumura uğramıştı; gözleri irileşti. “Sen Nilüfer’i nereden tanıyorsun? Ne oluyor böyle bilmiyorum ama yok, hayır, olmaz.” Hiddetle başını iki yana salladı. “Annem gelmeden hemen buradan git. Bu konuları duymasına asla ama asla müsaade etmem. Onu korumak zorundayım.”
Sertçe iteklediği kapıyı suratıma çarparak kapattı. Gürültüsü, remen bütün apartmanı sarsmıştı.
Bravo, aferin.
Ceketi üstüme geçirirken, bozguna uğramış bir hâlde merdivenleri inmeye koyuldum. Hiç umut ettiğim gibi olmamıştı bu görüşme. Bitmiştim ben. Merih’e bu olaydan bahsetmesi kaçınılmazdı. Buralara kadar gelip ablasını rahatsız ettiğimi öğrenince ne tepki vereceğini düşünemiyordum bile.
Hiç iyi olmamıştı bu.
Kendimi soğuk rüzgarın kollarına atarak, kimsesiz sokağın ortasında bütün amacını yitirmiş birisi gibi öylece dikildim. Kendimi öylesine yitik hissediyordum ki, adım atacak takati bile bulamamıştım bedenimde. Nasıl babamdan önce öğrenecektim gerçekleri? Nelerle karşılaşacağım o kadar meçhuldü ki, gerçekten de babamdan önce öğrenmekten başka çarem yoktu.
Ne yöntemlerle olursa olsun, öğrenmek zorundaydım.
Başımı geriye atarak kasvetli bulutlarda göz gezdirdim, derin birkaç nefes aldım. Sakin ve mantıklı düşünmeliydim. Elbet bir çaresini bulabilirdim. Yenilgilerimi sineye çektikten sonra, geri önüme dönerek ellerimi cebime soktum ve sokağın sonuna doğru yürümeye başladım.
Buraya kadar gelmişken, evimden birkaç parça eşya almak istiyordum. O kadar kaybolmuştum ki zihnimin ücra köşelerinde, peşimden siyah bir arabanın geldiğini bile fark edememiştim.
Demir kapıdan geçerek kuru yapraklarla dolmuş bahçeye adım attığım an, içimde tuhaf bir his kımıldandı. Gölgesiyle evi serinleten incir ağacına baktım bir süre. Bu eve taşındığımız ilk gün Merih’in gülümseyerek bana söyledikleri zihnimde çınladı; göğsümde kederli bir his dirildi.
“İncir ağacının hiç çiçek açmayan tek meyve ağacı olduğunu biliyor muydun? Sen buraya geldin ya, bir gün bu incir ağacında bile çiçek açacak senin sayende.”
İçimde ince bir ağlama arzusu kabardı. Gözlerime yaşların saldırdığını fark ederek, hislerimi dizginlemeye çalıştım. Şimdi hiç sırası değildi bu karamsarlığın.
“Özledin herhalde evini.”
Sıçrayarak arkamı döndüm; neredeyse korkudan bayılacaktım.
Açık bıraktığım arkamdaki demir kapıdan girmiş olan Tan Şahoğlu, elinde tuttuğu geyikli bastonuyla dimdik karşımda duruyordu. Tıpkı benim gibi, o da tepemizden yükselen incir ağacına bakıyordu. Ama çok değişmişti. Adeta çökmüştü; yıkıntılarla bezeli, bambaşka bir adam gibi duruyordu.
Fakat buna rağmen, rahatsız edici bir huzur hakimdi suratına.
Gölge misali arkasında bekleyen iki adama baktım. Bütün bedenimle onlara dönmüştüm artık. “Senin ne işin var burada?”
Birdenbire onu karşımda bulmak, umduğum son şey dahi değildi. Gerçekten ne işi vardı burada? Tedirgin tedirgin kımıldandım. Etrafta kimsecikler yokken onunla yapayalnız bir yerde olmak, kendimi çok savunmasız hissettirmişti. İçimde şiddetli bir kaçma dürtüsü uyandı.
Hiç kımıldamadan, bir büst gibi dikilmeyi sürdürdü. Gri gözleri arkamızdaki eve gidip gelmişti. “Beni misafir etmeyecek misin?”
Arkasında duran iki yabancı adama baktım tekrar. Sorusunu duymazdan gelmeyi tercih etmiştim. “Beni mi takip ediyorsun?”
Derin bir soluk aldı; aynı tuhaf huzurla tepemizdeki ağaçlara bakındı tekrar. “Babanı ziyaret etmeye gelmiştim aslında. Seni taksiye binerken görünce, korumalığını yapayım dedim. Ne de olsa yoldaşımın biricik kızısın.” Gülümsedi. “Neden gizli saklı kocanın ailesiyle görüşmeye geldin?”
“Gizli saklı gelmedim,” Kendisine hesap veriyor olmak sinirlerimi bozdu birden. “Öyle olsa bile seni ilgilendirmezdi. Neden peşimden geldin buralara kadar? Sebepsiz yere gelmiş olamazsın.”
“Misafir et beni.” Tekrar arkamızdaki ıssız evi gösterdi. “İhtiyar bir adamım ben, ayakta fazla duramam.” Yerimden kımıldamadığımı görünce ihtiyatlı bir tavırla gülümsedi. “Buraya seni öldürmeye gelmedim, merak etme. Seni öldürmek veyahut zarar vermek, kendi topuğuma sıkmak demek.”
Dürüstlüğü sesinde duyabilmek mümkündü. Zaten hiç böyle bir gayesi varmış gibi de durmuyordu; oldukça dingin ve sakindi.
“Sadece on beş dakikan var.” Cebimdeki anahtarı çıkararak kapıya doğru yürüdüm. İstesem de böyle bir durumdan kaçamayacağımı biliyordum; bu yüzden en mantıklısı onu kızıştırmadan, sakince konuşmaktı.
Haftalardır kimsenin girmediği kapıyı aralayarak, hızlıca içeriye süzüldüm. Fakat henüz iki adım atabilmişken, vestiyerde duran kafesteki papağanın kanat çırpışlarıyla korkarak sıçradım. Tamamen unutmuştum varlığını; ama hâlâ yaşıyor oluşu inanılır gibi değildi.
Hemen arkamdan gelen Tan Şahoğlu’nun göğsüne toslayınca, aceleyle ileriye kaçıldım. Ama o bu ufak çarpışmanın farkında bile değil gibiydi. Gözlerini kısmıştı, mecalsizce kafesin dibinde kanat çırpan kuşa bakıyordu. “İlginç.”
“İlginç olan ne?” Kafesin yanından geçerek salona doğru yürüdüm. En son burada Mirza Hürkan’la oturmuş, tatsız konuşmalar yaşamıştım.
Garip bir gündü.
Ansızın evimize gelen Akın’ın Merih’i sakinleştirmeye çalıştığı anlar zihnimin zeminine dökülünce, dalgınlaştım. Kuşları görmedin mi? Merih’in hiddetli sesi kulaklarımda çınladı. Bu beklenmedik samimiyeti irdeleyecek vakit dahi bulamamıştım; ama aralarındaki bağın sıradan bir şey olmadığına adım kadar da emindim.
Fakat buna daha sonra kafa yoracaktım.
Salona girerek, bastonunu vura vura arkamdan gelen adama koltuklardan birini gösterdim. “Hiç kusura bakma, bir şey ikram edemeyeceğim maalesef.”
Neşeli bir gülüş taştı dudaklarından. Gösterdiğim tekli koltuğa yavaşça kurulmuştu. “Sorun değil.” Arkasına yaslanarak, bastonunu iki bacağının arasına soktu ve ellerini üst üste tepesine yerleştirdi. “İlginç olan şu, herkesin kendince bir hırsı, bir amacı var.”
Bunu niçin söylemişti anlayamamıştım. Belki de kuşları Aziz’in ikizi tarafından gönderildiğini anlamıştı; ama tasasızca sorulamayacak kadar hassas bir ihtimaldi.
“Kimse hırsından dolayı cemiyetin insanları kadar çirkinleşmiyor ama.” dedim, zihnimde dönenlerin aksine. Ona en uzak koltuğa otururken, içerideki havasızlıktan ötürü rahatsız hissettim. “Sana normal geliyor çünkü sen direkt bu hırsın ve amacın içine doğmuşsun.” İçimde bir yerler sızladı birden. “Tıpkı babam gibi.”
Ansızın durgunlaştı bakışları. Kör gözlerle odanın içini tararken, “Biz direkt bu hırsın içine doğduk.” diye mırıldandı, onaylarken. “Mücadele etmek zorundaydık.”
Ama sözünü kestim. “Bu şekilde değil. İnsanları öldürerek mücadele zorunda değildin.”
Gri gözleri tekrar suratıma saplandı. Bir süre ne kımıldadı, ne de konuştu. Sanki nefes bile almıyormuş gibi göründü. Sonra birden öne kaykılarak çenesini ellerinin üstüne yasladı, ağırlığını bastonuna yükledi. Yorgun duruyordu; ama bakışları çok zindeydi.
“Bütün her şey bizimle başladı,” derken, sesi de çok güçlü çıkıyordu. “Farkındasın, değil mi? Her şey ama her şey seni konağa sokmamla başladı.”
Hiçbir karşılık veremedim.
Gerçekten de o beni temizlikçi olarak evine sokmuş olmasaydı, bu denli yakınına sokulmama müsaade etmiş olmasaydı belki de bu olayların hiçbiri yaşanmayacaktı. Ben kaderime boyun eğerek, hâlâ hayatta olan Uraz’ın yanına geri dönecek ve sıradan bir genç kız gibi yaşayarak başka bir kitapçıda çalışmaya devam edecektim belki de.
“Çok pişmanım.” dediğinde, şaşkınlığımı bastırmam epey zor oldu. “Kimseyi karıştırmamalıydım bu işe, kendi başıma halletmeliydim. Evime, kapıma altın değerinde bir fırsat gelmişti,” Başını iki yana salladı öfkeyle. “Tek başıma değerlendirmeliydim bu fırsatı. Aziz’i hiç karıştırmamalıydım.”
Altın değerinde fırsattan kastının ben olduğumu anlayınca hiç olmadığım kadar karamsar hissettim. Ama hiçbir şey söylemeye kalkışmadım. Zira karşımdaki adam geçmişteki pişmanlıklarına öylesine kapılmış bir hâldeydi ki, duymayı hiç beklemediğim şeyler söylüyordu.
“Kimin kızı olduğunu öğrendiğinde Aziz’in hırstan gözü döndü çünkü Bülent’in en büyük zaafı olacağını biliyordu. Onun bizden küçük olup cemiyette daha çok yükselmesini hiçbir zaman hazmedemedi.” Bastonu tutan elleri sıkılaştı, parmaklarının boğumları artık bembeyazdı. “Bülent’i elemek istedi, itibarının üstüne konmak istedi. Cemiyetteki en sıcak para akışına sahip adam oydu çünkü. Seni oğluyla evlendirmeye bile çalıştı, olmadı. Ama yine de her şey iyi gidiyordu,” Öfkeyle bastonunu yere çarpınca irkildim. “Ta ki o kahrolasıca balo gecesine kadar. Aptal herif. Kışkırtmayacaktı Bülent’i, ateşe körükle gitmeyecekti. Aptal! Her şeyi berbat etti.”
Yoksa balodaki adamın aslında Aziz olmadığını biliyor muydu? Emin olamamıştım. Ağzından çıkan her söze öylesine muzdaripti ki, neye karşı bu kadar bilendiğini ayırt edemiyordum. Aziz’in o gece baloda olmamasına mıydı, yoksa ikiz kardeşini aralarına sokmasına mıydı bu tepkisi, anlayamamıştım.
“Tek başıma, kendi yöntemlerimle halletmeliydim her şeyi.” Birden gözlerini bana kenetleyince, istemsizce ürperdim. “Seni aşağıdan çıkardıkları gün Meral’i de Merih’i de cezalandırmalıydım. Dışarda olmaman gerekiyordu. Seni geri kapatmalıydım, ortalıkta dolanmana izin vermemeliydim. Merih’le bile evlenmene göz yummamalıydım.”
“Yummadın zaten,” dedim agresifçe, kendimi tutamayarak. “Dağdan yuvarlanmamıza neden oldun sırf evlenmeyelim diye. Sayende düğün bile yapamadık.”
Sinirli sinirli güldü. “Daha fazlasını yapmalıydım ama ne sana dokunabiliyordum ne de Merih’e.”
Huzursuzca kımıldandım. “Merih’e de babası yüzünden mi dokunamıyorsun yoksa?”
Kaşlarını kaldırarak dudaklarını büzdü, takdir eder gibi yavaşça başını salladı. “Öğrenmişsin bakıyorum.” Suskun kaldığımı görünce de konuşmaya devam etti. “Ama bu zaten tahmin edilebilir bir şeydi. Soyunu sopunu bilmediğim adamı yakınıma yanaştırmam ben. Soyadında gücü olmayan bir adamla da kızımı evlendirmeye kalkışmam.”
Duyduklarım karşısında yüzümü buruşturdum. “Her şeyi bu kadar çıkar uğruna yapmak hastalıklı bir durum değil mi sence de?”
“Çıkar uğruna yapmışım da ne fayda?” Tahammülsüzce tersledi beni. “Senelerce yanımda tuttuğum, gölgemde büyüttüğüm adam bir kadın uğruna bana kolayca resti çekebildi. Bütün emeklerimi çiğneyip geçebildi. Oğlumun ölümüne göz yumabildi.”
Emre’den bahsederken sesi ağırlaşmıştı; ama bunun nedeni kederden miydi, yoksa hıncından mıydı, pek anlayamamıştım.
“Belki de hiçbir zaman sadakat duyduğu asıl kişi sen olmamışsındır. Hiç düşündün mü bunu?” Acımasızca suratına çarptığım bu hakikat, onu kızıştırdı. Bakışları büsbütün suret değiştirdi. “En yakınına soktuğun adamı belki de hiçbir zaman tanıyamadın. Olamaz mı?”
Yavaşça arkasına yaslanırken, gözlerini üstümden bir an olsun ayırmadı. “Peki sen evlendiğin adamı tanıdığını mı zannediyorsun?”
Ne kadar rahatsız etse de bu beni, duymak istediğim bir soruydu. Çünkü o an kışkırtarak ağzından laf alabileceğim birisinden ibaretti sadece benim için. Bu yüzden içim cayır cayır yansa da, küllerimi ona göstermeyecektim. “Tanıyorum evet.”
Başını geriye atarak tok bir kahkaha patlattı. Sesinin her tınısı kinayelerle bezeliydi. Gitgide solarak azalan gülüşü, evin odalarında yankılanmayı sürdürüyordu. “Cemre senden daha akıllıydı, biliyor musun? Sadece çilekli bir pastayla ikna edebildim onu. Para dolu zarfı önüne koydum ve arkama yaslanarak, seçimini yapmasını bekledim,” Verdiği bir kaybı yad edercesine, başını salladı. “Akıllı kızdı gerçekten. Aslında, seneler önce onun sayesinde amcanın oteline baskın yapabildim, biliyor musun? Otelinizde saklanan adamı bana ifşalayan oydu çünkü.”
“Ne saçmalıyorsun sen?” Aynı anda birçok duyguya boğuldum; göğsümden akıp giden bu silsile, benden de bir şeyler koparıp götürdü sanki. Kardeşimin adını duymak, zihnimin şalterini attırmıştı. Bütün düşünceler ve fikirler, artık karanlığa hapsolmuş bir hâldeydi.
Bir süre hiçbir şey söylemedi; sanki beni sessizliğiyle cezalandırıyordu.
“Benden her şeyimi aldın.” dediğinde, müthiş bir kasvet vardı sesinde. “Meral’i, oğlumu, Merih’i, kızımı, cemiyetteki bütün itibarımı, gücümü…” Bastonunu sıkarak, yaşından beklemediğim bir çeviklikle ayağa kalktı. “Ben de senden her şeyini alacağım, sadece sabret ve bekle.”
Hışımla ayağa kalktım; artık sabrım kalmamıştı bu tehditlere. “Daha neyimi alacaksın benden? Delirmişsin sen. Kızını kapatacağına akıl hastanesine önce git kendini kapat.”
Tam bu esnada pencerenin önünden geçen adamlar gözüme takıldı; duvarın dibine bir şeyler döküyorlardı. Ne döküyorlardı? Afallayarak, daha iyi görebilmek için o tarafa doğru yürümeye yeltendim. Fakat henüz adım atamadan olduğum yere mıhlandım; keyif keyifli karşımda konuşan adama baktım.
“Senin önüne para dolu bir zarf koyup, seçim yapmanı bekleyemem.” Kapıya doğru dönmüştü, gitmeye hazırlanıyordu. Omuzları o kadar dik duruyordu ki, hiçbir kuvvet onu yıkamaz gibiydi. “Ya da artık eğlenceli oyunlar düzüp, Boğmaca Matı’nı sana yaşatma vaatlerinde de bulunamam. Çünkü artık karşımda basit bir temizlikçi yok,” Küçümsercesine süzdü beni. “Cemiyet vârislerinden birisi var. Sırlarla çevrili, ayakta uyutulan, zavallı bir kız çocuğu var artık karşımda.”
Bahçede dolanan adamların silüeti yeniden dikkatimi dağıttı. Ne yapıyorlardı? Korku ve panikle, çaresizce kımıldandım. Ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Bir yandan dışarıya karşı tetikte olmaya çabalıyordum; bir yandan da sesiyle ruhumu kemiren adamı anlamaya çalışıyordum.
“İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır.” Artık kapının önündeydi, benden uzaklaşmıştı. Gri gözlerinde kopkoyu bir duygu belirdi. “Ama ben o kadar iyi bir adamım ki, seni bir düşmanından kurtaracağım. Bilmediğin bir gerçeği kulağına fısıldayacağım.”
“Neler çeviriyorsun yine sen?” Hızla pencereye doğru sokuldum, bahçeye göz gezdirdim. Ama kimseyi göremedim. Öfkeyle tekrar ona döndüm. “Cemre’ye ne yaptın, konuş! Ne zarfından, ne parasından bahsediyorsun?”
Gülümseyerek, yüzüklü elini bilmiyorum dercesine havaya kaldırdı. Her şeyin başlangıcı olan, beni bulunduğum yere sürükleyen yüzükteki o altın geyik, ışığın altında kamaştı. Sanki bana geldiğim yeri hatırlattı.
“Cemre’yle alakalı sorularını bana değil, kocana sor.” Şarkı mırıldanır gibi nağmeli söylediği sözler, üstüme sıktığı kör kurşunlardan farksızdı. Duvarın ardında kaybolmadan saniyeler önce, hınzırca fısıldamıştı. “O gece kardeşini öldürmesi için amcanın oteline gönderdiğim kişilerden biri de sevgili kocandı. Git ona sor biricik kardeşini, anlatsın sana.”
Kulaklarım uğuldadı, gözlerim karardı.
Evimin duvarları etrafımda dönmeye başladı; ama ben olduğum yerde kalakaldım. Bu koku neydi? Ellerimden dökülüp giden zamanı tutamadım. Bu ses neydi? Birkaç savsak adım attım ama sonra yürümek çok anlamsız hissettirdi, durdum. Ne zaman dizlerimin üstüne düşmüştüm? Az önce epey hevesliydim halbuki kaçmaya; ama artık bir adımlık yol dahi katetmek istemiyordum. Başımı kaldırıp, pencereden dışarıya baktım. Pervazlara kadar uzanan alevlerin camın önünde alazlanan kırmızı saçlarını gördüm; ama tuhaf bir şekilde rahatladım.
Vazgeçmek yanan evi terk etmekti; affetmek evdeki yangını yok saymaktı ama ben yine de kalmayı seçmiştim. Bu evde ilk günden beri yangın zaten vardı; fakat artık sadece yan odada değildi. Artık yanımdaydı, soluklarımdaydı. Fakat ben yine de kaldığım için kendime kızamıyordum. Çünkü bir gün elbet yanacağımı zaten biliyordum.
Yeni bölüm??
YanıtlaSil